31 Ekim 2015 Cumartesi

TÜRKİYE, KÜRDİSTAN VE ORTADOĞU III



TÜRKİYE, KÜRDİSTAN VE ORTADOĞU
                               III
Bugüne kadar bu topraklarda Kürt Türk, Alevi Sünni, laik şeriat (“irtica”) çelişkilerine çokça oynandı... Çünkü amaç, “toplum”un sınıfsal temelde; sömüren ve sömürülen, ezen ve ezilen olarak kamplaşmasını önüne geçmektir. Düzenin ve egemen sınıfın “bekası” için söz konusu tarihsel ve toplumsal bölünmeler öne çıkarılarak, sürekli kışkırtılmıştır. İşbirlikçi sermaye, diktatörlük, sınıfsal temelde bir toplumsal yarılmanın gelişip güçlenmesinin kendi sonlarını getireceğini gayet iyi bilmektedirler. Bundan dolayıdır ki proletarya ve halkların devrimci gelişmesini engellemek için söz konusu gerici ve faşist politikada ısrar edilegelinmiştir. Tarihsel ve politik bakımdan bu çelişkilerin devrimci çözümü gerçekleşmeden de emperyalizm ve egemen sınıflar tarafından kullanılmaya da devam edilecektir… Her ne kadar bu çelişkiler devrim ve sosyalizm mücadelesine karşı, konjonktüre bağlı olarak, geçmişten bu yana kullanıldıysa da, halklar arasında söz konusu çelişki ve çatışmalar üzerinden kapsamlı bir toplumsal gerici boğazlaşma yaşanmadı. Esasen bunu önleyen de mücadele eden devrimci, sosyalist, yurtsever politik kuvvetlerin ve halkların sağduyusu olmuştur. Ancak söz konusu gerici ve faşist politika ısrarla sürdürülmektedir. Dinci faşist cunta adeta dizginsiz bir tarzda “kutuplaştırma siyaseti” üzerinden “toplumu” aşırı derecede “germeye” devam etmektedir. 1 Kasım seçimlerinin ardından söz konusu kışkırtma ve saldırıların, “gerilimler”in son bulacağını düşünmek safça olur. Başlatılmış olan topyekün savaş, 1 Kasım seçim süreciyle, cuntanın seçim yatırımıyla sınırlı basit bir taktiksel manevra olarak görülmemelidir… Böyle bir yaklaşım proletarya ve halkları silahsızlandırır, ilerici, devrimci, komünist öncü kuvvetleri pasifize eder; olası gelişmelere hazırlıksız yakalanmalarına yol açar. 
Arap, Fars, Türk egemen sınıflarının ve diktatörlüklerinin geleneksel Kürt politikası (yalnızca Türkiye’de değil) Ortadoğu çapında tümden iflas etmiştir. Yalnızca Ortadoğu çapında da değil, uluslararası alanda da bu gerçek görülür hale gelmiştir. Ortadoğu’da 1. Emperyalist Dünya Savaşı ile çizilen sınırların yeniden çizilmeye başlanmasından da bu olguyu çarpıcı bir şekilde görmek mümkündür.
1839 Kasr-ı Şirin Antlaşması’yla ikiye, 1923 Lozan Antlaşması’yla dörde parçalanmış Kürdistan ülkesi gerçeği, Kürt sorununun bölgesel çapta uluslararası bir sorun olarak gündemleşmesine yol açmıştı(r)… Gelinen aşamada Kürt sorunu bilinen gelişmelerin etkisiyle bölgesel olarak çözümünü daha açık ve keskin olarak dayatmakta ve daha keskin uluslararasılaşarak uluslararası meşruiyetini artan oranda kazanmaktadır… Kuzey Kürdistan’da PKK önderliğindeki ulusal kurtuluşçu devrim, Güney Kürdistan’daki devletleşme, ardından PKK çizgisi önderliğinde Rojava devriminin zaferinin bu bağıntıda altı çizilmelidir. Tüm bu gerçeklere karşın T.C.nin ırkçı, şoven politikası esaslı bir değişikliğe uğramamıştır… Türk egemen sınıflarının en büyük korkusu “Kürt korkusu” olmaya devam etmektedir. Tarihsel ve politik miadını doldurmuş politikada da ısrar edilmektedir. 7 Haziran seçimlerinin ardından başlatılmış olan topyekün savaş gerçeği de bu olgunun yansımasıdır. Türk egemen sınıflarının, devlet ve cuntanın PKK, HPG, Rojava, PYD, YPG düşmanlığını ve kırmızı çizgilerinin her yerde paspasa dönüştüğünü ise anlatmaya gerek yoktur. Kürt sorununda “askeri çözüm”ün, terörcü ırkçı politikanın bir geleceği olmadığı ise açıktır zaten. Ki Kürtler, bölgenin yükselen gücüdür; tarihin çarkları artık geri çevrilemez…
Sömürgeci faşist diktatörlük, haklı haksız savaş ekseni üzerinde halkların kardeşleşmesi yerine ırkçı, şoven, milliyetçi, militarist politikalarla Kürt ve Türk düşmanlığını amansızca körükleyerek halkların demokratik kardeşleşmesini, ortak düşmana karşı ortak mücadelesini sürekli önlemektedir. Türk halk kitleleri içerisinde, çarpık da olsa gelişip güçlenen barış talebini, “askeri değil siyasi çözüm” talebini kirli ve haksız savaş politikalarıyla boğmaya çalışmaktadır. Egemen sınıfların, devletin, cuntanın bu politikası da Türkiye’yi barut fıçısına dönüştürmüş durumda. Ortadoğu’daki gelişme ve değişmelerin de etkisiyle Türkiye’de bir Türk Kürt savaşının çıkmayacağının bir garantisi de yoktur. Bu, o kadar kolay olmamakla ve egemen sınıflar böyle bir boğazlaşmanın olası sonuçlarını kolay kolay göze almamakla birlikte, yine de ok yaydan çıkabilir… Bardağı taşıran son damlanın ne olacağı belli olmaz.
Yalnızca Türk-Kürt savaşı değil, aynı zamanda Alevi-Sünni düşmanlığı da ısrarla kışkırtılmaktadır. Farklı inanç ve mezheplerden işçi ve emekçilerin birliğini ve birleşik mücadelesini önlemek için söz konusu politik saldırganlıkta ısrar edilmektedir. Böl, parçala, yönet politikası üzerinden halklara ve ezilenlere dönük yıkıcı ve kirletici manevralar geliştirilmektedir. “Genişletilmiş Ortadoğu”daki kapışmalar bu bağıntıda da Türkiye’nin içini aşırı derecede ısıtmaktadır. İşbirlikçi Türk egemen sınıflarının, dikta ve cuntanın Ortadoğu’ya dönük politika ve pratiği, İran ve Suriye karşıtı bilinen duruş ve kışkırtmaları bu bakımdan çarpıcıdır. Ek olarak dinci faşist elebaşı ve temsil ettiği dinci sermayenin Alevilere (ve Şiilere) karşı dinmek bilmeyen derin bir tarihsel ve ideolojik kinleri ve saldırganlığı mevcuttur. Bu olgu da saldırganlıklarını keskinleştiriyor. Bunu, örneğin CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun Alevi kimliği kullanılarak yuhalatılmasından da; Alevilerin Matem Ayı’nda mezarlık ve Cem evlerinin, Kürt düşmanlığıyla iç içe, bombalarla, top atışlarıyla yıkılmasından da çarpıcı bir şekilde görebilmekteyiz. IŞİD’in yalnızca Kürtlere karşı değil, Alevilere karşı da politik, askeri, psikolojik bir baskı ve saldırı, imha aracı olarak kullanıldığını biliyoruz. AKP’nin ve elebaşının 13 yıllık hükümet ve iktidarı döneminde siyasal ve toplumsal yaşamı dincileştirme ve Alevi düşmanlığına ise girmiyoruz bile… Şu veya bu biçimde başlayabilecek bir Kürt Türk boğazlaşmasında Alevilerin de kapsamlı bir kırıma hedef olacağı, bu boğazlaşmanın Alevi Sünni boğazlaşmasıyla iç içe geçirileceği gerçeği de asla unutulmamalıdır. Devlet bu baskıyı her zaman olduğu gibi bugün de Alevilere hissettirmeye devam etmektedir.
Egemen sınıflar, devlet, “laik, anti-laik” çelişkisine de daima oynaya gelmişlerdir… 28 Şubat “postmodern darbesi”, ardı sıra gelen AKP’nin 13 yıllık hükümet ve iktidarı… Egemen sınıflar ve devlet içerisinde ortaya çıkan iktidar savaşları, operasyonlar ve karşı operasyonlar… Dinci gerici sermayenin en irilerinin egemen sınıfın bir bloğu konumuna yükselişi...  Toplumsal bölünmenin laik ve irtica ekseninde derin parçalanması ve yükselen düşmanlık, kamplaşmalar, mücadeleler… İslamcı gerici sermayenin iç parçalanmasına ve süren mücadelelerine karşın, kazanılmış mevzilerini gözü dönük bir tarzda koruma saldırısı… Ve Saray cuntasının şirazesinden çıkmış gidişi… “Radikal İslamın” güçlenişi, IŞİD gerçeği… Türkiye’nin bir tür “Pakistanlılaşması” tehlikesi… İktidarını büyük ölçüde yitirmiş ya da ikincil bir oyuncuya dönüşmüş Kemalistlerin haykırışları… Evet, bu karmaşık ve mücadelelerle gelişen süreç, Türkiye ve Ortadoğu’daki dinamiklerin etkileşimi ve iç içe geçmesiyle laik ve anti-laik boğazlaşmalar da bu toprakları bekleyen tehlikelerden birisidir; dahası, bir Türk-Kürt boğazlaşması başlatıldığı koşullarda, böyle bir süreç, Alevi Sünni, laik-şeriat boğazlaşmalarıyla iç içe gelişecek bir süreç olacaktır.
İçerisinde geçtiğimiz somut politik koşullarda ordu tarafından gerçekleştirilecek askeri bir darbe olasılığı da büyümektedir. Evet, “darbe mekaniği” harekete geçmiştir. Sistem ve egemen sınıflar ve yalnızca içerde değil, bölgesel ve uluslararası etkenlerin ve dinamiklerin etkisiyle de gelişen ağır, kapsamlı ve derinleşmekte olan politik krizi askeri faşist bir darbeyle çözmeye yönelebilirler. “Şirazesinden çıkmış” dinci faşist “sivil cunta”nın ve elebaşısının yönelimi de bu bakımdan ordu tarafından değerlendirilecektir. Ama olası bir askeri darbe, başta Kürt ulusal demokratik hareketi olmak üzere, proletarya ve halklara dönük olarak gerçekleşecektir. Ki Suriye’ye olası bir askeri müdahale bu bakımdan süreci ivmeleyecektir…
 Türkiye’de askeri darbe dönemlerinin artık geride kaldığı boş sözlerine inanan liberalleri ve onların yörüngesinde dönen küçük burjuva demokratları bir yana atacak olursak, buna inanmak, aptallığın en büyüğü olacaktır. Devlet iktidarı içerisindeki eski ayrıcalıklı konumunu yitirmiş kesimler, “ulusalcılar”, Kemalistler, “laiklik elden gidiyor, gitti” diyen “orta sınıflar”ın belli kesimleri vb. böyle bir darbeyi istemektedir. MHP’nin “ülke çapında sıkıyönetim ilanı” isteği, “bölücülüğe, terörizme karşı devlet gibi davranma” çağrıları, yani açıkça askeri darbe teşvikçiliği gerçeği de biliniyor… Askeri bir darbenin “Türkiye’nin” hiçbir temel sorununun çözmeyeceği de, dahası, örneğin bir 12 Eylül askeri faşist darbesi kadar kalıcı ve köklü olmasının olası olmayacağının altı da özenle çizilmelidir ayrıca… Böyle bir darbenin Amerikan emperyalizmi ve NATO’nun destek ve onayıyla gerçekleşeceğine ise kuşku yoktur. Mısır örneği birde bu konuda uyarıcı olmalıdır.
Türk burjuva devletinin “sınırlarımızın güvenliği” ve “bölücü teröre ve IŞİD terörüne karşı mücadele” gerekçelerinin arkasına sığınarak Suriye’ye askeri müdahalesi olasılığı da ciddiye alınmalıdır. Cuntanın başbakanı’nın PYD’yi tehdit ederken söylediği “Türkiye henüz elindeki bütün kartları açmadı” açıklaması, yakın dönemde Suudi Arabistan ve Katar’dan gelen “Suriye’ye Türkiye ile birlikte askeri müdahalede bulunabiliriz.” açıklamasını hatırlatmak yersiz olmasa gerek. Rusya-Çin-İran ekseninin Suriye’de açık inisiyatif almasının tek başına böyle bir gelişmeyi önleyeceği düşünülmemelidir.
Suriye, küçük bir Ortadoğu’dur. Lübnan gibi, Irak gibi. Suriye iç savaşı, faşist diktatörlüğün ve dinsel faşist iktidarın politikaları nedeniyle bir biçimde Türkiye’ye taşınıyor. Öteden beri devlet ve AKP iktidarının Suriye’de rejim yıkma müdahalesi, Suriye’de doğrudan taraf olması, Kürt düşmanlığı politikası, Alevi düşmanlığı politikası, Türkiye’nin IŞİD ve radikal İslami çetelerin üs merkezi haline gelmesi ve bu çetelerle organik bağı, göç dalgası, Sünni gerici İslami politikaları vb. nedenlerle Suriye iç savaşı bütün sorun ve çatışmalarıyla, çelişkileriyle “içeriye” taşınmıştır. Bu durum, içerdeki Türk-Kürt, Alevi-Sünni, laik anti-laik çelişkileri de keskinleştirmiştir… İçeride bu çelişki ve çatışmaları kışkırtan devlet ve AKP, Ortadoğu ve İran, Irak ve özellikle de Suriye politikaları nedeniyle de “dışarıdaki” sorun ve çatışmaları “içeri” davet etmiş ve böylece Türkiye Ortadoğu’da patlamaya hazır bir barut fıçısına çevrilmiştir.
Ergin Yıldızoğlu, Cumhuriyet gazetesinde 20 Ekim 2015 tarihinde yayınladığı “Yeni Türkiye 360 Derece” başlıklı yazısında şu bilgileri veriyor:
Atlantik’in iki yakasından iki örnek vereceğim.
Birincisi: Pentagon planlama bölümünden yetişmiş, Reagan döneminde Ulusal Güvenlik Konseyi’nde bulunmuş, G. W. Bush döneminde Ulusal İstihbarat Direktörlüğü ofisinde üst düzeyde görev almış, Ulusal Güvenlik Ekonomisi alanının kurucusu sayılan Norman Bailey’in, Ankara patlamasından sonra, 13 Ekim’de World Tribune’de yayımlanan yazısının başlığı: “Türkiye çökmüş devlet olur mu? Ordu izin vermez. Bu da o kadar kötü olmaz.”
İkincisi: Avrupa’da öngörüleriyle büyük saygınlığı olan GEAP’ın (Küresel Avrupa Beklentiler Bülteni) 16 Ekim sayısındaki Türkiye bölümü: “Dört yıldır Erdoğan’ın politikaları, anlaşılamaz hale geldi, tutarsızlaştı. Türkiye kendini ekonomik, sosyal, siyasi jeopolitik bir uçurumun kenarında buldu... Her an çökebilir... Kimse Türkiye’nin, Libya’nın ya da Irak’ı yolundan gitmesini istemediğine göre, kasım seçimleri ülkenin yolunu bulmasına olanak verecek bir kaolisyonu yine üretemezse, ordu ülkeye düzen getirmekte tereddüt etmeyecektir”. “Yeni Türkiye”, “360 derece”, sil baştan mı olacak?”
Bu dikkat çekici açıklamalar eleştirel bir gözle değerlendirilmelidir…
Faşist diktatörlüğün tüm bu çelişki ve çatışmalara oynamasına, bu çelişkilerin gerici boğazlaşmaya dönüşmesine, olası bir askeri darbeye ve Suriye’ye girilmesine karşı tek yol proletarya ve halkların güçlü, birleşik topyekün savaşıdır. Farklı uluslardan ve ulusal topluluklardan ve inançlardan işçi ve emekçilerin birliği, halkların kardeşleşmesi gerçekleşmeden de söz konusu tehlikeleri boşa çıkarmak olanaklı değildir.
DEVAM EDECEK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder