Translate

28 Eylül 2016 Çarşamba

I. BÖLÜM



6)Gelişen Bürokratik Merkeziyetçiliğin Yeni Tip Küçük Burjuva Bürokratik Tabakanın Doğuşundaki Rolü
Ayrıcalıklı bir tabakanın doğuşu ve yükselişini salt ekonomik bir olgu olarak görüp değerlendiremeyiz. Bürokratik merkeziyetçiliğin gelişmesi, giderek bir ahtapot gibi ülkeyi sarması da bürokrasiyi, bürokratik tabakalaşmayı besleyip büyütmüştür.
Şubat Devrimi’nden başlayarak Ekim Devrimi ile devam eden devrimci süreçte Otokratik Çarlık devleti parçalanıp dağıtılmıştır. Yerine, Sovyetlere dayanan bir devlet aygıtı, sovyetik tipte proletarya diktatörlüğü kurulmuştur.
Proletarya diktatörlüğü, devrilmiş gericiliğin başkaldırılarına ve bir düzine emperyalist devletin müdahale ve işgaline karşı elde silah savaşmak zorunda kalmıştır.
1918-21 dönemi “Savaş Komünizmi” dönemidir. Emperyalist savaştan yıkımla çıkmış; Şubat ve Ekim Devrimleri döneminden geçmiş; iç ve dış gericiliğin ayaklanma ve müdahalesiyle yüz yüze gelmiş bir ülkedir Rusya. Ülke, baştan başa harap olmuş, derin bir travma geçiriyor. Demokratik giderek sosyalist Rusya bu yıkımdan fışkırarak gelmiştir. Bu tablo içinde “Savaş Komünizmi” politikası kaçınılmaz bir biçimde askeri bir disiplin ve aşırı merkezileşmeyi getirmiştir.
Ardından NEP (Yeni Ekonomi Politika) dönemi gelir. Barışçıl ekonomik inşanın öne çıktığı yıllardır bu yıllar. NEP döneminde, eski tip bürokrasi canlanır ve kadroları, çalışma yöntemleri belirgin olarak öne çıkar. Bu dönemde Lenin ve Bolşevikler proleter devleti, “bürokratik deformasyona uğramış bir işçi devleti” olarak tanımlarlar. NEP dönemi, tehlikeli bir biçimde bürokrasinin geliştiği ama aynı zamanda bu tehlikeye karşı parti önderliğinde etkin bir mücadelenin de geliştirildiği bir dönemdir. Buna rağmen, bürokratik çarpıklık aynı zamanda bürokratik merkeziyetçiliği de besleyen bir olgu durumundadır.
Hızlı sanayileşmenin de* temel bir neden olarak, aynı yönde, bürokratik merkeziyetçiliğin güçlenmesi yönünde etki yarattığını saptamamız gerekiyor.
Hemen hatırlamakta yarar var: Rusya’nın iktisadi geriliğini, kafa emeği ile kol emeği, yöneten ve yönetilen arasındaki çelişkileri, derin kültürel geriliği bir çırpıda aşmak mümkün değildi. Bu ayrımlar ve eşitsizlikler geçmişten devralınmıştır. Kuşkusuz ki bu tablo, Rusya’da bürokratik hastalığı üreten bereketli bir toprağın varlığını ifade etmekteydi. Bu toprağı yok etmek için ise Bolşeviklerin elinde sihirli bir asa bulunmamaktaydı.
1929 yılından itibaren tarımda devsel sosyalist dönüşüm atılımı başlatılır. 30’lu yıllar büyük devrimci kitle hareketlerinin eşliğinde işçi sınıfının (sosyalist iktidar aygıtına da dayanarak) tarımda sosyalist dönüşümü başardığı yıllardı. Ama (doğru bir çizgiye dayanmasına karşın somut tarihsel koşulların baskısı altında uygulanan) hızlı kolektifleştirmenin aşırı merkezileşmeyi de besleyip güçlendirdiğini saptamalıyız.
Öte yandan, 2. Emperyalist Genel Paylaşım Savaşı yaklaşmaktadır. Stalin, uzak bir görüşlülükle,  kapitalist ülkelerin 50-100 yılda başardıkları sanayileşmeyi ya 5-10 yılda başarırız ya da yok oluruz açıklama ve vurgusunu yapar. Nitekim bu eksen ve temelde yüksek tempolu muazzam bir kitle seferberliği aşırı merkezileşmenin eşliğinde örgütlenir. Bu o koşullarda kaçınılmaz bir tarihi görevdi; nitekim sonrasını hepimiz az çok biliyoruz…
1939-45 yılları arası dünya savaşının patlak verip geliştiği yıllardır. Dönem, koşullar savaş ekonomisi politikasını, askeri disiplini, askeri merkezileşmeyi kaçınılmaz olarak gündemleştirir, pratikleştirir. Bu durum da bürokratik merkeziyetçiliği geliştirir, güçlendirir. O tarihsel koşullarda bu tablodan (savaş ekonomisi politikası) kaçınılabileceğini ise ancak kaçıklar ya da sosyalizmin düşmanları ileri sürebilir.
1945 sonrası faşist canavar tarafından yıkıma uğratılmış ülkenin yeni bir seferberlikle, baştan aşağı ekonomik yeniden inşası, barışçıl gelişme dönemidir.
Bir kez daha büyük bir kitle seferberliği ve devlet aygıtının aşırı seferberliği, merkeziyetçi müdahalenin son sınırlarına dek gerilmesi süreci yaşanır. Üstelik 19. Parti Kongresi Raporu’nda dikkat çekildiği gibi, savaş döneminde miras kalan idari yöntemler de parti ve devlet yaşantısında hala güçlü bir şekilde yürürlüktedir.
Tüm bu olguların yer aldığı tarihsel süreçte, bu olgular bütünü, dev bir ülkede, devsel boyutlu ve aşırı şişmiş, merkezileşmiş bir devlet aygıtını ve bürokratik merkeziyetçiliği sürekli beslemiş ve yeniden üretmiştir. Bu olgu her halükarda bir ölçekte kaçınılmazdı ama aşılabilirdi ve bir kader de değildi. Ama yeni dönemde, 1945 sonrası dönemde, gerekli devrimci yenilenme başarılamadığı için söz konusu zaaflar bir “kadere” dönüştü ve SSCB, yeni tip bürokratik tabakaya artan oranda teslim oldu.
İdeolojik-kültürel devrimin önemli ölçüde ihmal edildiği, ekonomik bakımdan ayrıcalıklı bir tabakanın şekillendiği, bürokratik dejenerasyonun ve bürokrasinin geliştiği, bürokratik merkeziyetçiliğin giderek toplumsal yaşama yerleştiği bir tarihten, bu deformasyon ve dejenerasyondan, doğal olarak, ayrıcalıklı tabakanın, yönetici tabakanın hem ekonomik hem de siyasal etkinliği, gücü ivmelenerek yükseldi. Bu olgu, nesnelerin doğası gereği, kendi özgün değerlerini, ruh halini, çalışma tarzını, yaşam tarzını, insan tipini, alışkanlıklarını yeniden ve yeniden üreterek, şekillendirerek yerleşiklik kazanmasına yol açtı. Bürokratikleşme süreci ve bu süreci tamamlayan faktörler, yeni tip bürokrasinin sırtını yasladığı, ardına gizlendiği ve palazlanmak için kullandığı bir silah da oldu.
1936 yılında Maksim Gorki’nin cenaze törenine giden ve kısa bir süre SSCB’de kalan ünlü Fransız yazar Andre Gıde, SSCB’den tam bir hayal kırıklığı ile ayrılır. O, konuyla ilgili şunları yazmaktadır:
“Sovyetlerdeki serüvenimde trajik bir şeyler olduğuna sizi inandırmak isterim. Coşkulu, inanmış biri olarak yeni bir dünyayı hayranlıkla karşılamaya gelmiştim. Eskiden beri tiksindiğim tüm ayrıcalıklar gözümü boyamak amacıyla önüme serilmişti.” (SSCB’den Dönüş, s. 111, Anahtar Kitaplar)
Kitabı, devrimci ve Marksist-Leninist bakış açısıyla eleştirel okuyan ve doğru sonuçlar çıkaran her insan şunu görecektir: Yazar, Marksizm-Leninizm’den, Büyük Ekim Devrimi’nden, sosyalist SSCB’den, FKP’den etkilenerek komünizmin saflarına katılmıştır. Ama O, gerçekte, Marksizm-Leninizm’i, Ekim Devrimi’ni, SSCB gerçeğini, SSCB’nin somut tarihsel koşullarını, sosyalizmin inşasının içerisinde gerçekleştiği zorlukları ve sorunları özümseyememiştir. O, kendi küçük burjuva aydın dünyasında kurguladığı, hayal ettiği bir “sosyalizm” anlayışı ve SSCB tablosu yaratmıştır. Küçük burjuva aydının ayakları yere basmayan romantik dünyasının düşleri, yaşamın gerçekleriyle yüz yüze kalınca, “tam bir düş kırıklığı”nın batağına saplanır ve çöker. Küçük burjuva aydına has kapitalizm ve burjuva demokrasisi hayranı ruh hali ona yön vermeye başlar. Böylece O, bazı haklı ve uyarıcı eleştirilerine karşın, esasen burjuvazinin ve yedeğindeki SSCB düşmanı akımların sahte, gerçek dışı sözde eleştirilerini tekrarlamaya ve geliştirmeye başlar…
Bunlar bir yana, Gide’nin şu değerlendirmesi dikkat çekicidir:
“Ücretlerdeki eşitsizliği kınamıyorum; zorunlu olduğuna inanıyorum. Ama toplumsal sınıf farklılıklarını önlemenin yolları vardır. Bu farklılıkların azalacağına çoğalmasından korkarım. Pek yakında karnı tok, bir çeşit işçi burjuvazisinin palazlanmasından kaygı duyuyorum. Hele bizdeki küçük burjuvaziye benzeyen tutucu bir sınıfın belirmesi büyük tehlike!” (age., s. 41)
Küçük burjuva aydına has burjuva ön yargılarını bir yana koyarak devam edecek olursak, Gıde’nin yukarıdaki saptama ve eleştirisini yine de önemsemeliyiz. En nihayetinde kafasındaki tüm burjuva ve küçük burjuva kirlenmelere karşın, gözlemlediği ve tanık olduğu bazı olgular da vardı. SSCB’de doğup gelişen yeni tip küçük burjuva tabaka olgusundan bunu görebiliyoruz.
Evet, yeni tip ayrıcalıklı küçük burjuva tabakanın gelişimi asıl olarak 30’lu yılların gelişen bir olgusudur.
Biz devam edelim.
Panaıt Istratı, “Sovyetler 1929- Gezi Notları”nda (Pencere Yayınları) “SSCB’ye üç haftalığına gelen bir ziyaretçi Sovyet dünyasını üçyüz sayfalık kitapta belgelere dayanarak anlatmaya kalksa, bakış açısına göre onu yerlere de çalabilir, göklere de çıkarabilir.” (age., s. 7) diyor. Kuşkusuz ki bu saptama doğru ve 1929 yılı için olduğu kadar 1936 yılı için de geçerlidir. Kuşkusuz ki, bu P. Istratı için de geçerlidir ve o bu “Gezi Notları”nda gerçekte tipik Troçkist bir propagandist olduğunu da kanıtlamaktadır. Böyle olunca da Istratı’nın “İkinci gerçek: Mademki sınıf mücadelesi, yani ortadan kaldırılamayan uzlaşmaz karşıtların mücadelesi var; kendini SSCB işçilerine bağlı hisseden gözlemcinin görevi onların hayranlık uyandıran zaferlerini kutlamaktan ziyade onlara şöyle seslenmektir: Dikkat, arkadaşlar! Şu hususta tehdit altındasınız, uyanıklığınızı arttırın! Henüz uykuda gibi gözüken bir diğer hususta direnmeye hazırlanınız! Gerçekçi bir gözlemcinin görevi, gördüğü tehlikeden kardeşlerini haberdar etmektir.”  “Proleterler her şeyden önce gerçekçidirler. Ve sonra, her şeyin bir saati vardır: Şimdi tehlike ve güçlüklerden bahsetmenin zamanıdır.” (age., s. 8, iya.) sözleri de, “gözlemler”ini de Troçkist tahrifatın, demagojinin, manipülasyonun aracı haline getirmekte; böylece Sovyet proletaryası ve halklarının gerçek bir dostu olmadığını da kanıtlamaktadır. Kuşkusuz böyle de olsa, Istratı’n da “gözlemler”inde SSCB’yi tehdit eden ve gelecekte yıkıcı bir cendereye dönüşen bürokratik ayrıcalıkları besleyen vb. olgular dikkat çekmektedir, tıpkı  Andree Gıde’nin “gözlemleri”nde olduğu gibi.
Geçmeden belirtmek yararlı olacaktır: Istratı’nın kitabında yer alan açıklama ve değerlendirmeler de, “muhalefet”in, Stalin önderliğinde partiye karşı yenildikten sonra yeraltı çalışmasına geçtiğini ve yasadışı yıkıcı çalışmalarına bu yolla devam ettiğini de açıkça göstermektedir.

*SBKP (B) içerisinde “Sol muhalefet”in ve Troçki’nin proletarya diktatörlüğünün yıkımını getirecek saçma solcu hızlı sanayileşme çizgisi ile karıştırılmasın.
DEVAM EDECEK

25 Eylül 2016 Pazar

I. BÖLÜM (Devam ediyor)

5)Yeni Tipte Ayrıcalıklı Küçük Burjuva Tabakanın Doğuşunda Yeni Ücret Politikasının Rolü
SSCB’de 1920’li yıllar sosyalist sanayileşme politikasının zafer kazandığı yıllar oldu. 1930’lu yıllar kırda kulak sınıfının tasfiye edildiği, Rusya kırına egemen olan küçük meta ekonomisinin ezici bir şekilde son bulduğu, tarımın sosyalist temelde büyük bir başarıyla örgütlendiği yıllar oldu. Yeni bir proletarya şekillenmişti. Yeni bir köylülük doğmuştu. Yeni, eskinin bağrında sınıf mücadelesi ekseninde dal budak salıyordu. Sosyalizm, geri bir köylü ülkesinde, emperyalist kuşatma altında inşa ediliyordu.
Rusya’da devrimin zaferi ve sosyalist inşa yoluna giriş, tarihin olağan gelişme yolunda bir sapma, istisnai bir olgu değildi. Aksine, çağımızın karakterinden kaynaklanan olağan tarihsel gelişmenin, tipik olanın yansımasıydı. Rusya somutunda ortaya çıkan olağanüstü zorluklar, Rusya’nın devrimci olağan gelişme yolunda ortaya çıkan olgulardı.
Geri bir ülkede, tarihte ilk defa ve tek başına sosyalizm yolunda yürümenin ve karşılaşılan olağanüstü zorlukların, inşa sürecinde belirlenen ve uygulanan politikalar üzerinde doğrudan etkisi olmaması düşünülemezdi ve düşünülemez de.
Gerçek durumdan kopmadan hızlı bir tarzda sanayileşmek, hızlı bir tempoda tarımda ikinci bir Ekim Devrimi’ni örgütlemek gerekiyordu.* Üstelik 30’lu yıllarda yeni bir emperyalist genel savaş tehlikesi ve faşizm hızla yükseliyordu. SSCB proletaryası, emperyalist ve faşist canavarların savaştan yararlanarak sosyalizmi yıkma strateji ve taktiklerinin de somut olarak bilincindeydi. Bu tablo içerisinde yeni, Stalin ve Parti önderliğinde, hızla yaşamın dört bir yanında başarıyla inşa ediliyordu. Ama tarihten devralınan eskinin etkileri özellikle de ideolojik- kültürel alanda, zihinlerde, alışkanlıklarda hala canlıydı. SSCB devasa bir sanayi ülkesi haline geliyordu, ama mujikliğin etkisi hala canlıydı ve eskinin kalıntıları bin bir biçimde direniyordu.
Yeninin inşası sürecinde ortaya çıkan maddi teşvik, parça başına ücret, yüksek ücret ve prim ödemeleri uygulamalarında da bunu görmek tümüyle mümkündür.
Bu yöntemler, Rusya gibi üretici güçlerin ve kültürün geri olduğu, I. Emperyalist Savaşın yıkımından, iç savaşlar sürecinden geçmiş, ekonomisi mahvolmuş, bin bir zorluk ve yokluk altında sosyalizmi kurmaya çalışan bir ülkede kaçınılmazdı. Dahası, 30’lu yılların gerçekleri içerisinde de bu vb. yöntemler bir ölçüde kaçınılmazdı.
Önce Lenin’i hep birlikte dinleyelim:
“Sorunun özünü ele aldığımızda ise-tarihte hiçbir yeni üretim tarzının, uzun bir başarısızlıklar, hatalar, geri tepmeler dizisi olmadan bir çırpıda kök saldığı görülmüş müdür…
“Fakat biz ütopist değiliz ve burjuva ‘argümanlar’ın gerçek değerini biliyoruz, geleneklerde eskinin izlerinin devrimden sonra belli bir süre yeninin embriyoları karşısında ağır basacağını da biliyoruz. Yeni henüz ortaya çıkmışsa, belli bir süre eski hep daha güçlü kalır, bu hep böyledir, gerek doğada gerekse de toplumsal yaşamda. Yeninin embriyolarının zayıf olmasıyla alay etmek, ucuz entelektüel kuşkuculuğu vb. şeyler, bütün bunlar aslında burjuvazinin proletaryaya karşı sınıf mücadelesinin yöntemleridir, sosyalizme karşı kapitalizmi savunmasıdır. Yenin embriyonlarını özenle incelemeli, onlara en büyük itinayı göstermeli, gelişimini tüm olanaklarla teşvik etmeli ve bu zayıf embriyonları ‘beslemeliyiz’.”(Seçme Eserler, Cilt 9, s. 474-475, iba.)
Lenin bu açıklamaları “komünist cumartesiler” deneyimini incelerken yapar.
Eski ve yeni ilişkisinde diyalektik böyle işliyor. Demek ki bazı durumlarda “Sosyalist dönüşümleri gerçekleştirme yöntemlerinin seçiminde tavizler verilmesi bilinmeliydi” (Stalin, Eserler Cilt 15, s. 267, ika.-İtalikler kitaba ait-); bunun tek koşulu, eskiye ait bazı yöntem ve biçimlerin kullanılmasının zorunlu olduğu durumlarda en temel şey, proletaryanın önderlik rolünün sıkı sıkıya korunmasıdır.
1921-28 arası dönemde uygulanan NEP (“Yeni Ekonomik Politika”), proletarya diktatörlüğü altında devlet kapitalizmi uygulamasıydı. Yanı sıra, eski burjuva aydın tabakanın yüksek ücret ve ayrıcalıklarla satın alınarak kullanılması gereksinimi de zorunlu bir uygulamaydı. Parça başına ücret, yüksek ücretler, maddi teşvikler gibi yöntemler de kapitalizmden alınan yöntemlerdi. Tüm bunların temelinde yatan şey ise, üretici güçlerin geriliğiydi, bu temele bağlı olarak da kültürel gerilikti. Tüm bunların temelinde geri bir ülkede, emperyalist kuşatma altında, tek başına ve tarihte ilk kez sosyalizmi kurmanın doğal ve kaçınılmaz zorlukları, çözülmesi gereken zorlukları duruyordu. Eğer Rusya gibi geri bir ülkede sosyalizm inşa edilecekse, ilk dönemlerde, kalıcı olmayacak (geçici) tedbirler bağlamında, bu uygulamalar kaçınılmaz ve anlaşılır uygulamalardır. Bu vb. meseleler ucuz ajitasyonla, sol gevezeliklerle, masa başı üretilmiş hayali senaryolar ve sözde fikirlerle çözülemez(di). Lenin ve Stalin etrafında kenetlenmiş olan Bolşevikler bunu bilecek kadar da donanımlıydılar.
Proletarya, sosyalizmi ancak nesnel koşulları dikkate alarak kurabilirdi. İstekler, temenniler ve hedefler, nesnel koşullar, iç ve uluslararası politik durum görmezden gelinerek pratikleştirilemezdi. Yeni, beyaz bir sayfa açılmıştı. Ama eskinin doğum izleri, lekeleri, eşitsizlik ve gerilikleri hemen ve doğrudan yok edilemezdi. En nihayetinde proletarya, eskiden devraldığı malzemeden yola koyularak yeniyi kuracaktı(r). Sınıf mücadelesinde, lekesiz, idealize edilmiş, ütopik gelişme yolu tarihsel gerçeklere, maddi-toplumsal gerçeklere, hareketin diyalektiğine aykırıdır. Aksini ancak dar kafalı aydınlar, aklını hijyenle bozmuş ya da bilimsel sosyalizmi içselleştirememiş bireyler, akımlar savunabilir. Açık ki, kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde, geçmişten devralınmış eskinin kir ve pasını, eşitsizlik ve geriliklerini bir dokunuşta yok edecek sihirli bir asa ise ne icat edilmiştir ne de icat edilecektir. Yeniden hatırlatalım:
“Sorunun özünü ele aldığımızda ise- tarihte hiç yeni bir üretim tarzının, uzun bir başarısızlıklar, hatalar, geri tepmeler dizisi olmadan bir çırpıda kök saldığı görülmüş müdür?” (Lenin)
SSCB’de inşa ve restorasyon sürecine ve sorunlarına Lenin’in bu perspektifinden bakmak lazım. Keza ücretler politikası için de bu perspektif geçerlidir.
1928 yılına gelindiğinde NEP politikası işlevini tükettiği için son buldu.
1930’larda proleter ve emekçilerden gelme yeni bir aydın kuşağı, teknik ve kültürel seviyesi yüksek bir aydın tabakası yetiştirilmiştir. Bu süreç aynı zamanda eski burjuva aydın ve uzmanlar tabakasına duyulan gereksinimin ortadan kalktığı bir süreç oldu. Böylece bu kesime zorunlu olarak ödenen bedeli oluşturan yüksek ücret ve ayrıcalıklara da son verildi. Sosyalizmin ürünü olan yeni aydın kuşağın yetiştirilmesi, sosyalist inşa sürecinin dev kazanımlarından birisiydi.** Bu başarı, sosyalizmin gücünün, dinamizminin, yeni bir hayatı kurmadaki yeteneğinin en çarpıcı ve tarihte de ilk örneğidir.
Bu hatırlatmalardan sonra SSCB’de ücret politikasına eğilirken öncelikle birkaç olguyu incelememiz gerekmektedir.
Birinci nokta: Ekim Devrimi’nin hemen ardından eşitlikçi bir ücret politikasına geçilemezdi. Koşullar buna uygun değildi; “Burada, kendi temelleri üzerinde gelişmiş değil, tersine kapitalist toplumdan çıkmış komünist bir toplum söz konusudur; dolayısıyla, ekonomik, ahlaki, entelektüel olarak, her bakımdan, hala bağrından çıktığı eski toplumun damgasını taşır.” (Marks-Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, s. 28, italikler Marks’a ait, Sol Yay.) Bu gerçeği unutmamak gerekir.
Olgunlaşmamış komünizm olan sosyalizm aşamasında bölüşüm alanında geçerli ilke “herkesten yeteneğine herkese emeğine göre” ilkesidir. Ve burada söz konusu olan “eşit hak, hala - ilke olarak - burjuva bir haktır”, “bu eşit hak, hala burjuva sınırlar içerisinde kalmaktadır. Üreticilerin hakkı, sağladıkları emekle orantılıdır; gerçekte, ölçümün aynı ölçütte, emek ile yapılmasından ileri gelmektedir.” (age, s. 29, iMa.)
Sosyalizmde (komünist toplumun 1. aşamasında) sömürü ortadan kaldırılmıştır. Temel üretim araçları toplumsal mülkiyet (tüm halkın mülkiyeti) haline getirilmiştir. İşgücü meta olmaktan çıkmıştır. Parasız sosyal hizmetlerden herkes eşit bir şekilde yararlanmaktadır. Eşitlik bu bağlamda ve bu ölçüde tüm halk nezdinde gerçek bir eşitliktir. Ama kafa emeği ile kol emeği, kalifiye emek ile kalifiye olmayan emek, fiziksel ve zihinsel olarak üstün olanla olmayan arasındaki vb. farklılıklar ve eşitsizlikler henüz devam etmektedir.
Evet, herkes yetenek ve emeği oranında ücret almaktadır, eşit işe eşit ücret politikası uygulanmaktadır, herkesin çalışma hakkı güvence altına alınmıştır. Ama bu henüz hukuki eşitliktir ve gerçekte henüz fiili eşitsizlikler sürmektedir. Dolayısıyla, komünizmin ilk aşamasında hemen ve doğrudan ücretlerin eşitliği uygulanamaz. Bu kusur, kapitalizmden alınmış olumsuz bir mirastır. “Gerçekte yaşam bize her adımda, doğada olduğu kadar toplumda da, yeninin içinde eskinin de kalıntılarını gösterir. Ve Marx keyfi biçimde komünizmin içine bir parça ‘burjuva’ hukuku sokmadı aksine kapitalizmin bağrından çıkan bir toplumda ekonomik ve politik olarak kaçınılmaz olanı aldı.” (Lenin, Devlet ve Devrim, s. 118, italikler Lenin’e ait.)
Üretici güçlerin ve kültürün gelişmesi komünizmin üst aşamasına geçmeye elverince, “herkesten yeteneğine, herkese emeğine göre” ilkesi aşılmış, böylece, “herkesten yeteneğine, herkese gereksinimine göre” ilkesi yaşam bulmuş olacaktır. Bu bağlamda, her türden fiili toplumsal-ekonomik eşitsizlikler ortadan kalkacağı için, paylaşım ve tüketim alanında da eskinin yeni dönemdeki kalıntısı olan dar burjuva eşitlik hukuku da asar-ı atika müzesine atılmış olacaktır.
Marks şöyle der:
“Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasında, bireylerin iş bölümüne köleleştirici bağımlılıkları ve bu arada zihinsel emekle bedensel emek arasındaki karşıtlık sona erdiği zaman; emek artık yalnızca bir geçim aracı değil, ama kendisi yaşamsal gereksinim olduğu zaman; bireylerin çok yönlü gelişmeleri, üretken güçlerini de arttırdığı ve kooperatif zenginliğin bütün kaynakları gürül gürül fışkırdığı zaman- ancak o zaman burjuva hukukunun dar ufukları tümüyle aşılabilir ve toplum, bayraklarının üstüne şunu yazabilir: ‘Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimine göre!’”(Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, s. 30, Sol Yay.)
SSCB, sosyalist bir ülkedir. Komünizmin ilk aşaması olan sosyalizm evresindedir. Sosyalizmin de ilk deneyimdir. Üstelik en ideali olduğunu ya da daima en idealini oluşturacağını da kimse ileri süremez. SSCB’de herkesten yeteneğine, herkese emeğine göre ilkesi yürürlüktedir. Bu ilke, 1936 anayasasında da yer almaktadır. Ama biliyoruz ki, söz konusu ilke, burjuvasız burjuva hukukunu ifade etmektedir. Hukuki eşitsizlik fiili eşitsizliği de içermektedir. Dolayısıyla kapitalizmden komünizme geçiş süreci, genel olarak toplumsal nitelikteki fiili eşitsizliklerin, o arada, ücret politikası alanındaki her türlü eşitsizliğin de giderek azaldığı, giderek silinmeye yüz tuttuğu ve son tahlilde silindiği süreci ifade etmektedir.
SSCB’de yanlış olan şey ücret makasının sürekli açılması, gelir dağılımındaki farklılaşmanın büyümesi, aristokratik, teknokratik, bürokratik, entelektüel ayrıcalıklı bir tabakanın doğması ve bu ayrıcalıklı tabakanın giderek yeni tip burjuva karşı devrimi örgütlemesidir.
20’li ve 30’lu yıllarda anlaşılır olabilen bu uygulamalar, geçicilik perspektifiyle ele alınmalıydı. Sosyalist insan, işçi ve emekçiler böylesine bir perspektiften ideolojik ve kültürel olarak hazırlanmalı ve özellikle 45’ler sonrası ücret ve gelir dağılımı alanındaki farklılıkları azaltan bir politikayla yürünmeliydi.
Bu olgu da ideolojik ve kültürel devrimin dolaysız konusu olmalıydı. Ama ne yazık ki, geçici gözüken şey SSCB’de giderek kalıcılaşmış, genelleştirilmiş, teori, ilke, strateji katına çıkartılmıştır. 1954 yılında çıkarılan “Politik Ekonomi Ders Kitabı, C. II” de bunun kanıtıdır.
İkinci nokta: Sömürücü toplumlarda çalışma, toplumun onda dokuzunu oluşturan emekçilerin sömürülmesinin, kültürsüzleşmesinin, aşağılanmasının, sefalet koşulları içerisinde yabancılaşmasının aracı olmuştur. Emek ve emekçilik, fiziki çalışma hep aşağılanmıştır. Bundan dolayı çalışma –sömürüye dayalı toplum biçimlerinin doğuşundan beri- emekçiler için kölelik, toprak köleliği ve ücretli kölelik demek olagelmiştir. Emekçilerin saflarında bir yandan da çalışmaya karşı bir nefret duygusu gelişmiştir.
Oysa sosyalizm, sömürüyü, özel mülkiyeti ortadan kaldırarak, “yüzlerce yıldır başkaları için çalışmanın, sömürücüler için zoraki çalışmanın ardından kendisi için çalışma olanağı”nı yaratıyor, “hem de modern tekniğin ve kültürün tüm kazanımlarına dayanan bir çalışma” (Lenin) olarak. Sosyalizmde çalışma, bilimsel, teknik ve kültürel yetenekleri geliştirmenin, yeni bir toplum ve insan tipi yaratmanın, toplumsal ve bireysel ilerlemenin, güven dolu ve zevkli bir yaşam tarzının, özgürleşmenin aracıdır.
Tarihte ilk kez SSCB’de emek ve çalışma onurlu bir yaşam tarzı ve bir kahramanlık derekesine yükseltilmiş ve toplumsal bakımdan saygınlığını kazanmıştır. Sosyalizm işi, emeği bir kahramanlık, ortak onurlu toplumsal bir değer haline yükseltmiştir. Böylece çalışma, giderek adım adım, bilinçli, gönüllü, zevkli hale gelmeye başlamıştır. Emek üretkenliğini kapitalizmle kıyaslanmayacak kadar yükselterek (kapitalizmin birkaç asırda yaratabildiği emek üretkenliğinin SSCB’de birkaç on yılda yaratıldığını hatırlayalım), yeni tipten bir iş disiplini yaratmayı da başarmıştır. Bu kazanım dev bir tarihsel ve toplumsal kazanımdı(r). Devrimci proletaryanın unutulmaz ve yol gösterici kazanımlarından birisidir.
Çalışmaya karşı emekçi kitlelerde tarihsel ve toplumsal olarak oluşmuş olan önyargı ve zaafları, kuşkusuz ki, bir çırpıda aşmak mümkün değildi. Bu sorunun çözümü tüm bir tarihsel ve toplumsal geçiş sürecinin sorunudur. SSCB deneyimi de bunu kanıtlıyor.
Her üretim tarzı, kendi karakterine uygun bir emek üretkenliği ve iş disiplini yaratmıştır. Sosyalizm-Komünizm de bu tarihsel gelişme yasasına bağlı şekillenecektir. Lenin, komünist çalışmayı şöyle açıklar:
“Sözcüğün dar, tam anlamında komünist çalışma, toplum için, belirli bir görevi yerine getirmek için, belirli ürünler üzerinde hak kazanmak amacıyla yerine getirilmeyen ücretsiz çalışmadır, önceden saptanmış, yasal normlara göre değil, normsuz, ücret beklemeksizin, ücret üzerine bir anlaşma olmaksızın gönüllü çalışmadır, kamu yararı için çalışma alışkanlığıyla ve kamu yararı için çalışma gerekliliğiyle ilgili (alışkanlık haline gelmiş) anlayışla yerine getirilen çalışmadır, sağlıklı bir organizmanın gereksinimi olarak çalışmadır.” (Seçme Eserler Cilt 9, s. 485)
Sınıf mücadelesinin, sosyalizmin, toplumsal gelişmenin çıkarları için karşılık beklenmeden, bilinçli ve gönüllü yapılan çalışmadır komünist çalışma ve iş disiplini. Bu bakımdan Lenin, 10 Mayıs 1919 da Moskova-Kazan Hattı Demiryolu İşçileri tarafından düzenlenen ilk komünist Sbotniki son derece önemser. O, şöyle yazar:
“… İşçilerin kendi inisiyatifleriyle düzenledikleri komünist sbotnikler bu bakımdan neredeyse dev bir öneme sahiptir. Anlaşılan bu sadece bir başlangıçtır, ama bu başlangıcın önemi olağanüstü büyüktür. Bu burjuvaziyi devirmekten daha zor, daha önemli, daha radikal, daha tayin edici bir devrimin başlangıcıdır, çünkü bu, kendi ataleti ve dizginsizliği üzerinde, küçük burjuva egoizmi üzerinde, lanet olası kapitalizmin işçilerle köylülere miras bıraktığı bu alışkanlıklar üzerinde bir zaferdir. Bu zafer sağlamlaştığında, yeni toplumsal disiplin, sosyalist disiplin o zaman ve ancak o zaman yaratılmış olacaktır, o zaman ve ancak o zaman kapitalizme geri dönüş olanaksız olacaktır, komünizm gerçekten yenilmez olacaktır.” (age., s. 459-460, italikler bana ait.)
“Daha önce bir çok kez … dikkat çektiğim gibi, proletarya diktatörlüğü sömürücülere karşı sadece şiddet değildir, hatta esas olarak bile şiddet değildir. Bu devrimci şiddetin ekonomik temeli, hayatiyetinin ve başarısının garantisi, proletaryanın, kapitalizmle karşılaştırıldığında, emeğin toplumsal örgütlenişinin daha üst tipini temsil etmesi ve gerçekleştirmesidir. Önemli olan budur. Komünizmin kaçınılmaz tam zaferinin güç kaynağı ve güvencesi budur.” (age., s. 468)
“ ‘Komünist sbotnikler’ tam da, emek üretkenliğini geliştirmede, yeni bir çalışma disiplinine geçişte, sosyalist ekonomik koşulların ve yaşam koşullarını yaratmada işçilerin bilinçli ve gönüllü inisiyatifini bize gösterdikleri için büyük tarihsel öneme sahiptir.” (age., s. 473)
“ ‘Komünist sbotnikler’ , kesinlikle özellikle iyi koşullarda bulunmayan işçiler tarafından, aralarında uzman olmayan vasıfsız işçilerin de bulunduğu, alışılmış, yani en zor koşullarda yaşayan çeşitli mesleklerden işçiler tarafından başlatıldığı için çok önemlidir.” (age., s. 475, iLa.)
“ Ve şimdi bu açlık çeken işçiler burjuvazinin Menşeviklerin ve Sosyal Devrimcilerin karşı devrimci ajitasyonu atmosferi altında ‘komünist sbotnikler’i örgütlüyor, hiç ödemesiz fazla mesai yapıyor ve yorgun, yıpranmış ve yetersiz beslenmeden dolayı bitkin olmalarına rağmen emek üretkenliğinde müthiş bir artış sağlıyorlar. Bu en büyük kahramanlık değil midir? Bu dünya çapında öneme sahip bir değişikliğin başlangıcı değil midir?” (age., s. 476, iLa.)
Konunun öneminden dolayı yukarıdaki alıntıları aktardık.
Yeni bir dünya kurmada proletaryanın sınıf mücadelesinin somut bir biçimi olan, komünizme doğru yürüyüş ve geçişte belirleyici olan şey tam da “komünist cumartesiler” ruhudur. 1919’da patlak veren bu ruh ve eylem, Lenin tarafından derinden kavranmıştır. Bu bilinç ve psikoloji giderek SSCB tarafından geliştirilmeye çalışılmış ve bu doğrultuda yüz binleri, milyonları etkileyen bir hareket yaratılmıştır. Kapitalist toplumla kıyaslanması bile abes olacak yeni tarz ve tipte emek üretkenliği ve iş disiplinini SSCB proletaryasının pratiği yaratmış ve enternasyonal proletaryanın hazinesine katmıştır.
Kentlerin ve kırların sosyalist inşası, yüksek teknik ve kültür, on milyonların parti önderliğindeki kitlesel seferberliğinin ürünü olmuştur. Atasözünde denildiği gibi: “Yiğidi öldür ama hakkını yeme.”
SSCB’de sosyalist inşa süreci içerisinde ekonomik bakımdan ayrıcalıklı bir tabakanın doğuşu ve yükselişi ise bu tablonun öteki yüzünü oluşturuyordu.
Sosyalist inşa sürecinin temel gereksinimi “komünist cumartesiler” ruhudur; ancak SSCB’de bu bilinç ve ruhun giderek durağanlaşıp sönmeye yüz tuttuğunu, bu olgunun da ayrıcalıklı yeni tip küçük burjuva bürokratik katmanın yükselişiyle ve bürokratik çürümeyle bağlı olduğunu vurgulamak isteriz.
Üçüncü nokta: Stalin, “1929 Kapitalizmin Büyük Bunalımı ve Sovyet Ekonomisi” isimli yapıtında , “işçi ücretleri” sorununu ele alır. 23 Haziran 1931 yılında “Yeni Bir Durum, Yeni Ekonomik Kuruluş Çabaları Sanayi Yöneticileri Konferansında Verilen Söylev”inde sosyalist sanayinin yeni sorunlarını inceler ve çözümler önerir. Stalin bu konuşmasında haklı olarak küçük burjuva eşitlikçi anlayış ve uygulamaları eleştirir. İşletmelerdeki “işgücü dalgalanması”nın ekonomik gelişmeyi ve ekonomik planlamayı olumsuz yönde etkilediğini vurgular. Bu durumun işletmelerde değişmez kadrolar oluşturmayı engellediğini, oysa “bu yönetici işçi toplulukları üretimin ana zincirini oluştur”duğunu dolayısıyla bu istikrarsızlığa bir son vermek gerektiğine dikkat çeker. İşsizlik yok edildiği için işgücü gereksinimini karşılamak amacıyla “kolhozlarla sözleşme yapma” uygulamasına geçmek gerektiğini saptar. Ücret eşitliği politikasının nitelikli iş ile niteliksiz iş, zor işle kolay iş arasındaki farklılığı önemsemediği, böylece nitelikli kalifiye işgücünün ilerlemek için istek duymadığını, niteliksiz işgücünün de ilerlemek için istek göstermediğinin altını çizer.
Stalin’inin söylediklerini hep birlikte okuyalım:
“ ‘Eşitlik’ bizi öyle bir duruma getirmiştir ki, nitelikli olmayan bir işçinin nitelikli bir işçi düzeyine yükselmesinde hiçbir çıkarı yoktur.
“İşçi, o zaman ilerleme isteğini duymamaktadır. İşçi bundan dolayı çalışırken kendini göçebe gibi hisseder, geçici bir zaman ‘harçlığını çıkarmak’ için çalışır; sonra da ‘şansını denemek’ için başka bir yere çekip gider.
“Eşitlik, nitelikli bir işçiyi, nitelikli işi en uygun biçimde değerlendiren işletmeyi bulabilmesi için bir işletmeden ötekine geçmeye zorlar.
“Bunun sonucu olarak, işçilerin bir işletmeden ötekine atlamaları gibi bir durum sürekli bir işgücü dalgalanması ortaya çıkarır.
“Bu hastalığın kökünü kazımak için, nitelikli iş ile nitelikli olmayan ve zor işle kolay iş arasındaki farkı göz önüne alan bir tarife sistemi gerekir.”
“Sonuçta tarife sistemini, işin niteliğini hesaba katmadan eşitlik ilkesi üzerine kuranlar Marksizm Leninizmden sapmış oluyorlar.
“İşletmelerimizde değişmez kadrolar oluşturmak istiyorsak, önce her işletmede her atölyede bulunan yönetici işçileri üretime bağlamamız gerekir.
“Bu yönetici işçi toplulukları, üretimin ana zincirini oluşturmaktadırlar. Bunları işletmeye, atölyeye bağlamak, işçi personelinin dondurulmasını sağlayacak ve iş gücü dalgalanmalarına son verecektir.
“Fakat bunları işletmeye nasıl bağlamalı? Onların işlerinde ilerlemeleri, ücretlerin yükseltilmesi, ücretlerinin yeteneklerine göre düzenlenmesiyle…
“İlerleme ve ücretlerinin arttırılmasından ne anlatılmak istenmektedir?
“Bunun anlamı nitelikli olmayan işçilere yeni ufuklar açmak, onları harekete geçirmek ve nitelikli işçiler düzeyine çıkmalarını sağlamak için itmektir.
“Bugün yüz binlerce, milyonlarca nitelikli işçiye gerek duyduğumuzu hepiniz biliyorsunuz.
“Nitelikli işçiler yaratmak için, nitelikli olmayan işçilere ilerleme ufukları açmak ve onları harekete geçirmek gerekir. Bu yola cesaretle girmeliyiz. Çünkü, işgücü dalgalanmalarını ortadan kaldırmanın tek yolu budur.”(1929 Kapitalizmin Büyük Bunalımı ve Sovyet Ekonomisi, s.127-128, Birinci Baskı: Nisan 1976, Çağrı Yayınevi)
Görüldüğü gibi, 1931 yılına kadar işçi ücretleri arasında büyük farklılıklar “hemen hemen yok gibidir”.
Dikkat çeken bir diğer olgu “eşitlik” fikrine karşı açık bir mücadelenin geliştirilmesine karar verilmiş olmasına karşın ciddi bir karşı direnişin varlığıdır:
“Fakat ‘eşitlik’ yanlısı ekonomist ve sendika yöneticilerimiz aynı görüşü paylaşmamaktadırlar ve bu farkın Sovyet yönetimimizde ortadan kalktığını sanmaktadırlar.” (age., s.128)
“Politik Ekonomi Ders Kitabı, Cilt II”de, “devletin ücret politikası, ücret ödenmesinde her yönlü bir ayrım gözetilmesinden yola çıkmaktadır. Ücretlendirmedeki kalifiye ve kalifiye olmayan emek arasındaki; ağır işle kolay iş arasındaki farkları inkar eden eşitlikçilik sosyalist iktisadi sisteme derinden düşmandır.” (s. 181, iba.) denmektedir.
SSCB proletaryası, sorunun tartışıldığı koşullarda, köylülükle beslenmiş mujik damgalı bir işçi sınıfıdır.
Ayrıca karşılıksız komünist çalışma bilinç ve eylemi, SSCB’de, bir yandan harikalar yaratırken, öte yandan da somut duruma yanıt veren yeni ücret politikasına karşı çıkan çok ciddi bir direnişin/eğilimin olduğunu görüyoruz. Ama bir de üretimde sürekliliği güvence altına almak, keza niteliksiz iş gücünü nitelikli işgücü düzeyine çıkarmak gibi gerçek bir sorun vardır Partinin önünde. Ki, artan oranda hazırlanan koşullarla her emekçinin nitelikli-kalifiye işçi olma olanağı da SSCB’de kesiksiz örgütlenmektedir. Bu tablo içerisinde Stalin, söz konusu konuşmasında, temelde haklı denebilecek somut sorunlardan yola çıkıyor ve gerçekçi çözümler öneriyor.
Fakat “eşitliğe” karşı açılan bu savaşta, çubuk önce fazla bükülmüş, sonra da giderek ücretler ve gelirler arası farklılıkların azaltılmasına karşı, bir karşı mücadelenin aracı olacak tarzda, bir teori ve yasa katına çıkartılmıştır. Yanlış olan da budur. Bu bağlamda, yeni ücret politikasına karşı o dönem sergilenen direnişin salt yeni durumun dayattığı somut gereksinimleri kavrayamamakla ilgili olduğunu sanmıyoruz; anlaşılıyor ki, bu direnişi sergileyen çevrelerin bir de haklı oldukları kaygıları ve korkuları bulunmaktadır.
1930’larda oluşmaya başlayan yeni tipten aristokratik ve bürokratik ayrıcalıklı tabaka, eşitlik fikrine karşı mücadele zırhına bürünerek, eşitsizlikleri kalıcılaştırmanın ve büyütmenin, kazanılmış ayrıcalıklarını korumanın, cepheyi genişletmenin, mevzilerini pekiştirmenin, bu mücadeleyi yolundan saptırarak palazlanmanın aracı haline getirmiştir. Böylece “burjuvasız burjuva hukuku” hakkına dayanarak ve ücret eşitliği fikrine karşı mücadele zırhıyla, fiili burjuva ilişkiler/değerler yaratmada da hızlı bir yürüyüş hattı-cephesi yaratmıştır.
1930’ların 1. yarısında “teknik imkan kıtlığına” son vermek, sosyalist ekonomiyi daha üstün bir teknik temelde kurmak acil bir gereksinim haline gelir. Tekniği küçümseyen eğilimlere karşı mücadele edilerek bu alanda sıçramalar yaratılır. “Stahanov hareketi” sosyalist emek üretkenliğini üstün bir teknik temelde örgütleyen, alışılagelen tüm yöntemleri parçalayan bir hareket olarak doğar. Konuyla ilgili Stalin, 1935 yılında yaptığı bir konuşmada şöyle der:
“ ‘Stahanov hareketi’, diyordu Stalin yoldaş konuşmasında, ‘sosyalist yarışmada yeni bir dalganın, sosyalist yarışmanın yeni ve daha yüksek bir aşamasının ifadesidir… Geçmişte, üç yıl kadar önce, sosyalist yarışmanın ilk döneminde, sosyalist yarışma ile modern teknik arasında zorunlu bir bağlantı yoktu. Hatta aslında o zamanlar, hemen hiç modern tekniğimiz yoktu. Öte yandan, sosyalist yarışmanın bugünkü aşaması Stahanov hareketi, zorunlu olarak modern teknikle bağlantılıdır. Yeni ve daha yüksek bir teknik olmadan Stahanov hareketi düşünülemezdi… Stahanov hareketinin önemi, eski teknik standartları yetersiz oldukları için yıkan, birçok durumda ileri kapitalist ülkelerin emek üretkenliğini aşan ve böylelikle, ülkemizde sosyalizmin daha da sağlamlaşmasının pratik temelini, ülkemizi bütün ülkeler içinde en müreffeh olanı haline getirme imkanı yaratan bir hareket olmasında yatar.”
“Stahanovcu yoldaşlarımıza yakından bir bakalım. Stahanovcular ne çeşit insanlardır? Onlar esas olarak genç yada orta yaşlı, kültürlü ve teknik bilgiye sahip çalışmada dikkat ve özen örnekleri veren, çalışmada zaman unsurunun değerini bilen ve sadece dakikaları değil saniyeleri de saymasını öğrenmiş olan erkek ve kadın emekçilerdir. Çoğu teknik alanda asgari eğitim görmüştür ve teknik eğitimlerini devam ettirmektedir. Bunlar, bazı mühendislerde, teknisyenlerde ve idarecilerde görülen tutuculuk ve ataletten kurtulmuşlardır; eskimiş teknik standartları yıkıp yeni ve daha yüksek standartlar yaratarak cesaretle ilerliyorlar… bugün stahanovcular sayıca azdır ama yarın sayılarının bunun on katına çıkacağından kim şüphe edebilir? Stahanovcuların sanayimize yenilik getirenler olduğu, Stahanov hareketinin sanayimizin geleceğini temsil ettiği, işçi sınıfının teknik ve kültür düzeyinin yükselişinin tohumunu içinde taşıdığı, bize sosyalizmden komünizme geçiş ve kafa ve kol emeği arasındaki ayrımın ortadan kaldırılması için zorunlu olan yüksek emek üretkenliğini sağlayacak tek yolu açtığı aşikar değil midir?” (Eserler Cilt 15, s. 384)
Öncü işçilerin önderliğinde doğan sosyalist yarışı yeni bir teknik temelde geliştiren Stahanovcu hareket, giderek hızla ülkeye yayılır… Vurgulamak gerekir: “Komünist cumartesiler”, “Stahanov hareketi” gibi devrimci atılımları yaratan ve kazanan proletaryaydı. Hareket, doğal olarak kırlara da yayılır. Milyonları kapsayan kitlesel harekete dönüşür. Kuşkusuz ki, tüm bunlar, sosyalizmin devasa kazanımlarıydı ve tarihte de bir ilkti.
Fakat burada üzerinde durulması ve dikkat çekilmesi gereken bir diğer olgu daha bulunmaktadır. 30’ların başarıları ve atılımları süreci içerisinde, ücret politikasında köklü değişiklikler, yüksek ücret ve primler, maddi teşvikler, parça başına ücret gibi yöntemler, mujiklik psikolojisi ve alışkanlıklarının güçlü baskısı ve hızlı tempoda sanayileşme ve tarımda sosyalist inşa, ücret ve gelir farklılıklarını da derinleştirip geliştirmeye başladı.
Bir yanda proleter ve emekçi kitlelerin maddi ve kültürel yaşam koşulları başarılı bir şekilde yükselirken, öte yandan da ücret ve gelir farklılaşması artıyor, küçük burjuva eşitlikçiliğine karşı mücadele adı altında doğmakta ve gelişmekte olan aristokratik, bürokratik, teknokratik bir tabaka şekilleniyordu. Oluşan bu tabakalaşma henüz kitlelerin, halkın ezici bir çoğunluğunun yoksullaşması pahasına şekillenmiyordu. Başarılı genel ekonomik atılımlar ve emekçilerin hızla iyileşen maddi ve kültürel yaşam tarzı ve ilerlemesiyle birlikte söz konusu tabakalaşma gelişiyordu; bu olgu, söz konusu tabakanın gerçek durumunun kavranmasını, olası tehlikeli sonuçların yeterince görülmesini zorlaştıran somut bir örtü rolü oynuyordu. Stahanovist hareket, bir yandan sosyalizmin başarılı ve cüretli, yaratıcı atılımını ifade ederken, öte yandan da aristokratik ayrıcalıklı bir tabakanın oluşum sürecini de ivmeleyen bir hareket rolü oynuyordu. Bu farklılaşma, eşyanın doğası gereği, kendi değerler sistemini de üretiyor ve yeniden daha üst düzeyde üretiyordu.
Gerçekte Stahanovcu harekete tümüyle gerekli olan ruh ve bilinç komünist cumartesiler ruh ve bilinciydi. Bu bilinç ve ruh Stahanovcu harekette tabii ki bir ölçüde içerilmişti. Ama hareket giderek farklı roller de oynamaya başladı. Süreç içerisinde, nesnel olarak, sosyalist yarış, yeni insan tipi, sosyalizm adına yeni tipten bir burjuva bireyciliği, burjuva rekabeti, burjuva yabancılaşması, daha fazla bireysel kazanç ve köşe başlarını kapma, suyun başını tutma gibi anti-sosyalist duygular, düşünceler, özlemler, istekler, kaygılar da gelişmeye başladı. Maskelenmiş burjuva bireyciliği ve rekabeti, bir dizi faktörle de birleşerek çok dinli, ilkesiz, dejenere yeni bir burjuva tipini, yeni tipten bir yabancılaşmayı, bir kişilik parçalanmasını geliştirmeye, devrimci ruhu dipten aşındırmaya başladı. Ve bu tip, süreç içerisinde, hem modern revizyonist ihanetin aracı, hem de toplumsal ve sınıfsal dayanağı haline geldi. Eski, yeninin içinde, yeni zırhına bürünerek, yeni koşullar içerisinde boy verip gelişti.
Özgürlük Dünyası dergisinin 93. sayısında, “SSCB’de Yaşam Koşulları” başlıklı bir çeviri belgesi yayımlandı. Belge, 1948 tarihli olması itibariyle özel bir ilgiyi hak ediyor.
Belge, burjuva bir iftiranın kapitalist dünyanın gerçekleriyle SSCB’nin gerçeklerinin karşılaştırılarak incelenmesini ve teşhirini içeriyor. Demagojik burjuva kara çalma çok canlı ve vurucu bir şekilde teşhir ediliyor. Biz burada kendimizi belgede ele alınan ücret politikası ile ilgili verilerle sınırlayacağız. Uzunca olmakla birlikte belgeden aşağıdaki bölümü aktarmanın yararlı olacağını düşündük***:
“SSCB’deki ücret farklılığı sadece ve sadece çalışmadaki ustalık derecesine bağlıdır…
“SSCB’de üretimin ve üretkenliğin artışı, ücret farklılığının kalifikasyonuna bağlı olduğunu yeterince kanıtlıyor. Kalifikasyona bağlı ücret farklılığı üretimde insan emeğine olan ihtiyacı azaltacak biçimde çalışma metodlarının geliştirilmesini ve neticede insanın özgürleşmesini teşvik ediyor.
“Stahanovculuk, teknik ilerleme çabasını, atölye ve işletmelerin tamamını saracak biçimde genişletti. Her bir işçi diğerlerine deneyimlerini aktarıyor, bu deneyim birikiminin sonucunda gerçekleşen her teknik ilerleme işçinin kalifikasyon basamaklarının tırmanmasına ve dolayısıyla ücretinin artışına müsaade etmektedir. Elbette bütün teknik buluşlar zaman geçirmeden ülke çapında uygulamaya konulmaktadır.
Sovyet düşmanı propagandacılar işte tam da bu noktada yeni bir burjuva sınıfın doğacağına inanıyor. Burjuva sınıfın sınırları belirsiz değildir, kavga kaçkını birkaç hainden başkasının bu sınıfa dahil olması mümkün değildir. Öte yandan burjuva sınıf elindeki imtiyazları koruma çabası içinde birbirini yemektedir.
“Üç bin yada beş bin ruble ücret alanlar bin ruble ücret alanlara oranla ayrı bir toplumsal sınıf oluşturmuyorlar. Nasıl ki ünlü yazarlar henüz yazar olmayan yada ünlü olmayan insanlara karşı ayrı bir toplumsal sınıf oluşturmuyorlarsa. SSCB’de hiç kimse yönetici yada müdür olarak doğmaz, fakat olma şansı her zaman vardır. Yada diğer deyişle hiç kimse alnında ‘düz işçi’ yada ‘hizmetçi’ etiketi ile doğmamıştır. Yöneticilerinden daha fazla ücret alan çok sayıda işçi var ülkemizde (kapitalist ülkede ise bunun hayali bile mümkün değildir). Sosyalist toplumda yönetici alınan büyük bir maaş sayesinde edinilen toplumsal bir mevki değildir. Ücreti belirleyen sadece yapılan işin miktarı ve kalitesidir. Herkes kendini ücretindeki ilerlemeyle değerlendirir. Ücret basamaklarından çıkmak için ne özel bir yeteneğe ne de torpile ihtiyaç vardır. Bunun için devletin ve fabrikaların işçilerin hizmetine sunduğu geniş araştırma imkanlarından yararlanmayı istemek yeterlidir.
“Ücretlerin ustalığa göre derecelendirilmesi elbette sektörden sektöre farklılık göstermektedir. Örneğin Moskova’daki transformatör fabrikasındaki tesfiyecilerin ortalama ücretleri 3 bin ruble civarında dalgalanmaktadır (‘dalgalanıyor’ diyoruz çünkü ücretlerin üzerine eklenen primler yüzünden aydan aya alınan ücretler değişmektedir). Ülke ekonomisinin bel kemiğini oluşturan maden üretiminde çalışan madenciler sadece çok zor bir iş gerçekleştirmekle kalmıyorlar, ekonomide önemli bir rol oynamanın da getirdiği bir sorumluluktan dolayı en yüksek ücreti alıyorlar. Ortalama kalifikasyonu olan bir maden işçisi 3000-4000 ruble arasında ücret alırken, bu ücretler işçinin ustalık derecesine göre 5000-6000 rubleye çıkmaktadır ve böylesi örnekler az değildir. Sıkça rastlanan biçimin aksine ülkemizde aile bütçesi sadece erkeğin kazancına bağlı değildir. Karı ve kocanın birlikte kazandıkları aile bütçesinin oluşturur ve çoğu durumda kadın erkekten daha fazla kazanır. Örneğin bir ailede erkek kuafördür ve ayda bin ruble kazanırken kadın tekstil fabrikasında çalışıyor ve ustalık derecesine göre 1000-2000 ruble kazanıyor, hele bir de Stahanovcu ise daha da fazla kazanması mümkündür.” (agd., Sayı 93, s. 79-80-81)
Makaleden de görülebileceği gibi, 1940’larda SSCB’de ücret ve gelir farklılaşması çok ciddidir; “Hele bir de Stahanovcu ise daha fazla” kazanılıyor.
Tablo parti ve devletin üst katmanları için veriler içermiyor. Elimizde bu bakımdan genel tabloyu kıyaslamalı açığa çıkaracak veriler de bulunmamaktadır.
Ama SSCB lehine ya da aleyhine konuşan ya da yazan bir dizi teoriysen ve siyasi akımın üzerinde belirgin bir şekilde birleştiği nokta 30’lardan başlayarak 40-50’li yıllarda ücret ve gelir makasının bir hayli açıldığı üzerinedir.
Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi’nde konuyla ilgili söylenen şudur:
“Önde gelen başarılı işçilerle diğerleri arasındaki ücret farkının on ile yirmi misli arasında açıldığı durumlar ortaya çıktı” (C. 3, s. 733)
Stalin, 17. parti kongresinde “Sanayi işçilerinin yıllık ortalama ücreti 1930 yılında 991 rubleden 1933 yılında 1519 rubleye çıktı”, 18. parti kongresinde ise “Endüstri işçilerinin ortalama yıllık ücretleri 1933 yılında 1513 ruble iken 1938 yılında 3447 rubleye çıkmıştır.” der.
“Stalin ve Söylenceler” başlıklı makalesinde İngiliz komünist Wıllıam Bıll Bland, 30’larda yürürlülüğe konulan yeni ücret politikası ile, süreç içerisinde, yüksek bir devlet görevlisi ile bir işçinin aldığı ücret arasındaki farkın 40 misli bir farklılık oluştuğunu, bir fabrika menacerinin aylık ve primlerle birlikte, fabrikasında çalışan işçinin ücretinin 30 katı kadar para kazandığını yazar.
Antonıo Carlo ise şu bilgiyi verir:
“…Sovyet profesörü Liberman İtalya’daki bir konferanslar dizisinde, Sovyetler Birliği’ndeki ücret kademelendirmesindeki, en düşük ve en yüksek ücret arasındaki oranın 1/10 olarak hesaplanabileceğini itiraf etmek zorunda kaldı. Üstelik bu oran 1965 reformlarıyla daha da düşme eğilimindedir.
“Gerçekte, Sovyet gelir merdivenlerinin alt ve üst basamakları arasındaki açıklık şüphesiz daha fazladır …. Sovyet bakanları şimdiden bir kol işçisinin nominal olarak aşağı yukarı 100 katını kazanıyorlar… Doğal biçimdeki ayrıcalıklar bu hesaba katılmamıştır bile.” (Sovyetler Birliği’nin Sosyo- Ekonomik Karakteri, s. 16, Kaynak Yay.)
TKP İşçinin Sesi lideri Yürükoğlu ise şu aydınlatıcı değerlendirmeyi yapar:
“Savaş sonrası (2. Dünya Savaşı kastediliyor-bn.) Sovyet toplumunda yüksek rütbeli subaylar, üst düzey parti ve Sovyet görevlileri, fabrika müdürleri, profesörler, yazarlar, sanatçılar en ayrıcalıklı katmanlardı. Bunların maddi yaşam koşulları sıradan halkın birkaç katıydı. Onların geniş evleri, kırsalda ikinci konutları, makam arabaları, yüksek aylıkları, özel klinik ve dinlenme tesisleri vardı. Tüketim mallarını devletin genel perakende satış ağının dışındaki ‘özel’ kanallardan elde ediyorlardı. Parti ve devlet eliti savaştan önce de vardı. Ama savaştan sonra bu elitin hacmi büyüdü ve öteki toplumsal kesimlerle aradaki fark daha da çarpıcı bir hal aldı. Bu nedenle öteki kesimlerle arası iyice açılan bu toplumsal katmanın oluşumu münhasıran savaş sonrası yıllara bağlıdır.” (Sosyalizm- İkinci Kitap, Sovyetler Birliği Deneyinin Dersleri, Ütopik ve Bilim-Dışı Sosyalizm, Rıza Yürükoğlu, s. 89-90, Alev Yay.)
Yalçın Küçük’ün “Sovyetler Birliğinde Sosyalizmin Çözülüşü” kitabında verdiği bir tabloya göre;
“Teknik eleman ücretlerinin üretim işçileri ücretleri oranı”, 1950’de sanayide 175.8; inşaatta 212.0; devlet çiftliklerinde 234.2; sırasıyla büro çalışanlarının ücretlerinin üretim işçileri ücretlerine oranı, sanayide, 92.6; inşaatta 127.1; devlet çiftliklerinde 142.8; yine sırasıyla, teknik eleman ücretlerinin büro çalışanları ücretlerine oranı, sanayide 189.9; inşaatta 166.9; devlet çiftliklerinde 164.0’dır.” (age, s. 154, Tekin Yayınevi)
“Politik Ekonomi Ders Kitabı”nda şunları okumak bize konu hakkında daha açık bir fikir verecektir:
“İşçilerin, mühendislerin ve teknikerlerin ücretlendirilmesindeki doğru ilişkilere aykırılıklar, mühendislerin ve teknikerlerin ücretlendirilmesinin tek tek işletmelerde yada tam bir iktisat dalında kalifiye işçilerin ücretlendirilmesinin altına düşmesine yol açar. İktisadi olarak önder konumda bulunmayan tek tek sanayi dalları ve iktisadi bölgelerde iş ücretinin ekonomik olarak gerekçelendirilmiş yükselmesi, iktisatta anahtar konumda bulunan dallardaki ve bölgelerdeki teşvik edici ücret önlemlerinin yürütülmesini zorlaştırır.” (age., C. II., s. 182, İnter Yay.)
“Sosyalist işletmelerdeki ücretlendirmenin temel biçimi, verim ücretidir. 1953 yılında SSCB’de sanayide çalışan işçilerin yüzde 77’si verim ücretine tabi bulunmaktaydı”
“Verim ücreti sosyalist yarışmanın gelişmesini teşvik etmektedir; çünkü, yüksek emek üretkenliği beraberinde daha yüksek kazancı getirmektedir.” (age., s. 183)
Burada sorun şudur; bir döneme özgü olması gereken geçici bir ücret politikası kalıcı hale getiriliyor, getirilmiştir. “Daha çok ve daha iyi çalışan daha fazla elde eder.”, “iyi verim gösteren çalışanların maddi teşvik ilkesi”, özellikle de “belirli bir zaman birimi içerisinde üretilecek parça sayısının saptanması (emek normu)”, ücretlendirmedeki eşitçiliğin aşılması ve eşitçiliğin sosyalizme “düşman” ilan edilmesi ve bunun bir yasa katına yükseltilmesi ekonomik bakımdan ayrıcalıklı, aristokratik, bürokratik, aydın bir tabakanın doğuşuna ve güçlenmesine yol açmıştır.
Bazı gereksinimlerden dolayı bir dönem çubuğu şu veya bu doğrultuda aşırı bükmek kaçınılmaz olabilir ve bu anlaşılır. Ancak geçici ilişki ve yöntemler ne kalıcı hale getirilebilir ne de ilke ve teori katına çıkarılabilir. Ders kitabında, Rusya’da sosyalizmin inşasının özgünlükleri, yöntemleri yanlış olarak genelleştirilip teorileştiriliyor. Yıl 1954 ve hala ücret eşitliği fikri sosyalizme düşman ilan edilip yerden yere vuruluyor. Kuşkusuz ki bu, sosyalizme aykırı temel bir zaafı ifade etmektedir.
Özgürlük Dünyası dergisinde yayınlanmış olan söz konusu belgede Sovyet düşmanı propagandacılara yanıt verilirken haklı olarak SSCB’de burjuva bir sınıfın olmadığı vurgulanıyor. SSCB’de o dönem için bir sınıf olarak yeni tip burjuvaziden elbetteki söz edilemez. Ama gerçek olan şudur ki, ayrıcalıklı bürokratik bir tabaka o koşullarda vardı ve gelişiyordu. Bu tabaka, emperyalizmin ülke üzerindeki baskısının etkili olmasını sağlayan 1956 dönemeciyle küçük burjuva olmaktan burjuva olmaya sıçrayan, kapitalist restorasyonu örgütleyen modern revizyonizmin öncül tabakasıydı. Ama Sovyet düşmanı propagandacıların “yeni bir burjuva sınıfı oluşacağına inan”ma beklentilerinin hiç de boş olmadığını ne yazık ki, tarih kanıtladı.
Aslında Lenin’in vurguladığı gibi proletarya, çoğu kez politikada düşmanlarından öğrenir. Sınıf düşmanının beklentisi ciddiye alınmalıydı. Ne yazık ki, bürokratik paslanma ve çürüme, komünistlerin ve proletaryanın politik bilinç ve reflekslerini köreltmiş olmalı ki, sınıf düşmanının gerçekten de değerli uyarısından gerekli ders çıkarılamamıştır.
Rusya gibi geri bir köylüler ülkesinde uygulanan ücret politikası olduğu gibi alınıp her sosyalist devrim yapan ülke için uygulanamaz. Kuşkusuz ki deneyin eleştirel incelenmesiyle öğreneceğimiz sayısız şey vardır. Sosyalizmin deneylerini incelemeden, öğrenmeden, silahlanmadan elbette ki yeni bir sosyalizm kuruculuğu önerilemez. Böyle bir yaklaşımın daha baştan tasfiyeci, inkarcı ve mükemmeliyetçi olacağı ise açıktır. Ama her devrimde özgül olanla genel olan arasındaki farklılıkları görmek, bilince çıkarmak daima önem taşıyan ve taşıyacak bir görevdir. Keza geçici olması gereken bir takım tedbirlerin kalıcılaştırılması, genelleştirilip teorize edilmesi de aynı ölçüde kabul edilemezdir.
Sosyalizmin temel ekonomik yasası, Stalin yoldaşın da vurguladığı gibi emekçilerin artan maddi ve kültürel gereksinimlerini azami derecede tatmin etme yasasıdır. Bu bağlamda, sosyalist inşa süreci ilerlediği oranda emekçilerin ücretleri de yükselecektir. Ama olgunlaşmamış komünizmden olgunlaşmış komünizme geçiş sürecinde, temel olan ve olması gereken şey, toplumun kolektif maddi ve kültürel zenginliğini azami derecede arttırarak emekçilerin söz konusu gereksinimlerinin doyurulmasıdır. Ücret politikası burada sadece bir araçtır ve SSCB’de yapıldığı gibi yüksek ücret politikası idealize edilmemelidir; çünkü uzun vadede yüksek ücret politikasının değeri geçiş sürecinin ilerlemesiyle birlikte giderek anlamını yitirecek ve önemi azalarak zaten ortadan kalkacaktır.
Asıl olan toplumsal gelişmedir, toplum üyelerinin bu bilinçle teorik ve pratik eğitimidir. Bireysel çıkarlarını toplumsal gelişmenin çıkarlarına tabi kılacak bir yaşam tarzı ve kültürle yetiştirilmesidir. Bireyci karşılık beklemeksizin topluma yapılacak niceliksel ve niteliksel katkıdır. Daha çok bireysel kazanma hırsını körükleyerek, sistematik maddi teşvik vb. yöntemlerle temelinde özel mülkiyetin durduğu değerleri sosyalizm adına yükseltmemektir.
Bencilce bir beklenti içerisine girmeden karşılıksız komünist emek ve çalışma teori ve pratiği elbette bir çırpıda kök salmayacaktır. Bu, uzun bir süreci ve mücadeleyi gerektirecektir. Ama idealize edilmiş yüksek ücret, bireysel bakımdan daha çok kazanma, maddi teşvikler, parça başına ücret vb. gibi yol ve yöntemler zorunluluktan kullanılırken bile bunun geçiciliği fikri tüm emekçi kitlelerin beynine ve yüreğine derinden işlenmelidir. Taktiksel adımlar strateji ve ilke düzeyine asla çıkarılmamalı; kadrolar, suyun başında olanlar, sıradan kitleler, geçici, taktiksel, dönemsel olanla, stratejik ve ilkesel olanın bilinciyle; birincilerin ikincilere tabi olduğu ve olacağı bilinciyle yetiştirilmelidir.
SSCB deneyinde eleştirilecek şeylerin başında komünistlerin ve partililerin değişen ücret politikasının nimetlerinden yararlanmayı kabul etmiş ve uygulamış olmaları gelmelidir.
Teoride Doğrultu’nun verdiği bilgilere göre 1930’lara kadar partide en yüksek ücret, kırsal alan için 180 ruble, büyük şehirler için 250 rubleydi. Ama bu uygulama, sınırlama 1931 yılında benimsenen yeni ücret politikasıyla, ücretlerdeki sınırlamaların kaldırılmasıyla ortadan kalkar ve komünistler de bu gelişmeye uyum sağlar.
Komünistler için doğru olan, karşılıksız komünist emek ve yeni insan tipinin öncü, örnek, önder, sürükleyici dinamiği olarak toplumun her bir kesitinde bir güneş gibi parlamaktı. Doğru olan ortalama bir işçinin ücretini aşmayacak, kitlelerin ortalama yaşam standardını temel alan bir ücretle ve yaşam standardıyla yetinmekti. Kim ne derse desin, eğer komünistler ve parti, süreç içerisinde sosyalist sistemin nimetlerinden en başta ve en fazla yararlanır duruma gelirse deformasyondan çürümeye dek uzanan evrimde, eğer önlenemezse, boğulması kaçınılmazdır.
Artan toplumsal zenginlik ve emekçi kitlelerin ortalama yaşam tarzı ve geliri komünistlerin artan “refah”ının sınırları olmalıdır. Dönemsel, taktiksel ayrıcalıklardan kitlelerin şu veya bu kesimleri yararlanabilir ama parti ve kadroları bunu kesin tarzda reddetmeli ve hukuki olarak da yasaklamalıdır. Ayrıca geçici bir dönem geçici bir zorunluluk olabilecek yüksek ücret taktiksel politikası, sosyalist devlet görevlileri için de bir dönem zorunlu görülebilir, ama adı üstünde “geçici”; devlet görevlileri için de temel duruş Paris Komünü, komün tipi devlet örneğinde olduğu gibi, bir devlet görevlisinin ücreti, ortalama bir işçinin ya da en iyi işçilerin ücretinden daha yüksek olmamalıdır. Lenin’in belirttiği gibi, SSCB’de, başlangıçta, bu alanda zorunlu geçici bir sapma ortaya çıkmıştı. Lenin, açıkça zorunluluktan dolayı uygulanan yüksek ücret politikasının, “Bu önlemin, bir uzlaşma, Paris Komünü ile her proleter iktidarın, tüm ücretlerin ileri işçilerin ücretleri düzeyine indirilmesi”ne aykırı düştüğünü, bunun “bir sapma”, “geri bir adım” olduğunu; “Yüksek ücretlerin, gerek Sovyet makamları üzerinde, gerekse de işçi kitleleri üzerinde yozlaştırıcı etkisi olduğu tartışmaz”, diyor; ama ne yazık ki , NEP dönemi de bir yana, sonraki politikalarla, bu geçici uygulama ya da geçici olması gereken politikalar giderek geliştirilip kalıcı hale getirildi. Bu konuda SSCB’nin olumsuz deneyi değil, Paris Komünü’nün devrimci perspektifi ve uygulaması bizlere yol göstermelidir, Lenin’in savunduğu perspektif bizi aydınlatmalı ve yol göstermelidir.
SSCB deneyinde eleştirilecek diğer bir nokta da 30’lu yıllarda izlenen ücret ve gelir farklılıklarını büyüten politikanın, 1945’ten sonra, bilinçli ve örgütlü bir tarzda gözden geçirilmemesi ve ideolojik-kültürel devrimin derinleştirilmesi ekseninde, on milyonların seferber edilmesi eşliğinde terk edilerek fazlasıyla açılmış ücret makasını ve gelir farklılıklarını adım adım azaltan bir politikaya geçilmemiş olmasıdır.
2. Dünya Savaşı’nda proletarya ile kolhozcu köylülük ve proletarya diktatörlüğü altında birleşmiş olan sosyalist uluslar ailesi arasındaki sınıfsal ve enternasyonalist birlik ve ittifak amansız bir sınavdan geçerek sağlamlığını kanıtlamıştı.
Keza, sosyalist sistemin kapitalist sisteme her bakımdan niteliksel üstünlüğü ve askeri yeteneği de berrak tarzda ortaya çıkmıştı.
Sosyalist kampın doğuş ve gelişme süreci de dahil uluslararası güçler dengesi devrim ve sosyalizm lehine derin değişikliklerle yeniden biçimlenmişti. Kahraman Sovyet halkı yirmi milyon evladını toprağa gömmüştü. Sosyalizme, partiye sınırsız sadakat, sosyalist yurtseverlik, sınırsız feda ruhu vb. görkemli bir şekilde (bir avuç hain hariç) tüm toplumun hücrelerine nüfuz etmişti.
Böylesine tarihsel bir eşik ve dönemeçte eğer parti yeni bir ücretlendirme politikasına da yönelseydi, hiç kuşku yok ki, işçi ve emekçiler büyük Stalin’i ve Partiyi seve seve izleyecekti.
Herkes yeteneği ve emeğine göre alır ilkesi, komünizmin alt aşamasının bir ilkesidir. Ama biliyoruz ki sosyalizm bağımsız bir ekonomik ve toplumsal formasyon değil, bir geçiş toplumudur. Bu bağlamda sosyalizmden komünizme doğru her ciddi ilerleyiş ve atılımla yetenek ve emeğine göre ilkesi de önemini yitirmeye, ücretler önemsizleşmeye, ücret farklılaşması azalarak silinmeye doğru gider. Çünkü toplumsal zenginlik arttığı ve eğitim, sağlık, sosyal ve kültürel gereksinmeler (vb.) parasız ve eşit olarak karşılandığı oranda yüksek ücretin bir değeri kalmayacaktır. Geçiş sürecinde orta ve uzun vadede önemli olan şey, yüksek ücret, ücretlerin daha da yükseltilmesi değil, aksine artan toplumsal zenginlikten tüm toplum bireylerinin eşit, özgür ve kalıcı olarak gitgide artan, derinleşen, gelişen, kapsamlılaşan oranda tüm sosyal gereksinimlerin parasız olarak, hiçbir ücrete gerek kalmadan karşılanabilmesidir. Bu seviyeye yaklaşıldığı oranda, bu seviyeye ulaşıldığı oranda yüksek ücret politikasının zaten bir anlamı kalmayacak ve kimse de yüksek ücret gibi saçma bir beklenti içerisinde olmayacaktır. Çünkü biliyoruz ki, “Ne ekersen onu biçersin!”.
Komünizm sınıfsız toplumdur. İnsanlık komünizme ulaştığında sınıflar arasındaki, uluslar arasındaki, iki cins arasındaki, kentle kır, kafa emeğiyle kol emeği arasındaki tarihten devralınmak zorunda kalınan her türlü eşitsizlik son bulacak ve o arada uluslar da ömrünü tamamlayarak tarihe karışmış olacaktır. Böylece üretim yetersizliğinin aşılmasıyla, toplumsal üretici güçlerin gelişme düzeyi tüketilenden daha çok ve bol üretecek ve topluma karşılıksız sunacak düzeye ulaşınca, çalışma yaşamın başta gelen zevki haline gelince sosyalizmin söz konusu ilkesi de asar-ı atika müzesinde yerini alacak ve “herkesten yeteneğine, herkese gereksinmesine göre” ilkesi gerçekleşmiş olacaktır.
Sosyalist toplumda, ücret farklılığının ortaya çıkmasında, kalifiye emekle (karmaşık emek) kalifiye olmayan emek (basit emek) arasındaki farklılık önemli bir faktördür. İki emek türü arasındaki çelişkinin çözümü, basit emeğin devlet imkanlarına dayalı bir şekilde eğitimi yoluyla kalifiye emek düzeyine çıkarılmasıdır. Zaten sosyalizm, doğal ve kaçınılmaz olarak, toplumsal yaşamın her alanında emeğin kalifikasyonunu niteliksel olarak yükseltme, tüm toplum bireylerini kalifiye hale getirme göreviyle yükümlüdür. Sosyalizmden komünizme doğru ilerleyebilmek, yeni insan tipi yaratabilmek, emek üretkenliğini kesintisiz daha üst düzeylerde örgütleyebilmek için bu gereklidir. SSCB deneyinde söz konusu farklılık ücret politikasında çok önemli bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Aslında Stalin’in bu sorunu inceler ve çözümler üretirken önerdiği ücretler politikası, önerildiği koşullarda gerçekçiydi. Sosyalist inşanın ekonomik gereksinmeleri böyle bir ekonomik ve politik karar alınmasını gerektiriyordu. Ama bu politikanın geçiciliğiyle ilgili yol açıcı değildi. Daha sonra da bu politika devam ettirilmiş ve ilke düzeyine yükseltilmişti. Kalifiye emekle kalifiye olmayan emek söz konusu olduğunda, ücret politikasında temel alınacak teori ve perspektif Engelsin şu saptamalarıdır:
“Peki, bütün o bileşik emeğe daha yüksek ücret ödenmesi önemli sorunu nasıl çözümlenir? Özel üreticiler toplumunda, nitelikli işçinin yetişme giderlerini özel kişiler ya da aileleri yüklenirler; öyleyse nitelikli emek-gücünün daha yüksek fiyatı önce özel kişilere ödenir: usta köle daha pahalıya satılır, usta işçiye daha yüksek ücret ödenir. Sosyalist örgütlenmeli toplumda, bu giderleri toplum yüklenir. Öyleyse meyveler bir kez üretildikten sonra, bileşik emeğin daha yüksek değerleri toplumundur. İşçinin kendisinin ek bir hakkı yoktur.” (Anti-Dühring, s. 294, Sol Yay.)
Buradan yola çıkacak olduğumuzda görmekteyiz ki, SSCB’de, uygulama tersi yönde olmuş ve yerleşmiştir. SSCB’de geçici ve taktiksel olarak öngörülmesi gereken kalifiye emekle kalifiye olmayan emek arasında ücret eşitsizliği, taktiksel olmaktan çıkarak kalıcı bir uygulamaya dönüşmüştür. Oysa biliyoruz ki, SSCB’de emeğin kalifikasyonu her bakımdan sürekli geliştiriliyordu. Her işçi ve emekçiye kalifiye eleman düzeyine yükselebilme imkanı sunuluyor ve bu amaçla özelikle teşvik ediliyordu. Sunulan bu imkan, toplumsal bir yükümlülük olarak sosyalist birikim fonundan devlet tarafından karşılanıyordu. Böylece tek tek bireylerin kalifiye eleman haline gelmek için ailesine ya da kendi cebine yük olması önleniyordu.
Ama buna karşın, kalifiye elemanın-işçinin toplumsal üretim sürecine kattığı değer, toplum için emek kategorisine değil, kendisi için emek kategorisine sayılıyor ve bunun karşılığında, kalifiye işçi, daha yüksek ücret vb. alıyordu. Bu tablonun Engels’in ortaya koyduğu teori ile çeliştiği (geçici çelişki zaten göze alınabilir ama sorun bu değil) açık ve nettir. Engels'in uyarısına bağlı kalmamanın SSCB’de ortaya çıkan felakette çok temel bir rol oynadığı açıktır. Elbetteki Engels’in yukarıdaki saptamasından, örneğin geri bir ülkede, başlangıçta SSCB örneğinde olduğu gibi, geçici ters uygulamaların olmayacağı sonucuna varmıyoruz. Ama adı üstünde geçici bir uygulama ve asla kalıcı hale getirilmemesi gereken bir uygulama olarak. Yanı sıra, bilinmelidir ki, kolay işle ağır iş arasında, göreli olarak kalifiye emekle basit emek arasında ücretlerde belli farkların olması başlangıçta kaçınılmazdır. Yani Engels’in açıklamasını doğru kavramak, temel uygulama ve yönelimi doğru anlamak bakımından önemlidir. Yoksa herkesin mutlak olarak aynı ücreti (örneğin ayda 1 milyar) alması anlamında Engels’i yorumlamak, O’nu karikatürize etmek olacaktır. Engels, söz konusu açıklamayı yaparken, komünizmin alt evresinde geçerli ilkenin, “herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre” ilkesi olduğunu elbette biliyordu ve bu konuda Engels’i, örneğin bir Y. Küçük gibi, Marks’ın karşısına koymak kuşkusuz ki, doğru değildir.
*Örneğin, devrim, Rusya gibi geri bir köylü ülkesinde değil de Almanya’da zafere erişmiş olsaydı tablo bambaşka olacaktı. Fakat tarih, “eğer”lerle gerçekleşmez ve yazılmaz.
**Geçmeden belirtmek gerekir ki, bu yeni dönemde, sosyalizme boyun eğmekten ve sosyalist geçinmekten başka bir seçeneği kalmayan eskinin kalıntılarını oluşturan eğitimli katman, sosyalizme karşı kinlerini geniş ölçüde korumaya devam etmiş, ekonomik, siyasal, toplumsal yaşamın değişik yerlerinde görevler almaya ve sosyalizmi de baltalamaya devam etmişlerdir.
***Çoğu zaman uzun alıntılar yöntemini kullanmak tercih edilmeyebilir. Ancak konunun yaşamsal önemi doğrudan kaynaklara dayalı uzun alıntılar yöntemini kullanmayı gerekli kılıyor. Ayrıca genel bir hastalık olan okuma ve incelemeye karşı ilgisizlik ve ayrıca orijinal kaynakları bulma sıkıntısı gibi faktörleri dikkate aldığımızda kendimizi uzun alıntılar aktarma yöntemini kullanmak zorunda hissettik.
DEVAM EDECEK

21 Eylül 2016 Çarşamba

I. BÖLÜM



4)Tek Ülkede Sosyalizmin “Tam” İnşası, Komünizme Geçiş ve “Devletli Komünizm” Tezleri Üzerine
Sosyalist toplum, bağımsız bir ekonomik-toplumsal formasyon oluşturmaz. Sosyalizm, kapitalizmden komünizme tarihsel geçiş sürecinde, komünizmin alt evresi, bir geçiş formasyonudur. Çünkü nesnel koşullar, proletaryanın hemen ve doğrudan kapitalizmden komünizme sıçramasına izin vermemektedir. Dolayısıyla bir geçiş toplumu olarak sosyalizm tarihsel bir zorunluluktur ve proletarya önderliğinde emekçi insanlık, “olgunlaşmamış komünizm” olan sosyalizm evresinden geçerek “olgunlaşmış komünizme”, yani komünizmin üst evresine ulaşacaktır.
Emperyalizmin bir veya birkaç zayıf halkasının kırılmasıyla tek ülkede veya birkaç ülkede “sosyalizmin zaferi” tamamen olanaklıdır; özellikle de bu ülke Rusya gibi büyük ve doğal kaynaklar bakımından zengin bir ülke olursa! Keza tek ülkede sosyalizmin başarıyla inşası ve kurulması da tümüyle olanaklıdır. Geride bıraktığımız 20. Asır’ın tüm bir tarihsel pratiği tartışma götürmez bir şekilde teorinin bu temel savını doğrulamıştır. Yani, Marksist- Leninist teori yaşamı doğru okumuş, yaşam teoriyi yanıtlamıştır. Ancak, yine de şu sorunun sorulması ve yanıtlanması gerekir: Sosyalizmin “tam inşası ne demektir?
Stalin’in ve SBKP(B)’nin tek ülkede sosyalizmin zaferi, sosyalizmin başarısıyla inşası sorunundaki kavrayışları (yetersizliklerini yukarıda eleştirmiştik) esasen doğru bir kavrayıştır. Bu, “…Muzaffer bir ülkenin proletaryasının kendi ülkesinde iktidarı ele geçirdikten sonra sosyalist üretimi örgütleyebileceği ve örgütlemek zorunda olduğu anlamına geliyor. Ve ‘sosyalist üretimi örgütlemek’ ne anlama geliyor? Sosyalist toplumu tam olarak kurmak anlamına geliyor.” (Stalin, Eserler, C. 8, s. 71, italikler Stalin’e ait -iSa.); “Parti Kongresinde anlaşmazlık… konusu şuydu: Kongre, emekçi köylülükle ittifak halindeki işçi sınıfının, Batıda muzaffer bir devrim kendisinin yardımına gelmese de, ülkemiz kapitalistlerini tamamen yenip, sosyalist toplumu kurabileceğini söyledi. Buna karşılık muhalefet, Batıda işçiler zafere ulaşmadıkları sürece, kendi kapitalistlerimizi tamamen yenemeyeceğimizi ve sosyalist toplumu kuramayacağımızı söyledi.” (age., s. 91); “O halde ülkemizde sosyalizmin zaferi ne anlama geliyor? Proletarya diktatörlüğünün mücadeleyle kazanılması ve sosyalizmin kurulması, bundan ötürü devrimimizin iç güçleriyle iktisadımızın kapitalist unsurlarının üstesinden gelinmesi anlamına geliyor.” (age., s. 225)
Görüldüğü gibi, tek ülkede sosyalist toplumun “tam” olarak kuruluşundan, sosyalizmin zaferinin olanaklı olduğu anlaşılıyor. Kent ve kırda sosyalizmin kurulması anlaşılıyor. Ki, bu bağlamda sorun, içerik olarak doğru bir tarzda konulmaktadır. Yani, 20’li yıllardaki ünlü tartışmalarda, sosyalist toplumun tek ülkede “tam” olarak kurulup kurulmamasının olanaklı olup olması tartışılırken, Stalin ve Parti, bu tezi, “sosyalizmin nihai zaferi sorunundan ayrı olarak, tek ülkede, Rusya’da sosyalizmin zaferinin mümkün olduğu biçiminde yanıtlarken, tezin içeriğini, emperyalist kuşatmaya rağmen Rusya’nın kendi öz kaynakları ve öz gücüne dayanarak sosyalist ekonomiyi kent ve kırda kurma ve kapitalist sınıfı tasfiye etme teori ve pratiği olarak anlamlandırıyorlardı. Yani, henüz, 20’li yıllarda, tek ülkede komünizmin kurulması tezi savunulmadığı gibi, emperyalist kuşatma altında, tek ülkede “tam” bir sosyalist toplum kurma tezi ile tek ülkede komünizme geçme ve devletli komünizm tezi arasında bir bağ yoktu.
Ne var ki Stalin’in ve SBKP (B)’nin tek ülkede sosyalizmin “tam” inşası, “tam bir sosyalist toplum kurmak mümkündür tezine ve vurgularına eleştirel yaklaşmak gerekmektedir. 20’li yıllarda bu tezin içeriği doğru olarak ortaya koyulmasına rağmen eleştirel yaklaşmak gerekir.
Tek bir ülkede sosyalizmin zaferi olanaklıdır. Bir diğer anlatımla, Avrupa’da veya Avrupa’nın birkaç ülkesinde proleter devrim zafer kazanamadığı halde ve böylece, Avrupa proletaryasının devletsel yardımı olmadığı halde, tek bir ülkede muzaffer olmuş proletaryanın, iktidara geldiği ülkenin öz gücüne dayanarak, kent ve kırda kapitalist sınıfı tasfiye ederek sosyalist üretimi/ekonomiyi kurması, sosyalizmin inşası yolunda başarıyla yürümesi tümüyle olanaklıdır. SSCB somutunda da bu olgu tarihsel olarak kanıtlanmıştır. Evet, tek ve geri bir ülkede (kuşkusuz özelde de Rusya gibi büyük, yeraltı ve yerüstü kaynakları zengin bir ülkede ya da ülkelerde) sosyalizmi daha güçlü ve üst düzeylerde kurmak ve inşa etmek tümüyle ve kesin olarak mümkündür. Fakat Stalin’in  “Leninizmin İlkeleri” ve SBKP (B)Tarihi’nde sorunu ele alışında bir hata, bir eksiklik, sorunu bir ölçüde idealize eden bir yaklaşımın da olduğu görülüyor.
Komünizmin alt evresi ve bir geçiş formasyonu olan sosyalizmin tek ülkede “tam” olarak kuruluşu neyi ifade edebilir?
“Tam” kavramı göreli bir kavramdır. Göreli anlamından koparılarak (ki 20’li yıllarda söz konusu “tam”lık göreli anlamı içerisinde ele alınıyordu) tek ülkede “tam” sosyalist toplum kurmak mümkündür saptaması bir kaç bakımdan eleştirel ele alınmalıdır.
Birinci olarak, örneğin Arnavutluk gibi küçük ülkelerde bu “tam”lık (sosyalizmin kurulması olanaklı olduğu halde) çok anlamlı bir hareket planı üretmez, üretemez (ki, E. Hoca’nın ve AEP’in de bu konuda Stalin gibi düşündüğünü hatırlatmak isteriz), dahası sübjektivizme açık bir tanımlamadır.
İkinci olarak, sosyalist inşa yolunda her gerçek ilerleme komünizme doğru bir ilerleyişi ifade eder ve sosyalizmden komünizme ilerleyişte “tam sosyalist toplum” kavramı pek de somut bir tahlili, çözümlemeyi ifade etmez. Sorun, tek ülkede sosyalizmin inşası ve kurulmasının olanaklı olup olmadığı veya tek ülkede sosyalizmin zaferinin olanaklı olup olmadığı ekseninde tartışılmalı ve buradan hareketle formüle edilip açımlanmalıdır.* Çünkü tartışmanın merkezinde duran sorun tek ülkede, SSCB’de, sosyalizmin kurulmasının mümkün olup olmadığı sorunu duruyordu. Muhalefet, tek ülkede sosyalizmin kurulmasını olanaksız ve yenilgiyi kaçınılmaz görüyor ve sosyalizmin inşasında direnmek yerine emperyalizm, kapitalizm, yıkılmış gericilik karşısında teslimiyeti öğütlüyordu.
Tek ülkede sosyalizmin zaferi ve “tamlık” ilişkisi, komünizme yürüyüş sürecinde, doğru bir çizgide ve önderlikte, kesiksiz ve ardışık bir süreç olarak (tarihin zikzaklarını, kesintileri, gerileyişleri bir yana bırakarak söyleyecek olursak) bu “tam”lık, hep yeni bir “tam”lığa, daha az olgunlaşmadan daha çok olgunlaşmaya, en nihayetinde alt geçiş evresinin olgunlaşmasıyla yerini komünizmin üst evresine bırakmayı ifade edebilir.
Stalin’in, emperyalist kuşatma koşullarında tek ülkede “tam” bir sosyalist toplum kurulabileceği vurguları, sosyalizmin tek ülkede zaferi sorununda çubuğun aşırı bükülmesini ifade ediyor. Zinovyevist-Troçkist muhalefete karşı mücadelede bir yere kadar anlaşılabilir olan bu formül daha sonra bu masumiyetinden arınmıştır.
Üçüncü olarak, tek ülkede sosyalizmin zaferi/sosyalizmin başarıyla kurulması tümüyle olanaklıyken, “tam” bir sosyalist toplum kuruluşu ulusal ölçekte çözülebilecek bir sorun olarak gözükmüyor bize. Kapitalizmin en son ve üst aşaması olan emperyalizmin gelişmesinin ulaştığı bugünkü düzey (emperyalist küreselleşme/uluslararasılaşma düzeyi) daha fazla dikkate alındığında,  “tam”lık, tek ülkede, ulusal ölçekte çözülebilecek bir sorundan ziyade uluslararası ölçekte çözülebilecek bir sorun olarak görülmelidir. Uluslararası proleter devrim sürecinin zaferi ve gelişmesi süreci derinliğine ve genişliğine ilerlediği oranda, tek tek ülkelerde zafer kazanmış proletarya komünizme geçiş yolunda daha bir yetkinleşerek ilerleyecek, enternasyonalist bir çizgi ve aktif destekle sosyalizmden komünizme doğru başarıyla yürüyecektir.
Dördüncü olarak, “tek ülkede tam sosyalist toplum kurma” tezi giderek Troçkist- Zinovyevist muhalefete karşı yürütülen tümüyle haklı mücadelede çubuğun aşırı bükülmesi olmaktan da çıkarak (30’lu yılların ortasından sonra geliştirilen) “tek ülkede komünizmtezine uzanan bir öncül olmuştur. Asıl önemsediğimiz ve eleştirdiğimiz nokta da burasıdır.
Emperyalist kuşatma altında tek ülkede sosyalizmin kurulması olanaklı mıdır, değil midir? Bu soruya yanıtımız, “Evet, olanaklıdır.” biçimindedir. Peki, bu koşullarda, tek ülkede komünizme geçiş olanaklı mıdır değil midir? Bu soruya yanıtımız, “Hayır, olanaklı değildir.” biçimindedir. Bu bağlamda, tek ülkede sosyalizmin “tam” kurulması olanaklıdır yanıtı tek ülkede komünizme geçiş olanaklıdır tezine dek ilerletilmemelidir. Doğal olarak, tek ülkede sosyalizmin kurulmasıyla/zaferiyle sürecin devam etmesi koşullarında, hedef ve yönelim, duruş komünizme doğru yürüyüşte somutlaşır. Sosyalizmin inşası yolunda ilerleme, eşyanın doğası gereği, komünizme doğru ilerlemedir. Bu koşullarda yaşanan şey, eylemin karakteri, “olgunlaşmamış komünizm”den “olgunlaşmış komünizme” doğru yürüyüştür. Ama birincisinin yerini ikincisine bırakması aşaması uluslararası proleter devrimin zaferiyle, emperyalist kuşatmanın tasfiyesiyle, en önemli ülkeler de içinde olmak üzere uluslararası sosyalist sistemin kurulmasıyla gerçekleşecektir.
Burada, tek veya birkaç ülkede sosyalizmin zaferi/kurulması tezi, tarihi deneyimlerin ışığında, bürokratik yozlaşmaya yol açmayacak, yeni tipten kapitalist restorasyonun ülke içerisinde yeni bir dayanağı olacak yeni tip bürokratik ve aristokratik küçük burjuva bir tabakanın doğuşunu ve yükselişini önleyecek bir perspektif ve eylemi gerektirdiği ve gerektireceği bakış açısıyla beslenmeli, eski bakış açısının bu bakımdan yetersizliği aşılmalı ve teori, bu bakımdan da yenilenmiş ve zenginleştirilmiş olarak savunulmalıdır. Ki bu süreç, kapitalizmden komünizme geçiş sürecini kapsar.
Tek ülkede komünizm”, tek ülkede devletli komünizm tezi, Stalin tarafından, 30’lu yılların 2. yarısından itibaren geliştirilmiştir. Sorunun bu tarzda konuluşu, SBKP(B) tarafından, Stalin’in teoriye (Marksizm-Leninizm’e) yeni bir katkısı olduğu vurgulanmıştır. Bu konu, “SBKP(B) Merkez Komitesinin Çalışmaları Üzerine XVII. Parti Kongresine Sunulan Rapor. 10 Mart 1939” başlık ve tarihini taşıyan raporun bir bölümü olan “Teorinin Bazı Sorunları” başlığı altında incelenmiştir.
19. Parti Kongresi’nde (1952) ise şunlar ifade edilir:
“Sosyalist devrimin bir tek ülkede zafere ulaştığı, diğer ülkelerin çoğunda ama kapitalizmin egemen olduğu koşullarda, muzaffer devrim ülkesinin devletini zayıflatmayacağını (kuşkusuz ki bu nokta tümüyle doğrudur-benim notum-bn.) bilakis her yönden güçlendirmesi gerektiğini, kapitalist kuşatmanın sürmesi halinde, komünizmde de devletin varolacağı sonucunu çıkardı ve gerekçelendirdi.” (SBKP(B) 19. -1952- SBKP 20. -1956- Parti Kongre Raporları, s. 79, İnter Yay.)
Örneğin Stalin, 24 Eylül 1946 tarihinde bir gazetenin Moskova muhabirinin sorduğu “Tek ülkede komünizm mümkün müdür?” sorusunu yanıtlarken, “ ‘Tek ülkede komünizm’ kesinlikle mümkündür, özellikle de Sovyetler Birliği gibi bir ülkede.” (Eserler C. 16, s. 97) Bu vb. yanıtlarda, tek ülkede komünizmi kurmanın olanaklı olduğu vurgusunda yer alan “özellikle de Sovyetler Birliği gibi bir ülkede” vurgusu da önemlidir; çünkü bu vurgu rastlantıyla yapılmış bir vurgu değildir, aksine bilinçli bir vurgudur. Bu vurgudan çıkan şey odur ki, tek ülkede komünizme geçiş özellikle ve esasen SSCB gibi büyük ve yeraltı ve yerüstü kaynakları zengin bir ülke ya da ülkeler için söz konusu geçiş olanaklı görülüyor.
Komünizmin ulusal ölçekte kurulabileceği ya da komünizme geçilebileceği ve devletin de emperyalist kuşatmadan dolayı var olacağı tezi Marksizm- Leninizm’de bulunmamaktadır. Yanı sıra Stalin de 1930’lar öncesi böyle bir teoriyi savunmamıştır. Örneğin Stalin önderliğinde hazırlanan III. Enternasyonal’in 1928 Programı’nda da söz konusu tez savunulmamaktadır. SSCB deneyimi de Stalin’in savunusunu doğrulamaktan çok uzaktır.
Lenin’in  “Devlet ve Devrim”  başlıklı eserinde sosyalizm, komünizm ve devlet ilişkisi berrak bir tarzda ortaya konulmuştur ve orada da tek ülkede devletli komünizm tezi, teorisi savunulmamaktadır.
1928 Programı’ndan hep birlikte okuyabiliriz:
 İktidarın proletarya tarafından fethedilmesi, sosyalist ekonomik biçimlerin gelişmesinin ve proletaryanın kültürel büyümesinin ön koşuludur…
“Bir bütün olarak geçiş dönemi, sömürücülerin direncinin acımasızca kırılmasıyla, sosyalizm yapısının örgütlenmesiyle, insanların kitle halinde sosyalizm ruhuyla biçimlendirilmesiyle ve sınıf ayrımının adım adım aşılmasıyla karakterize edilir. Geçiş dönemi toplumu ancak bu büyük tarihi görevleri yerine getirdiği ölçüde komünist topluma doğru dönüşümüne başlamış demektir.
Dünya proletaryasının diktatörlüğü, bu nedenle, kapitalist dünya ekonomisinden sosyalist dünya ekonomisine geçişin en zorunlu ve belirleyici ön koşuludur. Ancak bu diktatörlük sadece, sosyalizmin tek ülke ya da ülke gruplarındaki zaferiyle gerçekleştirilebilir. O, yeni oluşan proleter cumhuriyetlerin daha önceden var olanlarla birleşmesini, bu federasyonlar ağının… sürekli büyümesini ve bu federasyonların nihayet insanlığı devlet olarak örgütlenmiş dünya proletaryasının hegemonyası altında bir araya gelmesini gerçekleştirecek olan Dünya Sosyalist Şura Cumhuriyetleri Birliği haline gelmelerini gerektirir.” (3. Enternasyonal, 1919-1943, Belgeler, s. 151-152, italikler programa ait, Belge Yay.)
 “Sınıf egemenliğinin cisimleşmesi olarak devlet sınıfların giderek kaybolması ölçüsünde yok olur” (age., s.148)
Sorun açıktır…
Stalin’in söz konusu tezi şu bakımlardan kabul edilemez ve eleştirilmelidir:
Birinci olarak, komünizm bir dünya sistemidir. Komünizme, eşitsiz de olsa, ancak dünya ölçeğinde geçilebilir. Sosyalizmin zaferi bir veya birkaç ülkede mümkündür ancak bu tezin emperyalist kuşatma altında tek ülkede komünizme geçilebileceği tezine dek genişletilmesi, sanki ikisi arasında bir bütünlük varmış gibi ele alınışı yanlıştır. Komünizme geçiş emperyalist kuşatmanın tasfiyesiyle, dünya proletarya diktatörlüğü federasyonu aracılığıyla gerçekleşecektir. Komünizme geçiş ulusal değil uluslararası ölçekte çözülebilecek bir sorundur.
İkinci olarak, devlet, tümüyle sınıfsal içeriğe sahip tarihsel- siyasal- toplumsal bir kategoridir. Komünizm sınıfsız bir toplumdur. Sınıfların, sınıf mücadelesinin son bulduğu tarihsel bir aşama olan komünizmde sınıflar mücadelesinin ürünü olan her türlü araç da (ideoloji, parti, devlet vs.) ortadan kalkmış, sönümlenmiş olacaktır.
Üçüncü olarak, SSCB’de sosyalizmin kurulduğu (burası doğru) komünizmin ikinci evresine geçişin başladığı saptaması sosyalizmden komünizme geçişin hafife alındığını gösterir. Evet, doğrudur, yaşanan süreç sosyalizmden komünizme doğru geçiş sürecidir. Ama bu kadar. Sosyalizmin gelişimi kendi içerisinde belli gelişme aşamalarından geçecektir. Her gerçek ileri atılım komünizme geçiş için bir atılımı ifade edecektir. Fakat SSCB’de hem iktisadi ve toplumsal gelişme düzeyi komünizm aşamasına henüz çok uzakta bulunmaktadır, hem de, daha da önemlisi, “tek ülkede, SSCB’de komünizm”, “devletli komünizm” teorisinin geliştirildiği ve 20 yıllı kapsayacak dört ayrı beşer yıllık planla komünizme geçişin gerçekleşebileceği tartışmalarının yapıldığı tarih kesitinde yeni tip bir küçük burjuva tabaka da doğup gelişmekteydi…
Dördüncü olarak, SSCB’de komünizme geçiş başladı ya da komünizme geçişin ön günündeyiz saptaması SSCB bakımından da aşırı sübjektif bir saptamadır. SSCB’de olan şey sosyalist inşanın genel çizgilerinin ortaya çıkmış olmasıdır.
Evet, gerçekten de, SSCB’de, tarihte ilk kez görülen, her bakımdan (ekonomik, toplumsal, kültürel, politik, askeri, bilimsel) yüksek başarıların eşliğinde kurulan yeni bir yaşamdır. Ve geri bir köylü ülkesinden gezegenimizin ikinci büyük sanayi devi yaratılmıştır. SSCB’de sosyalizm zafer kazanmıştır. Başarılar göz kamaştırıcı ve görkemlidir. Ama biliyoruz ki tarımda sosyalist dönüşümler 30’lu yıllarda gerçekleşir. Ardı sıra ve aynı süreçle iç içe olarak 2.Emperyalist Paylaşım Savaşı’na karşı hazırlık yapılmaktadır. 39-45 arası kesit her bakımdan acımasız ve vahşi bir savaş dönemidir; faşist canavar SSCB’yi neredeyse baştan aşağı yıkar. 1945-50 dönemi SSCB’nin yaralarını sarma dönemidir.
Kısaca tablo budur. Olan şey, henüz savunulduğu tarzda bir komünizme geçiş kesiti değildir ve SSCB komünizmden de henüz çok uzakta bulunmaktadır.
Açık ki can bedeli kazanılan zaferlerden baş dönmesine tutulmuş Bolşevikler. Tablo aşırı abartılmış. Konu bağlamında Marksist-Leninist teoriden bir sapma var. Bu sapmanın ve durumun bu denli abartılmasının,  iç tehlikenin küçümsenmesinde ciddi bir rolünün olmadığını söylemek elbette ki doğru olmayacaktır. Aksine, gerek söz konusu sapma, gerekse de iç durumun bu denli abartılması, içten restorasyon tehlikesinin ne denli küçümsendiğini göstermektedir. Ki bilindiği gibi Kruşçevci revizyonistler ve ardılları bu öncülden yola çıkarak ve söz konusu sapmayı tümüyle revizyonist amaçlarla geliştirerek (1980’de komünizme geçilmiş olacağı propagandasını anımsayalım) bu tezi tepe tepe kullanmışlardır.
“Sosyalizmin zaferi” ve “kesin zaferi” teorisinin yetersizliği, “sosyalizmin tam kuruluşu” tezinin, giderek, “tek ülkede komünizm” ve “komünizmde” de devletin olacağı teorisine dek vardırılışı ve SSCB’de sosyalizmin kuruluş düzey ve niteliğinin aşırı abartılmasını birlikte ele aldığımızda, bu durumda, SSCB’de restorasyonun artık olanaklı olmadığı sübjektivizmine batılması anlaşılır bir tablo oluşturmaktadır. Kuşkusuz ki sonuçları ağır ve yıkıcı olan bir tablo!

*Aslında sorun, başlangıçta, bu çerçeve ve içerikte ortaya konulmuş ama giderek sorunun formülasyonunda çubuk aşırı bükülerek, üzerinde durduğumuz “tam”lık tartışmasına doğru kırılmıştır. Ancak şu “tam”lık tartışması, Stalin önderliğinde, parti içi muhalefete karşı geliştirilen tümüyle devrimci/komünist karaktere sahip olan bu tartışma ve ideolojik mücadele, devrimcilik üretmiş, devrimci komünist iradi duruşu güçlendirmiştir; bunun da bilincinde olmak gerekir.
DEVAM EDECEK.