ÖCALAN’IN AÇIKLAMASI...
III) DİNSEL FAŞİST DİKTATÖRLÜKTEN DEMOKRASİ BEKLENEMEZ
IV) BAŞLAMIŞ OLAN SÜREÇ VE ÖN ŞART MESELESİ
V) FESİH HAKKI, “ÇAĞIN MANİFESTOSU”
III) DİNSEL FAŞİST DİKTATÖRLÜKTEN DEMOKRASİ BEKLENEMEZ
Kanımızca, dinci faşist diktatörlüğün, Saray rejiminin yeni süreçte de Türkiye’yi demokratikleştirmek, Kürtlerin ulusal demokratik haklarını tanımak gibi bir hedefi yok; hedef, Kürt ulusal hareketini tasfiye etmektir. Kürt halkının ve öncüsü PKK’nin ulusal demokratik haklarını devrimci pratik ile kazanma çizgisinden koparmaktır. Dar ve geniş anlamda hareketi parçalamak, etkisizleştirmek, ehlileştirmektir. Orta Doğu somutunda bölgesel ve küresel güç merkezlerinin (ABD, İsrail, İran gibi) Kürt sorununu TC’ye karşı ve bölgeyi dizayın etmede bir koza çevirerek kullanma hamlelerini önlemektir. Zayıflayan, gözden düşen dinci faşist rejimi kurtarmak ve süreklileştirmektir. Başta CHP olmak üzere burjuva muhalefeti güçsüzleştirmek, parçalamak, etkisizleştirip Erdoğan’ın ömür boyu devlet başkanlığını güvence altına almaktır.
Erdoğan’ın, devletin ve Saray’ın belirlediği stratejiye bağlı olarak, hedefine ulaşmak için sayısız taktik kullanacağı, duruma göre manevralar yapacağı, “inandırıcılık taktiği”yle kendi “gizli ajandası”nı pratikleştireceğini daha baştan görmek gerekir.
Erdoğan her zaman Kürt sorununu kendi siyasal stratejisi ve iktidarı için araçsallaştırarak kullanma ve ulusal demokratik hareketi tasfiye etme stratejisini izleyegeldi. Bu olgu, bugün de geçerlidir.
Küresel arenada sürmekte olan emperyalist hegemonya ve rekabet mücadelesi ve bu mücadeleyle iç içe geçmiş Orta Doğu’da değişen güç dengelerini ve gelişmenin yönünü, keza bu gelişmelerin TC ve dinci faşist iktidar üzerinde kurduğu baskı ve dayatmaları görmeden Saray rejiminin politik stratejisini anlayamayız. Bu değişmeler Kürt sorunu ve mücadelesini, Orta Doğu çapında Kürt kazanımlarını TC için hayati derecede bir tehdite dönüştürmüştür. “Devletin bekası”, “vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü”, neo-Osmanlıcı Türkçü İslamcı yayılmacı politikaların selameti için zayıflamış olan “iç barış”ın, “iç cephenin sağlamlaştırılması” zorunlu hale gelmiştir. Bu bağlamda dinci faşist Saray rejimi, faşizm ve sermayenin çıkarları ve güvenliği için “Bin yıllık Türk-Kürt kardeşliği”ni yeniden araçsallaştırmaya gerek duymuştur. Yeni sürecin önü bu amaçla açılmıştır. Bahçeli’nin risk alarak öne çıkışı ve çıkarılışı, CHP’nin ikircikli ve ikili politik gerçeğiyle birlikte yeni süreci destekleyebileceğini ilan etmesi, devlet ve rejimin “inandırıcılık taktiği”ne göreli de olsa elverişli bir ortam sağlamıştır. Hatırlanırsa, 2013-15 sürecine başta MHP olmak üzere MHP ve CHP karşı çıkmıştı...
Yeni olmamakla birlikte yeni süreç ABD planının devrede olduğu bir süreçtir. Bu bağlamda ABD planı ile TC, Tayyip ve Bahçeli planı bire bir örtüşmemektedir. Bu gerçeğe karşın, süreç başlamış ve çoklu aktörler arasında rekabet ve işbirliği ile birlikte gelişmektedir... Ancak bilinmelidir ki, Saray’ın, ABD’nin “Barış planı”nda halklar için demokrasi, Kürtler için onurlu barış, demokratik çözümün yeri yoktur.
Herbir tarafın planı ve yönelimi, strateji ve taktikleri Kürt sorununu, Kürt ulusal mücadelesini araçsallaştırmaya, kullanmaya dayanmaktadır. Özellikle de bu koşullarda “açılım”ın “tepeden işi bitirme” yöntemi ve tarzı son derece tehlikeli ve sorunun Türkiye halklarının gündemine özgürce girmesini, kamuoyu önünde demokratik tartışmaların yapılmasını, toplumsal psikolojinin de hazırlanmasını sert şekilde engellemektedir. Benimsenmiş yöntem ve yönelim dikta ve Erdoğan’a olağanüstü imkanlar sunmaktadır. Bu yöntem ve yönelim, “kurulmuş masa”nın tek darbeyle kolayca devrilmesine, ceremesinin de başta Kürt halkı olmak üzere halklara ödetilmesine hizmet edecektir. Bu her bakımdan böyledir. Savaşan taraflar arasında sürecin hazırlanması bağlamında “gizli diplomasi” anlaşılırdır, bir dizi ayrıntının ilk elde açıklanmaması anlaşılırdır ama aylar geçmesine karşın meselenin halklar nezdinde azçok anlaşılır, görünür hale gelmemesi, Öcalan’ın kamuoyu ile serbestçe ilişki kuramaması “anlaşılır” gibi değildir.
Sermaye, kontur-gerilla devleti, “devlet aklı” Kürt hareketi karşısında askeri olarak yenilmemiş, iradesi kırılmamıştır. Dolayısıyla zorunlu olarak burjuva demokrasisine dayanan yeni bir yapılanma süreci de yaşanmamaktadır. Keza Kürt ulusal mücadelesi Türk halkını yanına çekebilmiş de değildir. Öcalan’ın, Kürt ulusal hareketinin bunun farkında olmadığını düşünmek doğru olmayacaktır. Aldığı ağır darbelere karşın sömürgeci devletin ve Saray’ın iradesinin kırılmamış, yenilgiye uğramamış olması, başlayan süreçte PKK aleyhine bir durumdur ve bu olgu, diktatörlüğün elini güçlendirmektedir. Egemen sınıfların bu durumu Öcalan ve PKK’yi uzlaşmaya, daha geniş tavizler vermeye zorlamak, mümkün olduğunca en aza razı etmek ve PKK’yi en geri taleplere sıkıştırmak için kullandığı ve kullanacağı açıktır. Kuşkusuz ki bu baskıyı örgütlemekle bunu başarmak aynı anlama gelmez. Kaldı ki, diktatörlük PKK karşısında yenilmemiş olsa da PKK’yi de yenememiştir. Bu olgu (“yenişememe”, “denge”, “pat” durumu) PKK ile pazarlıkta diktatörlüğün elini de zayıflatan bir durumdur. En nihayetinde bu olgu, tek bir tarafa hizmet etmekten uzaktır ve politik güç dengeleri içerisinde de temel bir unsurdur ve ne olduğu henüz açık olmayan “süreç”te hesaba katılmaması mümkün değildir.
Ayrıca, Öcalan ve PKK’nin bağımsız birleşik bir Kürdistan, Kürt ulusal devleti kurmak gibi bir devrimci program ve stratejisi olmadığını biliyoruz. İmralı çizgisi ile bu program ve strateji uzun yıllar evvel terkedildi. Dolayısıyla Öcalan ve PKK’nin terkedilmiş stratejiye göre davranmadığını ve davranmayacağını da unutmamak gerekir. Bu terki, tasfiyeci irade kırılmasını eleştirmek bir şeydir (ki zamanında bu konuda Marksist-Leninistler ilkeli bir tavır takınmış, ideolojik mücadele kapsamında gerekli eleştirilerini de ortaya koymuştu) PKK’nin tasfiyeci, sol liberal, post-Marksist, ulusal reformist paradigmasının yol gösterici karakterini görerek, olan-biteni bu bağlamda somut analize tabi tutmak farklı şeydir. İkinci gerçeği unutmamak, Öcalan’ın tavrına, yeni süreç babında olan bitene söz konusu paradigma bağıntısında bakmak gerekir. Siyasal analiz ve pratik politikte bu gerçeği iki yönden çizümlemeden şu anki sürecin karakterini, olası gelişmeleri, ortaya çıkan tehditleri anlamak da pek olanaklı olmayacaktır...
Örneğin, hatırlatma babında KCK Sözleşmesi’nde yer alan şu perspektif ve değerlendirmeler bizlere fikir verecektir:
“Demokratik Konfederalizm, devletlerin köklü bir reformla demokrasiye duyarlı hale getirilmelerini, demokratikleşme önünde engel olunmamasını ve tüm engellerin kaldırılmasını ister ve bu amaç doğrultusunda mücadele eder. Bundan sonra Kürdistan da üç hukuk geçerli olacaktır: AB hukuku, üniter devlet hukuku, demokratik konfederal hukuk.” (KCK Sözleşmesi, Önsöz, Öcalan, 20 Mart 2005)
IV) BAŞLAMIŞ OLAN SÜREÇ VE “ÖN ŞART” MESELESİ
Kendi başına ele alındığında kamuoyuna duyurulan Öcalan’ın açıklaması desteklenemez. Ancak uzun bir tarihe, verilen büyük mücadelenin gücüne dayanan, önemli mevziler kazanmış bir hareketin içerisine girdiği süreç salt söz konusu açıklamaya dayanılarak da ele alınamaz. Öcalan’ın resmi açıklamasında yer almayan ama Sırrı Süreyye Önder’in “dipnot” olarak açıkladığı "Şüphesiz pratikte silahların bırakılması ve PKK'nin kendini feshi, demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınmasını gerektirir" sözleri, sürecin Öcalan ve PKK için “ön koşul”suz bir süreç olmadığı ya da olmayacağı anlamına da gelmektedir. Önderin, bu “dipnot”un bir “ön şart”ı ifade etmediği, “işin gereği” ya da “gerekleri”ni dile getirdiği ifadesi özünde bir şeyi değiştirmez. Bu talebin ve gereklerinin yerine getirilmesi gerekir. Bu gereklilik zorunluluktur. Zorunluluk ya yanıtlanır ya da reddedilir. Kaldı ki dipnottaki ifadelerin genel olduğunu, somut karşılığının ne olduğu, hiç olmazsa asgari çerçevede bir plan üzerinde somutlaştırılıp somutlaştırılmadığı da bilinmiyor. Kanımızca hiçbir şey almadan her şeyin verildiğini düşünmek subjektiftir. Biçiminin, biçimlerinin ne olup olmadığından “bağımsız” olarak PKK’nin ve gerillanın asgari taleplerinin pratik karşılığı olmadan gelip kuzu kuzu teslim olacağı beklenmemelidir.
Öcalan’ın kamuoyu nezdinde okunan resmi açıklamasında yer almayan, Sırrı Süreyya Önder’in “dipnot” olarak açıkladığı şey, ("Şüphesiz pratikte silahların bırakılması ve PKK'nin kendini feshi, demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınmasını gerektirir") Kandil’e gönderilen ya da gönderilecek videolu açıklamada yer aldığı; Öcalan’ın İmralı’da kameralar karşısında okuduğu metinin fesih kongresine sunulacağı anlaşılıyor ya da öyle sanıyoruz. Belki de Öcalan’ın ayrıca çekilmiş videoları ve yazılı açıklamaları PKK merkezine daha önce gönderilmiştir...
Öcalan’ın Erdoğan-Bahçeli’ye, iktidar bloguna “tam teslim” olduğu, “ihanet” ettiği söyleniyor. Kamuoyu önünde okunan Öcalan’ın açıklaması buna kanıt olarak gösteriliyor. Salt Öcalan’ın kamuoyuna deklare edilen açıklamasına dayanarak yapılan “tam teslimiyet”, “ihanet” analizi ve propagandası gerçekçi değildir. Bu talep (“dipnot”) aynı zamanda PKK’nin talebidir. PKK’nin yaptığı açıklamalar da bunu göstermektedir. “Hukuki, yasal boyut”ta devletin yapması gerekenler yapılmadan da yolun açılmasından, herhangi bir “barış” ve “çözüm”den bahsedilemez. Öcalan “iğne ucu” kadar açık bir yerden bile girerek büyük işler başaran birisi olduğunu düşünen biri. Böyle bir açıklamayla Öcalan yolu açmayı denemiş olabilir. Keza Öcalan perde gerisi görüşme ve pazarlıklarda kırmızı çizgilerini sulandırmışsa ya da daha geriye çekmişse bunu da bilemiyoruz. Eğer süreç ilerleyebilirse işin bu yanı da açığa çıkacaktır.
Önderin “dipnot” olarak dile getirdiği notun kamuoyuna okunan metinde yer almaması herhangi bir şeyle değil, devlet ve iktidarın istememesiyle ilgilidir. Oldukça önemsenen ya da önemsendiği söylenen bir süreçte kamuoyuna açıklanan bir metinde bu “not”un yer almasına dahi izin verilmemesi tepkilere yol açtığı kadar kuşku ve güvensizlikleri de alabildiğine kışkırttığını gördük. Devlet ve Saray’ın kamuoyu nezdinde izlediği taktiğin bir gereği olarak (“Öcalan amasız, fakatsız teslim oldu” görünümü yaratmak için) söz konusu “dipnot”un açıklamada yer almasını istemediği açıktır. Devrimci açıdan bu tutumu kabul etmek için hiçbir sebep ya da haklılık gerekçesi yoktur.
İmralı Heyeti, bu “dipnot”un iki taraf arasında varılan mutabakatın bir parçası olduğunu açıkladı. Olabilir, ama bu mutakabatın nasıl bir mutabakat, sınırlarının ve içeriğinin ne olduğunu bilmiyoruz. İçeriğinin ve sınırlarının ne olduğunun bilinmediği koşullarda, Öcalan açıklamasının hemen ardından sıraya girip sürece desteğini açıklayanlar kuşkusuz ki yanlış yapmaktadırlar. Kürt ulusunun haklı mücadelesi ile taleplerini sahiplenmek, omuz omuza savaşmakla açıklanan ama ne olduğu henüz belirsiz olan sürece destek vermek farklı şeylerdir... Devlet ve Saray’ın “Siz silahları ve PKK’yi tasfiye edin, biz de gerekli yasal-hukuki koşulları hazırlarız” dememiş olması zaten mümkün değildir. Burada önemli olan hikayenin özüdür. Netleşmesi gereken de budur. Kuşkusuz ki silahlı mücadele kendi başına amaç değildir. Silahlı mücadeleye politika yön verir. Silahlı mücadele politik hedeflere ulaşmanın aracıdır. Öcalan silahlı mücadele evresinden “demokratik siyaset” evresine geçilmesini istiyor. Bu perspektif, stratejik yönelim yeni değildir; bugüne dek yaşam bulamamasının ana nedeni de faşist diktatörlüğün ve Saray rejiminin inkar ve imha politikası ve “askeri çözüm”de ısrar etmesidir.
Öcalan’ın açıklaması ile içerisine girilen sürecin otomatik olarak ilerlemesi olanaklı değil. Süreç karmaşık gelişecek, sürecin iniş ve çıkışları olacak... Burada önemli ve belirleyici olacak şey, Kürt ulusal mücadelesinin ve kazanımlarının, Kürt kimliğinin kabul edilip edilmeyeceği; bu bağlamda fiili ve hukuki her türlü güvencenin sağlanıp sağlanmayacağıdır. Süreç ve güvenceler bakımından önem taşıyan temel unsurlardan birisi de pratikte yaşam bulacak uluslararası garantilerdir, sürecin garantörleridir. Böyle bir süreç bağlamında uluslararası güvenceler veren garantörler olması beklenir. Öncesi bir yana 2013-2015 döneminin deneyimleri var. Öcalan ve PKK’nin bu deneylerden çıkardıkları bir dersin de “garantiler ve garantörler”in gerekliliğiydi. “Garantiler ve garantörler” bakımından gerçek durumun ne olduğunu da bilmiyoruz. Ne denirse densin, “Kimseye gereksinimimiz yok, dış güçleri karıştırmayız, oturur, kendi sorunumuzu kendimiz çözeriz” denemez ve deneceğini de sanmıyoruz. Bu sürecin çok aktörlü bir süreç olduğunu, Orta Doğu’da değişen güç dengelerini ve dengelerin yeni süreç üzerindeki büyük etkisini ise hatırlatmaya gerek yok... Kaldı ki bu “garanti ve garantörler” meselesi Kürt halkı ve öncüsü için bir yöntem olarak devrede olsa bile güvenilmezdir. Hele de şu dünya ve Orta Doğu gerçekliğinde... Bu bağlamda öz gücüne güven ve dayanma olmadan tasfiye kaçınılmazdır. Kanımızca PKK bunun bilincindedir...
PKK’nin yaptığı açıklamada, Öcalan’ın süreci yönetmesi için “fiziki özgürlüğüne” kavuşması; devletin ve Saray’ın herhangi bir siyasi ve askeri operasyona girmemesi; Kürtlerin ulusal demokratik haklarının en azından temel olarak anayasal, yasal çerçevede düzenlenmesi gerektiği dile getirildi. PKK’nin taleplerini, “teslim olmuş” bir siyasi hareketin teslimiyetini gizlemek için yaptığı manipülasyon olarak yorumlamak yanlıştır. Diyelim ki geçmişi en azından 100 yıla dayanan Kürt sorununun ve Kürt ulusal mücadelesinin, son 40 yılı aşkın süredir ağır bedeller pahasına kahramanca yürütülen mücadeleleri, sahadaki güç dengelerini ve Kürt kazanımlarını, Kürtlerin tarihsel ve siyasal gerçeklerini, taleplerini dikkate almadan Öcalan’ın ve PKK’nin “bir tas çorba” karşılığı faşizme teslim olacağını düşünmek politik saflık olur. Yapılması gereken şey, ilkesel duruşu terketmeden “somut şartların somut analizi”dir. Dogmatik, mekanik ölçütlere değil, somut analize dayanmak gerekir. Orta Doğu gibi ekonomik, jeostratejik ve jeopolitik değeri yüksek bir coğrafyada yenilmemiş; dahası, etki alanı ve gücü küresel politikaları etkileyecek bir kapsama ve derinliğe ulaşmış, elinde güçlü kazanımları ve silahları olan PKK’nin salt “Baş müzakereci” olarak Öcalan’ın devletle yaptığı uzlaşma metnine dayanarak davasını satacağını söylemek korkunç bir yüzeysellik olur. Değişik türden milliyetçi çevrelerin bu propagandayı yapması anlaşılırdır ama “devrimcilik”, “yurtseverlik” adına böylesine erken ve üstün körü, karşılığı olmayan “analiz”ler yapmak doğru değildir.
Kamuoyuna açıklanan metin kuşkusuz önemlidir; devletin ve Saray’ın ve milliyetçi güruhun propagandasına, manevralarına geniş ve somut alan açtığı açıktır ama yaşamın dili, iç, bölgesel, küresel güç dengeleri ve ortaya çıkan denklemler, eylemin içeriği daha önemli ve belirleyicidir. Metinin oportünist, diplomatik ve tasfiyeci kabul edilemez dilini ve görünen içeriğini tek ölçüt, ana ölçüt olarak ele almak yanlış bir yöntem, bakış açısı ve politik analiz olacaktır. Metin elbette ki eleştirilecek ancak metin tek ölçüt, belirleyici ölçüt değildir. Devletin kirli psikolojik savaş için kullandığı ve ısrarla kullananacağı “teslim oldu ve olacaklar” propagandasına karşı azami siyasi uyanıklık zorunludur. Sahadaki gelişmelere göre soruna yaklaşmak gerekir. Öcalan’ın gerçekliğini tek başına uzlaşma metnine dayanarak değerlendirmeye kalkmak üstün körülüktür. Öcalan “hiçbir şey almadan her şeyi” vermeyecektir. Öcalan’ın kişisel kaygılarla davrandığı propagandası da saçmadır, bu argüman, psikolojik savaşın argümanıdır.
Kuşkusuz ki belirleyici olan pratiktir; salt açıklamalara göre davranılamaz; niyet okuyarak siyasi analiz yapılamaz; pratik-siyasal duruşa (eylemin içeriği) göre tavır alış gereklidir. Salt açıklamalara göre hareket etmek politikada da tek yanlılık, saflık, cehalet, yarı-cehalettir.
Başlamış olan bu yeni süreçte de Kürt ulusunun temel ulusal demokratik talepleri karşılanmayacaktır. “Hayır, esaslı kazanımlar olacak, bekleyin göreceksiniz.” vb. açıklamalar inandırıcı olmaktan uzaktır. PKK’nin taleplerinin sömürgeci faşist diktatörlük tarafından yerine getirilip getirilmeyeceğini ya da bu talepler doğrultusunda adımların atılıp atılmayacağını, atılacaksa hangi adımların atılacağını veya ne ölçüde atılacağını hep birlikte göreceğiz... Ki bugüne kadar atılmış herhangi bir adım da yoktur.
Erdoğan’ın, devletin “samimi mi samimiyetsiz mi” olduğu tartışması boş ve yanlış bir tartışmadır. Politik ve askeri mücadelede çarpışan kuvvetler böyle ahlaki ölçütler üzerinden hareket etmez. “Samimi” olup olmamanın ölçütünü başka yerde ya da yerlerde değil, sürecin nesnel içeğinde, eylemin içeriğinde aramak ve bulmak gerekir. Sorunların çözülüp çözülmeyeceği ya da hangi ölçeklerde gündeme girip girmeceği vb. politik güç dengeleriyle, iradelerin savaşımıyla bağlıdır...
Öcalan üzerindeki faşist tecrite son verilmesi, düşüncelerini, çözüm önerilerini kamuoyu nezdinde özgürce ortaya koyması, kamuoyu nezdinde serbestçe iletişim ve etkileşim kurması talebi tümüyle haklıdır ve bu talebin gereklerinin hızla gerçekleştirilmesi gerekir. Bu, yakıcı bir sorundur. Kürt hareketinin yaşamsal önem verdiği bu talep tümüyle meşrudur. Talebin gerçekleşmesi için politik ve toplumsal baskı ve mücadelenin her bakımdan güçlendirilmesi gerekir. Öyle arada bir tecridin gevşetilmesi numarası kabul edilecek bir durum değil. Tecrit duvarı arkasında rehine olarak tutulan, özel baskılar altında bulunan, kendisini özgürce ifade etme imkanı bulunmayan bir “Başmüzakereci”nin açıklamalarına kamuoyunun ihtiyatlı yaklaşması da kaçınılmazdır. Öcalan kamuoyu önünde kendini özgürce ifade edebilmelidir. Yanıtları istenen sorular da bu sayede, en azından bir ölçüde verilmiş ya da görülmüş olacaktır.
V) FESİH HAKKI, “ÇAĞIN MANİFESTOSU”PKK Türkiye devrimci ve komünist hareketine dayanarak ulusal kurtuluşçu hareketi başlatmadı. Eğer silahlı ulusal devrimi sonlandıracaksa, “demokratik alana” geçerek mücadeleyi yeni bir evreye taşıyacaksa, yine kendi iradesi temelinde hareket edecektir. PKK herhangi bir dar siyasal grup değildir. Ezilen bir ulusun temsilcisidir. Kendini feshetmesini, silahlı mücadeleye son vermesini eleştirebiliriz vb. Ancak kendi ulusal kaderini tayin etme hakkı kendisine, Kürt ulusuna ait tartışılamaz bir haktır. Bu hakka karşı çıkmak sosyal şöven bir tutum ve duruş olacaktır...
Ne yazık ki, politik güç dengeleri ve PKK gerçekliğinde devrimci ve komünist hareketin PKK’yi ciddi bir şekilde etkileyecek güç ve inisiyatifi de yoktur. Devrimci ve komünist hareketin Kürt ulusal devrimini Türk işçi ve emekçilerini seferber ederek devrimci çizgide Batıya yaymada/taşımada, birleşik devrimi geliştirmede başarısız bir tarihe ve politik-pratiğe sahip olduğu açıktır. PKK ve Kürt halkı Türk halkının ve işçi sınıfının desteğini alamadı, yalnız kaldı. Devrimci hareketimizin özellikle bir kesiminin PKK ile daha yakından ilişkilenerek “yol açma” politikası ise kendi zaafları temelinde başarılı olamadı; en nihayetinde bu iş, politik güç olmaya, politik güç dengeleri üzerinde etkili olabilen politik-maddi bir hareket olmaya bakar ve böyle bir hareket ise geliştirilemedi. Uzun yıllardır tasfiyeci (ideolojik, siyasi, örgütsel, moral değerler bakımından) irade kırılmasının anaforunda kıvranan, gettolaşmış, varlık yokluk sorunu yaşayan, legalize olmuş, çoğu kendi stratejisinden resmi ama özellikle de fiilen kopmuş, yarı-kendiliğindenci eksene oturmuş; önemli bir kesimi ciddi bir şekilde Avrupa merkezli mültecileşmiş, ağır darbelerle, kendini aşamamanın ağır sorunlarıyla ciddi bir şekilde yorulmuş, nefeslenme gereksinimi duyan devrimci hareketimizin tablosu yeni döneme bir kez daha hazırlıksız yakalandığının da göstergesidir. Dolayısıyla “en Marksist-Leninist” açıklamaların ve “ideolojik mücadele”nin PKK ve yönelimini etkileme şansı yoktur. Her şeye karşın PKK’nin ideolojik-siyasal eleştirisi de kaçınılmazdır; ilkesel duruşu kaybetmeden dostça eleştiri ihmal edilemez bir görevdir.
Doğrudur, Öcalan’ın açıklaması tarihi bir açıklama ve adımdır; açıklama doğrultusundaki olası gelişmelerin Türkiye ve Orta Doğu’da önemli sonuçları olacaktır. Bu etkinin hangi ölçüde ve hangi yönde olacağını ise net olarak bugünden söyleyemeyiz. Orta Doğu’da değişen güç dengeleri içerisinde yurtsever hareket de çok katlı, çok aktörlü, ucu açık, kendi iradesini de aşan bir gerçeklikle karşı karşıyadır. Bu cangılda bağımsız politika yapmak arslanın midesinden ekmek almaya çalışmak demektir. Bu gerçekliği PKK’nin, Kürt ulusal devriminin tarihsel pratiğinden, deneyiminden de öğrenerek görüyoruz. Kürt halkı bu süreçte avantajlarının yanı sıra ciddi dezavantajlarla, büyük risklerle de karşı karşıyadır. Politik olarak sömürgeci faşist diktatörlüğe karşı birleşik mücadelenin geliştirilmesine özel önem vermek gerekir. Bu görevden asla geri durulamaz. Geri duran daha baştan kaybetmeye mahkumdur...
Başlamış olan sürecin bağrında Türkiye devrimci hareketini derin bir şekilde etkileyebilecek, tasfiyeciliği derinleştirecek dinamikler de bulunmaktadır. Eğer “her şey yolunda gider”se, “yeni derin analiz”lerle reformizme geçmeye hazır hale gelmiş devrimci hareketin önemli bölükleri de “yeniden yapılanacak”tır. Devrimci hareketimizin nesnel durumu bu tehlikenin küçümsenmemesini gerektirdiğini açıkça göstermektedir...
Devam edelim.
Öcalan’ın Heyet tarafından kamuoyu nezdinde okunan açıklamasının “Çağın Manifestosu” olarak tanımlanabilecek herhangi bir özelliği bulunmamaktadır. Dahası, Öcalan’ın çağrısında kendi paradigması ve Kürt halkının asgari talepleri yer almadığı gibi Kürt halkına, halklara mücadele çağrısı da yer almamaktadır. Bu durum Kürtler içerisinde de yaygın kuşku ve güvensizliklere yol açtı. Çağrı Saray ve devletin “amasız, fakatsız” talep ve baskısına göre biçimlendirilmiştir. Bu çağrıyla şimdilik Saray diktatörlüğü ve devlet kamuoyu nezdinde psikolojik üstünlüğü ele geçirmiş durumda. Böyle bir çağrının ısrarla “Asrın Manifestosu” olarak gündemleştirilmesi “garip” olduğu kadar rastlantısal da değildir. Çağrının ısrarla “Çağın Manifestosu” olarak sunulmasının çağrının yarattığı hayal kırıklıklarının önüne geçmekle de bağı olmalı. Bu propaganda ilkesiz ve pragmatiktir, çağrıyı kurtarma ve meşrulaştırma siyasal manevrasını temsil etmektedir. Bu propagandayla özellikle çağrının arka planı hakkında yüksek beklentiler de yaratılmak istenmektedir. Yüksek beklentiler yaratılarak tepkiler kontrol altına alınmak isteniyor. Fakat bu taktiğin ileride daha büyük bir hayal kırıklığı yaratma tehlikesini de içerdiği dikkate alınmalıdır. Kürt halkının dünyanın en gelişkin politik halkı olduğunu düşündüğümüzde, anlayışla karşılasa bile söz konusu açıklamaya ve yöntemine eleştirel yaklaştığını ve yaklaşacağını düşünüyoruz. Açıklamanın Kürt halkı ve devrimci hareket nezdinde büyük bir şaşkınlıkla karşılandığını, böyle bir açıklamanın beklenmediği açıktı.
Özel olarak hatırlatmak gerekir; TBMM açılış toplantısında “Bahçeli’nin uzattığı el”den itibaren başlayagelen süreçte, Saray ve bağlaşıkları, sistematik bir devlet terörü ve imha savaşı, boyun eğmezseniz daha büyük imha savaşı gerçekleştireceğiz tehditi eşliğinde, tek seçenek “amasız, fakatsız teslimiyettir” propagandasını yapageldi. İmralı açıklamasından sonra yalnızca fiziki terör ve imha savaşı yoğunlaşmadı, özelde de kirli psikolojik savaşı yoğunlaştırılıp geliştirildi. Saray, açıklamanın devletin istediği yöntemle yapılmış olmasını yeni bir psikolojik saldırı dalgasını örgütlemenin fırsatına çevirdi. Devleti, Sarayı, psikolojik savaşı son derece iyi bilen Kürt ulusal hareketi, bu saldırıyı boşa çıkaracak etkili bir tutum da hala gösterebilmiş değil. Bu durumun özel olarak yaşanan sürecin şeffaf olmamasıyla bağlı olduğunu düşünüyoruz.
Sürecin asıl önemi “Asrın Manifestosu” olarak açıklanan ve sunulan çağrıdan değil, PKK’nin ve Kürt ulusal devriminin bölgeselleşmiş, uluslararasılaşmış güç ve etkisinden, bu güç ve etkinin yarattığı beklentilerden gelmektedir. Öcalan’ın çağrısı bu zeminde ele alınmak zorundadır. Yüksek bir otorite olarak Öcalan’ın açıklaması karşısında hiçbir önemli kuvvet zaten ilgisiz kalamaz. Önemli olan şey, çağrının perde gerisinin aydınlanması ve sahadaki gelişmeler olacaktır. Mesele de buradadır. Yapılacak şey, Kürt halkının haklı taleplerinin mücadelesini vermek, her cephedeki Kürt ulusal kazanımlarını savunmak, birleşik mücadele hattında yürümektir. Süreç her ne ise aydınlanması gerekmektedir. Öcalan ve PKK cephesi bakımından henüz açık ve net olan bir şey yok.
Demokrasi mücadelesi bakımından Kürt ulusal devrimi ve yayılması büyük bir öneme sahiptir. “Yiğidi öldür ama hakkını yeme!” demişler. Kürt ulusal mücadelesi ve Rojava devriminin bölge halklarına bir demokratikleşme çağrısı olduğu açıktır. Ancak, ulusal özgürlükçü hareketin bölge halklarının (Fars, Arap, Türk) esaslı desteğini alamamış, bu desteğin Rojava gibi bir alanda önemli, değerli ama sınırlı desteklerin ötesine taşamamış olması; emperyalist, siyonist, yerli gericiliklerin siyasal özgürlüklere düşman güçler olmaları; bu gerici kuvvetlerin bölgede gelişen halk hareketlerini engelleme ve kullanma çizgisi PKK’nin önemini vurguladığı Orta Doğu’nun demokratikleşmesi gereksiniminin önünü kesmektedir... Kaldı ki ilk adımları atılan sürecin “onurlu barış”la, “demokratik çözümle” sonlanacağı da bugünden söylenemez. Bu hamurun daha çok su kaldıracağını görmemiz gerekir. Erken beklentilere girilmemelidir. Üstelik aşırıya varıp çığrından çıkan liberal açıklamalara da asla bel bağlanamaz. Özelde DEM partisinin aşırı abartılı liberal dili de eleştirilmelidir. Gerçek durum ve gelişmenin yönü zamanla açığa çıkacaktır. Milliyetçi gerici çevrelerin salvo atışlarına karşı olduğu gibi subjektif beklentiler yaratan, siyasal uyanıklığı gevşeten propaganda ve ajitasyona da kapılmamak gerekir.
Öcalan’ın çağrısının “Çağın Manifestosu”, “21. yüzyılın sorunlarını çözmeye yönelik bir paradigma”, “Küresel demokrasi mücadelesine öncülük etme inisiyatifi”, “Söz konusu çağrı ile Kürdistan ve Ortadoğu’da yeni bir tarihsel sürecin başladığı açıktır. Bunun dünya genelindeki özgür yaşamın ve demokratik yönetimin gelişimi üzerinde de büyük etkisi olacaktır.” gibi nesnel olmaktan uzak, aşırı abartılı açıklamalarla devletle anlaşarak kullanılan yöntemin ve verilen mesajların anlamının örtülenmesi gerçek durumun bilince çıkarılması önlemektedir. En azından nesnel olarak bu böyledir. Kürdistan’da ve Orta Doğu’da demokrasiyi de, barışı da, kardeşliği de getirecek şey, devrimci programlara dayalı devrimci stratejiler ve devrimci pratikler olacaktır. Emperyalist ve yerli gerici sınıfların iktidarını yıkmadan Orta Doğu özgürleşmeyecektir. Öcalan paradigması bu çizgiye zaten reddiye yazan bir paradigmadır. Rojava devrimi, ulusal demokratik halkçı, kadın özgürlükçü çizgisi ve mücadelesiyle geniş çaplı bir etki yarattı. Ortaya çıkan devrimci mevzinin (Rojava) korunması için yürütülen mücadele son derece değerlidir. Bir model olarak yarattığı etkinin ve savaşım gücünün büyütülmesi de yakıcı bir görevdir. Ancak Rojava devriminin ve mevzisinin korunması, geliştirilmesi sayısız sorunla, baskı ve tasfiye tehditi ile kuşatılmış durumda... Dolayısıyla Rojava devrimi ile dayanışma ve birlikte mücadele yaşamsal önemdedir...
En nihayetinde demokrasi bağlamında Öcalan’ın paradigması, kapitalizmin ve devletlerin demokratikleştirilmesini; Orta Doğu devletlerinin demokratikleşmesini; Kürdü yok sayan sömürgeci burjuva devletlerin demokratikleşmesini; sosyal reformlarla klasik burjuva demokrasilerinin kapsamının daha da genişletilmiş bir çerçevesine tekabül eden bir demokratikleştirmesini öneriyor. Söz konusu paradigma kapitalizmi ve burjuva sınıf egemenliğini devrimlerle tasfiye ederek “demokratik toplum”un kurulmasını ise kesinkes reddediyor. Zaten paradigma “devrimler çağı”nın bittiğinin altını çiziyor...
DEVAM EDECEK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder