“POSTKAPİTALİZM”LE PROLETARYA BUHARLAŞTI
MI?
IX
“Postkapitalizm”de
Emek Kendi Değerini Kendisi mi Belirliyor?
Kapitalist
üretim tarzının sırrı artı-değer
sömürüsünde yatar. Bu sırrı ilk keşfeden ve sistematik bir şekilde çözümleyerek
bilimsel bakımdan soyutlayıp teorileştiren de Marx olmuştur. Marx’ın,
Marksizm-Leninizm’in kapitalizm tahlilinin kilit
taşı artı-değer teorisidir. Marx’ın artı-değer teorisiyle oynamak, revize
etmek “kelebek etkisi” yaratır.
Sermayenin açık-seçik ideologları kadar postmodernist ideologlar da bunun
bilincindedir. Bundan dolayıdır ki kapitalizmin açık ve gizli temsilcileri ve
savunucuları ideolojik saldırılarını artı-değer teorisinin “çürütülmesi”
üzerinde yoğunlaştıra gelmişlerdir. Postmodernistlerin, postMarksistlerin,
Negriciliğin “modernizmin, endüstrinin, proletaryanın bittiği”, “Marx’ın emek
değer teorisinin geçersizleştiği”, “artı-değer sömürüsünden bahsedilemeyeceği”,
“emeğin kendi değerini kendi belirlediği” bir postmodern çağda yaşadığımız
teori ve tezleri de, gerçekte kapitalizm cephesinden gelen burjuva revizyonist
saldırının bir diğer ifadesidir. Bu teori ve tezlerin tümü de burjuvazinin cephaneliğinden alınmıştır.
Negriciliğin
dayandığı, temsil ettiği postmodernist çizginin artık çağımızda emeğin,
özellikle de “gayrimaddi emek”in “kendi değerini kendi belirlediği” tezi,
“kendiliğinden çekirdek komünist” çağa girildiği tezi ile bütünleşiktir.
Kuşkusuz ki herhangi bir bilimsel değere sahip olmadığı gibi somut tarihsel
gerçeğe de tümüyle, evet tümüyle, aykırı burjuva liberal revizyonist bir
tezdir. Hele de kapitalist sömürünün dizginlerinden boşaldığı; işçi sınıfının
kazanımlarının amansızca gaspedildiği; proletaryanın mutlak ve göreli olarak
yoksullaştığı; kronik ve yapısal kitlesel işsizliğin, işsizliğin ana biçimi
haline geldiği; sık sık patlak veren ekonomik krizlerle “gayrimaddi emek”
kategorisine giren “beyaz yakalı” işçilerin, “kafa emekçileri”nin de milyonlar
halinde sokağa atıldığı; her türlü iş güvencesinin adeta yok edildiği, işgücü
piyasasının sudan ucuza getirildiği, işgücü piyasasının son derece
esnekleştirildiği bir tarih kesitinde bu tip tezlerin postmodern tekniklerle piyasaya arzı-endam edişi ve ÇUŞ’ların
koruyucu gücü eşliğinde pazarlanması daha da iğreti bir burjuva propagandadan
ibarettir. Kapitalist üretim tarzı, artı-değer,
kar ve sermaye üreten bir üretim tarzıdır. Bu onun nesnel doğasıdır.
Kapitalizmi prekapitalist üretim tarzlarından ayıran temel şey, artı-değer
sömürüsüdür, kar için üretimdir, sermayenin artı-değer sömürüsü üzerinde
sermaye üretmesidir.
Kapitalizmde,
ÇUŞ’lu emperyalist kapitalizmden başka bir şey olmayan “postkapitalizm”de,
dendiği gibi, emek kendi değerini kendi belirliyorsa, bu durumda artık kapitalizmden tabii ki bahsedilemez.
Zaten söylenen de, daha doğrusu söylenmek istenen de budur. Doğal olarak bu
durumda, artı-değerden, kar için üretimden, sermayenin sermaye üretmesinden,
azami kar yarışından, emek ve sermaye arasındaki temel çelişkiden, bu
çelişkinin biricik çözüm yolu olarak proleter-sosyalist devrimden bahsedemeyiz
demektir. Çünkü bu durumda, demek ki, ücretli kölelik düzeninden, ücretli emek
(işgücü) sömürüsünden kaynaklanan
bir artı-değerden eser kalmamıştır, ne idiğü belirsiz yeni bir üretim tarzına
geçilmiştir vs. Öyle ya, inanacak olursak, ücret, artık işgücünün değil emeğin
karşılığı haline dönüşmüştür. Pek sevgili kapitalistlerimiz artık işçilerin
“emeğinin” karşılığını tam olarak ödemektedirler! Evet, bize söylenen şey tamda
budur!
Maddi emeğin
gayrimaddi emeğe, ücretin işgücünün değil emeğin karşılığına dönüşmüş olduğu
iddiası sömürüden arınmış bir kapitalizm, ücretli köleler sınıfı olan
proletaryadan arınmış bir kapitalizm, kendiliğinden komünist olan bir
kapitalizm teorisini ifade ediyor. ÇUŞ’lar da işçi sınıfının, ezilen, sömürülen
sınıf ve tabakaların böyle düşünmesini istiyor, ÇUŞ’lar bunu doğrudan iddia
ettiklerinde inandırıcı olamayacaklarını bildiklerinden Negrilere gereksinim
duyuyor. Son çeyrek asırda Negrilerin yerden mantar gibi türediklerini çok iyi
biliyorlar. Ve devşirdikleri Negri
türünden aydınların, Negricilik türünden akımların suretinde “solcu” olarak
arenaya arz-ı endam ediyorlar ve böylece modern kölelik düzenini, uluslararası
tekellerin emperyalizmini insanlığın ortak düşü/cenneti olarak pazarlıyorlar. Ki
alık küçük burjuvazi ise Negrileri çağın önemli sorunlarına ışık tutan “değerli
aydın”lar olarak alkışlamaktadır.
Toyota’da,
BMW’de, Hewlett-Packard’da, Microssoft’da, Koç ve Sabancı’nın “enformatik”
işletmelerinde çalışan kafa (ve kol) işçilerine, “sizin fabrikalarınız
patronsuz, işçisiz, ortak mülkiyet olan fabrikalarmış ve siz, özgür insanlar
olarak, kendi ücretlerinizi kendiniz belirliyormuşsunuz ve üstelik emeğinizin
karşılığı olacak tarzda özgürce belirliyormuşsunuz; çok çok değerli solcu
aydınımız Negri(ler) bunu söylüyor, siz ne dersiniz?” diye soracak olursak ve
Negri’yi bu işçilerin ellerine verecek olursak, kuşku yok ki işçiler önce
Negri’ye temiz bir sopa çekeceklerdir. Ardından da kahkahalar eşliğinde Negri’yle,
Negrilerle bir güzel dalgasını geçeceklerdir. Buna kuşku yok! Çünkü onlar öz
deneyleriyle söz konusu saçmalıkların “harama hile katma” olduğunu bilecek
kadar da bir donanıma sahiptirler.
Ücretin,
işçinin emeğinin karşılığı olduğu “tez”i ve propagandası kapitalizmin asırlara
dayanan yaşamı boyunca sermaye ve ideologları tarafından propagandası
yapılagelen sahte bir tez ve propagandadır. Negriler, “Tarihin Sonu”nu,
kapitalizmin sonunu, vb. ilan ederek, iğrenç bir derinlik gösterisinin ardına,
iki yüzlülükte sınır tanımayan bir üslubun ve dil oyunlarının arkasına
gizlenmeye çalışarak aynı kokuşmuş tezi güncellemekten başka bir şeyi
yapmamaktadırlar. Oysa bilakis Marx’ın 4 ciltlik dev yapıtı Kapital eseri, söz
konusu propagandaya öldürücü darbeyi çoktan indirmiştir. “Enformatik çağ”ın
Negrileri ne yaparsa yapsınlar, onlar deveye bindikleri için asla çalı arkasına
saklanamayacaklardır ve saklanamamaktadırlar da!
Kapitalizmde ücret emeğin değil, işgücünün
fiyatıdır. Kafa ya da kol emeği fark
etmez, işgücünün bu iki kategorisi de emeğin değil, sadece işgücünün
karşılığını alırlar. İş günü, gerekli (zorunlu) emek zamanı ile artı-emek
zamanını (bedava emeği) temsil eder. ücret işgücünün
değerinin karşılığıdır; işçinin gerekli emeğinin değerinin karşılığıdır.
İşgücünün artı-emek zamanı, bu zamanda harcanan emeğin karşılığı ise,
artı-üründür, artı-değerdir. Artı-değer kapitalist için bedava emektir ve
kapitalistin gaspettiği değerdir. Açık ki bu durumda işçi emeğinin değil,
işgücünün değerini almaktadır. İşgücünün değerinin fiyatı da ücreti
oluşturmaktadır. Emeğin kendi değerini kendi belirlediği ve karşılığını aldığı
iddiası çok açık ki kapitalist sömürüyü gizlemekte, yok saymaktadır. Bu birinci noktadır.
İkinci olarak, kapitalizmde, işgücü bir
metadır. Kendi değerinden daha büyük bir değer yaratan meta olarak, diğer
metalardan farklı olarak, kendi değerini kendi belirlemek bir yana, kural
olarak kendi değerinden daha ucuza sapma
eğilimi taşır. Sermaye elindeki bütün imkânları kullanarak işgücünü
ucuzlaştırmaya çalışır. İşgücünün ucuza mal edilmesi gerekli emek süresinin
daha kısaltılması, böylece artı-emek zamanının daha uzatılarak gaspedilecek
artı-değerin miktarının ve oranının arttırılması demektir. Bundan dolayıdır ki
ücret sorunu, proletarya ve burjuvazi arasında dur-durak bilmeksizin gündelik
kavgalarının en can alıcı sorunlarından birisi olarak hep gündemde kalır.
Kapitalistler gerek işgününü azami derecede uzatarak, gerekse de emek
üretkenliğini yükselterek, emeğin yoğunluğunu arttırarak gerekli emek zamanını
alabildiğince kısaltmaya, artı emek zamanını ise olabildiğince uzatmaya
çalışırlar.
Bugün
sermayenin organik bileşimi daha da yüksek; yani Negrilerin taptığı “enformatik
ekonomi”de teknoloji-otomasyon-emek üretkenliği bir hayli gelişkin. Ama
unutmamak gerekiyor ki “kapitalist üretimin sınırları içerisinde emek
üretkenliğinin gelişmesinin tüm amacı, işgününde, işçinin kendi yararına olarak
çalıştığı sürenin kısaltılması, ve bu kısaltma yoluyla, kapitalistin çıkarına
bedavadan çalışacağı sürenin uzatılmasıdır.” (Kapital, C. I, s. 311)
“Enformatikleşme” ve “postmodern çağda emek kendi değerini kendi belirliyor”
teori ve tezleriyle işte aynı zamanda bu gerçek gizlenmek, örtülenmek,
unutturulmak isteniyor.
Yine Marx’ın
belirttiği gibi, “Emeğin maliyetini… sıfır noktasına doğru durmadan zorlamak,
sermayenin değişmeyen eğilimidir.” (age, C. III, s. 573) Bu olguyu
postmodernistlerin, Negrilerin bir cennet olarak sunmaya çalıştıkları neoliberal
“enformatik çağda”, “postkapitalizm”de, “Bilgi toplumu”nda çok çarpıcı bir
şekilde görmekteyiz; esnek çalışma, taşeronlaşma, işgününün uzaması, iş
güvencelerinin küresel çapta tasfiyesi, 1 milyar işsiz…
Evet, gerçek
şudur ki “aşırı çalıştırma, emekçiyi bir dolap beygirine çevirme, sermayeyi
çoğaltmanın ya da artı-değer üretimini hızlandırmanın bir aracıdır.” Ve
“Kapitalist üretim biçimi genellikle, bütün pintiliğine karşın, kendi insan
malzemesi konusunda çok hovardadır.” (Marx)
Ayrıca
vurgulamak gerekir ki, emek üretkenliği
ile işgücünün fiyatının yükselmesi hiçbir zaman el ele gitmez ya da emek
üretkenliği ile aynı oranda artmaz. Negriciliğin, “emeğin kendi değerini
kendi belirlediği” iddiası “enformatikleşme”yle artmış olan emek üretkenliği
ile ücret artışları arasına eşit işareti koymakla da ayrıca açık bir çarpıtmaya
başvurmaktadır. Kaldı ki emek üretkenliği ile ücretlerin paralel yükseldiğini
kabul etsek bile, yine de bu durumda bile yükselen ücret emeğin değil işgücünün
karşılığı olmaya devam edecektir. Ki, emek üretkenliğinin gelişmesinin bir
yandan canlı emeği azaltırken, öte yandan işgücünü ucuzlatarak, diğer yandan
metaların fiyatlarını ucuzlatarak rekabette kapitaliste bir üstünlük
yarattığını biliyoruz…
Makinenin
“işgününün ölçüsüz derecede uzamasına büyük bir hız kazandırdığını” (Lenin),
keza sabit sermayenin değer büyüklüğünün ve dayanaklılığının artmasının da
(Marx) “kar delisi kapitalistleri işgününü uzatmaya teşvik” (Marx) ilettiğini
biliyoruz. “Enformatik çağ”da bu olgulara tanıklık yapmaya devam etmektedir.
Üçüncü olarak, işgününün asgari sınırı işçinin kendi yaşamını
sürdürmek ve işgücünü yeniden üreterek sermayeye satmasını sağlamaya elverecek
çalışma süresini kapsar. İşgününün azami
sınırı ise emek gücünün fiziksel sınırları ile moral sınırları tarafından
belirlenip çizilir. Fiziksel sınır
işçinin kendisini yeniden işgücünün üretimi için hazırlamasını, moral sınırı ise işçinin entelektüel ve
toplumsal gereksinmelerini karşılamasını sağlayacak zamandan oluşur. Kuşkusuz
ki bu sınır, söz konusu gereksinmelerin çeşitliliği ve büyüklüğüne, genel
toplumsal ilerlemenin durumuna, düzeyine bağlıdır. Dolayısıyla işgünün asgari
ve azami sınırı belli olduğuna göre bu sınır, söz konusu sınırlar içerisinde
dalgalanır.
Tabii ki bu
sınırın şekillenmesinde sermaye kadir-i mutlak bir güç değildir; burada, işçi
sınıfının direnişi, işçi sınıfı hareketinin gücü de daima hesaba katılması
gereken en önemli unsurlardan biridir… İşgününün sınırları tarih boyunca daima emek
ile sermaye arasında “iç savaş”ın konusu olagelmiştir. Ve burada da güçler dengesinin belirleyici bir yerde
durduğuna sadece dikkat çekmekle yetinip geçiyoruz. Fakat her durumda da “günün
24 saati boyunca emeğe el koyulması, kapitalist üretimin kaçınılmaz
eğilimidir.” (Marx) Çünkü 24 saat emeğe elkoyma, 24 saat süresince daha büyük
artı-değer gaspı demektir. Ayrıca değişmeyen sermaye canlı emeği bir vampir gibi emerek, canlı emeği ölü emeğe çevirerek
her an işletilmek ister. Çünkü atıl, işlevsiz kalan değişmeyen sermaye, başta
sabit sermaye “yararsız sermaye yatırımını temsil eder” ve göreli bir değer
kaybına uğrar. Kurt açlığı ile sermayesini genişletmek isteyen sermaye için bu
dayanılmaz bir durumdur. Örneğin fazla mesai, üç vardiya sisteminin
geliştirilmesinden de bunu görebiliriz. Marx’ın dediği gibi, “kar ve önüne
geçilmez tutkusuyla, artı-değere duyduğu kurt açlığı ile sermaye, işgününün
yalnız manevi değil, fiziksel en üst sınırlarını da çiğner geçer.”; çünkü
sermaye için “işçi, bütün yaşamı boyunca emek-gücünden başka bir şey değildir”;
“Emek-gücünün ömrünün uzunluğu sermayeye vız gelir. Onu ilgilendiren tek şey,
bir işgünü boyunca akışı sağlayabilecek azami emek gücüdür. Bu amacına, tıpkı
açgözlü bir çiftçinin, toprağın verimliliğini tüketerek ondan elden geldiğince
fazla ürün koparması gibi, işçinin yaşamını kısaltarak ulaşır.” (Kapital, C.I,
s.259) Nasılsa yedek işsizler ordusu (nispi nüfus fazlalığı) her an sermayenin
elinin altında hazır ve nazırdır… “Dört bir yanını çeviren işçi kuşaklarının
ıstıraplarını görmezden gelmek için böylesine geçerli nedenlere sahip bulunan
sermaye uygulamada da, insan soyunun adım adım yozlaşması ve en sonu
insanlıktan çıkması olasılığı karşısında da, dünyanın batma olasılığı kadar az
ilgilenir.” (age, s.263) Tüm bu gerçekler Negrilerin “kendiliğinden iyi”
“kendiliğinden komünist”, “özgürleştirici” “İmparatorluk”unun da,
“postkapitalizm”inin de tipik gerçekleridir. Onlar süsleseler de temel gerçek
budur. Negriler karda yürüyüp iz bırakmak istememektedirler ama ne yapsalar da
karda izleri göz çıkarmaktadır.
Kapitalist
üretim ilişkileri gibi kapitalist üretim ilişkilerinin bir bileşeni, bir biçimi
olan kapitalist bölüşüm ilişkileri de “küreselleşme” ile daha fazla
yoğunlaşmış, merkezileşmiş, uluslararasılaşmıştır. Bölüşüm ilişkileri üretim
ilişkilerinin “öteki yüzünü” oluşturur. Ve kapitalizm meta üretimiyle üretim
ilişkilerini, onunla birlikte bölüşüm ilişkilerini de (geliştikçe) yeniden ve
genişletilmiş temelde üretir. Üretim
ilişkileri tasfiye edilmeden de bölüşüm ilişkileri tasfiye edilemez. Postmodernizme,
Negriciliğe göre ise kapitalist üretim ilişkileri kendiliğinden değiştiği için
bölüşüm ilişkileri de değişmiştir. Böylece emek ve sermaye aşılmış, işgücünün
değeri olan ücretle artı-emeğin değeri olan artı değer arasındaki farklılık da;
işçiye ücret, patrona artı-değer biçiminde realize olan bölüşüm ilişkisi de
sonlanmış ve yine böylece emek değerinin karşılığını alır hale gelmiştir. Oysa
bilinen basit bir tarihsel ve toplumsal gerçektir, sömürücü karaktere sahip
kapitalist üretim ilişkileri kendiliğinden sömürüsüz üretim ilişkilerine
dönüşemez. Ve kapitalist üretim ilişkilerinin tasfiyesinin, sömürüden arınmış
toplumsal üretim ilişkilerini kurmanın tek yolu da proleter devrimdir…
Kapitalist
üretim tarzında ve “küresel” dünyamızda emek, “gayrimaddi emek”, kafa emeğinin
en seçkin kesimi olan “evrensel emek” hiçbir zaman kendi değerini kendi
belirleyemez. Güçler dengesinin en elverişli olduğu koşullarda bile bu
böyledir. Amansız kapitalist rekabet ve emek-sermaye dengesinin emek lehine
olduğu koşullarda kafa emeğinin, “evrensel emeğin”in en fazla pazarlık olanağı
artar, emek sürecinden ücret olarak payına düşen payını bir miktar
yükseltebilir, vb.
Biliyoruz ki
sermaye, artı değer getiren bir değerdir. Artı-değer üretimi ve gaspı
kapitalizmin ana amaç ve itici gücüdür. Ve artı-değeri üreten de canlı emektir.
Eğer canlı emek kendi değerini kendi belirlerse, eğer işgücünün değil de emeğinin
değerini/karşılığını alırsa, bu durumda artık kapitalizmden bahsedilemez. Zaten
bizlere söylenmek istenende tam olarak budur. Temel üretim araçları kapitalist
özel mülkiyetken, işgücünden başka satacak şeyi olmayan işçi sınıfının,
“emeğin” kendi değerini kendi belirlediği iddiası salt safsatadan ibarettir.
Marx’ın
dediği gibi “kapitalist birikim yasası, aslında yalnızca şunun ifadesidir:
Birikimin özünde saklı niteliği, emeğin sömürülme derecesindeki her türlü
azalması ve kapitalist ilişkinin gittikçe büyüyen boyutlarda olmak üzere
devamlı yeniden ve yeniden üretimini ciddi bir şekilde tehlikeye sokacak her
türlü ücret artışını daima dıştalar.” Kapitalist üretim tarzında da “durum,
bundan başka türlü olamaz”
Dördüncü olarak, emeğin kendi değerini
kendi belirlediği iddiası emeğin kapitalist kısıtlarından kurtularak
özgürleştiği “teori”sine dayanıyor. Bu “teori”de “postmodernizm”in,
“İmparatorluk”un devrimci ve özgürleştirici bir “imparatorluk” olduğu
safsatasına dayanmaktadır. Eh, özgürlükler çağında emeğin de özgürleşmiş ve
kendi değerini özgürce kendisinin belirlemesi anlaşılır bir “olgu” oluyor tabii
ki. Modern kapitalist köleliğin “neoliberal” emperyalist dizginsiz baskı ve
sömürü döneminde ücretli köleler sınıfını daha da azgınca köleleştirdiği bir
dönemde, kuşku yok ki ÇUŞ’lar, Negri türü ideolojik uşaklarına bakarken bir
yandan dudaklarını ısırırken öte yandan da bıyık altından gülüyorlardır…
Kapitalizmde
sömürü maskelenmiştir. Görünüşte işçi özgürdür. İşgücü metasını satıp satmama
işçinin “özgür” iradesine (!) kalmıştır. Meta satıcıları ve alıcıları
metalarını kapitalist pazarda satıp satmamada, alıp almamada tümüyle
özgürdürler. Oysa bu özgürlük işçinin aç kalma, açlıktan ölme özgürlüğüdür.
Açık ki bu “özgürlük” sermaye için özgürlüktür ama işçi için değil. Kapitalist
toplumda bu özgürlük ücretli köleliği gizleyen sözde bir özgürlüktür.
Görünüşteki
bu özgürlük ve işçinin işgücünü diyelim ki bir saat, bir gün, bir hafta, bir
aylık ücret karşılığı patrona satması, görünürde “maddi” ve “gayrimaddi emek”in
kendisine ve “kamuoyu”na emeğin değerinin ödenmesi olarak yansır. Oysa gerçek
farklıdır. Bu görüntünün doğmasının, yanılsamalı anlaşılmasının nedeni, modern
ücretli kölelik düzenindeki sömürünün, köleci ve feodal toplumlardan farklı
olarak, maskelenmiş olmasıdır. “Özgür işçi”, “işgücü metasını satıp satmamada
özgür olan işçi”, “özgürce sattığı metasının fiyatını/ücretini alan işçi”
görüntüsü söz konusu maskelenmenin yansıma biçimleridir. Sermayenin açık ve
gizli ideologları ve propagandistleri işte bu görüntüye dayanarak öteden beri
iş ücretini, işgücünün değil de emeğin fiyatı/karşılığı olarak lanse etmektedirler.
Negricilik de aynı oyunu oynuyor. Aynı yolun yolcularının aynı oyunu oynaması
eşyanın tabiatı gereğidir.
Oysa Marx’ın
çarpıcı bir tarzda ortaya koyduğu gibi, işçinin işgücünü satması, sermayenin
işgücünü satın alması “her ne kadar karşılıklı serbest sözleşmeden doğuyormuş
gibi görünürse görünsün, bu emek daima zora dayanan emek olarak kalır.”
“Burjuva toplumun görünüşünde, işçinin ücreti, emeğin fiyatı olarak görünür.
Böylece, herkes, emeğin değerinden sözeder ve bunun para olarak ifadesine onun
gerekli ya da doğal fiyatı der.” (Marx) Negricilik de aynı şeyi söylüyor. Ve
bir de bu yoldan kapitalist ve “postkapitalist” düzende “zora dayanan” emek
olgusunu demagojik bir şekilde gizlemeye çalışır. Görüntüyü gerçeğin, özün
yerine geçirmek, görüntüyü gerçeği örtmenin aracı olarak kullanmak, “şeylerin
kendilerini çoğu zaman tersine çevrilmiş görüntüleri içinde açığa vurdukları,”
kapitalist üretim tarzını aklamak ve kurtarmak için kullanma postmodernizmin ve
“doruğu” Negriciliğin de bilim düşmanı karakterinin tipik bir yansımasıdır. Ee,
“evrensel doğrular”, “evrensel bilim” postmodernistlerimiz tarafından boşuna
yadsınmıyor tabii ki… “Gerçekliğin düşünceden farklı ve bağımsız olduğu fikri
demode oldu. Gerçekliğin algılanmasındaki bu değişim, geçen yıllarda gerçek bir
devrime varan bir noktaya doğru sürat kazandı.” (Soros, Açık Toplum, Küresel
Kapitalizmde Reform, s. 39) diyen ünlü spekülatör ve de taze filozofumuz (!)
Soros, “sosyal bilimleri bilimsel statüsünden mahrum bırakma”yı, “Sosyal
olguları anlamak için evrensel geçerli teoriler öne sürmekten” kaçınmayı (age., s. 63) boşu boşuna önermiyor. Gerçekte Negriler, Sorosların kapitalist
dünyasının “sol” maskeli izleyicileridirler. Ondandır ki Negriler, kaotik,
anlaşılamaz, kavranamaz, her şeyin yapay olduğu “hiç yerde” yaşadığımızı,
evrensel nesnel hareket yasalarının ve bilimin olmadığını vs. ileri sürüyorlar
ve böylece de iplerinin Sorosların elinde bulunduğunu; gerçek sahiplerinin sesi
olduklarını göstermiş oluyorlar…
Evet,
kapitalizmde sömürü maskelenmiştir, demiştik;
“Angaryada,
işçinin kendisi için harcadığı emek ile, efendisi için harcadığı yükümlü emek,
birbirinden yer ve zaman olarak en açık şekilde ayrıdır. Köle emeğinde ise,
işgününün, kölenin kendi yaşaması için gerekli tüketim maddelerini yerine
koyduğu kısmı, yani aslında yalnız kendisi için çalıştığı kısmı bile, efendisi
için harcadığı emek olarak görünür. Ücretli emekte ise, tersine, artı-emek ya
da karşılığı ödenmemiş emek bile, karşılığı ödenmiş emek gibi görünür. Birinde,
kölenin kendisi için harcadığı emeği, mülkiyet ilişkisini, diğerinde, ücretli
işçinin karşılığı ödenmeyen emeğini, para ilişkisini gözlerden gizler.” (Marx,
Kapital C.I, s.513) Marx devamla, “Emek gücünün değeri ile fiyatının ücret
şekline ya da emeğin kendisinin değeri ve fiyatı şekline dönüştürülmesinin
taşıdığı büyük önemi böylece anlayabiliriz. Aslında varolan ilişkileri görünmez
hale getirmesi bir yana bir de bunları tepetaklak gösteren bir görünüm şekli,
hem emekçinin ve hem de kapitalistin her türlü yasal kavramlarının, kapitalist
üretim tarzının her türlü şaşırtmacılarının, özgürlük adına bütün göz
boyamalarının, vülger iktisatçıların çeşitli maruz gösterme gevezeliklerinin
temelidir.”, der. Demek ki, “özgürlük adına” göz boyama sadece Negrilerle
ortaya çıkmış bir şey değil yani... Sömürülmeyen bir proletarya, artı-değer
üretmeyen bir kapitalizm olarak lanse edilen “neoliberal” emperyalist dünya
sistemi, postmodernistlerin, Negrilerin manipülatif hayal dünyasının bir
ürünüdür sadece.
Beşinci olarak, “gayri maddi emek”,
onun bir biçimi olan “evrensel emek”, diğer bir görünümü olan Ar-Ge
sektöründeki emek, genel toplumsal emeğin bir parçasıdır. Azami kar
susuzluğuyla dünya pazarına saldıran uluslararası tekeller ve arkalarındaki
burjuva devletler, söz konusu emek biçimlerini azami derecede sömürmektedir.
Ama “serbest piyasa ekonomisi”nde, “liberal özgürlükler çağı”nda yaşıyoruz.
İşgücü piyasası küreselleşmiş ve esnekleşmiş durumda. Esnek piyasa, esnek
işgücü gerçeği “gayri maddi emek”i ve onun en seçkin kategorisi olan emek
kategorilerini ve işgücünü de pençesine/girdabına almış durumda. Bir yandan
“gayri maddi emek” büyümekte, diğer yandan kronik kitlesel işsizlik. Öte yandan
revizyonist/kapitalist (sosyal emperyalist) kampın dağılışıyla nitelikli ucuz
iş gücünün, kitlesel çapta, özellikle “evrensel emek” kategorisinde, dünya
pazarına akarak piyasayı genişletmesi. Keza nitelikli emeğin
niteliksizleştirilmesi eğiliminin gelişmesi açık olgulardır.
Bu tablodan
çıkan sonuç “gayri maddi emek”in kendi değerini kendi belirlemesi değil, emeğin
sermayeye gerçek bağımlılığının derinlemesine ve genişlemesine pekişmesi,
“küresel sermaye”nin denetimine daha güçlü girmesidir. İşsizlik kırbacı, kafa
emekçileri arasındaki rekabet, beyin göçünün esnekleşip dünya piyasasına akışı,
sık patlak veren ekonomik krizler, tüm bu vb. etkenler, kafa emeği piyasası
üzerinde baskı kurarak iş ücretlerini aşağı çeken olgulardır. Ama bu olgular,
kuşkusuz ki “küresel sermaye”nin ideolojik uşaklarının umurunda değildir. Onlar
için önemli olan biricik şey uluslararası sermayenin Haçlı Seferberliği’nde
üstlerine düşeni yerine getirebilmektir. Bunun için gerçeklerin “solcu”
kamuflajla tahrif edilmesidir. “Kapitalistler ve bütün dünyadaki temsilcileri
her sabah kalktıklarında Wall Street Journal’deki güçlü hükümete lanet okuyan
yazılar” (Hard-Negri, İmparatorluk, s.355) okuduğunu iddia edebilecek, “ulus
devlet”in “sonu”nu ilan edecek kadar yüzsüzce sözde tahliller yapan, “Bugün, bu
kadar çok kapitalist zaferin ardından, sosyalist umutlar hayal kırıklıklarıyla beraber
söndükten sonra” (s.411) diyerek umutsuzluğun bataklığına teslim olduklarını
dile getiren, “III. Enternasyonalin üzgün, çileci” olduğunu ilan ettikleri
teori ve pratiğine saldırarak da ÇUŞ’lar dünyasına rüştünü ispat eden
“İmparatorluk”un yazarlarının emeğin özgürleştiği, kendi değerini kendi
belirlediğini şarlatanca ilan etmeleri anlaşılır bir sonuçtur.
Postmodern,
postMarksist şarlatanların aksine, mesela Alan Woods ve Ted Grant’ın şu
analizleri, “gayri maddi emek” dünyasındaki tabloya yansıtması bakımından
gerçekçidir. Birlikte okuyalım:
“Tüm
ülkelerde toplum derin bir keyifsizlik duygusundan muzdariptir. Bu durum en
tepede başlıyor ve alta doğru her düzeye yayılıyor. Sürekli kitlesel işsizliğin
beslediği güvensizlik duygusu, işgücünün daha önceleri kendilerinin bu durumdan
bağışık olduğuna inanan kesimlerine de –doktorlar, öğretmenler, hemşireler,
devlet memurları, fabrika yöneticileri- yayılıyor, hiç kimse güvencede değil.
Orta sınıfın birikimleri, sahip oldukları evlerin değeri de aynı şekilde denetimsiz
para piyasaları ve borsa hareketlerinin tehditi altında. Milyarlarca insanın
yaşamı, geçmişin tanrılarına neredeyse akılcı dedirtecek kadar büyük bir
kaprisle işleyen bu kör güçlerin insafına kalmıştır.” (Aklın İsyanı, Marksist
Felsefe ve Modern Bilim, s. 417)
“Yeni
teknolojiler, sanayideki işçilerin durumunu geliştirmekten ziyade, beyaz yakalı
işçilerin yaşam koşullarını kötüleştirmekte kullanılmaktadır. Bankaların,
hastanelerin, büyük büroların çoğunda işçilerin konumu, büyük fabrikalardakine
gittikçe daha çok benziyor. Aynı güvensizlik, sinir sistemi üzerinde aynı
aralıksız baskılar, tıbbi sorunlara, depresyona, evliliklerin parçalanmasına
yol açan aynı stres…” (age, s. 419)
Bu tabloda
“beyaz yakalılar”ın, “gayri maddi emek”in hal-i pür melali hiç de iyi
gözükmüyor değil mi! Oysa Hardt ve Negri, “gayri maddi emek” çağını (!) bir
cennet olarak tasvir etmektedir. Kapitalist cehennemi emek dünyasının cenneti
olarak lanse etmek açık ve tartışma götürmez bir şekilde Negriciliğin,
postmodernizmin emperyalist kapitalizmin savunucusu
olduğunu berrakça sergilemektedir. Emperyalist dünya sisteminin ölüm çanları
çalmaktadır. Bundan dolayıdır ki can çekişmekte olan emperyalizmin “sol”
maskeli savunucuları cami duvarına işemektedir. Atalarımız boşuna dememişler:
“Eceli gelen köpek cami duvarına işer.”
Negrilerin
“İmparatorluk” kitabına dizginsiz övgüler dizmiş biri olan Zizek’in konu
hakkında söylediklerini aktarmak kuşkusuz yararlı olacaktır. Ancak önce,
Zizek’in “Gıdıklanan Özne” kitabına atfen sorulan soruları yanıtlarken
söylediklerini bazı bakımlardan aktarmak ayrıca yararlı olacaktır.
“Mesela Kitap
Dergisi”nin 4. sayısında (Nisan 2007) yayınlanmış olan röportajında Zizek
şunları söylüyor:
“Özne
hakkındaki kitabımın hareket noktası şuydu: Günümüzün hemen hemen tüm felsefi
yönelimleri, hatta birbirlerine esaslı karşıt olsalar bile, temel olarak
anti-öznelci duruşun bazı türleri üzerinde uyuşurlar.” Açık ki, “tarihin
sonu”nu, “öznenin sonu”nu ilan edenlerin, birbirine zıt kutupta duruyor gibi
görünseler de ayın kendiliğindenliğe, emperyalist dünya sistemine boyun eğmesi
anlaşılır bir durumdur. Kendisi de, tıpkı Hardt ve Negri gibi görünüşte
postmodernizmi eleştirse de bir postmodernist, postmodernizmin “postMarksist”
cinsinden olan Zizek bile giderek bu duruma tepki duymaktan kaçınamıyor.
Kaçınamadığı için de “şeytan beni- saf rasyonel Kartezyen türünden olmasa da –
özneye geri dönmemiz gerektiğini söylemek için kışkırtıyor” deme gereksinimi
duyuyor.
O,
“postpolitik evrenin sorunu şu: Biz ölümcül bir diyalog içinde olan bu
tarafların her ikisiyle de yüz yüzeyiz. Şöyle düşünüyorum: Bu fasit daireden
kurtulmak için, öznelliği yeniden keşfetmek zorundayız.” “Olan şu: Radikal bir
şey zuhur ediyor. Şimdi bunu tanımlamak için bize birçok yeni terim öneriliyor.
En sık kullanılanlardan biri paradigma değişimi döneminde ima eder… Ben eskiye
yapışıp kalmak zorunda olduğumuzu ima etmiyorum. Fakat bu yanıtlar yanlıştır ve
meydana gelen kopmanın sicilini gerçekten çıkaramazlar. Doğmakta olanın
derinliğini, sadece, şu an olmakta olan şeyi eski standartlarla ölçersek
kavrayabiliriz.”
“Öznenin
sonu”, “evrensel bilimin sonu”, “evrensel ölçülerin sonu”, “nesnel gerçeğin
sonu” vs. propagandasına göre daha ileri bir tavır alış sayılabilir Zizek’in bu
tutumu; kuşkusuz her şeyin belirsiz, kaotik, anlaşılmaz, kavranamaz,
tanımlanamaz, hiç yerde, yok yerötesi bir yerde vs. şarlatanlığına göre…
“Çok
kültürcülüğün tam da işçi sınıfı politikasının son izlerinin politik alandan
silindiği tarihsel anda patlamış olması, semptomatik değil midir? Birçok eski
solcu için bu çok kültürcülük bir tür suni işçi sınıfı politikasıdır. İşçi
sınıfının hala var olup olmadığını bilmiyoruz bile, o halde gelin ötekilerin
sömürüsü hakkında konuşalım. Bunda bizatihi yanlış hiçbir şey olmayabilir.
Ancak ekonomik sömürü sorunlarının kültürel hoşgörü sorunlarına çevrilmesinde
bir tehlike söz konusu.”
Zizek, “işçi
sınıfının hala var olup olmadığını bilmiyoruz bile” derken, kuşkusuz ki
demagoji yaptığının bilincindedir. Bunu geçiyoruz. Ama dile getirdiği iki nokta
önemlidir; kendi literatürümüzle dillendirecek olursak, Zizek’in sözlerinin
anlamı şudur: İşçi sınıfı ve sosyalist hareketin yenilgisi kapitalist sömürüyü
hoş görmeye yol açmıştır. Postmodernizm kapitalist sömürüyü meşru görüp
savunmaktadır. Ki, Negrilerin kapitalizmin, sömürünün, artı-değerin sonu, emek
kendi değerini kendi belirliyor, emek özgürleşmiştir, özel mülkiyet kolektif
mülke dönüşmüştür, kendiliğinden komünist bir imparatorluk çağındayız, bir
postkapitalist dünyadayız tezleri de bunu açıkça kanıtlamaktadır.
Zizek’in aynı
röportajında işçi sınıfına seslenmenin, ekonomik sömürüye karşı çıkmanın
“popülist sağ”a, Le Pen gibi “sağcı”lara bırakılmış olmasını, “direnmekten
vazgeç”ilmiş olmasını ayrıca eleştirmektedir. Bir “postmodernist”in, onu “postMarksizm”
biçiminde temsil eden birinin, Negri’ye övgüler dizen Zizek’in ağzından bu
“analiz”lerin yapılması, her şeye karşın önemli sayılabilir...
Postmodern
imparatorluk çağının devrimci özgürlükler çağı, “gayrimaddi emek”, “beyaz
yakalı”lar için altın bir çağ olduğunu söyleyen Negriciliğe karşı Zizek”in şu
sözlerini aktararak da birlikte bakabiliriz.
“İddia
ediyorum ki, bugün bize özgürlük olarak sunulan şey, özgürlük ve demokrasinin
radikal boyutundan- başka bir deyişle, toplumsal gelişmeye dair temel kararları
mümkün olduğu kadar çok insanı, çoğunluğu bir araya getirip tartıştırma
inancından- arındırılmış bir şeydir. Bu anlamda bugün biz, fiili bir özgürlük
deneyimine sahip değiliz…
“Fakat Ulrich
Beck gibi her şeyin düşünülmüş bir
müzakere ve seçim meselesi olduğunu söyleyen insanlarca belirlenmiş olan bu
yeni özgürlük dünyası, yeni özgürlüksüzlük hallerini içerebilir. İdeolojinin en
saf haliyle karşı karşıya geldiğimiz şu örnek bu konudaki favorimdir: Biliyoruz
ki, bugün profesyonel alanlarda uzun vadeli bir iş bulmak giderek zor hale
geliyor. Akademisyenler ya da gazeteciler, örneğin genelde iki ya üç yıllık
–daha sonra yenilenmek zorunda oldukları- sözleşmeler içinde yaşıyorlar. Gayet
tabii ki, çoğumuz bunu travmatik, şok edici bir şey olarak yaşıyoruz; burada
asla güven içinde olamazsınız. Fakat o zaman postmodern ideolog gelir ve der
ki, ‘oh, fakat bu sadece yeni bir özgürlük, siz kendinizi her iki yılda bir
yenileyebilirsiniz!
“Benim için
mesele özgürlüksüzlüğün nasıl gizlendiği; tam da bize yeni özgürlükler olarak
sunulan şeyde nasıl saklandığıdır…”
Özgürlük?
Geçiyoruz; burjuvazinin özgürlükten anladığı soyma özgürlüğüdür; sermayenin
proletarya ve halkları özgürce soyma özgürlüğüdür. “Burjuvazi iktidara geldiği
her yerde… insanlar arasında kupkuru çıkar dışında, duygusuz ‘nakit ödeme”
dışında, hiçbir bağ bırakmamıştır. Dindar esrikliğin kutsal ürpertilerini,
şövalyeliğe özgü coşkunluğu ve küçük burjuva duygusallığını da bencil
hesapçılığın buz gibi suyunda boğmuştur. Kişisel saygınlığı değişim değerine indirgemiş,
bütün belgeleri ve kazanılmış özgürlüklerin yerine tek bir özgürlüğü, yani
vicdansızca ticaret özgürlüğünü koymuştur.” (Marx-Engels) Negrilerin,
“post”larımızın emperyalist dünyasında da durum çok daha fazla böyledir.
Zizek’in,
“neoliberal kapitalizm” koşullarında çalışanlar için genel geçerli olan
gerçeklerine dair bir duruma değinirken,
akademisyenleri ve gazetecileri, yani kafa emeğini, kafa emeğinin bu en
eğitimli kesimlerini örnek göstermesi önemlidir. Çünkü bu emek türleri, Hardt
ve Negri’nin o yere göğe sığdıramadıkları demagojik ve manipülatif amaçlı
hezeyanlarında vurguladıkları “gayrimaddi” emeğin önemli unsurlarıdır.
Peki,
Zizek’in “favori” örneklerini oluşturan sözleşmeli çalışma, güvencesiz çalışma,
travmatik durum, asla güven içinde olmama gerçekliği içinde kafa emeğinin,
“gayri maddi” emeğin özgürleşmiş olduğu, kendi değerini kendi belirlediği
aşağılık iddiasının herhangi bir karşılığı var mı? Elbette ki yok! Peki, ne
var? Bol demagoji, emperyalizm ve sermaye yaltakçılığı...
20. asrın
1970’lerine dek göreli ayrıcalıkları, iş güvencesi vs. olan “beyaz
yakalı”ların, kafa emekçilerinin konumu bugün pek çok bakımdan “mavi
yakalı”lardan farklı sayılmaz. Bu kesim de gittikçe artan oranda hem mutlak hem
de göreli olarak yoksullaşıyor ve on milyonlarca kafa emekçisi de kronik
işsizlik canavarının pençesinde kıvranıp duruyor. Dar ve elit bir kalifiye
kesimin, sermayeyle bütünleşmiş bir kesimin dışında “evrensel emek”
kategorisine dahil olanlar da geleceğe herhangi bir biçimde güvenle bile bakamıyor.
Eski çamların bardak olduğu bir “neoliberal enformatik çağ”dan geçiyoruz ve bu
çok açık.
Böyle bir
“çağ”ı, uluslararası tekellerin küresel emperyalist dünya sistemini bir cennet,
ebedi mutluluk çağı olarak lanse edilmesi Negrilerin işi olabilir ancak. “Çok
kültürlü”, “çok renkli”, “melez”, “akışkan”, “yapay”, “hiç yerde”,
“özgürlükçü”, “yok yerde”, “ölçü ötesi bir yerde”, “merkezsiz”, “dışına
çıkılmaz”, “kaotik”, “anlaşılmaz”, “şekilsiz” Tanrısal güçte, yıkılmaz bir
imparatorluk! “Karşı imparatorluk mu?” Geçelim, lafı-ı güzaf… Burjuva
kozmopolitizm övgüsü ve tapıcılığı da Negriciliğin bir diğer özeliğidir.
Kendilerini yüceltenler ve yaltaklananlar tarafından “Belag-ı Azam” ilan edilen
Hardt ve Negri sadece ve sadece kralın soytarılarıdır.
DEVAM
EDECEK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder