“POSTKAPİTALİZM”LE PROLETARYA BUHARLAŞTI
MI?
X
Üretken
ve Üretken Olmayan Emek ve “Postkapitalizm”
“Postmodernist”, tasfiyeci revizyonist “postmarksist” iddialara göre
“küreselleşme” çağında, “enformatik çağda” üretken emek gerilemekte, dahası
önemsizleşmekte ve bu da proletaryanın önemsizleştiğinin, buharlaştığının
kanıtlarından birisini oluşturmaktadır. Ayrıca “üretken emek ” ile “üretken
olmayan emek” sorunu söz konusu olunca zaten Marx’ın kafası karışıktır; Marx
sorunu çelişkili bir şekilde koymuştur, vb.
Kuşkusuz ki, bu propagandayla da amaçlanan üzüm yemek değil, bağcı
dövmektir. Bütün amaç kapitalizm savunuculuğudur. Kapitalizmi proleter devrim
tehlikesinden korumaktır. “Elveda proletarya” çığırtkanlığına meşruiyet kazandırarak
devrimci proletaryayı ideolojik bakımdan silahsızlandırmaktır.
Soruna yakından bakalım.
Sermaye, ücretli emeğin (işgücü) sömürülmesi yoluyla artı-değer
getiren değerdir. Kapitalizmin gizi de artı değer sömürüsünde yatar. Artı
değer, kapitalist üretim tarzının amacı ve temel itici gücüdür. Kapitalizmin temel ekonomik yasası, artı-değer
yasasıdır. Ücretli emek ve işgücü sömürüsü burada temel yerde durur. Zaten
kapitalizm işgücünün de metaya dönüştüğü meta ekonomisidir. Dolayısıyla,
üretken olan emekle üretken olmayan emek arasındaki ayrımın temelinde de artı-değerin üretilip üretilmemesi
sorunu yatar.
Üretken emek (üretken işçi) artı-değer
üreten, artı-değer üreterek sermayenin kendisini genişletmesine hizmet eden
emek türüdür. “Sermayenin varlığı, bu tür üretken ücretli emek üzerinde
kurulmuştur.” (Marx, Artı-Değer
Teorileri, 1. Kitap, s.143) Dolayısıyla, eğer üretken emek
“enformatikleşmeyle”, “bilgi toplumu”yla, “postkapitalizmle” son bulmuşsa ya da
can çekişmekteyse, bu durumda zaten artı-değer sömürüsü de son bulmuş,
kapitalizm kendiliğinden aşılmış, Marx’ın “emek değer teorisi” ve “artı-değer
teorisi” de geçersizleşmiş olmaktadır. Ki, söz konusu tez bu amaçla ileri
sürülmekte ve propaganda edilmektedir.
Üretken olmayan emek ise,
artı-değer üretmeyen emektir. Kapitalist için bu tür emeğin bir değeri yoktur.
Çünkü kapitalist için önemli olan artı-değer gaspıdır, artan oranda artı-değer
gaspıdır. Kapitalist üretim tarzı, üretim için üretim, birikim için birikim
sistemidir. Çünkü artı-değer gaspını sürekli büyütmek için, sermaye, üretimi
genişletilmiş temelde yeniden ve yeniden üretmek zorundadır. Amaç artı-değer ve kardır, aracı da
üretimin genişletilmesidir. Tam da bu yaşamsal alanda, üretken olmayan emek
artı-değer üretmeyen emek olduğu için kapitalist için değersiz emektir; çünkü
değeri genişleterek sermayenin kendisini gerçekleştirmesini sağlamayan emektir.
“Yalnızca sermaye üreten ücretli emek üretkendir.” “Kapitalist üretim
anlamında üretken emek… kapitalist için bir artı-değer üreten ücretli emektir.”
(age, s.142)
Üretken emek, “sermayeyle
doğrudan doğruya değişilen” emektir. “Birincisinin emeği bir artı-değer
üretir; ikincisinde gelir harcanır.” (age, 1. Kitap, s.147, açM.)
Üretken emek, “sermayeyle doğrudan doğruya değişilen” emektir. Üretken
olmayan emek ise “sermaye ile değil, doğrudan
gelirle, yani ücret ve karla … değiştirilen emektir.” “Birincisinin emeği sermayeyle değiştirilmiştir,
ikincisininki, gelirle. Birincisinin emeği bir artı-değer üretir; ikincisinde
gelir harcanır.” (age, 1. Kitap, s.147, açM.) Zaten burada önemli olan sorunun
“emek” açısından, “emekçi” açısından tartışılması değil, “para sahibi
açısından, kapitalist açısından” ele alınmasıdır. Temel, belirleyici olan da
budur.
Marx, “Her üretken işçi bir ücretli emekçidir, ama her ücretli emekçi
bir üretken işçi değildir.” (Kapital’e Ek… s.108) der. İşçi sınıfı salt üretken
emek kategorisinde giren işçilerden/ücretli emekten oluşmaz. Marx’ın teorisini,
Marksizm-Leninizm’in sınıf tanımını “üretken emekçi”ye indirgeme yoluyla Marx’ı
mahkum edenler, gerçekte Marx’ı, Lenin’i tahrif ediyorlar. Üretken ve üretken
olmayan bölükleriyle ücretli emek işçi sınıfını oluşturur. Kapitalizm iki
biçimiyle de işçi sınıfını üretir ve geliştirir. Artı-değer üreten ve üretmeyen
bölükleriyle işçi sınıfı modern ücretli
köleler sınıfını oluşturur ve kapitalistçe de sömürülür.
Üretken emek, P-M-P’ hareketinin
dayandığı emektir. Üretken olmayan emek ise, “Bu emeğin tüketimi, P-M-P
şeklindeki değil, M-P-M şeklinde (son M emeğin ya da hizmetin kendisi olmak
üzere) formüle edilir. Para burada sermaye olarak değil, yalnızca bir dolaşım
aracı olarak görev yapar.” Burada, “bir kullanım-değeri, bir hizmet olarak”
emek tüketilmektedir. Böylece, bu “durumda emek üretken değildir ve ücretli
emekçi de üretken işçi değildir. Onun yaptığı iş, değişim değeri yaratmak için
değil, yaptığı işin kullanım değerinden faydalanmak için tüketilmiştir. Bundan
dolayı, kapitalist, bu emekçinin karşısına kapitalist rolüyle, sermayenin bir
temsilcisi olarak çıkmaz. Bu emeğin karşısında ödediği para, sermaye değil, gelirdir.” (Kapital’e Ek… s.108, açM.)
Örneğin bir işçi, bir aktör, bir palyaço, bir terzi, bir yazar, bir
mimar, bir aşçı, bir öğretmen, bir doktor vb. vb. bir kapitaliste çalışıp onun
için artı-değer üretmişse, bu durumda söz konusu ücretli işçi/emek üretken
emektir/işçidir. Ücretini kapitalistin
gelirinden değil sermayeden almıştır. Burada ücretli emek bir değişim değeri üretmiş, sermayenin kendisini genişletmesini sağlamış; hem
değişmeyen sermayenin değerini, hem değişen sermayenin değerini, hem de
artı-değeri yaratmıştır. Burada ücretli emek “sermaye işlevi gören para ile”
değiştirilmiştir.
Fakat aynı emek türleri, ücretli emekler, kapitaliste bireysel hizmet
sunmakla, değişim değeri yaratmayan bir kullanım değeri tüketilmek üzere
sunmakla sınırlıysa, bu durumda söz konusu ücretli emek ve işçi üretken olmayan
emek ve işçi kategorisine girer. Bu durumda emek/işgücü gelirle
değiştirilmiştir. Kapitalist cepten yemiştir; geliri çoğalmamış azalmıştır.
Sermaye artı-değer getiren değerse, ki öyledir, bu durumda, yani ikinci durumda
bir artı-değer üretilmemiştir. Bu durumda da ücretli emek para ile
değiştirilmiştir, ama bu para sermaye
işlevi görmeyen bir para ve değişimdir. Marx’ın dediği gibi bunun özgül
kapitalist üretim tarzı ile bir ilişkisi yoktur.
“Üretken ve üretken olmayan emek arasındaki ayrım, yalnızca emeğin para olarak para ile mi yoksa sermaye işlevi gören para ile mi değiştirildiğine bağlıdır.”
(age, s.116 açM.)
Burada, “Emeğin ve dolayısıyla ürünün, maddi özellikleri”, maddi ya da
maddi olmayan bir hizmetin, “üretken ya da üretken olmayan emek ayrımı
bakımından hiçbir” anlamı bulunmamaktadır. Aynı emek türü (fabrika işçisi ya da
doktor) hem üretken hem de üretken olmayan emek kategorisine girebilir. Örneğin
otomobil fabrikasında işçi üretken emekçidir, ama aynı işçi patronunun lüks
arabasının temizlik işini yapan bir işçiyse üretken olmayan bir işçidir.
“Üretken emekçinin emek gücü, emekçinin kendisi için bir metadır.
Üretken olmayan emekçininki de öyle. Ne var ki, üretken emekçi, onun
emek-gücünü satın alan için meta üretir. Üretken olmayan emekçi ise, onun için
meta değil, yalnızca bir kullanım değeri, hayali ya da gerçek bir kullanım
değeri üretir. Üretken olmayan emekçinin özelliği, kendisini satın alana meta
üretmemesi, gerçekte ondan meta almasıdır.” (Artı Değer Teorileri, 1. Kitap,
s.149)
Üretken işçi gibi üretken olmayan işçi de işgücünü satarak yaşar. Her iki emek kategorisinde yer alan işçinin
sattığı metadır; bu meta işgücü metasıdır.
İki emek türünü temsil eden işçinin, yani üretken emek ve üretken
olmayan emek kategorik ayrımı bakımından “mavi yakalı” ya da “beyaz yakalı”
olmasının burada bir önemi bulunmamaktadır. Ölçütler, ayırt edici özgün
çizgiler belli olduğuna göre, değerlendirmeler de bu çerçevede yapılacaktır.
Dolayısıyla işçi sınıfını kol işçisine, işçi sınıfını üretken işçiye
indirgeyerek yapılan sözde değerlendirme ve “eleştiri”lerin Marksçılık ve
Lenincilikle bir ilişkisi bulunmamaktadır.
Kapitalizmin doğuşu ve gelişimi süreciyle birlikte emek ücretli emeğe
dönüşmüş, bireysel üretici yerini kolektif işçiye bırakmıştır. Mavi
yakalısıyla, beyaz yakalısıyla, üretken ve üretken olmayan işçisiyle, artık
üretim toplumsal kolektif işçi tarafından gerçekleştirilmektedir. Ve burada
üretken olmayan işçi de geniş anlamda işçi sınıfının bir parçasıdır. Üretken
işçi, yalnızca emek-gücü sermayenin ya da kapitalist yararına, üretken biçimde tüketilen işçidir. Ve
bu işçi, “toplumsal olarak birleştirilmiş emek gücünün bir bileşenidir. Ve
böylece kolektif işçi, meta üretimi sürecine değişik biçimlerde katılır.
Bazıları elleriyle daha iyi çalışır, bazıları kafalarıyla; birisi yönetici,
mühendis, teknoloji uzmanı vb. olarak, birisi ustabaşı olarak, birisi en ağır
işlerde, kol emekçisi olarak daha iyi çalışır. .. Burada, toplam işçinin bir
uzvunu teşkil eden belirli bir işçinin, yaptığı işin, kol emeğine kısa ve uzak
bir mesafede durması oldukça önemsizdir.” (Kapital’e Ek… s.107, açM.)
Üretken emek tartışmasında, emeğin üretken emek olarak değerlendirilip
değerlendirilmemesinde “emeğin özel yararlılığı ya da onda cisimleşmiş kullanım
değerleriyle”, emeğin “özgül içeriğiyle hiçbir ilgisi yoktur.” Bundan dolayıdır
ki “aynı içerikteki emek” üretken veya üretken olmayabilir.
Keza, ister maddi metaların üretiminde isterse de hizmet metalarının
üretiminde olsun, emeğin üretken olup olmamasını örneğin, sadece maddi
metaların (örneğin otomobil) üretiminde somutlaştırmak da yanlıştır. “Genelde
hizmeti, emeğin kullanım değerinin kendisin maddi bir ürün biçiminde değil,
yararlı bir etkinlik biçiminde ortaya koyduğu özel bir dışavurum olarak
tanımlayabiliriz.” (Kapital’e Ek…, s.115) Eğer hizmet sektörü (eğitim, sağlık
vbg.) kamusalsa, toplumsal faydalı işlerle işlevliyse, bu durumda bu sektörde
çalışan işçilerin emeği üretken emek kategorisine girmez. Fakat örneğin eğitim,
sağlık, vbg. hizmetler, “kamusal hizmetler”, salt kullanım değerleri için
üretilen hizmetler olarak değil de “eğitim fabrikası”, “sağlık fabrikası”
olarak hizmet üretiyorsa, bu durumda, burada çalışan işçiler üretken işçi,
emekleri üretken emek kategorisine girer ya da örneğin özelleştirmeler yoluyla
sermayeye devredildiyse de durum budur. Dün kamusal olan geniş çaplı sosyal
hizmetler çeşitliliğini temsil eden ve devasa bir sektöre dönüşmüş olan sosyal
hizmetlerin “neoliberal küresel” politikalarla sermayeye devredilmesiyle, bugün
sermaye, söz konusu hizmetlerin her bir dalını artı-değer üreten sektörlere
dönüştürmüş durumdadır. Böylece, bu gelişme süreci, üretken emek kategorisini
genişleten bir olguya dönüşmüştür; ki, bu süreç hala devam etmektedir.
Ürünün metaya, emeğin ücretli işgücüne dönüşümü kapitalist üretim
tarzının ürünüdür. Kapitalizm geliştikçe, emeğin sermayeye bağımlılığı biçimsel
bağımlılıktan gerçek bağımlılığa dönüştükçe, kapitalist üretim, her türlü üretim
ve hizmeti metalaştırır ve böylece meta üretimi pazar için üretim olarak,
“zenginliğin genelleşmiş temel biçimi” haline gelir. Kapitalizm meta ekonomisi
toplumudur, pazar için meta üretimi sistemidir. Ama kapitalizm salt meta
üretmez, asıl olarak artı-değer üretir; dolayısıyla “kapitalist üretim
artı-değer üretimidir.” Kar için üretimdir. Artı-değer üretimi üretim
sürecinden doğar, dolaşım süreci artı-değer üretmez, artı-değerin realize
olmasını sağlar. Böylece üretken emek ister maddi bir meta isterse bir hizmet
metası biçiminde olsun “üretim” sürecinde doğar ve temel karakteristik özelliği
de artı-değer üretmesidir. Çünkü “Artı-değer üretimi, bu üretim tarzının mutlak
yasasıdır.” (Kapital, C.I, s.590)
Kapitalizm, çelişkisiz bir iç bütün, homojenik bir toplum biçimi
değildir. Kapitalist üretim tarzında “her şey çelişik görünür ve gerçekte de
öyledir.” (Marx) Üretimin sınırsız gelişme eğilimiyle ekonomik kriz, üretimle
tüketim, metaların kullanım değerleriyle değişim değeri, değişen sermaye ile
değişmeyen sermaye, kar oranının eğilimli düşmesi vb. vbg. gerçeklerinden
bunları rahatlıkla görebilmekteyiz. Aynı çelişkiyi ve çelişkili görünümü
kapitalizmin gelişim sürecinde üretken olan ve olmayan emeğin evriminden de
görebiliriz ve görmekteyiz.
Soruna biraz daha yakından bakalım.
Kapitalizmin doğuşu, yayılışı, küreselleşmesi; derinlemesine ve
genişlemesine gelişim süreci, proletaryanın ulusal ve uluslararası çapta
büyümesi sürecidir. Kapitalizmin büyümesi süreci büyüyen bir proletarya demektir. Proletarya ve burjuvazi
kapitalizmin iki temel sınıfıdır. Dolayısıyla kapitalizm yalnızca meta ve
artı-değer üretmekle kalmaz, o geliştiği ölçüde proletaryayı da büyütür; bu
büyüme hem mutlak hem de göreli bir büyümede, toplumun başlıca olarak iki büyük
kampa, proletarya ve burjuvazi olarak iki kampa bölünmesinde somutlaşır. Bu
süreçte ara sınıf ve tabakalar kaçınılmaz olarak çözülerek dağılır. Bir ülkenin
ve dünyanın kapitalist hale gelmesi, artan ölçekte kapitalist hale gelmesi ve
kapitalist gelişmenin salt kapitalist düzeyi varması demek, proletaryanın
azalması, önemsizleşmesi ve giderek buharlaşması anlamına gelmez. Aksine bu,
uzlaşmaz iki kutbu oluşturan proletarya ve burjuvazinin daha da gelişmesi, emek
sermaye çelişkisinin en tam biçimde açığa çıkarak olgunlaşması, küçük bir
azınlık hariç (burjuvazi) toplum nüfusunun artan oranda proleterleşmesi demek
olacaktır.
Dolayısıyla postmodernist ve postMarksist palavraların aksine
“küreselleşme”yle, “enformatikleşme”yle, “teknotoplum”la, emeğin sermayeye
biçimsel bağımlılığının yerini gerçek bağımlılığa bırakmasıyla; daha da ileri
gidelim, dünya çapında her türden prekapitalist kalıntıların nihai olarak yok
olduğu, tüm ülkelerin ve dünyanın salt kapitalist hale gelmesi ile ne
kapitalizm kendiliğinden son bulacak, örneğin “postkapitalizme” dönüşecek, ne
de proletarya buharlaşacaktır. Ama dünya daha
çok kapitalist ve daha çok proleter
hale gelecektir. Proletarya hem mutlak hem de göreli olarak gelişiminin
doruğuna ulaşmış olacaktır. Ve dünya devrimi salt sosyalist devrime dönüşecektir.
Kuşkusuz ki, kapitalizm böyle bir gelişme düzeyine ulaşmadan dünya devriminin
ve sosyalizmin zaferiyle zaten tasfiye edilecektir.
Kapitalizm geliştiği oranda bir yandan üretken emeği büyütür, ama emek
üretkenliği yükseldiği oranda da üretken emek kategorisini azaltır. Bu
kapitalist gelişmenin çelişkili gerçeğidir.
Sermaye birikiminin büyümesi proletaryanın çoğalması demektir. Sermaye
birikiminin büyümesi, sermayenin organik bileşiminin yükselmesi demektir.
Sermayenin organik bileşiminin yükselmesi demek, değişmeyen sermayenin değişen
sermaye aleyhine artması, değişen sermayenin (canlı emek gücünün) nispi
azalması demektir. Sermayenin organik bileşiminin yükselmesi demek, emeğin
üretkenliğindeki artış demektir. Emeğin üretkenliğindeki artış demek, üretim
araçları kitlesindeki artış, büyüme demektir. Ve bu artış, büyüme demek üretim
araçları kitlesini harekete geçiren emeğin kitlesinde (canlı emek) küçülme
demektir. Sermayenin değişmeyen kısmının, değişen kısım aleyhine artması,
kapitalizmin bir yasasıdır. Ama öte yandan kapitalizm gelişmeye, üretimi
çeşitlendirmeye, kapitalizm öncesi üretim biçimlerini kapitalizme tabii
kılmaya, üretimi tümden ele geçirmeye, yeni yatırımlar yoluyla yeni ekonomik
alanlara, dallara el atmaya; genişletilmiş temelde yeniden üreterek derinliğine
ve genişliğine gelişmeye, böylece proletaryanın sayısını arttırmaya devam eder.
Yani kapitalizm geliştikçe bir yanda proletaryayı çoğaltmaya, diğer yandan
proletaryanın bir kesimini gereksizleştirerek artı-nüfusun içine atmaya devam
eder. Çünkü “sermaye birikimi, bir yandan emek talebini arttırırken, öte yandan
emekçileri ‘serbest hale getirerek’ emek arzını da arttırmakta ve gene bu arada
işsizlerin baskısı, çalışanları daha fazla emek harcamaya zorlamakta ve bu
nedenle de emek arzını bir ölçüde emekçi arzından bağımsız hale getirmektedir.”
Zaten “toplumsal servet, işleyen sermaye, bu sermayenin büyüme ölçüsü ile hızı
ve dolayısıyla, proletaryanın mutlak kitlesi ve emeğin üretkenliği ne kadar
büyük olursa, yedek sanayi ordusu da o kadar büyük olur.” (Kapital, C.I, s.613)
Kapitalizm geliştikçe proletarya çoğalır. Kapitalizm geliştikçe bir
yedek işsizler ordusu üretir ve geliştirir. Yedek ordu proletaryanın bir
parçasıdır ve sermaye birikimini ivmeleyen bir olgudur. Yedek işsizler ordusu
sermayenin elinde proletaryanın güçlerini parçalamada, proletarya içi rekabeti
körüklemede, kapitalist sömürüyü yoğunlaştırmada, iş gücünün fiyatını düşürmede
kullandığı güçlü bir silahtır.
İşsiz proletarya işçi sınıfının bir parçasını oluşturmakla birlikte,
emeği “fazla” emektir, üretimin dışına atılmış emektir, sermaye birikimine
oranla, onun gereksinmelerine oranla artı-nüfustur. “Emeği” de üretken
olmayan/işlev dışı bir “emek”tir. Açlıktan ölüme terk edilmiş bu işçi bölükleri
kapitalist nüfus yasasının ifadesidir. Ve bu “artı-nüfus, kapitalist birikimin
kaldıracı ve hatta bu üretim biçiminin varlık koşulu halini” (Marx) almış
nüfustur. Kapitalizm, “sermaye birikimine tekabül eden bir sefalet birikimi
yaratır. Bu yüzden, bir kutupta servet birikimi, diğer kutupta, yani kendi
emeğinin ürünü sermaye şeklinde üreten sınıfın tarafında, sefaletin, yorgunluk
ve bezginliğin, köleliğin, bilisizliğin, zalimliğin, ussal yozlaşmanın birikimi
ile aynı oranda olur.” (age, s.615)
İşsiz proletaryanın “emeği” değersiz emektir. Dolayısıyla üretken ve
üretken olmayan emek kategorisindeki tartışma bakımından bir yere sahip
değildir. Ama kapitalist gönenç dönemlerinde veya yedek işsizler oranın
azaldığı koşullarda, ücretli işgücü olarak işlev kazandığı koşullarda, bu durumda,
kuşkusuz ki durum değişir. Ama konumuz bu değil. Geçerken vurgulamak isteriz,
işsizlik, yedek işsizler ordusu, kapitalizmin dolaysız bir biçimde üretici güç
tahribi anlamına gelir…
Sermaye birikiminin büyümesi, sermayenin organik bileşiminin
yükselmesiyle birlikte ilerler. Doğal olarak kapitalizmin gelişimi eşitsizdir. Eşitsiz gelişme, sermayenin organik
bileşiminin ülkelerde, ekonomi dallarında eşitsiz gelişmesine de yol açar.
Eşitsiz gelişme salt sadece şu veya bu ülkeye, şu veya bu ekonomi dalına özgü
bir yasa değildir. Kapitalizmin genel bir gelişme yasasıdır. Dolayısıyla
organik bileşim şu ülkeler kategorisinde yüksek bu ülkeler kategorisinde düşük
olabilir. Şu ekonomi dalında yüksek bu ekonomi dalında düşük olabilir. Ama
genel bir gelişme eğilimi olarak, özellikle de emeğin sermayeye gerçek
bağımlılığının ortaya çıkıp genelleşmeye başladığı ve genelleştiği yerlerde,
sermayenin organik bileşimi yükselir. Bir işletmede, bir ekonomi sektöründe
başlayan gelişme giderek genelleşmeye başlar…
“… Bu yüzden, birikimin ilerlemesiyle, değişmeyen sermayenin değişen
sermaye oranı değişir. Başlangıçta diyelim 1:1 iken, bundan sonra sırayla 2:1,
3:1, 4:1, 5:1, 7:1 vb. haline gelir, yani sermaye artmaya devam ederken, toplam
değerinin ½’si yerine yalnızca 1/3, ¼, 1/5, 1/6, 1/8 vb. oranında emek gücüne
dönüştüğü halde, 2/3, ¾, 4/5, 5/6, 7/8 oranlarında olmak üzere üretim
araçlarına dönüşür. Emeğe olan talep, sermayenin bütünü ile değil, ancak
değişen kısmının miktarıyla belirlendiğine göre, bu talep, daha önce
varsayıldığı gibi toplam sermayedeki artış ile orantılı olarak artacağına,
gittikçe küçülen bir şekilde düşer. Emeğe olan talep, toplam sermayenin
büyüklüğü nispetinde ve büyüklüğün artması ölçüsünde artan bir hızla düşer.
Toplam sermayenin büyümesi ile birlikte değişen kısmı, yani onunla birleşen
emek de büyür, ama bu her zaman küçülen bir oranda olur.” ( age., s.600)
Evet, sermaye birikiminin büyümesiyle ve sermayenin organik
bileşiminin yükselmesiyle birlikte
proletarya mutlak olarak büyür, öte yandan bu gelişme ve yükselmeyle birlikte
sermayenin işgücü talebi göreli olarak düşer. Ve kapitalizm bir artı nüfus yaratır.
“Artı-nüfus” her zaman için sermayenin emrine amade bir şekilde yedek işsizler
ordusu olarak kapıda bekler. Sermaye birikimi, proletaryanın mutlak ve göreli
yoksullaşmasıyla iç içe gelişir.
Sermaye birikiminin artması, sermayenin organik bileşiminin
yükselmesi, “Ensonu, büyük sanayinin olağanüstü üretkenliği, diğer bütün üretim
alanlarında emek gücünün daha geniş ve yoğun bir şekilde sömürülmesiyle elele
vererek, işçi sınıfının büyük bir kesiminin üretken olmayan bir biçimde
çalıştırılmasına ve, böylece eskiden ev işlerini yapan kölelerin şimdi de,
erkek ve kadın hizmetçi, uşak vb. gibi adlar altında bir hizmetkarlar sınıfı
olarak tekrar ortaya çıkmasına izin verilmiş olur.” (age., C.I, s.426)
Ve Marx, bu tezini İngiltere somutunda, yani o dönem kapitalist
gelişmenin en ileri düzeyini temsil eden ülkenin somutunda da, somut verilerle
aydınlatır, kanıtlar.
“Bir yandan, metaların üretimi için gerekli emek zamanını yok denecek
bir aza ve dolayısıyla ürün miktarıyla ilintili
olarak üretken nüfusun sayısını indirmek, sermayenin eğilimidir; ancak öte
yandan, (kapitalist üretim biçimi-ç.) biriktirme, karı sermayeye dönüştürme,
başkalarının olabilen en çok miktardaki emeğini sahiplenme biçimindeki karşıt
eğilimi de içinde taşır. Gerekli emeğin normunu indirmeye, ama o normda,
olabilecek en çok sayıda üretken emeği çalıştırmaya gayret eder.” (Marx, Artı
Değer Teorileri, Birinci Kitap, s.215, açM.)
Demek ki, kapitalizm geliştiği
oranda bir yandan üretken emeği büyütür, ama öte yandan da azaltır. Bu
kapitalizmin çelişkili eğilimidir. Kapitalizm artı-değer sömürüsüne
dayanır. Kapitalizmin gelişmesi artı-değer sömürüsünü hem yoğun hem de yaygın
birikim çerçevesinde genişletir. Bu, artı-değer üreten üretken emekçi sayısını
çoğaltır. Ama öte yandan da kapitalizm geliştiği oranda, sermayenin organik
bileşimi yükselir. Bu durumda da göreli olarak üretken emekçi sayısını azaltır.
Kapitalizm geliştikçe proletarya mutlak ve göreli olarak büyür.
Kapitalizm geliştikçe üretken işçi kategorisi de mutlak ve göreli olarak büyür.
Ama örneğin kırın çözülerek kapitalist temeller üzerinden yeniden
yapılanmasından sonra, kapitalizm geliştikçe, tarım sanayileştikçe, tarım gerek
proletaryanın gerekse de tarımsal alanda üretken işçinin sayısı hem mutlak hem
de göreli olarak düşer. Tarımın kapitalist tarım haline gelişi sürecinde tarım
proletaryasının, bir dönem mutlak ve göreli olarak büyümesi bir geçiş sürecinin
oluşturur. Bunu yeni-sömürge kapitalist ülkelerin tarımı ile emperyalist
ülkelerin tarımını kıyaslayarak ve her birinin özgün tarihsel evriminden
görebilir, ölçebiliriz.
Kapitalizm geliştiği ölçüde sanayi proletaryası da mutlak ve göreli
olarak gelişir, büyür. Bu, üretken emek/işçi kategorisi için de geçerlidir. Ama
birincisinden farklı olarak ikinci kategorideki (üretken-işçi/emek) proletarya
bölüğü, sermayenin organik bileşiminin, emek üretkenliğinin yükselmesiyle,
genişleyen bir dalganın ardından diyelim, hem mutlak hem de göreli olarak
düşerde. Bunu, örneğin günümüz dünyasından görebiliriz...
C. Ertem’in köşe yazısında verdiği şu verileri hep birlikte okuyalım:
“2006’da küresel istihdam içerisindeki hizmet sektörünün payı, yüzde
39.5’ten yüzde 40’a yükseldi ve yüzde 39.7’den yüzde 38.7’ye düşen tarım
istihdam oranını tarihte ilk kez geçti. Endüstri sektörü ise, toplam içerisinde
yüzde 21.3 ile temsil edilmektedir.” (Birgün, 5 Ağustos 2007, Finans Politik)
Ertem’in verileri (ve başka veriler) dünya çapında, yok olmak bir
yana, proletaryanın büyümeye devam ettiğini gösteriyor. Bu bir. Aynı veriler,
tarımsal istihdamın giderek azalacağını sanayi ve hizmet sektörlerinin
gelişmeye, büyümeye devam edeceğini gösteriyor. Bu iki. Aynı veriler, hizmet
sektörünün sanayi sektörüne göre daha hızlı büyüdüğünü, işgücünün hizmet
sektöründe sanayi sektörüne göre neredeyse iki misli daha büyük bir istihdam
alanı oluşturduğunu gösteriyor. Bu da üç.
W.K Tabb, “Ahlaksız Fil” başlıklı kitabında, ABD’de Eisenhower’in
Başkanlığı döneminde, 1950’li yıllarda toplam işçi kitlesinin yüzde 35’inin
imalat sanayinde çalıştığını, 20. yüzyılın sonlarında ise imalat sanayinde
üretimin üç katına çıktığı halde, bu sektörde çalışan işçilerin oranının yüzde
18’in altına indiğini (s. 200) belirtir.
Bu veriler, ABD’de sermayenin organik bileşiminin sanayide ne denli
yüksek olduğunu, emek üretkenliğinin ne denli geliştiğini gösteriyor. Aynı
veriler, imalat sanayinde, proletaryanın hem mutlak hem de göreli olarak
gerilediğini de yansıtıyor.
Burada durup, Marx’ın şu sözlerini aşağıya aktarıyoruz:
“Bir ülke, üretken gücü, toplam ürüne göre ne kadar küçük olursa o
kadar daha zengindir; tıpkı kapitalist birey için olduğu gibi; aynı fazlayı
üretmek için ne kadar daha az emekçiye gereksinim duyarsa onun için o kadar
iyidir. Ürün miktarı aynı kalmak üzere, üretken nüfus, üretken olmayan nüfusa
göre ne kadar küçük olursa, o ülke o kadar daha zengindir. Çünkü üretken
nüfusun rakam olarak göreli azlığı, emeğin üretkenliğinin göreli derecesini bir
başka biçimde ifade etmektedir.” (Artı Değer Teorileri, Birinci Kitap,
s.214-215)
Uzunca olmakla birlikte sorunun aydınlatılması bakımından Marx’ı
dinlemeye devam etmekte yarar var:
“Varsayalım ki, sanayideki üretkenlik o kadar gelişmiştir ki, eskiden
nüfusun üçte ikisi doğrudan maddi üretimde çalışırken, şimdi bu oran üçte-bire
inmiştir. Daha önce 2/3, 3/3 için geçim araçları üretiyordu; şimdi 3/3 için 1/3
üretiyor. Eskiden (emekçilerin gelirinden ayrı olarak) net gelir 1/3 idi, şimdi
2/3. (Sınıfsal) çelişkileri bir yana koyalım, şimdi ulus artık doğrudan üretim
için zamanının 1/3’ünü kullanır, oysa eskiden 2/3’ünü gereksiniyordu. Eşit
dağıtılırsa herkes (yani tüm nüfus) üretken olmayan çalışma ve boş vakit olarak
2/3 daha fazla zamana sahip olacak demektir. Ama kapitalist üretimde, her şey
çelişik görünür ve gerçekte de öyledir. Varsayımımız, nüfusun durağan olduğu
anlamını taşımıyor. Çünkü 3/3 büyüyorsa, 1/3 de büyüyecektir; demek ki, miktar olarak ölçüldüğü zaman daha
çok sayıda insan üretken işte çalıştırılıyor olabilecektir. Ama göreli olarak,
toplum nüfusa oranlı olarak, her zaman, eskisine göre yüzde 50 daha az
olacaktır. Nüfusun şu öteki üçte ikisini, bir kısmıyla kar ve rant sahipleri, bir
kısmıyla (rekabet nedeniyle düşük ücret alan) üretken olmayan emekçiler
oluşturur. İkinciler birincilerinin gelirlerin tüketmelerine yardım ederler ve
bir eşdeğer karşılığında hizmet verirler-ya da üretken olmayan siyasal
emekçiler gibi hizmetlerini onlara dayatırlar…” (age., agk., s.206, açM.)
Maddi üretim sektöründe çalışan emek, üretken emektir. Dolaşım
sektöründe çalışan emek ise üretken olmayan emektir. Ticaret, bankacılık
sektöründe çalışan proletarya, artı-değer üretmez, çünkü ticari kapitalistin,
bankacı kapitalistin artı-değerden pay almasına hizmet eden, aracı olan emek
olarak işlev görür.
Marx’ın dediği gibi, “Tüccar sermayesi, dolaşım alanında iş yapan
sermayeden başka bir şey değildir. Dolaşım süreci toplam yeniden üretim
sürecinin bir evresidir. Ne var ki dolaşım sürecinde hiçbir değer, dolayısıyla
hiçbir artı-değer üretilmez.” (Kapital, C.III, s.246) “Ama tüccar sermayesinde
hiç üretime katılmadığı halde kara ortak olan sermaye ile karşı karşıyayız.”
(s.251) “Tüccar sermayesi ne değer ne de artı-değer yaratır, hiç değilse
doğrudan doğruya yaratmaz. Dolaşım zamanının kısalmasına katkıda bulunduğu
ölçüde, sanayi kapitalistleri tarafından üretilen artı-değerin artmasına
dolaylı olarak yardım edebilir. Piyasanın genişlemesine, sermayeler arasında
işbölümünün gerçekleşmesine, dolayısıyla sermayenin daha geniş ölçekte iş
görmesine yardımcı olması ölçüsünde, işlevi, sanayi sermayesinin üretkenliğini
ve birikimini, teşvik etmektir. Dolaşım zamanını kısalttığı ölçüde,
artı-değerin yatırılan sermayeye oranını, şu halde kar oranını yükseltir. Ve,
sermayenin daha küçük bir kısmını, para sermaye biçiminde dolaşım alanında
bağlı tuttuğu ölçüde, sermayenin, doğrudan üretime katılan kısmını arttırmış
olur.” (s.246-247)
Dolayısıyla ticari ücretli emek de “doğrudan doğruya” artı-değer
yaratmaz. “Tüccar sermayesi ile artı-değer arasındaki bağıntı, sanayi sermayesi
ile artı-değer arasındaki bağıntıdan farklıdır. Sanayi sermayesi, başkalarının
karşılığı ödenmeyen emeğine doğrudan doğruya el koyarak artı-değer üretir.
Tüccar sermayesi, artı-değerin bir kısmına, bu kısmı sanayi sermayesinden
kendisine aktararak sahip çıkar.” (s. 258) Ticari işçi ise “Tıpkı, işçilerin
karşılığı ödenmeyen emeğinin üretken sermaye için doğrudan doğruya yaratması
gibi, ticari ücretlilerin karşılığı ödenmeyen emeği de, tüccar sermayesi için
artı-değerden bir pay sağlar.” (s. 259); “ticari emek, bir sermayenin tüccar
sermayesi olarak iş görmesi, metaların paraya ve paranın metalara çevrilmesine
yardımcı olmak için genellikle gerekli olan emektir. Bu, değerleri
gerçekleştiren ama kendi değer yaratmayan bir emektir.” (s.262) Ticari işçi
doğrudan doğruya artı-değer üretmez, “ama karşılığı ödenmeyen emek harcaması
ölçüsünde, artı-değeri gerçekleştirme giderini azaltması için ona yardım
ederek, kapitalistin gelirini arttırır.” (s. 264)
“Sanayi sermayesine, dolaşım maliyetleri, üretken olmayan giderler
olarak görünürler, ve böyledir de. Tüccara ise bunlar, genel kar oranı belli
iken, büyüklükleri ile orantılı kar kaynağı gibi görünürler. Bu dolaşım maliyetleri
için yapılacak yatırımlar, bu yüzden, tüccar sermayesi için üretken bir
yatırımdır. Ve bu nedenle, tüccar sermayesinin satın aldığı emek de kendisi
için aynı şekilde doğrudan doğruya üretken emektir.” (s.265)
Demek ki, üretken olan ve olmayan işçiyi şu veya bu ölçüye ya da
ölçütlere göre değil, doğrudan artı-değer üretip üretmediğine; böylece
sermayenin kendisini genişletmesine hizmet edip etmediğin ölçütü temelinde ele
almak gerekmektedir. Yoksa artı-değer üretmediği halde banker kapitalistin, ticari
kapitalistin artı-değerden pay almasının aracı haline gelmiş olan ticari emeği
ve banka memurlarının emeğini “üretken emek” ilan etmek kaçınılmaz hale gelir.
Öyle ya, tüccar sermayesi ve banka sermayesi için ticari emek, banka memurunun
emeği üretkendir; çünkü artı-değerden pay almasını sağlamaktadır…
Kapitalizm geliştiği oranda proletarya büyür, ama sermayenin organik
bileşimi yükseldiği oranda sermayenin işgücüne olan talebi görece düşer.
Kapitalizm geliştiği oranda üretken emek kategorisi büyür ama öte yandan da
göreli olarak düşer.
Üretken emek sadece maddi metalar üreten maddi üretim sektörüyle
sınırlanamaz. Artı-değer üreten maddi olmayan sektörlerde de maddi olmayan
emeğin belli türleri de üretken emek kategorisine girer. Örneğin ordu, polis, sivil
bürokrasinin büyük bir kesimi, rantiyer kesimlerin, vb. emeği üretken emek
kategorisine girmez. Aksine bunlar üretken emeğin ürünü olan ulusal gelirden
geçinen parazitlerdir. Örneğin “sosyal hizmetler” kategorisinde yer alan ama
kamusal yükümlülük çerçevesinde işlev gören emek de üretken emek kategorisine
girmez. Ama özel kapitalist sektörün işlettiği ya da özelleştirmeler yoluyla
sermayeye devredilen sağlık, eğitim, kültür vbg. hizmetlerde çalışan emek,
“gayrimaddi” emek olarak, üretken emek kategorisine girer. Burada söz konusu
olan otomobil fabrikası ya da mobilya fabrikası vs, değil ama “sağlık
fabrikası”dır, “eğitim fabrikası”dır, “kültür fabrikası”dır, vb. vb. Çünkü bu
“fabrika”larda çalışan emek/işgücü değişim
değeri yaratmakta, artı-değer
üretmekte, sermayenin kendisini genişletmesine
neden olmaktadır. Ücretini gelirden
değil sermayeden almaktadır. Eğitim,
sağlık, kültür, medya sektörleri hizmet sektöründe işgücünün en büyük bölümünü
bağrında barındıran sektörlerdir. Kuşkusuz bu sektörler, Marx döneminde, hatta
Lenin döneminde ancak sınırlı
ölçeklerde gelişmişti. Ve maddi üretim sektöründe çalışan proletarya
proletaryanın ana gücünü oluşturmaktaydı. Ama gerek Marx, gerekse de Lenin,
kapitalizmin gelişimiyle hizmet sektörünün ve maddi olmayan emeğin geliştiğini
ve gelişeceğini de görerek, gelişmenin yönüne de işaret etmişlerdi…
Hizmet sektöründe artı-değer üreten alt sektörler 1950’ler sonrası
hızla büyümeye başladı. “Neoliberal politikalar” sürecinde de kamusal olan
devasa çaplı işletmeler özel tekelci kapitalist sektöre aktarıldı. Bu gelişme,
pek çok hizmetin özel kapitalist hizmet fabrikasına dönüşmesine yol açtı.
Böylece üretken emek kategorisi
küresel çapta büyüdü.
Kısacası, “küreselleşme” ile, “enformatikleşme”yle üretken emek dünya
çapında büyümeye devam etmiştir. Şu
veya bu kapitalist sektörde üretken emeğin mutlak ve göreli olarak gerilemesi,
üretken emeğin mutlak olarak büyüdüğü gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır.
Alex Callinicos’un, “Postmodernizme Hayır- Marksist Bir Eleştiri”
isimli kitabına Paul Kellog’dan aktardığı şu alıntıyı, biz de kitabımıza aıyoruz.
Alıntı, dünya çapında sanayi proletaryasının durumu hakkında bir fikir vermesi
bakımından yararlı olacaktır.
“Sanayideki istihdam, 1960-1982 yıllarında Türkiye’de %65, 1958-81
yıllarında Mısır’da %179, 1953-1981 yıllarında Tanzanya’da %623, 1970-1980
yıllarında Zimbabwe’de %57… 1970-1982 yıllarında Brezilya’da %212, 1971 - 1981
yıllarında Peru’da % 34 ve, şaşırtıcı bir biçimde, Güney Kore’de 1956-82
yıllarında 2500 artmıştır. Dünya ölçeğinde bu, 1971 ile 1982 yılları arasındaki
11 yıl içinde endüstriyel istihdamın %14.1 arttığı anlamına geliyor. Bu dönemde
‘gelişmiş piyasa ekonomilerinin’ (özellikle Kuzey Amerika ve Batı Avrupa),
sanayi istihdamında %6.5’lik bir azalma yaşadıkları da bir gerçektir. Ne ki,
‘gelişmekte olan piyasa ekonomileri’ %58 oranında sıçrama yaparken, “merkezi
olarak planlanan ekonomiler” de bu oran %16’dır; farkı da bu yaratır… Dünya
ölçeğinde, tarihin bütün dönemlerindeki sanayi işçisinden daha çok sayıdaki
sanayi işçisi vardır… Önde gelen 36 sanayileşmiş ülkelerdeki sanayide çalışan
işçi sınıfı, … 1977 ve 1982 yılları arasında sayısını 173 milyondan 183 milyona
çıkarmıştır. Bu durum gerçeği büyük ölçüde olduğundan daha önemsiz gösteriyor,
çünkü savaş sonrası dönemdeki en kötü ekonomik gerilemenin - ki Batı’da
milyonları bulan işten çıkarmaların görüldüğü bir resesyondu- en kötü yılı 1982
idi.” (s.194-195, Ayraç yay.)
İmparatorluğun kalemşörleri Hardt ve Negri, “İmparatorluk” kitabının devamı olan “Çokluk” kitabında, şöyle yazmaktadırlar:
“Maddi olmayan emeğin hegemonya kurmaya meyili olduğunu
söylediğimizde, bugünün dünyasındaki işçilerin çoğunun asıl olarak maddi
olmayan mallar ürettiğini söylemiyoruz. Aksine, tarımsal emek, yüzyıllardır
olduğu gibi, nicel açıdan baskın olmaya devam ediyor ve üstelik endüstriyel
emekçilerin küresel sayısı da azalmış değil. Maddi olmayan emek küresel emeğin
bir azınlığı durumunda ve yerkürenin kimi hakim bölgelerinde yoğunlaşmış
halde.” (s. 123)
Hardt ve Negri, gerek ilk gerekse de ikinci kitaplarında kendilerini
yarı dolaylı biçimde “yeniçağ”ın Marx ve Engels’i, kitaplarını da “Kapital” ve
“Komünist Manifesto” olarak ilan etmektedirler. Ki baylarımız, yaltakçıları
tarafından da böyle lanse edilmiştir ve edilmektedirler. “Çokluk” kitaplarında,
kendilerine gelen eleştirileri yanıtlarken, “Aynen Marx ve Engels’in
Manifesto’nun ikinci bölümünde komünistlere yönelik eleştirileri kataloglaması
gibi” davranacaklarını söylüyorlar. Ve “eleştiri”leri yanıtlıyorlar.
Yanıtladıkları eleştirilerden birisi, “Siz aslında Leninistsiniz”, ikinci bir
“eleştiri” ise “ ‘Siz aslında koyun postuna bürünmüş postmodern
Leninistlersiniz.’” eleştirisidir. (s. 240- 241) Doğal olarak baylarımız ne Leninist ne de “postLeninist”
olmadıklarını anlatıp durmuşlar; nedenlerini de kendilerine göre izah etmektedirler.
Kuşku yok ki, iki kitaplarında da ana saldırılarını Marksizm-Leninizm üzerinde
yoğunlaştırmalarına karşın, hala, “siz Leninistsiniz”, “postLeninistsiniz”
eleştirilerinin (!) gelmesi İmparatorluğun kalemşörlerini hem çok ürpetmiş
olmalı hem de çok üzmüş olmalı.
Aynı yerde, “ ‘Siz aslında işçilere karşısınız’” “eleştirisine
yanıtlarken, şöyle diyorlar baylarımız:
“Oysa bizim analizimizde, ne artık endüstriyel işçi sınıfının
kalmadığı ne de sayısının küresel ölçekte azaldığı iddiası var.”
Baylarımızın
“İmparatorluk” isimli kitapları, tüm laf canbazlıklarına karşın, emperyalizm ve
ABD savunusuna adanmış bir propagandaydı. Kitap ve yazarları, ilerici,
devrimci, komünist çevreler tarafından yaygın eleştiriye tabii tutuldu.
Baylarımız, kapitalizm ve emperyalizm, “neoliberalizm” savunucuları dışında
fazlaca bir itibar görmedi. (Kuşkusuz ki yine de önemli bir ideolojik etki
yarattıkları da göz ardı edilemez.) Bu durum, zevahiri kurtarma babında,
baylarımızın bazı gerçekleri, yukarıdaki sözlerden de görülebileceği gibi, itirafa zorlamıştır. Ancak böyle de
olsa, amaçları bağcı dövmek olanların (ki aynı amaç “Çokluk” kitabına da
damgasını basmaktadır) ağzından bazı gerçeklerin itirafı, yine de yararlıdır ve
maskelerini yırtmada işe yaramaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder