EMPERYALİZM, ORTADOĞU, IŞİD VE KÜRTLER
II
Arınç, “IŞİD
hedefimiz değil”, “IŞİD’in şu anki gayretlerinden, oradaki çatışmalarından
Türkiye’nin bir hedef haline gelmediği açık ve ortadadır”, IŞİD’i yakından tanıyoruz,
amaçlarının ne olduğunu da iyi biliyoruz diyor. Bir başka AKP Hükümet yetkilisi,
IŞİD’in elinde tutuklu bulunanların “tutuklu değil misafir olduğunu” açıklıyor.
Erdoğan, “Bu işi tereyağından kıl çeker gibi” çözeceklerini söylüyor vs.
Gerçekte bu açıklamalar, IŞİD ile Hükümet arasındaki illegal ve yasadışı derin
ve kirli bağlantının bir başka formda itirafı anlamına gelmektedir. Amerikancı
faşist diktatörlüğün ve başı Erdoğan ve avenesinin Ortadoğu’daki politikasının
en temel öğelerinden birisi Kürt Sorunu’dur. IŞİD, El Nusra, Asrar Aş Şam vb.
gibi radikal İslamcı terörist çeteler, Esat rejimini yıkmak, Suriye’de bir Kürt
devletinin doğuşunu ya da küçük de olsa Kürtlerin bazı ulusal demokratik haklar
ve mevziler kazanmasını önlemek amacıyla öteden beri korunup silahlandırılmış
ve T.C.’de güvenli kamplarda yaşamaları sağlanmıştı; ki bu tablo yakın süreçte
hala değişmemişti. Gelinen yerde “Büyük devlet “olan, eski Osmanlı sınırlarını,
Ortadoğu’yu kendi arka bahçesi ilan eden T.C. Devleti, Rojava devletiyle sınırdaş
durumda. Yani en büyük korkularından birisi daha gerçekleşmiş bulunmaktadır. Ortadoğu’da
da İran’la, Irak’la, Suriye ile ilişkileri baştan sona ağır yaralanmış,
dinamitlenmiş durumda. T.C.’ye ve hükümetine en yakın bağlaşıklıkları olarak kala
kala IŞİD vb. gibi radikal İslamcı çeteler kalmıştır. Eh artık hakkını teslim
etmek gerekiyor Erdoğan Hükümeti’nin ve “parlak” Dışişleri Bakanı’nın;
“Komşularla sıfır sorun” politikasının büyük başarısıdır bu(!).
“Allahın
izniyle 24 saat içerisinde Emevi Camii’nde namaz kılacağız” diyerek Suriye’de
oluk oluk kan akıtan, kan akmasına, dev yıkımların gerçekleştirilmesine,
Suriye’nin gaddarca yağmalanmasına yol açan İşbirlikçi AKP Hükümeti ve başı
olan zat, “ılımlı Sünni İslam”ın temsilcisi. İç, bölgesel, uluslar arası
bağlantıları ve bağlaşıklarıyla birlikte T.C.’de yükselen İslami sermayenin
temsilcisidir hala Erdoğan ve AKP’si. Aleviliğin ezilenlerden yana tarihine; duruşuna,
direnişçi, zulme baş kaldıran karakterine karşı özel bir ideolojik kin ve
nefret duyan Erdoğan ve AKP’si iç politikada aleni Alevi düşmanlığı yapmakta,
açık-seçik mezhepçi politikalar izlemektedir. Aleviliğin içini boşaltma, bozma,
Aleviliği Sünnileştirme operasyonu Erdoğan ve Hükümeti’nin, Fetullah Gülen vb.
gibi Sünni İslamcı hareketin faşist diktatörlüğün desteğinde yürüttükleri
operasyonun çeşitli bileşenleridir. AKP Hükümeti de Türk Kürt, laik anti-laik,
Alevi Sünni çelişkileri üzerinde provokatif bir şekilde dinci faşist politika
yapmakta Alevi Sünni düşmanlığını da kışkırtmaktadır. İşbirlikçi AKP Hükümeti,
“bölgesel liderlik” iddiası ve politikasının gerekleriyle uyumlu olarak siyasal
İslamcı çevrelerle de geniş ve karmaşık ilişkiler ağına sahip olduğu gibi başta
Amerika olmak üzere Batı emperyalizmine bağlı Sünni İslama dayanan bir Ortadoğu
politikasının da gönüllü yürütücüsü konumundadır. Bu bağlamda Esat rejimini
yıkmak ve özellikle de Rojava Devrimi’ni boğmak amacıyla radikal İslami
terörist çetelerle sayısız biçimler alan “proaktif” ilişki içerisinde
bulunmaktaydı ve bulunmaktadır. IŞİD de söz konusu politika ve ilişkiler
sistematiğinin önemli sacayaklarından birisiydi. Ayrıca AKP önderliğindeki
“ılımlı” dinsel faşist rejimin Maliki rejimiyle sorunlu olduğunu, Maliki
rejiminin yıkılması ve yerine Sünni mezhepçi bir rejimin kurulması çalışması
yürüttüğünü, T.C.’de barındırılan Tarık Haşimi’nin de bu amaçla el altında tutulduğunu
biliyoruz. Bu tablo içerisinde Amerikancı faşist diktatörlüğün, işbirlikçi AKP
Hükümeti’nin “Sünni Aşiretler Komitesi”yle, Baas artıklarıyla, IŞİD’le sıkı
bağlarının olduğu açıktır. Dolayısıyla, koçbaşı IŞİD etrafında Irak’ta gelişen
ataktan T.C.’nin ve Hükümetinin de haberdar olduğu, dahası bu harekâtı esasen desteklediği
kesindir. Demagojik ve manipülatif çığırtkanlıklarla bu gerçekler gözden
gizlenmek isteniyor.
T.C. Musul
Başkonsolosluğu’nun boşaltılmaması, IŞİD vb. çevrelerle AKP Hükümeti arasındaki
derin, kirli, kanlı bağlaşmanın dolaylı itirafı olduğu gibi, belli güvenceler
de alınmış olabileceğini göstermektedir. Musul’da bulunan T.C. Başkonsolosluğu’nun
IŞİD tarafından basılması, personelinin tutuklanıp sorgulandığının açıklanması,
yanıltıcı olmamalıdır. Bu operasyon, AKP Hükümeti’nin IŞİD vb. gibi radikal
İslami terörist çetelerle sözde bir bağının olmadığı, bu iddianın Erdoğan
Hükümetine karşı “paralel yapı”nın, “gezicilerin”, “uluslar arası şer güçlerin”
kurmuş olduğu “kumpas”ın, “darbeciler”in propagandası olduğu demagoji ve
manipülasyonuna meşruiyet kazandırma operasyonudur. Böylece T.C ve Erdoğan Hükümeti’nin Irak’ta da rejim yıkma operasyonu
içerisinde olduğu da gözden kaçırılmak istenmektedir. IŞİD’in Musul Başkonsolosluk
baskını, rehine tutma, fidye pazarlığı gibi manevralar esas olarak
manipülatiftir. Erdoğan-AKP Hükümeti, “Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez”
taktiğiyle hareket etmiştir ya da bu amaçla olaya göz yummuştur. Böyle olsa da
T.C. Musul Başkonsolosluğu’nun basılması, personelinin rehin alınması vb.
T.C.’nin ve Erdoğan Hükümeti’nin “Büyük ülkeyiz” demagojisine darbe indirmiş,
uluslar arası itibarını da sarsmıştır. Bu sonuç, belki de AKP Hükümeti’nin IŞİD
çetesiyle yaptığı gizli anlaşmaların çerçevesini aşmış da olabilir ama bu sonuç,
bölgede, faşist dikta ve başı Hükümetin oynadığı “büyük oyun”da ödenen politik
bir bedel ya da faturalardan biri olarak anlaşılmalıdır. Burada en fazlasından şu
eklenebilir: IŞİD’le Hükümetin anlaşmasına karşın, IŞİD, konsolosluk baskını
ile Türk burjuva devletine ve AKP Hükümeti’ne bir gözdağı mesajı vermiş, yeni
bir pazarlık kozu edinmek için fazlasıyla ileri gitmiş olabilir.
Başbakan ve
hükümeti, Musul Başkonsolosluğuna personeli ve silahlarıyla IŞİD’e teslim
olmasını emretmiştir. Böylece “vatan toprağı” kabul edilen bir yer için tek
kurşun dahi sıkılmamıştır. Türk Bayrağı IŞİD çetesi eliyle indirilerek yerlere
atılmıştır. Ama Başbakan Erdoğan’dan çıt çıkmamıştır. Bu durum aynı zamanda şövenist
Erdoğan Hükümeti’nin “bayrak sevgisi”nin sahteliğini de ortaya koymuştur. Oysa
Musul’da henüz bunlar gerçekleşmeden bir-iki gün önce, yani daha dün,
Diyarbakır’da 16 yaşında bir gencin şaibeli olan Türk bayrağını indirmesini
fırsat bilen Erdoğan, sınırsız bir ikiyüzlülükle “Vatan, Millet, Sakarya”
hamasetini yapmaktaydı. “Bu bayrak hiçbir yerde ve hiçbir zaman asla inmez ve
inmeyecek” vs. diyerek şirazesinden çıkmış bir tarzda, Tokat’taki ırkçı faşist
linçi örnek göstererek, ülke çapında
linç kampanyası çağrısını yapmıştı. Eee, etme bulma dünyası… Yalancının
mumu yadsıya kadar yanar.
Beslenen
karganın şu veya bu zamanda dönüp besleyenin gözünü oyması ise, tarihsel
tecrübelerle sabittir. Hele de söz konusu olan Ortadoğu gibi “stratejik oyun”
alanlarında… Erdoğan ve partisi ve hükümeti, Türkiye’de 12 Eylülcü faşist
politik rejimi dinselleştirme operasyonu yürütmektedir. Kürt ulusal demokratik
mücadelesine karşı devletçi Kürt İslamını geliştirmeye; yurtsever Kürt
hareketine, demokratik Alevi hareketine, bir bütün olarak demokratik halk
hareketine karşı dini fütursuzca kullanmaktadır. Dini, Sünni İslamı politik
iktidar tekelini sağlamlaştırmanın açık ve keskin bir aracı olarak kullanmaktadır.
Bu gerçekler, yükselen ve mevzilerini sağlamlaştıran dinci sermayenin ve bugün
için onun baş temsilciliğini yapan ve teröre, kana, rüşvet ve yolsuzluğa batmış
Erdoğan ve partisinin ve hükümetinin politikasının bazı çizgileridir.
Vurgulamak
gerekir: Erdoğan ve hükümetinin, faşist diktatörlüğün bölgede ve uluslar arası
arenada radikal İslami hareketlerle ilişkisi, bir yandan radikal İslamcı
hareketleri Amerikan stratejisi ekseninde kullanmakla bağlıdır. Diğer yandan AKP’nin
kendine biçtiği misyonda somutlaşan ve Amerikancı strateji ile iç içe geçen
stratejinin gerekleri ve gereksinmeleriyle bağlıdır. Böylece bu hareketleri
kullanma, ehlileştirme, dönüştürme operasyonu ile bağlıdır. Hegemonyacı ve
yayılmacı dış politikası ağır yaralar alan, kan kaybeden ve çöküş sürecine
giren Erdoğan Hükümeti’nin içerde aynı zamanda mezhepçi dinci karakteristikler
taşıyan saldırgan politikası ile dış politikadaki dinci-mezhepçi yayılmacı
saldırgan politikası arasında da dolaysız bir bağ vardır. Bunu gözden
yitirmemekte yarar vardır. Ve burada, dış politikanın iç politika tarafından
tayin edildiği gerçeğini ise hatırlatmak bile gereksizdir.
Diktanın ve
başı Erdoğan’ın radikal İslami çetelerle bağının dönüp Türkiye’yi vurmaya
başladığını, bunun bir başlangıç olduğu, gelecekte daha etkin ve yaygın vurmaya
başlayacağını ise hep birlikte göreceğiz. Erdoğan’ın başında bulunduğu faşist
politik rejim, IŞİD’i (vb.) kullandığı gibi, tersinden de IŞİD T.C.’yi ve
hükümetini kullanmaktadır. IŞİD vb. gibi radikal dinci çetelerle ilişkisi
faşist diktatörlüğe ve başı AKP’ye ABD, AB, NATO karşısında bir pazarlık kozu
olarak da görünmektedir. IŞİD de sırası gelince T.C.’nin ve hükümetinin
kendisini ABD vb. gibi emperyalist güçlere satacağını çok iyi bilmektedir. Tüm
bu gerici burjuva devlet ve çetelerin sınırsız bir Makyavelizmi temsil ettiğini
herhalde hatırlatmaya bile gerek yok. Ancak her halükarda, Erdoğan Hükümeti’nin
radikal İslami çetelerle ilişkisinin bir faturası da olacaktır. (Özal’ın, kriz
ve fırsatlar bağıntısında emperyal heveskâr “Bir koyup üç alma” politika ve
çığırtkanlığı ve faturası hala unutulmuş değil bu topraklarda.) Bu faturalardan
birisi de, bire bir örtüşmese de, Türkiye’nin bir tür “Pakistanlılaşması”
olacaktır.
Geçmeden
eklemek ya da vurgulamak yararlı olacaktır; Türk İslam sentezcisi, neo-liberal,
neo-Osmanlıcı AKP Hükümeti’nin bölgesel ve küresel arenada radikal İslami
hareketle kurduğu ilişki Türk işbirlikçi tekelci burjuvazisinin bölgesel
yayılmacı stratejisi ile de bağlıdır. Türkiye’de kapitalizmin gelişme düzeyi,
sermaye birikiminin ulaştığı düzey, yayılmacı politikanın içerisinde
gerçekleştiği dünya ve özellikle bölge koşulları bunu gerekli kılmaktadır.
Bölgenin en önemli ekonomik, siyasi, askeri güçlerinden biri olması, T.C.’nin
ve Erdoğan Hükümetinin bu güce ve uluslar arası ilişkiler sistematiği içinde
tuttuğu önemli yere dayanarak yayılması anlaşılırdır. Askeri-sınaî kompleksin
güçlendirilmesi, ordunun profesyonelleştirilmesi, açık denizlere çıkış ve deniz
filosunun güçlendirilmesi vb. yönelimi rastlantısal değildir yani. SIPRI’nın
verilerine göre T.C., 2013 yılında dünyada askeri harcamalarını en fazla
yükselten 10 ülke içerisinde yer almaktadır. Türkiye sözde Kürtlerle başlattığı
“barış ve diyalog süreci”nde, son bir yıl içerisinde, 20 milyar dolara yakın
askeri harcama yapmıştır. MİT’in operasyonal bir güç olarak yeniden
yapılandırılması, yetkilerinin alabildiğine genişletilmesi, öteki şeyler bir
yana, özellikle de Türk egemen sınıflarının dış politikada yayılmacı politikası
ile bağlıdır. Bu durum, işbirlikçi faşist diktatörlüğün, profesyonel din
tüccarı dinci faşist AKP Hükümeti’nin dış politikadaki yayılmacı, hegemonyacı,
maceracı saldırgan politikasını da açıklamaktadır. Uluslar arası ve bölgesel
bağlaşıklarıyla birlikte Afganistan’da işgal kuvvetlerine katılan, açık denizlerde,
Somali’de operasyonlara çıkan, Mısır’da, Libya’da, Suriye’de ve Irak’ta rejim
yıkma ve rejim kurmada, Kürt devrimlerini boğmada oldukça iştahlı ve saldırgan
davranan Türk egemen sınıflarının Ortadoğu’ya müdahalesi yukarıdaki gerçeklerle
bağlıdır aynı zamanda. Suriye ve Irak’taki gelişmeleri, IŞİD’in son çıkışını
bahane olarak kullanacak olan Erdoğan Hükümeti’nin “uluslar arası terörizme
karşı mücadele”, “bölge barışını koruma”, “Türkmenleri koruma”, “enerji
güvenliğini sağlama”, “sınır güvenliğimizi ve ülke bütünlüğünü koruma” vb. gibi
demagojik ve manipülatif kampanyalarla başta Kürt ulusal mücadelesini ezmek,
Rojava Devrimi’ni tasfiye etmek olmak üzere Ortadoğu’da yeni maceralara
girişmeyeceğini düşünmek siyasi saflık olacaktır. İçerdeki kontrollü yüksek
gerilim ve kutuplaştırma politikasının bu gerçeklerle bağı da gözden
kaçırılmamalıdır. İşçi sınıfına ve halklara bu gerçekleri taşımak önem
taşımaktadır.
ABD
Afganistan’da olduğu gibi Irak’ta da başarısız; istediği istikrarı yaratamadı.
Mısır örneğinde olduğu gibi “ılımlı İslam” politikası da çöktü. Suriye’de de
başarısız olan Amerikan emperyalizmi Maliki rejiminden de memnun değildi.
IŞİD’in günde 200 bin varillik petrol üretimi yapan Musul’u vb. petrol
bölgelerini ve enerji geçiş yollarını ele geçirerek Bağdat’a yürümesi
karşısında Maliki rejimini yeniden yapılandırarak IŞİD karşısında destekleme
operasyonuna girişeceği anlaşılıyor. ABD, çıkarları gereği Saddam’sız Baas
iktidarının yeniden kuruluşuna da IŞİD denetiminde şeriatçı mezhepçi bir iktidarın
kurulmasına da karşıdır. İktidardan dışlanmış durumda olan Sünni burjuvazi ile
en azından bir kesimi ile anlaşarak iktidar ortaklığını sağlayarak Baas ve IŞİD
tehdidini önlemeye çalışacak görünüyor. ABD bir kara harekâtını ise
düşünmemektedir.
IŞİD olgusu
da emperyalizmin Ortadoğu’ya, Irak ve Suriye’ye müdahalesinin ürünüdür. Daha
uzak geçmişe gitmeden kendimizi sınırlayarak ifade etmek gerekirse, El Kaide,
IŞİD türü akımlar Amerikan emperyalizminin ve önderliğindeki
kapitalist-emperyalist bloğun “Soğuk Savaş Stratejisi”nin, bu stratejinin bir
bileşeni olan “Yeşil Kuşak Stratejisi”nin ve harekâtının ürünüdür. 1956’lardan
başlayarak SSCB’de ve sosyalist kampta sosyalizmin tasfiyesi sürecinde ortaya
çıkan, özellikle de 70’ler sonrası Rus sosyal emperyalizminin İslam dünyası
halklarıyla kurduğu ikiyüzlü sosyal emperyalist politikanın, daha özelde 1979
yılında Afganistan’ı işgal etmesinin yarattığı elverişli zeminde radikal
İslamın yükselmesinin ürünüdür. Özellikle kapitalist/revizyonist bloğun çöküşü
ile, dünya devrim dalgasının geri çekişi ile, neoliberal emperyalist ekonomik
ve sosyal yıkımın İslami dünya halklarında da yarattığı derin ve kapsamlı yıkım
ile İslam, hızla politikleşmeye, radikal İslami çizgi ise güçlenmeye başladı.
El Kaide, IŞİD vb. gibi akımların yükselişi işte bu gerçeklerle bağlıdır… Batı
emperyalizmine bağımlı kapitalistleşme sürecinin, emperyalizme bağımlılık
ilişkilerinin, “ulusal kalkınmacı paradigmanın başarısızlığı”nın yarattığı
umutsuzluk ve devrimci öfke birikimi, devrimci önderlik boşluğunun çarpıcı
biçimlerde görüldüğü İslami dünyada, Müslüman halklar nezdinde politik İslamın,
özelde radikal İslami güçlerin itibar kazanmasına, güç ve etkinlik alanı
yaratmasına yol açmıştır. Politik İslamın, radikal politik İslamın Müslüman
halklar nezdinde toplumsal ve siyasal bir karşılığı olduğu açıktır… Yukarıda
kısa bir özetlemeyle vurguladığımız gerçekler, ayrı bir incelemenin konusu
olacak bu sorunun, El Kaide, IŞİD vb. gibi radikal İslami örgüt ve çevrelerin
basit bir kalem darbesiyle anlaşılamayacağına işaret etmektedir.
Bölgesel
önemli bir aktör olarak İran, Ortadoğu’da Şii hattının yıkılmasına, Amerikancı,
NATO’cu bir Sünni İslamla kuşatılmasına karşı etkin bir direniş
sergilemektedir. Bunu Suriye rejimine ve Lübnan Hizbullahı’na verdiği ekonomik,
siyasi ve askeri destekten de görüyoruz. İran, Irak’ta Şii iktidarının
yıkılmasına, IŞİD’in iktidarı ele geçirmesine kesinkes karşıdır. IŞİD tehdidi
karşısında ABD ve İran yakınlaşması dikkat çekiyor. İran, Irak söz konusu
olduğunda da bölgedeki en önemli güçlerden birisidir. IŞİD’in Esat rejimi
karşısında başarısız olması, Rojava Devrimi karşısında yenilmesi, ana dikkatini
Irak’a yöneltmesi, ortaçağcıl yöntemlerle ırkçı, mezhepçi katliamcılığının
artan oranda teşhir olması, şimdilik, farklı saiklerden dolayı olsa da, IŞİD
karşıtı bir geniş cephenin oluşmasına yol açmış bulunuyor. Bu durum, hem Esat
rejiminin işini kolaylaştırmakta hem de Rojava Devrimi’nin lehine bir gelişmeyi
ifade etmektedir. Suriye, Irak, İran, ABD’nin “uluslar arası terörizme karşı
savaş” argümanına da sarılarak IŞİD’e karşı mücadele çağrısı yapmaktadır.
IŞİD’in uluslar arası arenada şeriatçı terörist bir örgüt olarak teşhir olması,
giderek bölgede zaman içerisinde zayıflaması olasılığı T.C. ve Erdoğan’ın ve
hükümetinin de daha fazla teşhir olmasına, AKP’nin Ortadoğu’da dökülen kan
deryasının baş sorumlularından biri olduğunun iyice açığa çıkmasına hizmet
edecektir. Kuşkusuz T.C. devleti ve başı Erdoğan, bu yeni durumda IŞİD’i satma,
ABD-İran-Esat’la yakınlaşma üzerinden Rojava Devrimi’ni boğmaya yönelebilir.
Çünkü IŞİD’in atağı ve ilerlemesi bölgesel güç dengelerinde derin sarsıntılara
yol açtığı gibi Ortadoğu’nun kaypak zemininde ve karmaşık ortamında yeni
bağlaşmaların oluşmasına da yol açmaktadır, açacaktır; Amerikancı faşist Türk
diktatörlüğünün “kolektif aklı” bunu bilecek kadar da deneyimlidir.
DEVAM EDECEK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder