Translate

31 Ekim 2015 Cumartesi

TÜRKİYE, KÜRDİSTAN VE ORTADOĞU III



TÜRKİYE, KÜRDİSTAN VE ORTADOĞU
                               III
Bugüne kadar bu topraklarda Kürt Türk, Alevi Sünni, laik şeriat (“irtica”) çelişkilerine çokça oynandı... Çünkü amaç, “toplum”un sınıfsal temelde; sömüren ve sömürülen, ezen ve ezilen olarak kamplaşmasını önüne geçmektir. Düzenin ve egemen sınıfın “bekası” için söz konusu tarihsel ve toplumsal bölünmeler öne çıkarılarak, sürekli kışkırtılmıştır. İşbirlikçi sermaye, diktatörlük, sınıfsal temelde bir toplumsal yarılmanın gelişip güçlenmesinin kendi sonlarını getireceğini gayet iyi bilmektedirler. Bundan dolayıdır ki proletarya ve halkların devrimci gelişmesini engellemek için söz konusu gerici ve faşist politikada ısrar edilegelinmiştir. Tarihsel ve politik bakımdan bu çelişkilerin devrimci çözümü gerçekleşmeden de emperyalizm ve egemen sınıflar tarafından kullanılmaya da devam edilecektir… Her ne kadar bu çelişkiler devrim ve sosyalizm mücadelesine karşı, konjonktüre bağlı olarak, geçmişten bu yana kullanıldıysa da, halklar arasında söz konusu çelişki ve çatışmalar üzerinden kapsamlı bir toplumsal gerici boğazlaşma yaşanmadı. Esasen bunu önleyen de mücadele eden devrimci, sosyalist, yurtsever politik kuvvetlerin ve halkların sağduyusu olmuştur. Ancak söz konusu gerici ve faşist politika ısrarla sürdürülmektedir. Dinci faşist cunta adeta dizginsiz bir tarzda “kutuplaştırma siyaseti” üzerinden “toplumu” aşırı derecede “germeye” devam etmektedir. 1 Kasım seçimlerinin ardından söz konusu kışkırtma ve saldırıların, “gerilimler”in son bulacağını düşünmek safça olur. Başlatılmış olan topyekün savaş, 1 Kasım seçim süreciyle, cuntanın seçim yatırımıyla sınırlı basit bir taktiksel manevra olarak görülmemelidir… Böyle bir yaklaşım proletarya ve halkları silahsızlandırır, ilerici, devrimci, komünist öncü kuvvetleri pasifize eder; olası gelişmelere hazırlıksız yakalanmalarına yol açar. 
Arap, Fars, Türk egemen sınıflarının ve diktatörlüklerinin geleneksel Kürt politikası (yalnızca Türkiye’de değil) Ortadoğu çapında tümden iflas etmiştir. Yalnızca Ortadoğu çapında da değil, uluslararası alanda da bu gerçek görülür hale gelmiştir. Ortadoğu’da 1. Emperyalist Dünya Savaşı ile çizilen sınırların yeniden çizilmeye başlanmasından da bu olguyu çarpıcı bir şekilde görmek mümkündür.
1839 Kasr-ı Şirin Antlaşması’yla ikiye, 1923 Lozan Antlaşması’yla dörde parçalanmış Kürdistan ülkesi gerçeği, Kürt sorununun bölgesel çapta uluslararası bir sorun olarak gündemleşmesine yol açmıştı(r)… Gelinen aşamada Kürt sorunu bilinen gelişmelerin etkisiyle bölgesel olarak çözümünü daha açık ve keskin olarak dayatmakta ve daha keskin uluslararasılaşarak uluslararası meşruiyetini artan oranda kazanmaktadır… Kuzey Kürdistan’da PKK önderliğindeki ulusal kurtuluşçu devrim, Güney Kürdistan’daki devletleşme, ardından PKK çizgisi önderliğinde Rojava devriminin zaferinin bu bağıntıda altı çizilmelidir. Tüm bu gerçeklere karşın T.C.nin ırkçı, şoven politikası esaslı bir değişikliğe uğramamıştır… Türk egemen sınıflarının en büyük korkusu “Kürt korkusu” olmaya devam etmektedir. Tarihsel ve politik miadını doldurmuş politikada da ısrar edilmektedir. 7 Haziran seçimlerinin ardından başlatılmış olan topyekün savaş gerçeği de bu olgunun yansımasıdır. Türk egemen sınıflarının, devlet ve cuntanın PKK, HPG, Rojava, PYD, YPG düşmanlığını ve kırmızı çizgilerinin her yerde paspasa dönüştüğünü ise anlatmaya gerek yoktur. Kürt sorununda “askeri çözüm”ün, terörcü ırkçı politikanın bir geleceği olmadığı ise açıktır zaten. Ki Kürtler, bölgenin yükselen gücüdür; tarihin çarkları artık geri çevrilemez…
Sömürgeci faşist diktatörlük, haklı haksız savaş ekseni üzerinde halkların kardeşleşmesi yerine ırkçı, şoven, milliyetçi, militarist politikalarla Kürt ve Türk düşmanlığını amansızca körükleyerek halkların demokratik kardeşleşmesini, ortak düşmana karşı ortak mücadelesini sürekli önlemektedir. Türk halk kitleleri içerisinde, çarpık da olsa gelişip güçlenen barış talebini, “askeri değil siyasi çözüm” talebini kirli ve haksız savaş politikalarıyla boğmaya çalışmaktadır. Egemen sınıfların, devletin, cuntanın bu politikası da Türkiye’yi barut fıçısına dönüştürmüş durumda. Ortadoğu’daki gelişme ve değişmelerin de etkisiyle Türkiye’de bir Türk Kürt savaşının çıkmayacağının bir garantisi de yoktur. Bu, o kadar kolay olmamakla ve egemen sınıflar böyle bir boğazlaşmanın olası sonuçlarını kolay kolay göze almamakla birlikte, yine de ok yaydan çıkabilir… Bardağı taşıran son damlanın ne olacağı belli olmaz.
Yalnızca Türk-Kürt savaşı değil, aynı zamanda Alevi-Sünni düşmanlığı da ısrarla kışkırtılmaktadır. Farklı inanç ve mezheplerden işçi ve emekçilerin birliğini ve birleşik mücadelesini önlemek için söz konusu politik saldırganlıkta ısrar edilmektedir. Böl, parçala, yönet politikası üzerinden halklara ve ezilenlere dönük yıkıcı ve kirletici manevralar geliştirilmektedir. “Genişletilmiş Ortadoğu”daki kapışmalar bu bağıntıda da Türkiye’nin içini aşırı derecede ısıtmaktadır. İşbirlikçi Türk egemen sınıflarının, dikta ve cuntanın Ortadoğu’ya dönük politika ve pratiği, İran ve Suriye karşıtı bilinen duruş ve kışkırtmaları bu bakımdan çarpıcıdır. Ek olarak dinci faşist elebaşı ve temsil ettiği dinci sermayenin Alevilere (ve Şiilere) karşı dinmek bilmeyen derin bir tarihsel ve ideolojik kinleri ve saldırganlığı mevcuttur. Bu olgu da saldırganlıklarını keskinleştiriyor. Bunu, örneğin CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun Alevi kimliği kullanılarak yuhalatılmasından da; Alevilerin Matem Ayı’nda mezarlık ve Cem evlerinin, Kürt düşmanlığıyla iç içe, bombalarla, top atışlarıyla yıkılmasından da çarpıcı bir şekilde görebilmekteyiz. IŞİD’in yalnızca Kürtlere karşı değil, Alevilere karşı da politik, askeri, psikolojik bir baskı ve saldırı, imha aracı olarak kullanıldığını biliyoruz. AKP’nin ve elebaşının 13 yıllık hükümet ve iktidarı döneminde siyasal ve toplumsal yaşamı dincileştirme ve Alevi düşmanlığına ise girmiyoruz bile… Şu veya bu biçimde başlayabilecek bir Kürt Türk boğazlaşmasında Alevilerin de kapsamlı bir kırıma hedef olacağı, bu boğazlaşmanın Alevi Sünni boğazlaşmasıyla iç içe geçirileceği gerçeği de asla unutulmamalıdır. Devlet bu baskıyı her zaman olduğu gibi bugün de Alevilere hissettirmeye devam etmektedir.
Egemen sınıflar, devlet, “laik, anti-laik” çelişkisine de daima oynaya gelmişlerdir… 28 Şubat “postmodern darbesi”, ardı sıra gelen AKP’nin 13 yıllık hükümet ve iktidarı… Egemen sınıflar ve devlet içerisinde ortaya çıkan iktidar savaşları, operasyonlar ve karşı operasyonlar… Dinci gerici sermayenin en irilerinin egemen sınıfın bir bloğu konumuna yükselişi...  Toplumsal bölünmenin laik ve irtica ekseninde derin parçalanması ve yükselen düşmanlık, kamplaşmalar, mücadeleler… İslamcı gerici sermayenin iç parçalanmasına ve süren mücadelelerine karşın, kazanılmış mevzilerini gözü dönük bir tarzda koruma saldırısı… Ve Saray cuntasının şirazesinden çıkmış gidişi… “Radikal İslamın” güçlenişi, IŞİD gerçeği… Türkiye’nin bir tür “Pakistanlılaşması” tehlikesi… İktidarını büyük ölçüde yitirmiş ya da ikincil bir oyuncuya dönüşmüş Kemalistlerin haykırışları… Evet, bu karmaşık ve mücadelelerle gelişen süreç, Türkiye ve Ortadoğu’daki dinamiklerin etkileşimi ve iç içe geçmesiyle laik ve anti-laik boğazlaşmalar da bu toprakları bekleyen tehlikelerden birisidir; dahası, bir Türk-Kürt boğazlaşması başlatıldığı koşullarda, böyle bir süreç, Alevi Sünni, laik-şeriat boğazlaşmalarıyla iç içe gelişecek bir süreç olacaktır.
İçerisinde geçtiğimiz somut politik koşullarda ordu tarafından gerçekleştirilecek askeri bir darbe olasılığı da büyümektedir. Evet, “darbe mekaniği” harekete geçmiştir. Sistem ve egemen sınıflar ve yalnızca içerde değil, bölgesel ve uluslararası etkenlerin ve dinamiklerin etkisiyle de gelişen ağır, kapsamlı ve derinleşmekte olan politik krizi askeri faşist bir darbeyle çözmeye yönelebilirler. “Şirazesinden çıkmış” dinci faşist “sivil cunta”nın ve elebaşısının yönelimi de bu bakımdan ordu tarafından değerlendirilecektir. Ama olası bir askeri darbe, başta Kürt ulusal demokratik hareketi olmak üzere, proletarya ve halklara dönük olarak gerçekleşecektir. Ki Suriye’ye olası bir askeri müdahale bu bakımdan süreci ivmeleyecektir…
 Türkiye’de askeri darbe dönemlerinin artık geride kaldığı boş sözlerine inanan liberalleri ve onların yörüngesinde dönen küçük burjuva demokratları bir yana atacak olursak, buna inanmak, aptallığın en büyüğü olacaktır. Devlet iktidarı içerisindeki eski ayrıcalıklı konumunu yitirmiş kesimler, “ulusalcılar”, Kemalistler, “laiklik elden gidiyor, gitti” diyen “orta sınıflar”ın belli kesimleri vb. böyle bir darbeyi istemektedir. MHP’nin “ülke çapında sıkıyönetim ilanı” isteği, “bölücülüğe, terörizme karşı devlet gibi davranma” çağrıları, yani açıkça askeri darbe teşvikçiliği gerçeği de biliniyor… Askeri bir darbenin “Türkiye’nin” hiçbir temel sorununun çözmeyeceği de, dahası, örneğin bir 12 Eylül askeri faşist darbesi kadar kalıcı ve köklü olmasının olası olmayacağının altı da özenle çizilmelidir ayrıca… Böyle bir darbenin Amerikan emperyalizmi ve NATO’nun destek ve onayıyla gerçekleşeceğine ise kuşku yoktur. Mısır örneği birde bu konuda uyarıcı olmalıdır.
Türk burjuva devletinin “sınırlarımızın güvenliği” ve “bölücü teröre ve IŞİD terörüne karşı mücadele” gerekçelerinin arkasına sığınarak Suriye’ye askeri müdahalesi olasılığı da ciddiye alınmalıdır. Cuntanın başbakanı’nın PYD’yi tehdit ederken söylediği “Türkiye henüz elindeki bütün kartları açmadı” açıklaması, yakın dönemde Suudi Arabistan ve Katar’dan gelen “Suriye’ye Türkiye ile birlikte askeri müdahalede bulunabiliriz.” açıklamasını hatırlatmak yersiz olmasa gerek. Rusya-Çin-İran ekseninin Suriye’de açık inisiyatif almasının tek başına böyle bir gelişmeyi önleyeceği düşünülmemelidir.
Suriye, küçük bir Ortadoğu’dur. Lübnan gibi, Irak gibi. Suriye iç savaşı, faşist diktatörlüğün ve dinsel faşist iktidarın politikaları nedeniyle bir biçimde Türkiye’ye taşınıyor. Öteden beri devlet ve AKP iktidarının Suriye’de rejim yıkma müdahalesi, Suriye’de doğrudan taraf olması, Kürt düşmanlığı politikası, Alevi düşmanlığı politikası, Türkiye’nin IŞİD ve radikal İslami çetelerin üs merkezi haline gelmesi ve bu çetelerle organik bağı, göç dalgası, Sünni gerici İslami politikaları vb. nedenlerle Suriye iç savaşı bütün sorun ve çatışmalarıyla, çelişkileriyle “içeriye” taşınmıştır. Bu durum, içerdeki Türk-Kürt, Alevi-Sünni, laik anti-laik çelişkileri de keskinleştirmiştir… İçeride bu çelişki ve çatışmaları kışkırtan devlet ve AKP, Ortadoğu ve İran, Irak ve özellikle de Suriye politikaları nedeniyle de “dışarıdaki” sorun ve çatışmaları “içeri” davet etmiş ve böylece Türkiye Ortadoğu’da patlamaya hazır bir barut fıçısına çevrilmiştir.
Ergin Yıldızoğlu, Cumhuriyet gazetesinde 20 Ekim 2015 tarihinde yayınladığı “Yeni Türkiye 360 Derece” başlıklı yazısında şu bilgileri veriyor:
Atlantik’in iki yakasından iki örnek vereceğim.
Birincisi: Pentagon planlama bölümünden yetişmiş, Reagan döneminde Ulusal Güvenlik Konseyi’nde bulunmuş, G. W. Bush döneminde Ulusal İstihbarat Direktörlüğü ofisinde üst düzeyde görev almış, Ulusal Güvenlik Ekonomisi alanının kurucusu sayılan Norman Bailey’in, Ankara patlamasından sonra, 13 Ekim’de World Tribune’de yayımlanan yazısının başlığı: “Türkiye çökmüş devlet olur mu? Ordu izin vermez. Bu da o kadar kötü olmaz.”
İkincisi: Avrupa’da öngörüleriyle büyük saygınlığı olan GEAP’ın (Küresel Avrupa Beklentiler Bülteni) 16 Ekim sayısındaki Türkiye bölümü: “Dört yıldır Erdoğan’ın politikaları, anlaşılamaz hale geldi, tutarsızlaştı. Türkiye kendini ekonomik, sosyal, siyasi jeopolitik bir uçurumun kenarında buldu... Her an çökebilir... Kimse Türkiye’nin, Libya’nın ya da Irak’ı yolundan gitmesini istemediğine göre, kasım seçimleri ülkenin yolunu bulmasına olanak verecek bir kaolisyonu yine üretemezse, ordu ülkeye düzen getirmekte tereddüt etmeyecektir”. “Yeni Türkiye”, “360 derece”, sil baştan mı olacak?”
Bu dikkat çekici açıklamalar eleştirel bir gözle değerlendirilmelidir…
Faşist diktatörlüğün tüm bu çelişki ve çatışmalara oynamasına, bu çelişkilerin gerici boğazlaşmaya dönüşmesine, olası bir askeri darbeye ve Suriye’ye girilmesine karşı tek yol proletarya ve halkların güçlü, birleşik topyekün savaşıdır. Farklı uluslardan ve ulusal topluluklardan ve inançlardan işçi ve emekçilerin birliği, halkların kardeşleşmesi gerçekleşmeden de söz konusu tehlikeleri boşa çıkarmak olanaklı değildir.
DEVAM EDECEK

29 Ekim 2015 Perşembe

TÜRKİYE, KÜRDİSTAN VE ORTADOĞU II



TÜRKİYE, KÜRDİSTAN VE ORTADOĞU
                            II
Ön hazırlığı 7 Haziran genel seçimlerinden önce yapılan ve seçimlerin ardından başlatılan topyekün savaş saldırısı, salt AKP’nin tek başına hükümet kuracak parti konumunu kaybetmesiyle ve böylece Erdoğan’ın fiili başkanlığını yeni bir anayasal ve yasal çerçeveye oturma hayallerinin suya düşesiyle ilgili değildir. Sorunu dinci faşist elebaşının başkanlık hedefinin darbe almasıyla, onun megaloman kimliğiyle, savaşçı ihtiraslarıyla vb. izah etmek son derece yüzeysel liberal bir bakış açısını ve değerlendirmeyi ifade etmektedir. Kaldı ki bu doğrultuda sistematik bir şekilde geliştirilen propaganda ve ajitasyon, “iyi niyetli”, “saf” küçük burjuva demokratlarını, liberal aydınları bir yana koyarak söyleyecek olursak, bilinçli bir tarzda proletarya ve halkları aldatmaya, manipüle etmeye dönüktür. Amaç, düzeni, egemen sınıfı, devleti, rejimi aklamak, hatta sorumluluğu elebaşına yıkarak dinci faşist partiyi de aklamaktır. Sosyal reformizmin, burjuva liberalizminin işlevi ise bu bağlamda söz konusu demagoji ve manipülasyona yedeklenmek, köprü olmak, daha etkin yanıltıcı bir rol oynamakta somutlaşmaktadır. Ki sınıflı toplum gerçeğini yadsıyan, devleti sınıflar üstü ya da dışı gören ve gösteren liberal burjuva bakış açısı zaten iflah olmaz bir bakış açısıdır…
Başlatılmış olan topyekün savaş, gerici-faşist iç savaşı kışkırtan kirli, haksız, sömürgeci savaş karakterine sahiptir. Ulusal ve toplumsal mücadeleyi ezmeyi hedeflemektedir. Türkiye ve Kürdistan’da gelişen ve birleşmeye başlayan politik özgürlük talebi etrafında şekillenen demokratik halkçı mücadeleyi tasfiye amacını taşımaktadır. Kürt ulusal demokratik mücadelesinin halkların kardeşleşmesi çizgisinde (Gezi, cephesel bir birlik olan HDP gerçeği, 7 Haziran seçimlerinde ortaya çıkan eğilim, Türk halkı içinde gelişmeye başlamış olan barış talebi) yükselmesine karşı örgütlenmiş, bu “cepheleşme”yi dağıtmayı, etkisizleştirmeyi hedeflemektedir. Bu gelişmelerin batıda yeni bir devrimci yükselişin önünü, devrimci-demokratik ve komünist hareketin önünü açmasından korkuluyor ve kirli topyekün savaş ve terör politikasıyla önüne “erkenden” geçilmek isteniyor. Dahası bu savaş, Kürt hareketinin Ortadoğu çapında mevziler kazanarak yükselmesine, Ortadoğu’da devrimci-demokratik bir dinamik olarak yarattığı “demokratik modele”, çözüm gücüne ve bunun Türkiye çapında yarattığı demokratik devrimci etkiyi askeri ve siyasal saldırılarla önleme, etkisizleştirme, olanaklıysa ezme hedefiyle bağlıdır. Diktatörlüğün ve cunta başının her ağzını açtığında PKK, PYD, Rojava düşmanlığı, Rojava’yı işgal etmekle tehdit etmesi vb. tesadüfi değil yani.
Açık ve kesin bir şekilde vurgulanmalıdır: Savaş, emperyalizme bağımlılık ilişkileriyle biçimlenmiş olan Türk egemen sınıflarına dayanmakta ve bu sınıfın egemenlik aracı olan devletin kararıyla yürütülmektedir. Topyekün savaşı başlatma ve geliştirme sorumluluğunu tek başına Saray cuntasına ve partisine yıkmak gerçekleri sisle boğmak demektir. Topyekün savaşın başlatılmasında dinci faşist elebaşının ve AKP’sinin aldığı ağır yenilginin etkisini, bozulan planlarının rolünü ve böylece dinci faşist kliğin özel rolünün altı elbette ki çizilmelidir. Fakat söz konusu karar ve saldırı, devlet ve “sivil” cunta tarafından birlikte alınmış ve uygulanmaktadır. Böyle bir kararın alınmasında Amerikancı, NATO’cu ordunun da çok önemli bir rolü vardır. Kararlaşmanın merkezi de MGK’dır. Türk burjuva devletinin, asker ve sivil bürokrasinin devlet politikasında belirleyici yerde duran kategorisi ile dinci faşist kliğin ortak kararıdır burada söz konusu olan. Bu bağlamda “devlet aklı” ile “AKP aklı” “üst akıl”, “kolektif akıl” olarak savaşa karar vermiştir.
İç, bölgesel ve uluslararası kapsam ve derinliği olan siyasi krizden çıkmak, krizin yükünü başta Kürt halkı olmak üzere Türkiye ve Ortadoğu halklarının üstüne yıkmak için savaşa karar verilmiştir. CHP’nin savaş tezkeresine oy vermiş olması, keza CHP liderinin genelkurmay başkanı ile görüşmesi de özel olarak kaydedilmelidir. “Büyük Ortadoğu”da emperyalist hegemonya ve rekabet mücadelesi kıran kırana sürmektedir. Rusya’nın özellikle Suriye üzerinden daha aktif devreye girmesiyle söz konusu mücadele daha da sertleşerek, çetrefilleşmeye başladı. Tamda burada, Rusya’nın kendi emperyalist iddiaları temelinde, Rusya-Çin-İran etrafında bloklaşan kuvvetlere de dayanarak Ortadoğu’da güç dengeleri üzerinde önemli değişiklikler yaratan ve yaratacak olan Suriye hamlesinin altı çizilmelidir. AB’yi de katarak söyleyecek olursak, ABD ve bölgesel işbirlikçi rejimlerin “Büyük Ortadoğu”da, Yemen, Irak ve Suriye’de yarattıkları tüm yıkımlara karşın istedikleri sonuçları büyük bir oranda alamayarak teşhir olduklarını biliyoruz. Ve o arada, “Stratejik derinlik” politikası; “küresel aktör”, “bölgesel oyun kurucu”, “Osmanlı bakiyesi” topraklarda “neo-Osmanlıcı” politikaları da çöken AKP’nin ve T.C.nin, kendi etrafındaki kuşatmanın ve tecrit sürecinin büyüdüğünü, güç dengelerinin aleyhine bozulduğunu görüyoruz. İşte topyekün savaş bu vb. tüm faktörlerin baskısı altında başlatılmış ve geliştirilen bir savaştır. Tüm bu vb. faktörleri görmeden olan biteni RTE’nin hırslarıyla açıklamaya çalışmak ya da meseleyi bu sınırlara hapsederek lanse etmek son derece tek yanlı bir analiz olduğu gibi, daha da önemlisi bilinç ve hedef şaşırtmak amacını taşımaktadır. Topyekün savaşa karşı verilen ve geliştirilen mücadelenin merkezine işbirlikçi egemen sınıfı ve devleti (sömürgeci faşist diktatörlüğü) oturmak gerekir.
Geliştirilen topyekün savaşın kapsam ve sınırları, kimi hedefleri vb. konusunda işbirlikçi Türk burjuva devleti ve AKP iktidarıyla, belki de daha belirgin olarak Saray cuntasıyla aralarında önemli ayrılıklara ve aykırılıklara karşın, savaş kararının arkasında ABD ve önderliğindeki emperyalist kamp da bulunmaktadır. Yani bu savaş, Amerikan emperyalizmine ve NATO’ya rağmen alınmamıştır. Tarafların arasında asgari müştereklerle şekillenen bir anlaşma, uzlaşma vb. bulunmaktadır. Patriotların çekilmesiyle vb. birkaç önemli girişimle de Türk devleti ve Saray uyarılmış ya da gözdağı da denebilecek gerekli mesajlar da verilmiştir. Bu gerçeğin de altı çizilmelidir. Bu bağlamda eşitlik, adalet, barış, özgürlük mücadelesinin anti- emperyalist, anti-faşist bir devrimci politik perspektifle ele alınması ve geliştirilmesi gerekmektedir. Tıpkı savaşı salt RTE’nin kişisel iktidar hırslarıyla vs. izah etmek gibi, salt işbirlikçi devletle sınırlamak da gerçeğin tahrifidir, sınıfı ve halkları yanıltır, gerici, dinci faşist psikolojik harekâtın ve ideolojik saldırı sadece. Elbette ki bu bağlamda topyekün savaşa karşı halkların topyekün haklı direniş ve devrimci saldırısında, vuruş gücü zayıf halka olan RTE cuntası üzerinden geliştirilmelidir ama yukarıda çizilen tablonun bütünsel kavranışı ve uygulanışıyla birlikte…
Altını çizmek gerekiyor: Devlet, bir sınıfın diğer sınıf ve sınıflar üzerindeki diktatörlüğüdür. Devletin özü zordur. Ve bu zorun örgütlenme biçimi politik rejimin (devlet biçimi) karakterini verir. Devlet, bir sermaye kliğinin, somutumuzda dinci sermayenin devleti değil, bir bütün olarak işbirlikçi sermayenin devletidir ve başlıca olarak onların çıkarlarını korur; sömürüye, zulme, toplumsal adaletsizliğe dayanan sistemin/düzenin korunması ve sürdürülmesi onun başlıca amacıdır. Ve Türkiye’de, AB ve AKP sayesinde faşizmi çözen ve son veren reformist ve liberal teori-tez ve analizlerin aksine, devletin politik biçimi faşizmdir; AKP’nin önce hükümet, daha sonra adım adım iktidar ortağı haline gelmesinden sonra giderek dinci faşist bir politik rejim olarak yapılanmıştır… Dinci faşist cunta, devlete rağmen değil, devletle birlikte bu savaşı yürütmektedir. Devleti, sadece sermayenin bir kliğinin devleti, AKP’nin devleti, RTE’nin devleti olarak lanse etmek temel sınıfsal ve tarihsel gerçekleri işçi sınıfından ve halklardan gizlemek, bilinçleri çarpıtmak, devrimci-demokratik ve sosyalist mücadeleyi yolundan saptırmak demektir. Dolayısıyla bu devlet ne “bizim” devletimizdir ne de sadece Saray cuntasının devletidir.
AKP ise, burjuva politik bir partidir. Dinci sermayenin çıkarlarını temsil eden öncü politik bir güçtür, Türk burjuva devleti ise işbirlikçi sermayenin temsilcisidir; onun kolektif çıkarlarının ifadesidir. Dolayısıyla “devletin AKP’lileşmesi”, “AKP’nin devletleşmesi” devlet eşittir AKP anlamına gelmez; bu sadece, AKP’nin iktidar ortağı haline gelebildiğini gösterir. Gün gelir AKP, DP, AP, DYP, ANAP gibi gider ama devlet, sermayenin devleti olarak yoluna devam eder… Tabii ki burada amacımız başlı başına devleti tahlil etmek değildir ama bunca reformist, liberal, gerici, faşist ideolojik saldırı, demagojik ve manipülatif propaganda, “analiz” karşısında bazı gerçekleri hatırlatmak ve vurgulamak istedik.
Devletin ve topyekün savaşın başında Saray cuntası, AKP iktidarı bulunmaktadır. Batıda faşist iç savaş, Kürdistan’da kirli savaş, Ortadoğu’ya, özellikle de Suriye’ye karşı yürütülen yıkıcı yayılmacı saldırgan savaş gerçeği iç içedir ve topyekün savaş karakteri taşımaktadır. Rojava devrimini ve Kobani’yi ezme savaşının Türk burjuva devleti ve AKP iktidarının IŞİD’le birlikte yenilgisiyle sonuçlanan birleşik, ortak gerici bir savaş olduğunu; yenilgilerine rağmen bu ortak savaşı sürdürmeye çalıştıklarını biliyoruz. Keza IŞİD isimli İslamcı faşist çetenin aynı “kolektif” barbarlıkla Türkiye’de de, devlet ve Saray gladyosu ile birlikte Kürtlere, demokratik ve sosyalist güçlere, HDP’ye saldırmaya veya saldırılarda kullanılmaya devam ettiğini ise hatırlatmak bile gereksiz. Şurada Suruç ve Ankara katliamlarının üzerinden henüz fazla bir zaman da geçmedi… İç ve uluslararası alanda teşhir olmanın baskısıyla Saray cuntasının ve hükümetinin IŞİD’e karşı başlatmak zorunda kaldığı bazı operasyonlar ise, tamda 1 Kasım seçimlerine birkaç gün kala, “iftiraya uğradık”, “bakın işte biz IŞİD’i terör örgütü görüyoruz ve operasyon yapıyoruz, aslında asıl mağdur biziz” manevrası ve propagandasıyla seçimlere yapılan bir yatırımdır. Hiç olmazsa bugün için tablo bu.
Sanırız hatırlatmak gereksiz olmaz: Devlet, 28-29 Ekim günü IŞİD’in Türkiye’deki “Dokumacılar Grubu”ndan 30 kişilik “canlı bomba” listesini yayınladı. Devletin istihbarat kuruluşlarının listeyi, “PKK/KCK Suriye uzantısı PYD örgütüne yönelik aşırı tepkisi bulunan Dokumacılar Grubu listesidir.” notuyla göndermesi son derece “manidar”dır. Fiziksel imha ve psikolojik savaş aleti olan ve devlet ve Saray gladyosunun denetiminde olan bu “grup”  (IŞİD vb. gibi radikal İslami çeteler de), “bilgi notu”ndaki vurgulamadan da görülebileceği, gibi açıkça korunuyor. Sözde bunlar “terörist ve canlı bomba” ama özellikle de Kürtlere ve onun temsilcisi PYD’ye düşman oldukları vurgusuyla denilmek isteniyor ki,  bunlar bizim için tehlikeli değil, tehlikeli olan, “milli güvenliği”mizi tehdit eden PYD’dir, aman dikkatli olun ve koruyun onları. Bu açıkça “güvenlik güçleri”ne verilen dolaylı, örtülü bir mesajdır; yani onları koruyun, bizden habersiz onlara dokunmayın talimatıdır. Öyle ya tehlikeli olan PKK-KCK-PYD’dir, IŞİD ise dostumuzdur! Ankara katliamının (Suruç katliamı da dahil) IŞİD eliyle gerçekleştirildiği savcılık soruşturmasında da ayan beyan ortaya çıktığı halde katillerin başı cunta şefinin ve diğer temsilcilerinin ağzından zevahiri kurtarmak için bile olsun bu açık gerçek ucundan da olsa ifade edilmiyor, aksine, kendi katliamlarının suçunu PKK’ye, MLKP’ye vb. vb. güçlere yüklemeye, kafa karıştırmaya, IŞİD’i korumaya, “kokteyl terör” vs. demagojisinde ısrar edilmeye devam ediliyor. Onların, ağır suçlarının açığa çıkma korkusu ve IŞİD sevdası ve halklara düşmanlığı bu kadar derindir işte.  
Egemen sınıflar ve diktatörlük, içerde ve dışarıda gerek halklardan, gerekse de emperyalist hegemonya ve rekabet savaşının orta yerinde yedikleri darbelerin etkisini, yaşadıkları ağır siyasi krizi, faşist iç savaş taktikleriyle, sömürgeci ve yayılmacı politikalarla aşmaya çalışmaktadırlar. Dinci faşist cunta ve partisi ile sermaye devletinin çıkarları burada buluşmaktadır. Cunta iktidarı bu ortak çıkar ve politikaya dayanarak kendi özgün çıkarlarını ve hesaplarını da egemen sınıfın ve devletin hesaplarıyla birleştirerek uygulamaktadır savaşı. RTE’nin devlete rağmen topyekün savaşı başlatıp geliştirdiği propagandası sermayeyi, devleti, orduyu aklama oyununun ifadesidir. Kendi çıkar ve hesaplarını “oyunun” içine yediren sadece cunta başı değil ki, aksine, sırası gelince işbirlikçi sermaye, emperyalistler, burjuva gerici ve faşist partiler, devlet aygıtı, savaşın sorumluluk ve suçunu savaşçı politikalarla yıpranan, zayıflayan, gerileyen cunta başına ve partisine fatura edecek plan ve hesaplarla davranmaktadırlar. Buna göre olan bitenden sorumlu olan işbirlikçi egemen sınıflar, devlet değil Erdoğan’dır, AKP’dir vs. Keza sürece yayılmış bir biçimde “Erdoğansız AKP”, “Erdoğan vesayetinden kurtulmuş AKP”, “fabrika ayarlarına dönmüş AKP” operasyonu için de bu süreçten yararlanılacaktır. Dinci faşist elebaşı da bunu görmektedir. RTE ve cuntası ise savaş sürecini azami derecede kullanarak iktidarını korumaya, sözgelimi seçimler sürecinde olduğu gibi tek başına iktidarda kalabilmek için bu süreç ve fırsatı sınır tanımaz bir küstahlıkla ve saldırganlıkla kullanmaktadır. Eh, politika aynı zamanda fırsatları kendi lehine değerlendirme sanatıdır. Yani burada “taraflar” birbirini de kullanmaktadır… Kısacası, ortak çıkar ve hesapların yanı sıra hesap içinde hesap, oyun içinde oyun bulunmaktadır. Mesela, burada, bu bağlamda CHP’nin ve Kılıçdaroğlu’nun bu gerçekleri göremediği için topyekün savaşın günahını ve vebalini Erdoğan’a yıkıp, Davutoğlu’nu suçladığını düşünen bir kafanın burjuva politikaya tutsak bir kafa olduğunu hatırlatmak bile gereksizdir kanımızca.
Yaşadığımız süreç karmaşık bir süreç. Devrim ve sosyalizm davası için avantajlar kadar dezavantajlar da mevcuttur. Gerici ve faşist iç savaş tehlikesi büyüyor. Askeri darbe tehlikesi büyüyor. “Terörizmle mücadele” adına Suriye’ye olası bir askeri müdahale tehlikesi büyüyor. Ama devrimci imkânlar da büyüyor. Halkların ayaklanma olasılığı da büyüyor.
DEVAM EDECEK

26 Ekim 2015 Pazartesi

TÜRKİYE, KÜRDİSTAN VE ORTADOĞU



TÜRKİYE, KÜRDİSTAN VE ORTADOĞU
                                  I
Türkiye ve Kürdistan olağanüstü zamanlardan geçiyor… Siyasal kriz daha da derinleşerek keskinleşiyor. Türkiye, olağanüstü hal rejimi ile yönetiliyor. Amerikancı Türk egemen sınıfları, onların egemenlik aracı işbirlikçi burjuva devlet, devletin başında olan AKP iktidarı olağanüstü hal ilan etmeden olağanüstü halle Türkiye’yi yönetiyorlar. Açık terörcü bir rejim iş başında. Dinci faşist terör rejiminin tepesinde darbeci bir elebaşı oturuyor. “Her zaman zalimlerin arkasında olacağız” diye haykıran ve “Beyaz toroslar”la Kürt halkını tehdit eden Saray cuntasının başbakanı Davutoğlu’nun, “iç ve dış düşmanlarımız sanki Türkiye’de olağanüstü bir hal varmış gibi haince propaganda yapıyorlar” sözleri, yalnızca gerçeği örtme, “görünmez” hale getirme hedefini taşımıyor, daha da önemlisi, olağanüstü hal rejimini olağanlaştırmayı hedefliyor. Geniş kitlelerin, proletarya ve halkların terörize edilmesi söz konusu hedefin aracı olarak kullanılıyor.
Evet, fiili bir darbe rejiminde yaşıyoruz. Bu gerçek, dinci faşist lumpen elebaşı tarafından “Rejim fiilen değişmiştir!” açıklamasıyla da çarpıcı bir şekilde dile getirilmişti. Darbeciliğin doğasında vardır: Önce fiilen darbe yapılır; yasal-hukuki çerçeve ondan sonra gelir ve inşa edilir… “Tek ayak üzerinde bin yalan savuran” zalimlerin başı megaloman da bunu açıklıkla ifade etmişti açıklamasının devamında. Dinci faşist politik rejimin başında RTE liderliğinde bir Saray cuntası bulunuyor...
20 Temmuz 2015 tarihinde 33 canımıza mal olan kanlı Suruç katliamının üzerinden çok da fazla bir zaman geçmeden, 10 Ekim 2015 tarihinde gerçekleştirilen Ankara Barış Mitingi’nde, 102 barış savaşçısının toplu olarak alçakça katledilmesi 7 Haziran seçimlerinin hemen ardı sıra geliştirilen topyekün kirli savaşın çarpıcı bir görünümüdür. Ankara’nın göbeğinde dinci faşist iktidar ve elebaşısı tarafından gerçekleştirilen bu toplu katliam, bir yandan faşizm ve sermaye tarafından Türkiye halklarının ekmek, barış, adalet, özgürlük mücadelesinin ortaklaşmasına izin verilmeyeceğini, diğer yandan da AKP’nin iktidarını gönüllü olarak bırakmayacağını çarpıcı bir açıklıkla göstermektedir. Ankara katliamıyla dinci faşist terör rejimi gelişmesinin yeni bir evresine girmiştir. Ve üstelik başkentte, işbirlikçi egemen sınıfların devletinin tam merkezinde, Türkiye’nin siyasal tarihinin en büyük toplu katliamı aracılığıyla, tüm topluma ve halklara söz konusu mesajlar açıkça verilmiştir. Açık ve kesindir, halklara, arkasında MGK’nın bulunduğu topyekun savaşla dinci faşist terör rejimine tam bir teslimiyet dayatılıyor. İslami dinci faşist çeteler de birer alet olarak kullanılıyor. İşçi sınıfına, halklara dayatılan şey açıktır: Ya kırk katır ya da kırk satır! Burada, ölümü gösterip sıtmaya razı etme saldırı hilesi dikkat çekiyor. Reyhanlı, Diyarbakır, Suruç katliamlarında olduğu gibi, Ankara katliamı da devlet ve saray cuntasının kolektif katliamıdır. Ancak söz konusu vb. saldırı ve katliamların halkların mücadele direncini, iradesini kıramadığı ise açıktır. Ama bilinir: Rüzgâr eken fırtına biçer!
Kürdistan’ın dağları, kentleri savaş uçaklarıyla, tanklarla, toplarla, özel savaş birlikleriyle, yasak bölgelerle vb. kuşatılıp yakılıp yıkılıyor. HDP, kapsamlı tutuklamalarla, bombalı saldırılarla, canlı bombalarla, tehdit ve katliamlarla geçtik seçim çalışmalarını, faaliyet yürütemez hale getirilmeye çalışılıyor. Suruç ve Ankara katliamlarıyla Kürdistan ve Türkiye’nin buluşması, halkların kardeşleşmesi engellenmeye çalışılıyor. Çünkü dinsel faşist diktatörlük biliyor ki, Türk ve Kürt halklarının, Doğu ve Batıdaki mücadelelerin birleşmesi, Gezi ayaklanmasıyla ortaya çıkan dinamiğin, 7 Haziran genel seçimlerinde ortaya çıkan barış, adalet, özgürlük tablosunun Batıda büyümesi kendi sonlarını getirecek. İşte aynı zamanda bundan dolayı çığırından çıkmış bir toplumsal demagoji ve terörle saldırıyorlar. Fakat bilinir: Korkunun ecele faydası yoktur!
Toplumsal desteğini ciddi bir şekilde yitirmeye başlamış, yayılmacı, maceracı dış politikası çökmüş, ipliği pazara çıkmış, her alanda ağır suçlara batmış, iç çelişki ve çatışmaları büyüyen, iç ve uluslararası alanda destekleri zayıflamış bir AKP iktidarı ile karşı karşıyayız. Canhıraş, 13 yıllık iktidarı döneminde elde ettiği ekonomik, politik, sosyal kazanımlarını yitirmemek için her türlü saldırganlığı kullanan ve iktidardan gitmemek için zorbaca direnen ve direnmeye devam edecek bir iktidarla karşı karşıyayız. 7 Haziran seçimlerini zorbaca iptal eden Saray cuntası, 1 Kasım genel seçimlerinden sonra da aynı direnişini ve zorbalığını sergilemeye devam edecektir. İliklerine dek çürümüş, itibarsız ve manyak mafya şeflerinin eline bakacak kadar yozlaşmış ve düşmüş bir AKP iktidarıdır söz konusu olan…  1946-50’lerden beri, yani “Demokrasiye” geçilmesinden sonra, Türkiye’de böyle bir iktidar bir ilktir. Bu parti ve iktidarı, Amerikancı megolaman ve zalim Mendres’e ve DP’sine rahmet okutacak bir parti ve iktidar! Korkunç suçların altına imzasını atmış, yargılanacağını ve hesap vermekten kaçamayacağını da iyi bilen bir iktidar… Ne demişler: Keser döner sap döner gün gelir devran döner.
Sınır tanımayan bir siyasi ve toplumsal demagoji, proletarya ve halkları, onların öncü kuvvetlerini, dahası kendi zihniyet, politika ve çıkarlarına her aykırı sesi “vatan haini”, “terörist”, “dış güçlerin uzantısı”, “bölücü”, “paralelci”, “milli irade düşmanı” vs. ilan ederek ezmeye, susturmaya çalışan bir terörcü rejimle karşı karşıyayız.
Yasama, yürütme, yargı erklerini, politik iktidar tekeline dayanarak ve açık zorbalıkla, tek yanlı olarak merkezileştiren ve bu merkezileştirme, tekleştirme eylemini de sürekli yetkinleştiren bir partinin yönettiği dinci faşist bir terör rejimiyle karşı karşıyayız. 12 Eylülcü askeri faşist karşı devrimin ürünü olan anayasaya, her ihtiyaç duyduğunda onu da fütursuzca çiğneyen, “neoliberal” kapitalist politikalara, dinsel gericiliğe, dinle, ırkçı milliyetçi, şoven, soykırımcı bir tarih zihniyetiyle ve politikayla zehirlenmiş kitlelere, toplumsal gericiliğe dayanarak iktidar gücünü elde tutmaya çalışan ve gitmemek için açıkça meydan okuyan bir güçle karşı karşıyayız. Bu güç, İslamcı sermayeyi temsil eden, siyasal İslamcı bir gelenekten gelen ve sözde “ılımlı İslam”ı temsil eden bir politik güç. Bir zamanlar liberallerin “demokratik devrim” yaptığını ilan ettikleri, bugün ise arkasından “aldatıldık!”  çığlıkları attıkları bir siyasi parti ve cuntasıyla karşı karşıyayız.
Kitleleri etkilemek için ümmetçilik, ırkçı milliyetçilik, “Neo-Osmanlı”cılık, komşu devletler ve bölge halklarına düşmanlıkla belirlenen yayılmacılık kartlarını elden bırakmadan, çelişkili, eklektik, siyasal güç dengelerine göre şu veya bu “kartı” kullanan, tek ilkesi iktidar olan yozlaşmış bir cunta ve rejimle karşı karşıyayız. Saray cuntasının/AKP iktidarının aşırı saçmalığa varan, mantıksız ve son derece ilkel gözüken çelişkili ideolojik ve kültürel saldırısının toplumsal bir karşılığı vardır ve bu desteğin, gerilemekle birlikte, hala % 40’lara ulaşabilen bir kitle desteği sağlayabildiği gerçeği unutulmamalıdır. Saray cuntası ulusal, toplumsal, tarihsel, konjoktürel faktörleri hesaba katmaktadır. Son derece pragmatik ve tüm etkenleri bir “duygusal vampir” gibi sömürmektedir. Propaganda ve ajitasyonunu, sloganlarını buna göre kurmaktadır. Sofraya sonradan gelmiştir. Ve kendisi dışında başka herhangi bir partinin başaramadığını gerçekleştirerek tek başına 13 yıl kesintisiz iktidar olmayı başarmış olmasından kaynaklanan baş dönmesine de tutulmuş aç kurtlar ordusu olarak dinci sermayenin bu ana politik gücü, çürüyüp gerilemekle birlikte hala küçümsememesi gereken tehlikeli bir güçtür. Ancak dinci faşist partinin ya da cuntanın bu gözü dönük saldırganlığı öz güveninden değil, aksine, gerileyen, güçten düşen, kendi tarihinin en zayıf dönemini yaşayan, kazanımlarını çok ciddi ölçüde yitireceğini gören ve bundan da ölesiye korku duyan bir politik gücün saldırganlığıdır. Bu gerçeği de asla unutmamamız gerekir.
AKP gerçeğinde faşist önder ilkesini ve hiyerarşik yapıyı dinsel tarih ve kutsiyetle de kutsanmış olarak RTE şahsında çarpıcı bir şekilde görmekteyiz. (“Şeytan bir günah işleteceği zaman, işe, bu günahı kutsallık zırhına sarmakla başlar.” –William SHAKESPARE)  O ve partisi, Ortaçağ kafasını modern kapitalist ilişkiler sistemi içerisinde birleştirerek, din sosuna bulanmış tarzda iktidar tekelini şekillendiriyor.  Dinsel gericilik ve milliyetçi gericilikle, “neo-Osmanlıcılık”la ideolojik ve siyasal hegemonyasını ve politik iktidar tekelini güçlendirmeye ya da korumaya çalışıyor. Kutsal devlet, kutsal lider, kutsal parti ve bunların cisimleşmiş iradesi olan kutsal “milli irade”; devletten ve lider RTE’den, AKP iktidarından bağımsız her türlü siyasal ve toplumsal gelişmeye karşı amansız düşmanlık ve saldırı dinsel faşist rejimi belirliyor. Siyasal ve toplumsal yaşamda dinsel gericiliği sürekli geliştirmeye önem veriyor. O israf saray da boşuna kurulmadı. Osmanlı Ocakları da boşuna kurulmadı. Keza, “dindar, kindar”, fetihçi “bir gençlik” yetiştirme olgusundan da görülebileceği gibi, bir de bu yoldan tarihten ve eski kültürden beslenerek kitleleri motive edebilecek yayılmacı, savaşçı, hegemonyacı bireşimler kurup kullanmaktadır… Burada şovenist, savaşçı, hegemonyacı, yayılmacı politika çarpıcıdır. Bu politika ve ideolojik manipülasyon kitlelerin dikkatini iç sorunlardan dış sorunlara kaydırmada, Suriye örneğinde olduğu gibi, provokatif ve demagojik bir şekilde kullanılmaktadır. Ancak 13 yıllık iktidarı sürecinde ideolojik ve siyasi olarak deşifrasyona uğrayan, geniş kitlelerde yeni bir dinamizm uyandıramayan, yeni umutlar vererek kitlesel temelini koruyup genişletecek talep ve hedefler koyamayan bir AKP gerçeğiyle de karşı karşıyayız. Nokta dergisi tarafından yayınlaşmış olan “AKP Günlükleri” bu bakımdan da yararlı veriler sunmaktadır…
Dinci faşist iktidarın topyekün savaşı başlatması, “kamplaştırma” politikasında sistematik ısrarı, açık zorbalıkla her aykırı sesi boğmaya yönelmesi, ırkçı, şoven, milliyetçi slogan ve ajitasyonu öne çıkarmasının gösterdiği gibi Saray cuntası ve partisi bugün kendi tarihlerinin en zayıf dönemini yaşamakta ve “daha fazla devletleşme”, “daha fazla devlet refleksi” göstermenin dışında tutunabileceği bir şey kalmamıştır. Bu bağlamda “Fabrika ayarlarına dönüş” tartışması ve propagandası da ölmüş atı kamçılamaya benzemekte ve bir de geleceğe dönük olarak AKP’ye çekilecek “balans ayarı”nı, Erdoğansız AKP projesine yapılan yatırımı ifade etmektedir, o kadar! Bu bakımdan Arınç’ın son açıklamaları da “manidardır”. 
Saray cuntasının “istikrar” adına, “kamu güvenliği” adınas tek başına kendi iktidarını açık zorbalıkla dayatması, bu amaçla “yaratıcı kaos” politikasını uygulaması, “terörizme karşı mücadele” demagojisiyle zorla tek başına iktidar istemesi, cunta ve partisini iç, bölgesel ve uluslararası arenada yıpratmaya, çevresindeki tecrit çemberini büyütmeye, kitlesel temelini daraltmaya devam etmektedir. Irkçı şoven demagojinin, “şehit cenazeleri”nin, faşist iç savaş kışkırtıcılığının, kirli ve haksız savaşın, başkentin merkezinde 100’ü aşkın işçi ve emekçinin bombalarla katledilmesinin AKP iktidarının beklentisinin aksine, onu daha fazla gözden düşürdüğünü ve düşürmeye de devam edeceğini gösteriyor. Topyekün savaşın devlet ve cunta iktidarının istediği sonucu vermediği, geniş kitleleri, halkları terörize edemediği, esasen başarısızlığa uğradığı açıktır. Devlet ve AKP iktidarının açık terörü, dizginsiz toplumsal demagojisi, her geçen gün daha fazla açığa çıkıyor, daha ziyade de antifaşist mücadele dinamiklerini bileyerek karşı koyma eğilimini güçlendiriyor. Halkların siyasal ve toplumsal nefreti daha da büyüyor. Çünkü hem deveye binip hem de çalı arkasına gizlenilemiyor. “Sosyal patlama” için bardağı taşıracak son damlanın hangi gelişme olacağını ise hiç kimse bilmiyor.
Diktatörlüğün ve AKP iktidarının evdeki hesabının çarşıya uymaması, daha da saldırganlaşmalarına, böylece daha fazla açık vererek daha fazla zaaf göstermelerine yol açmaktadır. Katledilen onurlu ve yiğit bir gerilla kadının çıplak bedeninin sokaklara atılması, HDP’li bir gencin katledilip cenazesinin panzere bağlanıp kent ortasında sürüklenmesi, 35 günlük bir bebenin terörist ilan edilerek kurşunlanıp katledilmesi, cenazesinin günlerce buzdolabında saklanmak zorunda kalınması, mezarların, mezarlarla birlikte cami ve cem evlerinin bombalanarak yıkılması, Ankara’nın merkezinde, devletin 100’zü aşkın barış diyen insanımızı havaya uçurması, IŞİD ile devlet ve Saray cuntasının işbirliğinin çıplak bir şekilde açığa çıkarak artan oranda deşifre olması, baro başkanının zorbaca gözaltına alınması, Hürriyet gibi özel misyon üstlendiği bilinen bir gazetenin bilakis RTE’nin talimatıyla dinci faşist AKP’li paramiliter çeteler tarafından basılıp yakılmak istenmesi,  gazeteci ve aydınların sözde gazeteci ve köşe yazarı görünen Saray cuntasının satılık kalemşörlerinin “havuz medyası”nda fütursuzca ölümle tehdit edilmeleri ya da Ahmet Hakan örneğinde olduğu gibi fiziksel teröre maruz kalmaları, sayısız örnekte görüldüğü gibi, var olan anayasal ve yasal sistemin de hiçe sayılarak TV kanallarının, holdinglerin basılması vb. vb. Ekonomik sıkıntıların, durgunluğun, kırılganlığın gitgide büyümesi, siyasal krizin keskinleşerek büyümesi; Kürt hareketinin her düzeyde kazanımlarının ve uluslararası meşruiyetinin büyümesi, Türkiye ve Kürdistan’ın ve Ortadoğu’nun temel politik sorunu olan politik özgürlük sorununun çözümünü kendini artan oranda dayatması; Rusya’nın Suriye rejiminin çağrısıyla Suriye’de doğrudan askeri operasyonlara başlaması, Rusya-Çin-İran ekseninin aktif olarak öne çıkışı, bu toprakların bir barut fıçısına dönüştürülmüş olması T.C. ve Saray cuntası etrafındaki kuşatmanın arttığını ve daha da artacağını gösteriyor. Emperyalizmin ve bölgesel işbirlikçilerinin eliyle tutuşmuş yanan bir Ortadoğu ve bu yangına bol bol benzin döken Türk egemen sınıfları-devleti-cuntası. Ve kan ve ateşle sınanan kaotik Ortadoğu’nun tam da içinde duran ve bir barut fıçısına dönmüş olan Türkiye!
DEVAM EDECEK