SSCB’DE KAPİTALİZMİN RESTORASYONU VE
MÜLKİYETİN KARAKTERİ…
Bilindiği
gibi, yeni tip burjuvazi ve modern revizyonizm, açık burjuva kimliği ve burjuva
ideolojisi ile, “biz sosyalizmi tasfiye ederek kapitalizmi ve emperyalizmi
kurmak istiyoruz” diyerek ortaya çıkamazdı ve çıkmadı da. Yaptıkları her şeyi,
sosyalizm ve komünizm adına yaptılar. Bir yandan eski sosyalist biçimleri
korurken, öte yandan da kaçınılmaz olarak bu biçimleri de bozarak, kirleterek
kapitalizme yöneldiler.
SSCB’de
kapitalist restorasyonun başlangıcı, revizyonist bürokrat burjuvazinin iktidarı
ele geçirdiği 1956’dır. Sonraki süreç, her bakımdan mevzilerini
sağlamlaştırdığı, bir tüm olarak programını pratikleştirdiği
süreç oldu.
Revizyonist
burjuvazinin iktidarı ele geçirip yeni
tip burjuva diktatörlüğünü kurmasından sonra ekonominin de patronu haline
geldi. Kızıl maskeli beyaz karşı devrim ve iktidarın ekonomi politikası ve
ekonomik politikası, kapitalizmi inşa politikasıydı. İlk adımları, ürkek ve
üstü örtük bir şekilde 1953-56 arası
atılan bu politikalar, modern revizyonist burjuva diktatörlüğünün kurulması ile
birlikte sistematik bir tarzda
yürürlüğe sokuldu ve süreç içerisinde
başarı kazandı. Böylece, önce üst yapıyı
ele geçiren burjuvazi, kapitalizmi inşa programıyla, kapitalist yasaları (kapitalizmin
nesnel ekonomik yasalarını) harekete
geçirerek sosyalizmi tümden tasfiye etmenin yolunu açarak başarı kazandı.
Yani söz konusu olan, sosyalizmden komünizme geçiş sürecinde ortaya çıkan ve
geçici bir dönem etki sağlayan bir revizyonist sapma değildi. En nihayetinde
sapma son tahlilde çizgiye dönüşmeden
düzeltilebilecek bir durumdur. SSCB’de söz konusu olan 56 ile modern
revizyonist bir karşı-devrimin galebe çalmasıdır. Bir sapmadan bahsedilecekse,
en fazlasından Stalin’in ölümünün hemen ardından başlatılan eski çizgiden
uzaklaşma yönelimidir.
Yeni tip
burjuvazinin önderliğinde SSCB’de inşa edilen ekonomi, klasik kapitalist ekonomi değildi. Ama onun yasalarına dayanan bir ekonomi olarak,
tekelci devlet kapitalizmi, bürokratik kolektif kapitalizmdi. Yani yeni tip
bir kapitalizmdi, tarihte ilk kez (sosyalist sistemin, sosyalist ekonominin
tasfiyesi üzerinde) ortaya çıkan bir kapitalizm. Revizyonist, oportünist ve
Troçki ve Mandelci Troçkist akımlar, aralarındaki önemli değerlendirme
farklılıklarına karşın, SSCB’deki ve
öteki eski sosyalist ülkelerdeki kolektif
mülkiyet biçimlerine ve Marks’ın
Kapital’ine biçimsel açıdan dayanarak, 1956 sonrası SSCB’ni ve öteki eski
sosyalist kamp ülkelerini “sosyalist” ilan edegeldiler.
Marksist
Leninist Komünist Harekette de ortaya çıkan tasfiyeci orta yolcu revizyonist
eğilim de sosyal emperyalist sistemi “sosyalist” olarak ilan ederken ve
SSCB’deki sistemin klasik kapitalist biçimler alarak dağılmasına kadar olan
süreci restorasyon süreci ve bu sürecin tamamlanarak dağılması olarak ilan
ederken diyor ki, SSCB’deki kapitalizm olarak ilan ettiğiniz şey, Marks’ın
Kapital’indeki kapitalizme hiç de benzemiyor!
Peki, bu bir kanıt olabilir mi? Bizce olamaz. Dahası
bu tavır, tipik bir mekanizmdir, şematizmdir, pozitivizmdir. Çarpıcı bir
“teorik tutuculuk”, “ideolojik tutuculuk”, “muhafazakârlık” ve “dogmatizm”dir.
Diyalektiği, materyalizmi, tarihi materyalizmi, Marksizm-Leninizm’i unutmak ya
da zaten anlamamış olmak demektir. Marks’ın kapitalizmi tahlil ederken ortaya
çıkardığı kapitalist ekonominin nesnel
gelişme yasalarını temel alarak, SSCB’de 56 sonrası sürece başarıyla ve
somut olarak uygulamak yerine; görüngelere, lafıza takılmak, biçimciliğe ve
“teorik tutuculuğa” saplanmak demektir.
Peki, her
devlet mülkiyeti, sosyalist mülkiyet olarak görülebilir mi? Bizce görülemez.
Kapitalist mülkiyetin sadece tek biçimi mi var?
Bizce hayır. Konuyla ilgili, Marksizm-Leninizm’in ustalarının
yaklaşımına yakından eğilmekte yarar vardır.
Marks, “Hisse
senetli şirketlerin kuruluşu”nu incelerken, şöyle der:
“1-Üretimin
ve girişimin ölçeğinde, bireysel sermayeler için olanaksız bulunan muazzam bir
genişleme aynı zamanda, daha önce hükümet girişimleri olan kuruluşların kamu
girişimi haline gelmesi.
“2- Kendisi toplumsal üretim biçimine dayanan ve üretim araçları ile
emek gücünün toplumsal yoğunlaşmasını öngören sermaye, burada, özel sermayeden
farklı olarak, doğrudan doğruya toplumsal sermayenin (doğrudan bir araya gelmiş
bireylerin sermayeleri) biçimini alır ve bunun girişimleri, özel girişimlerden
ayrı ve farklı toplumsal girişimler şekline girer. Bu, özel mülkiyet olarak
sermayenin, kapitalist üretimin kendi çerçevesi içerisinde ortadan
kalkmasıdır.” (Kapital, C. III, s. 386)
Engels,
kolektif kapitalist biçimlerin gelişimi ile ilgili şunları yazar:
“Ne olursa
olsun, tröstlerle tröstsüz, sonunda kapitalist toplumun resmi temsilcisinin,
devletin, üretimin yönetimini eline alması gerekir. Devlet mülkiyeti durumuna
dönüşüm zorunluluğu, kendini önce posta, telgraf, demir yolları gibi büyük ulaştırma
örgenliklerinde gösterir.
“Eğer
bunalımlar, burjuvazinin modern üretici güçleri yönetmedeki yeteneksizliğini
ortaya çıkarmış bulunuyorsa, büyük üretim ve ulaştırma örgenliklerinin hisse
senetli şirketler ve devlet mülkleri durumuna dönüşümü de bu erek için
burjuvaziden ne denli kolay vazgeçilebileceğini gösterir. Kapitalistin tüm
toplumsal işlevleri şimdi ücretli görevliler tarafından sağlanır…
“Ama ne hisse
senetli şirketler durumuna dönüşüm, ne de devlet mülkiyeti durumuna dönüşüm,
üretici güçlerin sermaye niteliğini ortadan kaldırır. Hisse senetli şirketler
bakımından bu durum açıktır. Ve modern devlette burjuva toplumun, kapitalist
üretim biçimini genel dış koşullarını, işçilerden olduğu denli tek tek
kapitalistlerden de gelen saldırılara karşı korunmak için kurduğu örgütten
başka bir değildir. Modern devlet, biçimi ne olursa olsun, özsel olarak
kapitalist bir makinedir: Kapitalistlerin devleti, soyut kolektif kapitalist.
Üretici güçleri ne denli çok kendi mülkiyetine geçirirse, o denli çok gerçek
kolektif kapitalist durumuna gelir, yurttaşları o denli çok sömürür. Kapitalist
ilişki ortadan kaldırılmamış, tersine doruğuna götürülmüştür….” (AntiDühring,
s. 397-398, Sol Yay.)
Engels,
kendisinden aktardığımız alıntıların birinci paragrafında “gerekir” sözcüğü
üzerine bir dipnot düşer ve şunları yazar:
“Gerekir
diyorum. Çünkü ancak üretim ve ulaştırma araçları gerçekten hisse senetli
şirketler tarafından yönetilemeyecek kadar büyük oldukları, bunun sonucu
devletleştirme ekonomik bir zorunluluk durumuna geldiği durumda, ancak bu
durumda, hatta bu işi yapan bugünkü devlette olsa, devletleştirme ekonomik bir
ilerleme anlamına, tüm üretici güçlere toplum tarafından el konulmasına ön
gelen yeni bir aşamaya erişildiği anlamına gelir. Ama son zamanlarda Bismarck,
kendini devletleştirmelere verdiğinden bu yana ortaya, hatta şurada burada bir
ruh düşkünlüğü içinde yozlaşan ve her türlü devletleştirmeyi, hatta
Bismarck’ınkini bile sosyalist (devletleştirme) olarak ilan eden düzmece bir
sosyalizmin çıktığı görüldü. Kuşkusuz, eğer tütünün devletleştirilmesi
sosyalist (devletleştirme) olsaydı, Napoleon ile Mettermich sosyalizmin
kurucuları arasında sayılırdı.” (age., s.397)
Demek ki
kapitalist mülkiyet biçimi tek bir mülkiyet biçimine indirgenemez, bir de
çeşitli kolektif biçimler alan, anonim ortaklıklar ve devlet mülkiyeti biçimini
alan, kolektif kapitalist mülkiyet biçimleri de mevcuttur. Kapitalist
mülkiyetin en yüksek biçimi, tekelci devlet kapitalizmdir. Özellikle 2. Dünya
Savaşı yıllarında ve sonrasında gelişen tekelci devlet kapitalizmi belirgin bir
olguydu. Türkiye’de de KİT’ler olgusunu hepimiz bilmekteyiz… Tekelci kapitalist
devlet mülkiyeti kapitalist mülkiyetin en
yüksek biçimidir, bir kolektif kapitalizmdir, tek tek
kapitalistin ve kapitalist grupların mülkiyeti değildir; burada kapitalist
mülkiyetin sahibi burjuva devlettir,
burjuva devlet, burjuvazinin genel sınıfsal çıkarları doğrultusunda bu
mülkiyeti yönetir, artı-değeri buna göre dağıtır. Bu mülkiyetin kolektif
karakteri, onun sermaye olma
niteliğini de ortadan kaldırmaz. Kapitalizmi salt özel mülkiyete, tek tek
kapitalistlerin bireysel mülkiyetine ve rekabetine indirgeyerek kapitalizm
doğru tahlil edilemez. Ayrıca alıntılardan da görülebileceği gibi, her
devletleştirme sosyalizm değildir.
Bu kısa açıklamalardan
sonra, devam edebiliriz.
Sosyalist
devletleştirmenin sosyalist karakterini belirleyen
şey, proletaryanın iktidarda olmasıdır. Proletarya iktidarı kaybederse ekonomik
iktidarını da kaybeder. Dolayısıyla, proletarya
diktatörlüğünün burjuva diktatörlüğüne dönüştüğü koşullarda, sosyalist
toplumsal devlet mülkiyeti de kaçınılmaz olarak giderek kolektif kapitalist mülkiyete, tekelci
devlet kapitalizmine dönüşecektir.
Bu durumda özel kapitalist sermayenin, tek tek kapitalist ya da kapitalist
grupların olmaması, özel mülkiyetin başlıca mülkiyet biçimi olmaması kolektif mülkiyetin sermaye olma niteliğini ortadan kaldırmaz ama giderek miadını
doldurduğu oranda birincisine yol açar,
ön koşullarını hazırlar ve çözülerek
klasik kapitalist mülkiyet biçimlerine dönüşür; tıpkı revizyonist/kapitalist blokta yaşandığı gibi.
Bu bağlamda,
SSCB’ye bakıp, hani nerde özel kapitalist sermaye grupları, hani nerde özel
sermaye grupları arasındaki kapitalist rekabet, hani nerde kapitalist pazarda
iş gücünü özgürce satan işçiler, hani nerde özel mülkiyet deyip SSCB’de ve
diğer eski sosyalist ülkelerde kapitalizme dönüş sürecini ve bu ülkelerin
giderek kolektif kapitalist ekonomilere dönüştüğünü ret ve inkâr etmek, ne
Marksizm-Leninizm’le ne de O’nun diyalektik materyalist yöntemiyle bağdaşmaz ve
insanı doğru yoldan fena halde çıkarır. Olguculuk (pozitivizm)
Marksizm-Leninizm değildir ve Marks’ın vurguladığı gibi görüntüyle öz-içerik
bire bir çakışsaydı bilime gerek kalmazdı. Görüngülerin analizi, görüngüleri
yöneten temel gelişme yasalarına inilerek/kavranarak ancak doğru anlaşılabilir.
Modern
revizyonizmin iktidara gelmesi ve programını yürürlüğe koymasını yeni
burjuvazinin iktidara gelmesi ve kapitalizmi inşa etme sürecine girmesi ve
klasik kapitalist biçimlere geçmeden önce (eski sosyalist biçimleri bir yandan
korurken öte yandan bozarak- sözde korunmuş) sosyalist hukuki biçimler altında
kapitalizmin inşa edileceğini reddetmek ile, devletin sınıfsal karakteri ile
mülkiyet arasındaki bağı kopararak, mülkiyetin
karakterini belirleyenin devletin sınıfsal karakteri olduğunu yadsıyan
bakış açısı ve tahlil arasında kopmaz bir bağ vardır ve bu ikisi de revizyonizme tekabül etmektedir.
Küçük burjuva
sosyalizmi ile sosyal demokrasi, her
türlü devletleştirmeleri sosyalist
olarak görür. Bu tez, kaynağını,
Bernstein’den, Kautskiyzm’den, II. Enternasyonal oportünizminden, Troçkizm’den,
modern revizyonizmden alır.
Lenin,
“tekelci ya da tekelci devlet kapitalizminin artık kapitalizm olmadığı, artık
’devlet sosyalizmi’ vb.” olduğunu ileri süren yaklaşımı burjuva reformizmi
olarak mahkûm eder ve bunun “en yaygın yanılgı” olduğuna dikkat çeker. (Bkz.
Devlet ve Devrim, s. 84)
Yine Lenin,
“…Tekelci devlet kapitalizmi, sosyalizmin en eksiksiz maddi hazırlığı, onun
bekleme odasıdır, çünkü tarihin merdiveninde bu basamakla, sosyalizm denen
basamak arasında bir ara basamak yoktur.” (Seçme Eserler, C. 9, s.198), der. O,
hemen bir üst paragrafta şunları yazar: “ …Çünkü sosyalizm, tekelci devlet
kapitalizmden bir adım ileriye atmaktan başka bir şey değildir.”
Madem
sosyalizm, tekelci devlet kapitalizminden bir adım ileriye adım atmaktır, yani
proletaryanın sosyalist devrimle iktidarı ele geçirmesidir o halde, yeni tip burjuvazinin proleter iktidarı tasfiye ederek yeni tip burjuva
diktatörlüğünü kurması demek de, sosyalizmden tekelci devlet kapitalizmine “bir
adım gerileme”dir. SSCB ve Sosyalist Kamp’ın deneyimleri de bunu kanıtlıyor.
“Sosyalist
devlet mülkiyeti, kapitalist devlet mülkiyetinden temelde ayrılır. Belirli
işletmeler ve hatta tüm iktisat
dalları burjuva devletin mülkiyetine geçse de, bunların toplumsal özü değişmez. Burjuva devlet, tekelci
sermayenin çıkarlarını savunur ve bunların elinde, emekçi çoğunluğun mülk
sahibi azınlık tarafından baskı altında tutulmasını sağlayan bir zor aygıtıdır.
İşte tam da bundan ötürü, devlet kapitalisti işletmeler, emekçilerin burjuva
sınıfının bütünü tarafından sömürülmesine dayanan girişimlerdir ve yabancı ve
köleleştirici güç olarak halka düşmandırlar.
“Sosyalist
toplumda iktidar işçi sınıfının elinde bulunmaktadır. İşçi sınıfı, devlet
üretim araçlarına halkla ortaklaşa bir şekilde sahiptir…
“Devlet
mülkiyeti, sosyalist toplumda egemen olan mülkiyet biçimidir…” (Politik Ekonomi
Ders Kitabı, C. II, s. 108-109, iba.)
Konuyla
ilgili çarpıcı bir örnek olarak Polonya
deneyini de verebiliriz. Ayrıca, Spiro Dede’nin, “Karşıdevrim İçinde
Karşıdevrim” yapıtının her okuyucu tarafından incelenmesi gerektiğine de
inanıyoruz.
1953-56 arası
dönemde, SSCB’deki gelişme sürecine paralel olarak, Polonya’da da revizyonist
eğilimler gelişip güçlenir. SSCB’de iktidarın yeni tip burjuvazi ve modern
revizyonizm tarafından ele geçirilmesine bağlı olarak Polonya’da da burjuva
revizyonist karşı-devrim iktidara gelir. 1945-53 sürecinde, Polonya’da nispeten
güçlü bir sosyalist sanayi kurulur. Tarımdan farklı olarak sanayide devlet
mülkü, 1956 sonrası süreçte de korunur. 56 ve sonrası ile birlikte proletarya
iktidarı revizyonist burjuva iktidara, sosyalist sanayi tekelci kapitalist
devlet mülkiyetine dönüşür.
Burjuva
revizyonist iktidarın yıkılarak yerini klasik kapitalist yapıya bırakmasına
dek, odağında proletaryanın durduğu ve burjuva revizyonist-kapitalist sistemin
nimetlerinden yararlanan ve paylaşan küçük bir azınlık hariç, toplumun ezici bir
çoğunluğunun (küçük burjuvazi, aydınlar vs.)
proletarya hareketi etrafında harekete geçtiği, sayısız grev ve
direnişin örgütlendiği bir tarihsel kesit yaşandı Polonya’da. Uluslararası
sermayenin, gerici Vatikan’ın ve Titoizm’in enerjik desteği ve yönlendirmesinde
Polonya’daki direnişin önderliğini burjuva liberalleri, Katolik Kilisesi, açık
burjuva unsurlar yapmaktaydı. Gelişen devasa işçi ve emekçi kitle hareketi
anti-Sovyet, anti-sosyalist ve Batı kapitalizmi hayranı sloganlarla
yönlendirilmesine karşın, işçi ve emekçi yığınlar kendi meşru hak ve özgürlüğü
için harekete geçmişti… Örneğin emperyalizmin denetiminde olan gerici Dayanışma
Sendikası, 10 milyon işçiyi örgütlemeyi başarmıştı.
Peki, on milyonları sisteme ve iktidara karşı ayağa kaldıran olgu ne idi?
Biliyoruz ki, nesnel bir temel, sınıfsal
çelişkiler, sömürü ve zulüm
olmadan böylesine dev kitle hareketleri gelişemez. Böyle bir hareket suni olarak yaratılamayacağı gibi sadece “dış güçlerin kışkırtmasıyla” da
izah edilemez. İşin içine “dış güçlerin” girebilmesi de iç çelişkilerin varlığını ve bu çelişkilerin kitleleri, büyük
kitleleri harekete geçirecek denli az çok keskinleşmesini veya olgunlaşmasını
gerektirir.
Bu nesnel
temel ve çelişkiler Polonya sisteminin tam da bağrında yatıyordu. Bürokratik
kapitalist sistem ve bürokrat burjuvazinin diktatörlüğü, yeni tip kapitalist
tarzda sömürü ve Rus sosyal emperyalizmine bağımlılık tam da söz konusu nesnel
temeli ve çelişkileri oluşturuyordu. Yeni tip kapitalist ve sosyal emperyalist
sömürü, zulüm ve toplumsal adaletsizlik çelişkileri o denli keskinleştirmiştir
ki, on milyonlar, komünist öncüden mahrum bir şekilde de olsa, hareketin
önderliğinden bağımsız olarak, tümüyle meşru zeminde harekete geçmiştir,
geçebilmiştir.
Peki, burada karşı karşıya gelen başlıca sınıflar
kimlerdi? Açık ki, proletarya ile
revizyonist (yeni tip) burjuvaziydi.
Toplumun onda dokuzunu karşısına alan bu sınıf, yeni tipten kapitalist restorasyonun ürünü olan yeni tip burjuvazi idi. Bu öyle bir hareket idi ki, Polonya’nın
sosyalist, Polonya’daki iktidarın da proleter olduğu demagojilerine ölümcül bir darbe indiriyordu.
Peki,
Polonya’da kolektif devlet mülki olan
sanayiyi bu durumda sosyalist (!) gören mantık Marksist-Leninist mantık ve
değerlendirme olabilir mi? Olamayacağı açık olsa gerek. Tabii yolunu şaşırmış
olanlar hariç!
1971’deki
işçi ayaklanmasını anlatır ve tahlil ederken, Spiro Dede şöyle yazar:
“Ayaklanmanın
ulaştığı dramatik boyutlar, işçilerin hakim rejime ne pahasına olursa olsun
direnme kararlılığı, isyanın gözü pek ruhu, yüce proleter dayanışması, vb.,
‘Polonya sosyalizmi’nin tamamen iflas ettiğini ve açığa çıktığını gösteriyordu.
Aynı zamanda bu olaylar, eski sosyalist ülkeler arasında ilk defa Polonya
proletaryasının ayaklanarak, iktidardaki rejimin işçilerin rejimi olmadığını,
onun tüm kötülüklerin ana kaynağı olduğunu ve sonuç olarak da yıkılmayı hak
ettiğini açıkça ilan ettiğini de gösteriyordu. Enver Hoca yoldaş, işçi
sınıfının bu haklı hareketlerini hem Polonya hem de öteki revizyonist ülkeler
için arz ettiği önem açısından değerlendirirken şöyle yazıyordu: ‘Polonya işçi
sınıfının mücadelesi revizyonist ülkeler için yeni bir olguya işaret ediyor…
Aralıkta Polonya’daki işçi sınıfı ile iktidardaki revizyonist hükümet arasında
ayrılık gerçekleşti… İlk defa, bir yanda işçiler öte yanda revizyonistler,
kutuplaşmış iki uzlaşmaz sınıf olarak karşı karşıya geldiler.’” (Karşıdevrim
İçinde Karşıdevrim, s. 99)
Yukarıdaki
çıplak tabloya karşın modern revizyonizmi ve kapitalizmin restorasyonunu
kavrayamayan ve yeni tip burjuvazi ve modern revizyonizmle uzlaşan orta yolcu
akım, o yıllarda da, sonrasında da klasik kapitalist biçimler alıp çökünceye
dek, “Polonya sosyalist bir ülkedir” savlarını ortak payda olarak, tıpkı diğer
revizyonist/kapitalist ülkeleri niteledikleri gibi, tanımlamaya, proletarya ve
halkları, devrimcileri yanıltmaya bütün güçleri ile devam ettiler.
Tartışmalar
bakımından yararlı olacağı için “Asyatik Üretim Tarzı” üzerinde de durmak istiyoruz.
Marks’ın
feodalizm incelemelerinde öne çıkan olgu, Batı Avrupa feodalizmi olmuştur. Oysa
dünyamızda Batı Avrupa feodalizminden daha yaygın feodal üretim biçimlerinden
biri olarak bir Doğu feodalizmi söz konusuydu. Büyük filozof sorunun bu yanının
farkında olmakla birlikte bu olguya sınırlı ama açıklıkla değinmiştir.
Batı tipi
feodalizmde tipik olan, yerel derebeylikler ve toprak mülkiyetinin özel ellerde
toplanmış ve parçalanmış olmasıdır. Marx ve Engels’in dediği gibi, “Bütün
Avrupa ülkelerinde feodal üretimin özelliği, toprağın mümkün olduğu kadar çok
sayıda alt feodaller arasında bölünmesiydi.”
(Marks-Engels, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, s. 191) Doğu
feodalizminde tipik olan ise toprağın komünal toprak mülkiyeti olarak feodal
devletin elinde toplanmış, merkezileşmiş olmasıdır. Yine Marks’ın dediği gibi,
“…Gerçekten toprakta özel mülkiyetin yokluğu, tüm Doğunun anahtarı! Siyasal ve
dinsel tarihin özü burada.” (age., s. 142) Batı feodalizminde feodal toprak
mülkiyeti ve feodal hiyerarşik düzen feodal beylerin güçlerine göre dağılmış ve
şekillenmiştir. Doğu feodalizminde ise mülk devletindir, egemen feodal sınıf,
bir “devletlü” sınıf olarak örgütlenmiştir; feodal sınıf piramidinin tepesinde
kral/sultan bulunmaktadır; askeri ve dinsel aristokrasi, feodal sınıfı
oluşturmaktadır.(Bakınız PEDK, C.I, Bölüm II ve Bölüm III.)
Burada çok
özet olarak üzerinde durduğumuz Doğu tipi feodalizm, kuşkusuz ki süreç
içerisinde bozulmuş, vakıf ve mültezim uygulamaları yoluyla, kapitalizmin
gelişimiyle giderek çözülmüş ve toprakta özel mülkiyetin gelişimiyle, özel
mülkiyete dayanan biçimler alarak çözülmüştür vb. Ama asıl amacımız, burada,
“Asyatik Üretim Tarzı”nın kolektif devlet mülkiyetine dayanan karakterine ve
feodal egemen sınıfın bir devletli kolektif sınıf karakteri taşımasına dikkat
çekmektir. Fazla uzağa gitmeden, bu olguyu Osmanlı İmparatorluğu gerçeğinden de
bilmekteyiz. Bilindiği gibi, toprakta özel mülkiyetin bulunmayışından, toprağın
devlete ait olmasından yola çıkarak, Osmanlıyı sınıfsız bir toplum olarak izah
eden ve savunan anlayış ve eğilimler üzerinden yürütülen tartışmalar, 60’lı
yılların ünlü tartışma konularından birisini oluşturmuştu. Oysa Doğu feodalizmi
ve Osmanlı İmparatorluğu, feodal bir düzen karakteri taşımakta ve özgün bir
biçimde iki temel sınıfa, köylülük ve feodal sınıfa dayanmaktaydı. Köylülük
özel toprak mülkiyetinden yoksun olarak, devlet tarafından feodal temeller
üzerinden koyu bir feodal sömürüye tabi tutulmaktaydı…
Görüldüğü
gibi, “Asyatik Üretim Tarzı”nda, toprakta özel mülkiyetin bulunmaması esas olgu
olmasına ve egemen sınıf, Batı Avrupa’da olduğu şekilde doğrudan feodal
beylikler biçiminde karşımıza çıkmamasına karşın, bu toplum biçimi feodal
sınıflı toplum olarak tanımlanmış ve çözümlenmiştir.
Kuşkusuz ki,
amacımız, feodal toplumla kapitalist toplumu, feodal toplumla kapitalizmin
restorasyonu yolunda ortaya çıkan revizyonist/kapitalist toplumları birbirine
eşitlemek ya da kaba bir tarihsel paralellik kurarak, tarihsel sınırları, sosyo-ekonomik
farklılıkları yok sayarak kapitalizmin restorasyonunu kanıtlamak değildir. Aksine,
her bir toplumun ve tarihsel dönemin
özgünlüğünü ve kendine özgü koşullarını unutmadan, tartıştığımız sorunda
perspektifimizi geliştirebilecek sonuçlar çıkarabilmektir. Aksi düşünülemez
bile.
Burada dikkat
çekmek istediğimiz şey, özel mülkiyetin, sınıfların, sömürünün ortaya çıkışıyla
birlikte, sömürücü sınıflı toplumların mutlak olarak özel mülkiyete, hâkim
sınıfların parçalanmış özel mülkiyetine, emekçi sınıf ve tabakaların özel mülk
sahipleri sınıfının kolektif biçimler almayan ayrı ayrı kesimlerinin sömürüsüne
vb. dayanmadığını göstermektir. Tarih de bu olguya tanıklık yapmaktadır.
SSCB ve Doğu
Avrupa’nın sosyalist ülkelerinde kapitalizmin restorasyonu ile birlikte tarih, yeni bir olguya tanık olmuştur. Bu yeni olgu, kendi nesnel temelleri ile
somut olarak diyalektik materyalizme, Marksizm-Leninizm’in ilkelerine dayalı
tahlil edilmeli, eski yetersiz bakış
açısı aşılmalı, teori yenilenerek geliştirilip zenginleştirilmeli, tarihi
deneyin eleştirel analizinden çıkan derslerle kadrolar, sınıf ve kitleler
silahlandırılmalıdır. Böylece sosyalizmin yeni bir Ekim atılımı, 21. yüzyılın
kaçınılmaz kaderi olan sosyalizmin yer küremizdeki zaferi, donanımlı ve
ideolojik, programatik, stratejik olarak sağlam bir şekilde kucaklanmalıdır.
Aksi tavır, komünist saflardaki orta
yolcu, oportünist tasfiyeci, Troçkist ve post-Marksist, bürokratik küçük
burjuva liberal sapmaların
“ideolojik-teorik tutuculu”ğuna, “dogmatizm”ine, şematizmine kapılmak, yolu
şaşırmak olacaktır…
SSCB’de, 1956
ile iktidarın yeni tip burjuvazinin eline geçmesinden sonra, sosyalist ekonomi,
giderek yerini yeni tip kapitalist
ekonomiye bırakmıştır. 56 ile iktidarın bu el değiştirmesi ile yeni tip
burjuvazi, elindeki iktidar ve üstyapı tekeline dayanarak, sosyalizm ve
komünizm adına, kapitalizmi, tekelci devlet kapitalizmi olarak inşa etmeyi
başarmıştır. 70’lere geldiğinde, artık SSCB ekonomisi revizyonist/kapitalist
bir ekonomiye, sosyal emperyalist bir ekonomiye dönüşmüştür. Bu dönüşümün
programı, uygulamaları, somut verileri kitabımızda
zaten ortaya konulmuştur ve bu yazı dizimizde de ortaya koyulacaktır.
DEVAM EDECEK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder