TÜRKİYE, KÜRDİSTAN VE ORTADOĞU
III
Bugüne
kadar bu topraklarda Kürt Türk, Alevi Sünni, laik şeriat (“irtica”)
çelişkilerine çokça oynandı... Çünkü amaç, “toplum”un sınıfsal temelde; sömüren
ve sömürülen, ezen ve ezilen olarak kamplaşmasını önüne geçmektir. Düzenin ve
egemen sınıfın “bekası” için söz konusu tarihsel ve toplumsal bölünmeler öne
çıkarılarak, sürekli kışkırtılmıştır. İşbirlikçi sermaye, diktatörlük, sınıfsal
temelde bir toplumsal yarılmanın gelişip güçlenmesinin kendi sonlarını
getireceğini gayet iyi bilmektedirler. Bundan dolayıdır ki proletarya ve
halkların devrimci gelişmesini engellemek için söz konusu gerici ve faşist
politikada ısrar edilegelinmiştir. Tarihsel ve politik bakımdan bu çelişkilerin
devrimci çözümü gerçekleşmeden de emperyalizm ve egemen sınıflar tarafından
kullanılmaya da devam edilecektir… Her ne kadar bu çelişkiler devrim ve
sosyalizm mücadelesine karşı, konjonktüre bağlı olarak, geçmişten bu yana
kullanıldıysa da, halklar arasında söz konusu çelişki ve çatışmalar üzerinden
kapsamlı bir toplumsal gerici boğazlaşma yaşanmadı. Esasen bunu önleyen de
mücadele eden devrimci, sosyalist, yurtsever politik kuvvetlerin ve halkların
sağduyusu olmuştur. Ancak söz konusu gerici ve faşist politika ısrarla sürdürülmektedir.
Dinci faşist cunta adeta dizginsiz bir tarzda “kutuplaştırma siyaseti” üzerinden
“toplumu” aşırı derecede “germeye” devam etmektedir. 1 Kasım seçimlerinin
ardından söz konusu kışkırtma ve saldırıların, “gerilimler”in son bulacağını
düşünmek safça olur. Başlatılmış olan topyekün savaş, 1 Kasım seçim süreciyle, cuntanın
seçim yatırımıyla sınırlı basit bir taktiksel manevra olarak görülmemelidir…
Böyle bir yaklaşım proletarya ve halkları silahsızlandırır, ilerici, devrimci,
komünist öncü kuvvetleri pasifize eder; olası gelişmelere hazırlıksız
yakalanmalarına yol açar.
Arap,
Fars, Türk egemen sınıflarının ve diktatörlüklerinin geleneksel Kürt politikası
(yalnızca Türkiye’de değil) Ortadoğu
çapında tümden iflas etmiştir. Yalnızca Ortadoğu çapında da değil, uluslararası
alanda da bu gerçek görülür hale gelmiştir. Ortadoğu’da 1. Emperyalist Dünya
Savaşı ile çizilen sınırların yeniden çizilmeye başlanmasından da bu olguyu
çarpıcı bir şekilde görmek mümkündür.
1839
Kasr-ı Şirin Antlaşması’yla ikiye, 1923 Lozan Antlaşması’yla dörde parçalanmış
Kürdistan ülkesi gerçeği, Kürt sorununun bölgesel çapta uluslararası bir sorun
olarak gündemleşmesine yol açmıştı(r)… Gelinen aşamada Kürt sorunu bilinen
gelişmelerin etkisiyle bölgesel olarak çözümünü daha açık ve keskin olarak
dayatmakta ve daha keskin uluslararasılaşarak uluslararası meşruiyetini artan
oranda kazanmaktadır… Kuzey Kürdistan’da PKK önderliğindeki ulusal kurtuluşçu
devrim, Güney Kürdistan’daki devletleşme, ardından PKK çizgisi önderliğinde
Rojava devriminin zaferinin bu bağıntıda altı çizilmelidir. Tüm bu gerçeklere
karşın T.C.nin ırkçı, şoven politikası esaslı bir değişikliğe uğramamıştır…
Türk egemen sınıflarının en büyük korkusu “Kürt korkusu” olmaya devam
etmektedir. Tarihsel ve politik miadını doldurmuş politikada da ısrar edilmektedir.
7 Haziran seçimlerinin ardından başlatılmış olan topyekün savaş gerçeği de bu
olgunun yansımasıdır. Türk egemen sınıflarının, devlet ve cuntanın PKK, HPG,
Rojava, PYD, YPG düşmanlığını ve kırmızı çizgilerinin her yerde paspasa
dönüştüğünü ise anlatmaya gerek yoktur. Kürt sorununda “askeri çözüm”ün,
terörcü ırkçı politikanın bir geleceği olmadığı ise açıktır zaten. Ki Kürtler,
bölgenin yükselen gücüdür; tarihin çarkları artık geri çevrilemez…
Sömürgeci
faşist diktatörlük, haklı haksız savaş ekseni üzerinde halkların kardeşleşmesi
yerine ırkçı, şoven, milliyetçi, militarist politikalarla Kürt ve Türk
düşmanlığını amansızca körükleyerek halkların demokratik kardeşleşmesini, ortak
düşmana karşı ortak mücadelesini sürekli önlemektedir. Türk halk kitleleri
içerisinde, çarpık da olsa gelişip güçlenen barış talebini, “askeri değil
siyasi çözüm” talebini kirli ve haksız savaş politikalarıyla boğmaya
çalışmaktadır. Egemen sınıfların, devletin, cuntanın bu politikası da Türkiye’yi
barut fıçısına dönüştürmüş durumda. Ortadoğu’daki gelişme ve değişmelerin de
etkisiyle Türkiye’de bir Türk Kürt savaşının çıkmayacağının bir garantisi de yoktur.
Bu, o kadar kolay olmamakla ve egemen sınıflar böyle bir boğazlaşmanın olası
sonuçlarını kolay kolay göze almamakla birlikte, yine de ok yaydan çıkabilir…
Bardağı taşıran son damlanın ne olacağı belli olmaz.
Yalnızca
Türk-Kürt savaşı değil, aynı zamanda Alevi-Sünni düşmanlığı da ısrarla
kışkırtılmaktadır. Farklı inanç ve mezheplerden işçi ve emekçilerin birliğini
ve birleşik mücadelesini önlemek için söz konusu politik saldırganlıkta ısrar
edilmektedir. Böl, parçala, yönet politikası üzerinden halklara ve ezilenlere
dönük yıkıcı ve kirletici manevralar geliştirilmektedir. “Genişletilmiş Ortadoğu”daki
kapışmalar bu bağıntıda da Türkiye’nin içini aşırı derecede ısıtmaktadır.
İşbirlikçi Türk egemen sınıflarının, dikta ve cuntanın Ortadoğu’ya dönük
politika ve pratiği, İran ve Suriye karşıtı bilinen duruş ve kışkırtmaları bu
bakımdan çarpıcıdır. Ek olarak dinci faşist elebaşı ve temsil ettiği dinci
sermayenin Alevilere (ve Şiilere) karşı dinmek bilmeyen derin bir tarihsel ve
ideolojik kinleri ve saldırganlığı mevcuttur. Bu olgu da saldırganlıklarını
keskinleştiriyor. Bunu, örneğin CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun Alevi kimliği
kullanılarak yuhalatılmasından da; Alevilerin Matem Ayı’nda mezarlık ve Cem
evlerinin, Kürt düşmanlığıyla iç içe, bombalarla, top atışlarıyla yıkılmasından
da çarpıcı bir şekilde görebilmekteyiz. IŞİD’in yalnızca Kürtlere karşı değil,
Alevilere karşı da politik, askeri, psikolojik bir baskı ve saldırı, imha aracı
olarak kullanıldığını biliyoruz. AKP’nin ve elebaşının 13 yıllık hükümet ve
iktidarı döneminde siyasal ve toplumsal yaşamı dincileştirme ve Alevi
düşmanlığına ise girmiyoruz bile… Şu veya bu biçimde başlayabilecek bir Kürt
Türk boğazlaşmasında Alevilerin de kapsamlı bir kırıma hedef olacağı, bu
boğazlaşmanın Alevi Sünni boğazlaşmasıyla iç içe geçirileceği gerçeği de asla
unutulmamalıdır. Devlet bu baskıyı her zaman olduğu gibi bugün de Alevilere
hissettirmeye devam etmektedir.
Egemen
sınıflar, devlet, “laik, anti-laik” çelişkisine de daima oynaya gelmişlerdir…
28 Şubat “postmodern darbesi”, ardı sıra gelen AKP’nin 13 yıllık hükümet ve
iktidarı… Egemen sınıflar ve devlet içerisinde ortaya çıkan iktidar savaşları,
operasyonlar ve karşı operasyonlar… Dinci gerici sermayenin en irilerinin
egemen sınıfın bir bloğu konumuna yükselişi...
Toplumsal bölünmenin laik ve irtica ekseninde derin parçalanması ve
yükselen düşmanlık, kamplaşmalar, mücadeleler… İslamcı gerici sermayenin iç
parçalanmasına ve süren mücadelelerine karşın, kazanılmış mevzilerini gözü
dönük bir tarzda koruma saldırısı… Ve Saray cuntasının şirazesinden çıkmış
gidişi… “Radikal İslamın” güçlenişi, IŞİD gerçeği… Türkiye’nin bir tür
“Pakistanlılaşması” tehlikesi… İktidarını büyük ölçüde yitirmiş ya da ikincil
bir oyuncuya dönüşmüş Kemalistlerin haykırışları… Evet, bu karmaşık ve mücadelelerle
gelişen süreç, Türkiye ve Ortadoğu’daki dinamiklerin etkileşimi ve iç içe
geçmesiyle laik ve anti-laik boğazlaşmalar da bu toprakları bekleyen
tehlikelerden birisidir; dahası, bir Türk-Kürt boğazlaşması başlatıldığı
koşullarda, böyle bir süreç, Alevi Sünni, laik-şeriat boğazlaşmalarıyla iç içe
gelişecek bir süreç olacaktır.
İçerisinde
geçtiğimiz somut politik koşullarda ordu tarafından gerçekleştirilecek askeri
bir darbe olasılığı da büyümektedir. Evet, “darbe mekaniği” harekete geçmiştir.
Sistem ve egemen sınıflar ve yalnızca içerde değil, bölgesel ve uluslararası
etkenlerin ve dinamiklerin etkisiyle de gelişen ağır, kapsamlı ve derinleşmekte
olan politik krizi askeri faşist bir darbeyle çözmeye yönelebilirler.
“Şirazesinden çıkmış” dinci faşist “sivil cunta”nın ve elebaşısının yönelimi de
bu bakımdan ordu tarafından değerlendirilecektir. Ama olası bir askeri darbe,
başta Kürt ulusal demokratik hareketi olmak üzere, proletarya ve halklara dönük
olarak gerçekleşecektir. Ki Suriye’ye olası bir askeri müdahale bu bakımdan
süreci ivmeleyecektir…
Türkiye’de askeri darbe dönemlerinin artık
geride kaldığı boş sözlerine inanan liberalleri ve onların yörüngesinde dönen
küçük burjuva demokratları bir yana atacak olursak, buna inanmak, aptallığın en
büyüğü olacaktır. Devlet iktidarı içerisindeki eski ayrıcalıklı konumunu
yitirmiş kesimler, “ulusalcılar”, Kemalistler, “laiklik elden gidiyor, gitti”
diyen “orta sınıflar”ın belli kesimleri vb. böyle bir darbeyi istemektedir.
MHP’nin “ülke çapında sıkıyönetim ilanı” isteği, “bölücülüğe, terörizme karşı
devlet gibi davranma” çağrıları, yani açıkça askeri darbe teşvikçiliği gerçeği
de biliniyor… Askeri bir darbenin “Türkiye’nin” hiçbir temel sorununun
çözmeyeceği de, dahası, örneğin bir 12 Eylül askeri faşist darbesi kadar kalıcı
ve köklü olmasının olası olmayacağının altı da özenle çizilmelidir ayrıca… Böyle
bir darbenin Amerikan emperyalizmi ve NATO’nun destek ve onayıyla gerçekleşeceğine
ise kuşku yoktur. Mısır örneği birde bu konuda uyarıcı olmalıdır.
Türk
burjuva devletinin “sınırlarımızın güvenliği” ve “bölücü teröre ve IŞİD
terörüne karşı mücadele” gerekçelerinin arkasına sığınarak Suriye’ye askeri müdahalesi
olasılığı da ciddiye alınmalıdır. Cuntanın başbakanı’nın PYD’yi tehdit ederken
söylediği “Türkiye henüz elindeki bütün kartları açmadı” açıklaması, yakın
dönemde Suudi Arabistan ve Katar’dan gelen “Suriye’ye Türkiye ile birlikte
askeri müdahalede bulunabiliriz.” açıklamasını hatırlatmak yersiz olmasa gerek.
Rusya-Çin-İran ekseninin Suriye’de açık inisiyatif almasının tek başına böyle
bir gelişmeyi önleyeceği düşünülmemelidir.
Suriye,
küçük bir Ortadoğu’dur. Lübnan gibi, Irak gibi. Suriye iç savaşı, faşist
diktatörlüğün ve dinsel faşist iktidarın politikaları nedeniyle bir biçimde
Türkiye’ye taşınıyor. Öteden beri devlet ve AKP iktidarının Suriye’de rejim
yıkma müdahalesi, Suriye’de doğrudan taraf olması, Kürt düşmanlığı politikası, Alevi
düşmanlığı politikası, Türkiye’nin IŞİD ve radikal İslami çetelerin üs merkezi
haline gelmesi ve bu çetelerle organik bağı, göç dalgası, Sünni gerici İslami
politikaları vb. nedenlerle Suriye iç savaşı bütün sorun ve çatışmalarıyla,
çelişkileriyle “içeriye” taşınmıştır. Bu durum, içerdeki Türk-Kürt, Alevi-Sünni,
laik anti-laik çelişkileri de keskinleştirmiştir… İçeride bu çelişki ve çatışmaları
kışkırtan devlet ve AKP, Ortadoğu ve İran, Irak ve özellikle de Suriye
politikaları nedeniyle de “dışarıdaki” sorun ve çatışmaları “içeri” davet etmiş
ve böylece Türkiye Ortadoğu’da patlamaya hazır bir barut fıçısına çevrilmiştir.
Ergin
Yıldızoğlu, Cumhuriyet gazetesinde 20 Ekim 2015 tarihinde yayınladığı “Yeni
Türkiye 360 Derece” başlıklı yazısında şu bilgileri veriyor:
“Atlantik’in iki yakasından iki örnek vereceğim.
Birincisi: Pentagon planlama bölümünden yetişmiş, Reagan döneminde Ulusal Güvenlik Konseyi’nde bulunmuş, G. W. Bush döneminde Ulusal İstihbarat Direktörlüğü ofisinde üst düzeyde görev almış, Ulusal Güvenlik Ekonomisi alanının kurucusu sayılan Norman Bailey’in, Ankara patlamasından sonra, 13 Ekim’de World Tribune’de yayımlanan yazısının başlığı: “Türkiye çökmüş devlet olur mu? Ordu izin vermez. Bu da o kadar kötü olmaz.”
İkincisi: Avrupa’da öngörüleriyle büyük saygınlığı olan GEAP’ın (Küresel Avrupa Beklentiler Bülteni) 16 Ekim sayısındaki Türkiye bölümü: “Dört yıldır Erdoğan’ın politikaları, anlaşılamaz hale geldi, tutarsızlaştı. Türkiye kendini ekonomik, sosyal, siyasi jeopolitik bir uçurumun kenarında buldu... Her an çökebilir... Kimse Türkiye’nin, Libya’nın ya da Irak’ı yolundan gitmesini istemediğine göre, kasım seçimleri ülkenin yolunu bulmasına olanak verecek bir kaolisyonu yine üretemezse, ordu ülkeye düzen getirmekte tereddüt etmeyecektir”. “Yeni Türkiye”, “360 derece”, sil baştan mı olacak?”
Birincisi: Pentagon planlama bölümünden yetişmiş, Reagan döneminde Ulusal Güvenlik Konseyi’nde bulunmuş, G. W. Bush döneminde Ulusal İstihbarat Direktörlüğü ofisinde üst düzeyde görev almış, Ulusal Güvenlik Ekonomisi alanının kurucusu sayılan Norman Bailey’in, Ankara patlamasından sonra, 13 Ekim’de World Tribune’de yayımlanan yazısının başlığı: “Türkiye çökmüş devlet olur mu? Ordu izin vermez. Bu da o kadar kötü olmaz.”
İkincisi: Avrupa’da öngörüleriyle büyük saygınlığı olan GEAP’ın (Küresel Avrupa Beklentiler Bülteni) 16 Ekim sayısındaki Türkiye bölümü: “Dört yıldır Erdoğan’ın politikaları, anlaşılamaz hale geldi, tutarsızlaştı. Türkiye kendini ekonomik, sosyal, siyasi jeopolitik bir uçurumun kenarında buldu... Her an çökebilir... Kimse Türkiye’nin, Libya’nın ya da Irak’ı yolundan gitmesini istemediğine göre, kasım seçimleri ülkenin yolunu bulmasına olanak verecek bir kaolisyonu yine üretemezse, ordu ülkeye düzen getirmekte tereddüt etmeyecektir”. “Yeni Türkiye”, “360 derece”, sil baştan mı olacak?”
Bu dikkat çekici açıklamalar eleştirel bir gözle değerlendirilmelidir…
Faşist diktatörlüğün tüm bu çelişki ve çatışmalara oynamasına, bu
çelişkilerin gerici boğazlaşmaya dönüşmesine, olası bir askeri darbeye ve
Suriye’ye girilmesine karşı tek yol proletarya ve halkların güçlü, birleşik
topyekün savaşıdır. Farklı uluslardan ve ulusal topluluklardan ve inançlardan
işçi ve emekçilerin birliği, halkların kardeşleşmesi gerçekleşmeden de söz
konusu tehlikeleri boşa çıkarmak olanaklı değildir.
DEVAM EDECEK