Translate

3 Mayıs 2014 Cumartesi

“POSTKAPİTALİZM”LE PROLETARYA BUHARLAŞTI MI? IX



“POSTKAPİTALİZM”LE PROLETARYA BUHARLAŞTI MI?
                                     IX
“Postkapitalizm”de Emek Kendi Değerini Kendisi mi Belirliyor?
Kapitalist üretim tarzının sırrı artı-değer sömürüsünde yatar. Bu sırrı ilk keşfeden ve sistematik bir şekilde çözümleyerek bilimsel bakımdan soyutlayıp teorileştiren de Marx olmuştur. Marx’ın, Marksizm-Leninizm’in kapitalizm tahlilinin kilit taşı artı-değer teorisidir. Marx’ın artı-değer teorisiyle oynamak, revize etmek “kelebek etkisi” yaratır. Sermayenin açık-seçik ideologları kadar postmodernist ideologlar da bunun bilincindedir. Bundan dolayıdır ki kapitalizmin açık ve gizli temsilcileri ve savunucuları ideolojik saldırılarını artı-değer teorisinin “çürütülmesi” üzerinde yoğunlaştıra gelmişlerdir. Postmodernistlerin, postMarksistlerin, Negriciliğin “modernizmin, endüstrinin, proletaryanın bittiği”, “Marx’ın emek değer teorisinin geçersizleştiği”, “artı-değer sömürüsünden bahsedilemeyeceği”, “emeğin kendi değerini kendi belirlediği” bir postmodern çağda yaşadığımız teori ve tezleri de, gerçekte kapitalizm cephesinden gelen burjuva revizyonist saldırının bir diğer ifadesidir. Bu teori ve tezlerin tümü de burjuvazinin cephaneliğinden alınmıştır.
Negriciliğin dayandığı, temsil ettiği postmodernist çizginin artık çağımızda emeğin, özellikle de “gayrimaddi emek”in “kendi değerini kendi belirlediği” tezi, “kendiliğinden çekirdek komünist” çağa girildiği tezi ile bütünleşiktir. Kuşkusuz ki herhangi bir bilimsel değere sahip olmadığı gibi somut tarihsel gerçeğe de tümüyle, evet tümüyle, aykırı burjuva liberal revizyonist bir tezdir. Hele de kapitalist sömürünün dizginlerinden boşaldığı; işçi sınıfının kazanımlarının amansızca gaspedildiği; proletaryanın mutlak ve göreli olarak yoksullaştığı; kronik ve yapısal kitlesel işsizliğin, işsizliğin ana biçimi haline geldiği; sık sık patlak veren ekonomik krizlerle “gayrimaddi emek” kategorisine giren “beyaz yakalı” işçilerin, “kafa emekçileri”nin de milyonlar halinde sokağa atıldığı; her türlü iş güvencesinin adeta yok edildiği, işgücü piyasasının sudan ucuza getirildiği, işgücü piyasasının son derece esnekleştirildiği bir tarih kesitinde bu tip tezlerin postmodern tekniklerle piyasaya arzı-endam edişi ve ÇUŞ’ların koruyucu gücü eşliğinde pazarlanması daha da iğreti bir burjuva propagandadan ibarettir. Kapitalist üretim tarzı, artı-değer, kar ve sermaye üreten bir üretim tarzıdır. Bu onun nesnel doğasıdır. Kapitalizmi prekapitalist üretim tarzlarından ayıran temel şey, artı-değer sömürüsüdür, kar için üretimdir, sermayenin artı-değer sömürüsü üzerinde sermaye üretmesidir.
Kapitalizmde, ÇUŞ’lu emperyalist kapitalizmden başka bir şey olmayan “postkapitalizm”de, dendiği gibi, emek kendi değerini kendi belirliyorsa, bu durumda artık kapitalizmden tabii ki bahsedilemez. Zaten söylenen de, daha doğrusu söylenmek istenen de budur. Doğal olarak bu durumda, artı-değerden, kar için üretimden, sermayenin sermaye üretmesinden, azami kar yarışından, emek ve sermaye arasındaki temel çelişkiden, bu çelişkinin biricik çözüm yolu olarak proleter-sosyalist devrimden bahsedemeyiz demektir. Çünkü bu durumda, demek ki, ücretli kölelik düzeninden, ücretli emek (işgücü) sömürüsünden kaynaklanan bir artı-değerden eser kalmamıştır, ne idiğü belirsiz yeni bir üretim tarzına geçilmiştir vs. Öyle ya, inanacak olursak, ücret, artık işgücünün değil emeğin karşılığı haline dönüşmüştür. Pek sevgili kapitalistlerimiz artık işçilerin “emeğinin” karşılığını tam olarak ödemektedirler! Evet, bize söylenen şey tamda budur!
Maddi emeğin gayrimaddi emeğe, ücretin işgücünün değil emeğin karşılığına dönüşmüş olduğu iddiası sömürüden arınmış bir kapitalizm, ücretli köleler sınıfı olan proletaryadan arınmış bir kapitalizm, kendiliğinden komünist olan bir kapitalizm teorisini ifade ediyor. ÇUŞ’lar da işçi sınıfının, ezilen, sömürülen sınıf ve tabakaların böyle düşünmesini istiyor, ÇUŞ’lar bunu doğrudan iddia ettiklerinde inandırıcı olamayacaklarını bildiklerinden Negrilere gereksinim duyuyor. Son çeyrek asırda Negrilerin yerden mantar gibi türediklerini çok iyi biliyorlar. Ve devşirdikleri Negri türünden aydınların, Negricilik türünden akımların suretinde “solcu” olarak arenaya arz-ı endam ediyorlar ve böylece modern kölelik düzenini, uluslararası tekellerin emperyalizmini insanlığın ortak düşü/cenneti olarak pazarlıyorlar. Ki alık küçük burjuvazi ise Negrileri çağın önemli sorunlarına ışık tutan “değerli aydın”lar olarak alkışlamaktadır.
Toyota’da, BMW’de, Hewlett-Packard’da, Microssoft’da, Koç ve Sabancı’nın “enformatik” işletmelerinde çalışan kafa (ve kol) işçilerine, “sizin fabrikalarınız patronsuz, işçisiz, ortak mülkiyet olan fabrikalarmış ve siz, özgür insanlar olarak, kendi ücretlerinizi kendiniz belirliyormuşsunuz ve üstelik emeğinizin karşılığı olacak tarzda özgürce belirliyormuşsunuz; çok çok değerli solcu aydınımız Negri(ler) bunu söylüyor, siz ne dersiniz?” diye soracak olursak ve Negri’yi bu işçilerin ellerine verecek olursak, kuşku yok ki işçiler önce Negri’ye temiz bir sopa çekeceklerdir. Ardından da kahkahalar eşliğinde Negri’yle, Negrilerle bir güzel dalgasını geçeceklerdir. Buna kuşku yok! Çünkü onlar öz deneyleriyle söz konusu saçmalıkların “harama hile katma” olduğunu bilecek kadar da bir donanıma sahiptirler.
Ücretin, işçinin emeğinin karşılığı olduğu “tez”i ve propagandası kapitalizmin asırlara dayanan yaşamı boyunca sermaye ve ideologları tarafından propagandası yapılagelen sahte bir tez ve propagandadır. Negriler, “Tarihin Sonu”nu, kapitalizmin sonunu, vb. ilan ederek, iğrenç bir derinlik gösterisinin ardına, iki yüzlülükte sınır tanımayan bir üslubun ve dil oyunlarının arkasına gizlenmeye çalışarak aynı kokuşmuş tezi güncellemekten başka bir şeyi yapmamaktadırlar. Oysa bilakis Marx’ın 4 ciltlik dev yapıtı Kapital eseri, söz konusu propagandaya öldürücü darbeyi çoktan indirmiştir. “Enformatik çağ”ın Negrileri ne yaparsa yapsınlar, onlar deveye bindikleri için asla çalı arkasına saklanamayacaklardır ve saklanamamaktadırlar da!
Kapitalizmde ücret emeğin değil, işgücünün fiyatıdır. Kafa ya da kol emeği fark etmez, işgücünün bu iki kategorisi de emeğin değil, sadece işgücünün karşılığını alırlar. İş günü, gerekli (zorunlu) emek zamanı ile artı-emek zamanını (bedava emeği) temsil eder. ücret işgücünün değerinin karşılığıdır; işçinin gerekli emeğinin değerinin karşılığıdır. İşgücünün artı-emek zamanı, bu zamanda harcanan emeğin karşılığı ise, artı-üründür, artı-değerdir. Artı-değer kapitalist için bedava emektir ve kapitalistin gaspettiği değerdir. Açık ki bu durumda işçi emeğinin değil, işgücünün değerini almaktadır. İşgücünün değerinin fiyatı da ücreti oluşturmaktadır. Emeğin kendi değerini kendi belirlediği ve karşılığını aldığı iddiası çok açık ki kapitalist sömürüyü gizlemekte, yok saymaktadır. Bu birinci noktadır.
İkinci olarak, kapitalizmde, işgücü bir metadır. Kendi değerinden daha büyük bir değer yaratan meta olarak, diğer metalardan farklı olarak, kendi değerini kendi belirlemek bir yana, kural olarak kendi değerinden daha ucuza sapma eğilimi taşır. Sermaye elindeki bütün imkânları kullanarak işgücünü ucuzlaştırmaya çalışır. İşgücünün ucuza mal edilmesi gerekli emek süresinin daha kısaltılması, böylece artı-emek zamanının daha uzatılarak gaspedilecek artı-değerin miktarının ve oranının arttırılması demektir. Bundan dolayıdır ki ücret sorunu, proletarya ve burjuvazi arasında dur-durak bilmeksizin gündelik kavgalarının en can alıcı sorunlarından birisi olarak hep gündemde kalır. Kapitalistler gerek işgününü azami derecede uzatarak, gerekse de emek üretkenliğini yükselterek, emeğin yoğunluğunu arttırarak gerekli emek zamanını alabildiğince kısaltmaya, artı emek zamanını ise olabildiğince uzatmaya çalışırlar.
Bugün sermayenin organik bileşimi daha da yüksek; yani Negrilerin taptığı “enformatik ekonomi”de teknoloji-otomasyon-emek üretkenliği bir hayli gelişkin. Ama unutmamak gerekiyor ki “kapitalist üretimin sınırları içerisinde emek üretkenliğinin gelişmesinin tüm amacı, işgününde, işçinin kendi yararına olarak çalıştığı sürenin kısaltılması, ve bu kısaltma yoluyla, kapitalistin çıkarına bedavadan çalışacağı sürenin uzatılmasıdır.” (Kapital, C. I, s. 311) “Enformatikleşme” ve “postmodern çağda emek kendi değerini kendi belirliyor” teori ve tezleriyle işte aynı zamanda bu gerçek gizlenmek, örtülenmek, unutturulmak isteniyor.
Yine Marx’ın belirttiği gibi, “Emeğin maliyetini… sıfır noktasına doğru durmadan zorlamak, sermayenin değişmeyen eğilimidir.” (age, C. III, s. 573) Bu olguyu postmodernistlerin, Negrilerin bir cennet olarak sunmaya çalıştıkları neoliberal “enformatik çağda”, “postkapitalizm”de, “Bilgi toplumu”nda çok çarpıcı bir şekilde görmekteyiz; esnek çalışma, taşeronlaşma, işgününün uzaması, iş güvencelerinin küresel çapta tasfiyesi, 1 milyar işsiz…
Evet, gerçek şudur ki “aşırı çalıştırma, emekçiyi bir dolap beygirine çevirme, sermayeyi çoğaltmanın ya da artı-değer üretimini hızlandırmanın bir aracıdır.” Ve “Kapitalist üretim biçimi genellikle, bütün pintiliğine karşın, kendi insan malzemesi konusunda çok hovardadır.” (Marx)
Ayrıca vurgulamak gerekir ki, emek üretkenliği ile işgücünün fiyatının yükselmesi hiçbir zaman el ele gitmez ya da emek üretkenliği ile aynı oranda artmaz. Negriciliğin, “emeğin kendi değerini kendi belirlediği” iddiası “enformatikleşme”yle artmış olan emek üretkenliği ile ücret artışları arasına eşit işareti koymakla da ayrıca açık bir çarpıtmaya başvurmaktadır. Kaldı ki emek üretkenliği ile ücretlerin paralel yükseldiğini kabul etsek bile, yine de bu durumda bile yükselen ücret emeğin değil işgücünün karşılığı olmaya devam edecektir. Ki, emek üretkenliğinin gelişmesinin bir yandan canlı emeği azaltırken, öte yandan işgücünü ucuzlatarak, diğer yandan metaların fiyatlarını ucuzlatarak rekabette kapitaliste bir üstünlük yarattığını biliyoruz…
Makinenin “işgününün ölçüsüz derecede uzamasına büyük bir hız kazandırdığını” (Lenin), keza sabit sermayenin değer büyüklüğünün ve dayanaklılığının artmasının da (Marx) “kar delisi kapitalistleri işgününü uzatmaya teşvik” (Marx) ilettiğini biliyoruz. “Enformatik çağ”da bu olgulara tanıklık yapmaya devam etmektedir.
Üçüncü olarak, işgününün asgari sınırı işçinin kendi yaşamını sürdürmek ve işgücünü yeniden üreterek sermayeye satmasını sağlamaya elverecek çalışma süresini kapsar. İşgününün azami sınırı ise emek gücünün fiziksel sınırları ile moral sınırları tarafından belirlenip çizilir. Fiziksel sınır işçinin kendisini yeniden işgücünün üretimi için hazırlamasını, moral sınırı ise işçinin entelektüel ve toplumsal gereksinmelerini karşılamasını sağlayacak zamandan oluşur. Kuşkusuz ki bu sınır, söz konusu gereksinmelerin çeşitliliği ve büyüklüğüne, genel toplumsal ilerlemenin durumuna, düzeyine bağlıdır. Dolayısıyla işgünün asgari ve azami sınırı belli olduğuna göre bu sınır, söz konusu sınırlar içerisinde dalgalanır.
Tabii ki bu sınırın şekillenmesinde sermaye kadir-i mutlak bir güç değildir; burada, işçi sınıfının direnişi, işçi sınıfı hareketinin gücü de daima hesaba katılması gereken en önemli unsurlardan biridir… İşgününün sınırları tarih boyunca daima emek ile sermaye arasında “iç savaş”ın konusu olagelmiştir. Ve burada da güçler dengesinin belirleyici bir yerde durduğuna sadece dikkat çekmekle yetinip geçiyoruz. Fakat her durumda da “günün 24 saati boyunca emeğe el koyulması, kapitalist üretimin kaçınılmaz eğilimidir.” (Marx) Çünkü 24 saat emeğe elkoyma, 24 saat süresince daha büyük artı-değer gaspı demektir. Ayrıca değişmeyen sermaye canlı emeği bir vampir gibi emerek, canlı emeği ölü emeğe çevirerek her an işletilmek ister. Çünkü atıl, işlevsiz kalan değişmeyen sermaye, başta sabit sermaye “yararsız sermaye yatırımını temsil eder” ve göreli bir değer kaybına uğrar. Kurt açlığı ile sermayesini genişletmek isteyen sermaye için bu dayanılmaz bir durumdur. Örneğin fazla mesai, üç vardiya sisteminin geliştirilmesinden de bunu görebiliriz. Marx’ın dediği gibi, “kar ve önüne geçilmez tutkusuyla, artı-değere duyduğu kurt açlığı ile sermaye, işgününün yalnız manevi değil, fiziksel en üst sınırlarını da çiğner geçer.”; çünkü sermaye için “işçi, bütün yaşamı boyunca emek-gücünden başka bir şey değildir”; “Emek-gücünün ömrünün uzunluğu sermayeye vız gelir. Onu ilgilendiren tek şey, bir işgünü boyunca akışı sağlayabilecek azami emek gücüdür. Bu amacına, tıpkı açgözlü bir çiftçinin, toprağın verimliliğini tüketerek ondan elden geldiğince fazla ürün koparması gibi, işçinin yaşamını kısaltarak ulaşır.” (Kapital, C.I, s.259) Nasılsa yedek işsizler ordusu (nispi nüfus fazlalığı) her an sermayenin elinin altında hazır ve nazırdır… “Dört bir yanını çeviren işçi kuşaklarının ıstıraplarını görmezden gelmek için böylesine geçerli nedenlere sahip bulunan sermaye uygulamada da, insan soyunun adım adım yozlaşması ve en sonu insanlıktan çıkması olasılığı karşısında da, dünyanın batma olasılığı kadar az ilgilenir.” (age, s.263) Tüm bu gerçekler Negrilerin “kendiliğinden iyi” “kendiliğinden komünist”, “özgürleştirici” “İmparatorluk”unun da, “postkapitalizm”inin de tipik gerçekleridir. Onlar süsleseler de temel gerçek budur. Negriler karda yürüyüp iz bırakmak istememektedirler ama ne yapsalar da karda izleri göz çıkarmaktadır.
Kapitalist üretim ilişkileri gibi kapitalist üretim ilişkilerinin bir bileşeni, bir biçimi olan kapitalist bölüşüm ilişkileri de “küreselleşme” ile daha fazla yoğunlaşmış, merkezileşmiş, uluslararasılaşmıştır. Bölüşüm ilişkileri üretim ilişkilerinin “öteki yüzünü” oluşturur. Ve kapitalizm meta üretimiyle üretim ilişkilerini, onunla birlikte bölüşüm ilişkilerini de (geliştikçe) yeniden ve genişletilmiş temelde üretir. Üretim ilişkileri tasfiye edilmeden de bölüşüm ilişkileri tasfiye edilemez. Postmodernizme, Negriciliğe göre ise kapitalist üretim ilişkileri kendiliğinden değiştiği için bölüşüm ilişkileri de değişmiştir. Böylece emek ve sermaye aşılmış, işgücünün değeri olan ücretle artı-emeğin değeri olan artı değer arasındaki farklılık da; işçiye ücret, patrona artı-değer biçiminde realize olan bölüşüm ilişkisi de sonlanmış ve yine böylece emek değerinin karşılığını alır hale gelmiştir. Oysa bilinen basit bir tarihsel ve toplumsal gerçektir, sömürücü karaktere sahip kapitalist üretim ilişkileri kendiliğinden sömürüsüz üretim ilişkilerine dönüşemez. Ve kapitalist üretim ilişkilerinin tasfiyesinin, sömürüden arınmış toplumsal üretim ilişkilerini kurmanın tek yolu da proleter devrimdir…
Kapitalist üretim tarzında ve “küresel” dünyamızda emek, “gayrimaddi emek”, kafa emeğinin en seçkin kesimi olan “evrensel emek” hiçbir zaman kendi değerini kendi belirleyemez. Güçler dengesinin en elverişli olduğu koşullarda bile bu böyledir. Amansız kapitalist rekabet ve emek-sermaye dengesinin emek lehine olduğu koşullarda kafa emeğinin, “evrensel emeğin”in en fazla pazarlık olanağı artar, emek sürecinden ücret olarak payına düşen payını bir miktar yükseltebilir, vb.
Biliyoruz ki sermaye, artı değer getiren bir değerdir. Artı-değer üretimi ve gaspı kapitalizmin ana amaç ve itici gücüdür. Ve artı-değeri üreten de canlı emektir. Eğer canlı emek kendi değerini kendi belirlerse, eğer işgücünün değil de emeğinin değerini/karşılığını alırsa, bu durumda artık kapitalizmden bahsedilemez. Zaten bizlere söylenmek istenende tam olarak budur. Temel üretim araçları kapitalist özel mülkiyetken, işgücünden başka satacak şeyi olmayan işçi sınıfının, “emeğin” kendi değerini kendi belirlediği iddiası salt safsatadan ibarettir.
Marx’ın dediği gibi “kapitalist birikim yasası, aslında yalnızca şunun ifadesidir: Birikimin özünde saklı niteliği, emeğin sömürülme derecesindeki her türlü azalması ve kapitalist ilişkinin gittikçe büyüyen boyutlarda olmak üzere devamlı yeniden ve yeniden üretimini ciddi bir şekilde tehlikeye sokacak her türlü ücret artışını daima dıştalar.” Kapitalist üretim tarzında da “durum, bundan başka türlü olamaz”
Dördüncü olarak, emeğin kendi değerini kendi belirlediği iddiası emeğin kapitalist kısıtlarından kurtularak özgürleştiği “teori”sine dayanıyor. Bu “teori”de “postmodernizm”in, “İmparatorluk”un devrimci ve özgürleştirici bir “imparatorluk” olduğu safsatasına dayanmaktadır. Eh, özgürlükler çağında emeğin de özgürleşmiş ve kendi değerini özgürce kendisinin belirlemesi anlaşılır bir “olgu” oluyor tabii ki. Modern kapitalist köleliğin “neoliberal” emperyalist dizginsiz baskı ve sömürü döneminde ücretli köleler sınıfını daha da azgınca köleleştirdiği bir dönemde, kuşku yok ki ÇUŞ’lar, Negri türü ideolojik uşaklarına bakarken bir yandan dudaklarını ısırırken öte yandan da bıyık altından gülüyorlardır…
Kapitalizmde sömürü maskelenmiştir. Görünüşte işçi özgürdür. İşgücü metasını satıp satmama işçinin “özgür” iradesine (!) kalmıştır. Meta satıcıları ve alıcıları metalarını kapitalist pazarda satıp satmamada, alıp almamada tümüyle özgürdürler. Oysa bu özgürlük işçinin aç kalma, açlıktan ölme özgürlüğüdür. Açık ki bu “özgürlük” sermaye için özgürlüktür ama işçi için değil. Kapitalist toplumda bu özgürlük ücretli köleliği gizleyen sözde bir özgürlüktür.
Görünüşteki bu özgürlük ve işçinin işgücünü diyelim ki bir saat, bir gün, bir hafta, bir aylık ücret karşılığı patrona satması, görünürde “maddi” ve “gayrimaddi emek”in kendisine ve “kamuoyu”na emeğin değerinin ödenmesi olarak yansır. Oysa gerçek farklıdır. Bu görüntünün doğmasının, yanılsamalı anlaşılmasının nedeni, modern ücretli kölelik düzenindeki sömürünün, köleci ve feodal toplumlardan farklı olarak, maskelenmiş olmasıdır. “Özgür işçi”, “işgücü metasını satıp satmamada özgür olan işçi”, “özgürce sattığı metasının fiyatını/ücretini alan işçi” görüntüsü söz konusu maskelenmenin yansıma biçimleridir. Sermayenin açık ve gizli ideologları ve propagandistleri işte bu görüntüye dayanarak öteden beri iş ücretini, işgücünün değil de emeğin fiyatı/karşılığı olarak lanse etmektedirler. Negricilik de aynı oyunu oynuyor. Aynı yolun yolcularının aynı oyunu oynaması eşyanın tabiatı gereğidir.
Oysa Marx’ın çarpıcı bir tarzda ortaya koyduğu gibi, işçinin işgücünü satması, sermayenin işgücünü satın alması “her ne kadar karşılıklı serbest sözleşmeden doğuyormuş gibi görünürse görünsün, bu emek daima zora dayanan emek olarak kalır.” “Burjuva toplumun görünüşünde, işçinin ücreti, emeğin fiyatı olarak görünür. Böylece, herkes, emeğin değerinden sözeder ve bunun para olarak ifadesine onun gerekli ya da doğal fiyatı der.” (Marx) Negricilik de aynı şeyi söylüyor. Ve bir de bu yoldan kapitalist ve “postkapitalist” düzende “zora dayanan” emek olgusunu demagojik bir şekilde gizlemeye çalışır. Görüntüyü gerçeğin, özün yerine geçirmek, görüntüyü gerçeği örtmenin aracı olarak kullanmak, “şeylerin kendilerini çoğu zaman tersine çevrilmiş görüntüleri içinde açığa vurdukları,” kapitalist üretim tarzını aklamak ve kurtarmak için kullanma postmodernizmin ve “doruğu” Negriciliğin de bilim düşmanı karakterinin tipik bir yansımasıdır. Ee, “evrensel doğrular”, “evrensel bilim” postmodernistlerimiz tarafından boşuna yadsınmıyor tabii ki… “Gerçekliğin düşünceden farklı ve bağımsız olduğu fikri demode oldu. Gerçekliğin algılanmasındaki bu değişim, geçen yıllarda gerçek bir devrime varan bir noktaya doğru sürat kazandı.” (Soros, Açık Toplum, Küresel Kapitalizmde Reform, s. 39) diyen ünlü spekülatör ve de taze filozofumuz (!) Soros, “sosyal bilimleri bilimsel statüsünden mahrum bırakma”yı, “Sosyal olguları anlamak için evrensel geçerli teoriler öne sürmekten” kaçınmayı  (age., s. 63) boşu boşuna önermiyor. Gerçekte Negriler, Sorosların kapitalist dünyasının “sol” maskeli izleyicileridirler. Ondandır ki Negriler, kaotik, anlaşılamaz, kavranamaz, her şeyin yapay olduğu “hiç yerde” yaşadığımızı, evrensel nesnel hareket yasalarının ve bilimin olmadığını vs. ileri sürüyorlar ve böylece de iplerinin Sorosların elinde bulunduğunu; gerçek sahiplerinin sesi olduklarını göstermiş oluyorlar…
Evet, kapitalizmde sömürü maskelenmiştir, demiştik;
“Angaryada, işçinin kendisi için harcadığı emek ile, efendisi için harcadığı yükümlü emek, birbirinden yer ve zaman olarak en açık şekilde ayrıdır. Köle emeğinde ise, işgününün, kölenin kendi yaşaması için gerekli tüketim maddelerini yerine koyduğu kısmı, yani aslında yalnız kendisi için çalıştığı kısmı bile, efendisi için harcadığı emek olarak görünür. Ücretli emekte ise, tersine, artı-emek ya da karşılığı ödenmemiş emek bile, karşılığı ödenmiş emek gibi görünür. Birinde, kölenin kendisi için harcadığı emeği, mülkiyet ilişkisini, diğerinde, ücretli işçinin karşılığı ödenmeyen emeğini, para ilişkisini gözlerden gizler.” (Marx, Kapital C.I, s.513) Marx devamla, “Emek gücünün değeri ile fiyatının ücret şekline ya da emeğin kendisinin değeri ve fiyatı şekline dönüştürülmesinin taşıdığı büyük önemi böylece anlayabiliriz. Aslında varolan ilişkileri görünmez hale getirmesi bir yana bir de bunları tepetaklak gösteren bir görünüm şekli, hem emekçinin ve hem de kapitalistin her türlü yasal kavramlarının, kapitalist üretim tarzının her türlü şaşırtmacılarının, özgürlük adına bütün göz boyamalarının, vülger iktisatçıların çeşitli maruz gösterme gevezeliklerinin temelidir.”, der. Demek ki, “özgürlük adına” göz boyama sadece Negrilerle ortaya çıkmış bir şey değil yani... Sömürülmeyen bir proletarya, artı-değer üretmeyen bir kapitalizm olarak lanse edilen “neoliberal” emperyalist dünya sistemi, postmodernistlerin, Negrilerin manipülatif hayal dünyasının bir ürünüdür sadece.
Beşinci olarak, “gayri maddi emek”, onun bir biçimi olan “evrensel emek”, diğer bir görünümü olan Ar-Ge sektöründeki emek, genel toplumsal emeğin bir parçasıdır. Azami kar susuzluğuyla dünya pazarına saldıran uluslararası tekeller ve arkalarındaki burjuva devletler, söz konusu emek biçimlerini azami derecede sömürmektedir. Ama “serbest piyasa ekonomisi”nde, “liberal özgürlükler çağı”nda yaşıyoruz. İşgücü piyasası küreselleşmiş ve esnekleşmiş durumda. Esnek piyasa, esnek işgücü gerçeği “gayri maddi emek”i ve onun en seçkin kategorisi olan emek kategorilerini ve işgücünü de pençesine/girdabına almış durumda. Bir yandan “gayri maddi emek” büyümekte, diğer yandan kronik kitlesel işsizlik. Öte yandan revizyonist/kapitalist (sosyal emperyalist) kampın dağılışıyla nitelikli ucuz iş gücünün, kitlesel çapta, özellikle “evrensel emek” kategorisinde, dünya pazarına akarak piyasayı genişletmesi. Keza nitelikli emeğin niteliksizleştirilmesi eğiliminin gelişmesi açık olgulardır.
Bu tablodan çıkan sonuç “gayri maddi emek”in kendi değerini kendi belirlemesi değil, emeğin sermayeye gerçek bağımlılığının derinlemesine ve genişlemesine pekişmesi, “küresel sermaye”nin denetimine daha güçlü girmesidir. İşsizlik kırbacı, kafa emekçileri arasındaki rekabet, beyin göçünün esnekleşip dünya piyasasına akışı, sık patlak veren ekonomik krizler, tüm bu vb. etkenler, kafa emeği piyasası üzerinde baskı kurarak iş ücretlerini aşağı çeken olgulardır. Ama bu olgular, kuşkusuz ki “küresel sermaye”nin ideolojik uşaklarının umurunda değildir. Onlar için önemli olan biricik şey uluslararası sermayenin Haçlı Seferberliği’nde üstlerine düşeni yerine getirebilmektir. Bunun için gerçeklerin “solcu” kamuflajla tahrif edilmesidir. “Kapitalistler ve bütün dünyadaki temsilcileri her sabah kalktıklarında Wall Street Journal’deki güçlü hükümete lanet okuyan yazılar” (Hard-Negri, İmparatorluk, s.355) okuduğunu iddia edebilecek, “ulus devlet”in “sonu”nu ilan edecek kadar yüzsüzce sözde tahliller yapan, “Bugün, bu kadar çok kapitalist zaferin ardından, sosyalist umutlar hayal kırıklıklarıyla beraber söndükten sonra” (s.411) diyerek umutsuzluğun bataklığına teslim olduklarını dile getiren, “III. Enternasyonalin üzgün, çileci” olduğunu ilan ettikleri teori ve pratiğine saldırarak da ÇUŞ’lar dünyasına rüştünü ispat eden “İmparatorluk”un yazarlarının emeğin özgürleştiği, kendi değerini kendi belirlediğini şarlatanca ilan etmeleri anlaşılır bir sonuçtur.
Postmodern, postMarksist şarlatanların aksine, mesela Alan Woods ve Ted Grant’ın şu analizleri, “gayri maddi emek” dünyasındaki tabloya yansıtması bakımından gerçekçidir. Birlikte okuyalım:
“Tüm ülkelerde toplum derin bir keyifsizlik duygusundan muzdariptir. Bu durum en tepede başlıyor ve alta doğru her düzeye yayılıyor. Sürekli kitlesel işsizliğin beslediği güvensizlik duygusu, işgücünün daha önceleri kendilerinin bu durumdan bağışık olduğuna inanan kesimlerine de –doktorlar, öğretmenler, hemşireler, devlet memurları, fabrika yöneticileri- yayılıyor, hiç kimse güvencede değil. Orta sınıfın birikimleri, sahip oldukları evlerin değeri de aynı şekilde denetimsiz para piyasaları ve borsa hareketlerinin tehditi altında. Milyarlarca insanın yaşamı, geçmişin tanrılarına neredeyse akılcı dedirtecek kadar büyük bir kaprisle işleyen bu kör güçlerin insafına kalmıştır.” (Aklın İsyanı, Marksist Felsefe ve Modern Bilim, s. 417)
“Yeni teknolojiler, sanayideki işçilerin durumunu geliştirmekten ziyade, beyaz yakalı işçilerin yaşam koşullarını kötüleştirmekte kullanılmaktadır. Bankaların, hastanelerin, büyük büroların çoğunda işçilerin konumu, büyük fabrikalardakine gittikçe daha çok benziyor. Aynı güvensizlik, sinir sistemi üzerinde aynı aralıksız baskılar, tıbbi sorunlara, depresyona, evliliklerin parçalanmasına yol açan aynı stres…” (age, s. 419)
Bu tabloda “beyaz yakalılar”ın, “gayri maddi emek”in hal-i pür melali hiç de iyi gözükmüyor değil mi! Oysa Hardt ve Negri, “gayri maddi emek” çağını (!) bir cennet olarak tasvir etmektedir. Kapitalist cehennemi emek dünyasının cenneti olarak lanse etmek açık ve tartışma götürmez bir şekilde Negriciliğin, postmodernizmin emperyalist kapitalizmin savunucusu olduğunu berrakça sergilemektedir. Emperyalist dünya sisteminin ölüm çanları çalmaktadır. Bundan dolayıdır ki can çekişmekte olan emperyalizmin “sol” maskeli savunucuları cami duvarına işemektedir. Atalarımız boşuna dememişler: “Eceli gelen köpek cami duvarına işer.”
Negrilerin “İmparatorluk” kitabına dizginsiz övgüler dizmiş biri olan Zizek’in konu hakkında söylediklerini aktarmak kuşkusuz yararlı olacaktır. Ancak önce, Zizek’in “Gıdıklanan Özne” kitabına atfen sorulan soruları yanıtlarken söylediklerini bazı bakımlardan aktarmak ayrıca yararlı olacaktır.
“Mesela Kitap Dergisi”nin 4. sayısında (Nisan 2007) yayınlanmış olan röportajında Zizek şunları söylüyor:
“Özne hakkındaki kitabımın hareket noktası şuydu: Günümüzün hemen hemen tüm felsefi yönelimleri, hatta birbirlerine esaslı karşıt olsalar bile, temel olarak anti-öznelci duruşun bazı türleri üzerinde uyuşurlar.” Açık ki, “tarihin sonu”nu, “öznenin sonu”nu ilan edenlerin, birbirine zıt kutupta duruyor gibi görünseler de ayın kendiliğindenliğe, emperyalist dünya sistemine boyun eğmesi anlaşılır bir durumdur. Kendisi de, tıpkı Hardt ve Negri gibi görünüşte postmodernizmi eleştirse de bir postmodernist, postmodernizmin “postMarksist” cinsinden olan Zizek bile giderek bu duruma tepki duymaktan kaçınamıyor. Kaçınamadığı için de “şeytan beni- saf rasyonel Kartezyen türünden olmasa da – özneye geri dönmemiz gerektiğini söylemek için kışkırtıyor” deme gereksinimi duyuyor.
O, “postpolitik evrenin sorunu şu: Biz ölümcül bir diyalog içinde olan bu tarafların her ikisiyle de yüz yüzeyiz. Şöyle düşünüyorum: Bu fasit daireden kurtulmak için, öznelliği yeniden keşfetmek zorundayız.” “Olan şu: Radikal bir şey zuhur ediyor. Şimdi bunu tanımlamak için bize birçok yeni terim öneriliyor. En sık kullanılanlardan biri paradigma değişimi döneminde ima eder… Ben eskiye yapışıp kalmak zorunda olduğumuzu ima etmiyorum. Fakat bu yanıtlar yanlıştır ve meydana gelen kopmanın sicilini gerçekten çıkaramazlar. Doğmakta olanın derinliğini, sadece, şu an olmakta olan şeyi eski standartlarla ölçersek kavrayabiliriz.”
“Öznenin sonu”, “evrensel bilimin sonu”, “evrensel ölçülerin sonu”, “nesnel gerçeğin sonu” vs. propagandasına göre daha ileri bir tavır alış sayılabilir Zizek’in bu tutumu; kuşkusuz her şeyin belirsiz, kaotik, anlaşılmaz, kavranamaz, tanımlanamaz, hiç yerde, yok yerötesi bir yerde vs. şarlatanlığına göre…
“Çok kültürcülüğün tam da işçi sınıfı politikasının son izlerinin politik alandan silindiği tarihsel anda patlamış olması, semptomatik değil midir? Birçok eski solcu için bu çok kültürcülük bir tür suni işçi sınıfı politikasıdır. İşçi sınıfının hala var olup olmadığını bilmiyoruz bile, o halde gelin ötekilerin sömürüsü hakkında konuşalım. Bunda bizatihi yanlış hiçbir şey olmayabilir. Ancak ekonomik sömürü sorunlarının kültürel hoşgörü sorunlarına çevrilmesinde bir tehlike söz konusu.”
Zizek, “işçi sınıfının hala var olup olmadığını bilmiyoruz bile” derken, kuşkusuz ki demagoji yaptığının bilincindedir. Bunu geçiyoruz. Ama dile getirdiği iki nokta önemlidir; kendi literatürümüzle dillendirecek olursak, Zizek’in sözlerinin anlamı şudur: İşçi sınıfı ve sosyalist hareketin yenilgisi kapitalist sömürüyü hoş görmeye yol açmıştır. Postmodernizm kapitalist sömürüyü meşru görüp savunmaktadır. Ki, Negrilerin kapitalizmin, sömürünün, artı-değerin sonu, emek kendi değerini kendi belirliyor, emek özgürleşmiştir, özel mülkiyet kolektif mülke dönüşmüştür, kendiliğinden komünist bir imparatorluk çağındayız, bir postkapitalist dünyadayız tezleri de bunu açıkça kanıtlamaktadır.
Zizek’in aynı röportajında işçi sınıfına seslenmenin, ekonomik sömürüye karşı çıkmanın “popülist sağ”a, Le Pen gibi “sağcı”lara bırakılmış olmasını, “direnmekten vazgeç”ilmiş olmasını ayrıca eleştirmektedir. Bir “postmodernist”in, onu “postMarksizm” biçiminde temsil eden birinin, Negri’ye övgüler dizen Zizek’in ağzından bu “analiz”lerin yapılması, her şeye karşın önemli sayılabilir...
Postmodern imparatorluk çağının devrimci özgürlükler çağı, “gayrimaddi emek”, “beyaz yakalı”lar için altın bir çağ olduğunu söyleyen Negriciliğe karşı Zizek”in şu sözlerini aktararak da birlikte bakabiliriz.
“İddia ediyorum ki, bugün bize özgürlük olarak sunulan şey, özgürlük ve demokrasinin radikal boyutundan- başka bir deyişle, toplumsal gelişmeye dair temel kararları mümkün olduğu kadar çok insanı, çoğunluğu bir araya getirip tartıştırma inancından- arındırılmış bir şeydir. Bu anlamda bugün biz, fiili bir özgürlük deneyimine sahip değiliz…
“Fakat Ulrich Beck gibi her şeyin düşünülmüş bir müzakere ve seçim meselesi olduğunu söyleyen insanlarca belirlenmiş olan bu yeni özgürlük dünyası, yeni özgürlüksüzlük hallerini içerebilir. İdeolojinin en saf haliyle karşı karşıya geldiğimiz şu örnek bu konudaki favorimdir: Biliyoruz ki, bugün profesyonel alanlarda uzun vadeli bir iş bulmak giderek zor hale geliyor. Akademisyenler ya da gazeteciler, örneğin genelde iki ya üç yıllık –daha sonra yenilenmek zorunda oldukları- sözleşmeler içinde yaşıyorlar. Gayet tabii ki, çoğumuz bunu travmatik, şok edici bir şey olarak yaşıyoruz; burada asla güven içinde olamazsınız. Fakat o zaman postmodern ideolog gelir ve der ki, ‘oh, fakat bu sadece yeni bir özgürlük, siz kendinizi her iki yılda bir yenileyebilirsiniz!
“Benim için mesele özgürlüksüzlüğün nasıl gizlendiği; tam da bize yeni özgürlükler olarak sunulan şeyde nasıl saklandığıdır…”
Özgürlük? Geçiyoruz; burjuvazinin özgürlükten anladığı soyma özgürlüğüdür; sermayenin proletarya ve halkları özgürce soyma özgürlüğüdür. “Burjuvazi iktidara geldiği her yerde… insanlar arasında kupkuru çıkar dışında, duygusuz ‘nakit ödeme” dışında, hiçbir bağ bırakmamıştır. Dindar esrikliğin kutsal ürpertilerini, şövalyeliğe özgü coşkunluğu ve küçük burjuva duygusallığını da bencil hesapçılığın buz gibi suyunda boğmuştur. Kişisel saygınlığı değişim değerine indirgemiş, bütün belgeleri ve kazanılmış özgürlüklerin yerine tek bir özgürlüğü, yani vicdansızca ticaret özgürlüğünü koymuştur.” (Marx-Engels) Negrilerin, “post”larımızın emperyalist dünyasında da durum çok daha fazla böyledir.
Zizek’in, “neoliberal kapitalizm” koşullarında çalışanlar için genel geçerli olan gerçeklerine dair bir duruma değinirken,  akademisyenleri ve gazetecileri, yani kafa emeğini, kafa emeğinin bu en eğitimli kesimlerini örnek göstermesi önemlidir. Çünkü bu emek türleri, Hardt ve Negri’nin o yere göğe sığdıramadıkları demagojik ve manipülatif amaçlı hezeyanlarında vurguladıkları “gayrimaddi” emeğin önemli unsurlarıdır.
Peki, Zizek’in “favori” örneklerini oluşturan sözleşmeli çalışma, güvencesiz çalışma, travmatik durum, asla güven içinde olmama gerçekliği içinde kafa emeğinin, “gayri maddi” emeğin özgürleşmiş olduğu, kendi değerini kendi belirlediği aşağılık iddiasının herhangi bir karşılığı var mı? Elbette ki yok! Peki, ne var? Bol demagoji, emperyalizm ve sermaye yaltakçılığı...
20. asrın 1970’lerine dek göreli ayrıcalıkları, iş güvencesi vs. olan “beyaz yakalı”ların, kafa emekçilerinin konumu bugün pek çok bakımdan “mavi yakalı”lardan farklı sayılmaz. Bu kesim de gittikçe artan oranda hem mutlak hem de göreli olarak yoksullaşıyor ve on milyonlarca kafa emekçisi de kronik işsizlik canavarının pençesinde kıvranıp duruyor. Dar ve elit bir kalifiye kesimin, sermayeyle bütünleşmiş bir kesimin dışında “evrensel emek” kategorisine dahil olanlar da geleceğe herhangi bir biçimde güvenle bile bakamıyor. Eski çamların bardak olduğu bir “neoliberal enformatik çağ”dan geçiyoruz ve bu çok açık.
Böyle bir “çağ”ı, uluslararası tekellerin küresel emperyalist dünya sistemini bir cennet, ebedi mutluluk çağı olarak lanse edilmesi Negrilerin işi olabilir ancak. “Çok kültürlü”, “çok renkli”, “melez”, “akışkan”, “yapay”, “hiç yerde”, “özgürlükçü”, “yok yerde”, “ölçü ötesi bir yerde”, “merkezsiz”, “dışına çıkılmaz”, “kaotik”, “anlaşılmaz”, “şekilsiz” Tanrısal güçte, yıkılmaz bir imparatorluk! “Karşı imparatorluk mu?” Geçelim, lafı-ı güzaf… Burjuva kozmopolitizm övgüsü ve tapıcılığı da Negriciliğin bir diğer özeliğidir. Kendilerini yüceltenler ve yaltaklananlar tarafından “Belag-ı Azam” ilan edilen Hardt ve Negri sadece ve sadece kralın soytarılarıdır.
                                                                                                      DEVAM EDECEK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder