ÖCALAN’NIN AÇIKLAMASI, YENİ SÜREÇ, SARAYIN HESABI...
Bu yazı yayımlanmak üzereyken, Suriye’de SGD (Suriye Demokratik Güçleri) ile HTŞ (Heyet Tahrir Şam) arasında bir anlaşma imzalandı. Anlaşmanın herhangi bir alt merci ya da alt düzeyde muhattaplar tarafından değil de, doğrudan SGD Genel Komutanı Kobani ile yeni “geçici Cumhurbaşkanı” Colani (Ahmet El Şara) tarafından imzalandı. İmzalar iki ayrı çizginin ve iktidar merkezini temsil etmektedir.
Tüm önemine karşın bu anlaşma şimdilik bir çerçeve anlaşmasından ibarettir. 8 maddede özetlenen ön anlaşmanın somutlaşması önümüzdeki sürecin meselesi. Anlaşmanın somutlaşması süreci kıran kırana sürecek pazarlıklar üzerinde yükselecektir. Çerçevenin somutlaştırılması görevi ise değişik alt başlıklar altında kurulacak komisyonlara bırakıldı. Eğer her şey yolunda giderse, olgunlaştırılmış çalışma son biçimini alarak anayasal ve yasal düzlemde resmileştirilerek yürürlüğe girecektir. Ancak ön anlaşmanın şimdilik herhangi bağlayıcı bir yanı olmadığı da unutulmamalıdır.
Kuşkusuz ki bu adım, büyük bir politik anlama sahip. İç, bölgesel, küresel alandaki güç dengeleri söz konusu ön anlaşmanın gerçekleşmesinde belirleyici konumda duruyor. Bu ön anlaşmanın sağlanmasında ABD’nin belirleyici yerde durduğu anlaşılıyor. Bu ön anlaşma, sahadaki durumun, güç dengelerinin yansımasıdır ya da yansıma biçimlerinden birisidir.
HTŞ İslamist faşist bir katliam örgütüdür. HTŞ ABD, İngiltere, Fransa, TC, Katar gibi ülkelerin desteğiyle iktidara taşındı. HTŞ’den ve müttefiklerinden Suriye’de demokratik bir devletin inşası beklenemez. Colani denen soykırımcı katilin kravat takması, “ılımlı” mesajlar vermesi, sağa sola çiçek atması, kendisini yeni dönemde (“O, artık iktidar.”) pazarlama taktiğiyle ilgilidir ve baş akıl hocası da ABD ve CİA’dır. HTŞ’nin ABD, AB, İsrail, Körfez ülkeleri tarafından yeniden yapılandırılması operasyonu da sürecektir. HTŞ’nin yeniden yapılandırılması ve Colani’nin kaderi -nihai biçimine kavuşmuş değil. Suriye’de önemli bir unsur olan TC devleti ve Saray da kendi hesabına göre pozisyon almaya, süreci etkileyip yönlendirmeye çalışacaktır... Bu süreç içerisinde yer alan kuvvetler bir yandan çıkar ortaklığına, öte yandan da rekabetin gereklerine göre davranacaktır.
Anlaşmanın bir antlaşmaya dönüşüp dönüşmeyeceğini ya da hangi ölçekte yaşam bulacağını hep birlikte göreceğiz.
İslamcı bir diktatörlük kurmak hedefiyle davranan, geçmişi kanlı katliam ve yağmalarla bilinen, en küçük demokratik hak ve özgürlüğe bile düşman bir güçtür HTŞ. HTŞ bu ön anlaşmayı isteyerek değil, zorunlu kaldığı için imzalamıştır. Ön anlaşma Kürt kimliğinin, Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’nin tanınmasını sağladı. Bu bakımdan anlaşmanın 2. maddesinde yazılanlar (“2- Kürt toplumu Suriye devletinin yerli bir topluluğudur ve Suriye devleti onun vatandaşlık hakkını ve tüm anayasal haklarını garanti altına almaktadır.”) önemlidir. Fakat “tanımakla”, bu tanınmanın resmi ve fiili güvencelere kavuşması ve pratikte yaşam bulması bir ve aynı şey değildir... Keza bu, ön anlaşmada ifade edilen diğer ulusal, inançsal kimliklerin tanınması (“1- Tüm Suriyelilerin dini ve etnik kökenlerine bakılmaksızın, siyasi sürece ve tüm devlet kurumlarına yetki ve sorumluluk temelinde temsil ve katılım haklarının garanti altına alınması.”) bakımından da geçerlidir. Sürmekte olan Alevi katliamı da bunu kanıtlamaktadır.
Ayrıca bu ön anlaşmanın herbir taraf için aynı anlama gelmediği ve gelmeyeceğini görmek gerekir. Ön anlaşmadan sonra ilan edilen “Suriye Geçici Anayasa Taslağı” da bunun kanıtıdır.
Bu anlaşma bir kazanım olarak Kürt gerçekliğini küresel arenada da meşrulaştırdığı gibi, henüz uluslararası arenada yeterince destek alamamış, bir meşruiyet sağlayamamış Colani ve HTŞ‘nin de durumunu meşrulaştıran bir rol oynamıştır... HTŞ ve Colani kendi etrafındaki tecrit duvarını aşmak, terörist listesinden çıkmak, ABD’nin liderliğindeki “uluslararası toplum”un koyduğu ambargolardan kurtulmak, iktidarını sağlamlaştırabilmek için manevralar yapmakta, zaman kazanmaya, güç biriktirmeye önem vermektedir.
SGD ve Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi yetkilileri tarafından yapılan açıklamalara göre, yapılan ön anlaşma aynı zamanda TC’nin saldırılarına ve saldırılarının durdurulmasına yönelik bir çağrı ve anlaşmadır. Fakat anlaşmaya rağmen Türk ordusunun ve MİT’in, keza tasmalı çetelerin (“MSO”) saldırıları yoğun bir tarzda sürmektedir.
SGD tarafından anlaşmanın tam da Alevi soykırımının orta yerinde imzalanması ciddi bir eleştiri ve öfke nedeni oldu. Zamanlama bakımından bu tepkiler haklıdır ve önemsenmelidir. Ancak zamanlamanın sadece SGD’ye bağlı olmadığı da görülmelidir. Ön anlaşmada yer alan inançların tanınması maddesi henüz pratikte karşılığını esaslı tarzda bulmasa da, Alevileri de kapsadığı ve kapsaması gerektiği SGD tarafından açıklanmıştır. SGD’nin anlaşma öncesi Alevi soykırımının durdurulması ve katliamın sorumlularının ve suç ortaklarının yargılanması talebinde bulunduğu da biliniyor...
Alevi katliamının ve yağmanın içinde isim isim verilen ve Türk ordusunun, MİT’in, konturgerillasının yönettiği çetelerin varlığına özel olarak dikkat çekmek gerekir. Keza Suriye’de Alevilerin yaşadığı bölgelerin TC’ye, Hatay’a bağlanması propagandasının geliştirilmesi de bir diğer dikkat çeken noktadır...
Ön anlaşmaya, SGD’nin açıklamalarına karşın Alevi katliamı ve yağmalama saldırısı devam etmektedir. Bu soykırımcı politika ve saldırganlığın HTŞ ve terörist çeteleri, keza TC’ye bağlı çeteler tarafından gerçekleştirildiğine kuşku yoktur. Bu gerçeğe rağmen olan-bitenler yalnızca HTŞ tarafından değil, uluslararası emperyalist güçler tarafından da çarpıtılmaya, katliam ve yağma eylemleri “HTŞ’nin denetleyemediği gruplara ve bireylere” ve “Esad kalıntıları”na bağlanmaya devam ediliyor. HTŞ’nin “olaylar”ı soruşturup “olaylarda sorumluluğu olanlar”ı “ceza”landıracağı söyleniyor. Katliamın ana sorumlusu olan HTŞ’nin savcısı ve hakimi olduğu bir “soruşturma ve mahkeme”den bir şey çıkmayacağı açıktır...
SGD ve HTŞ arasında imzalanan metinde yer alan madde, “6- Suriye devletinin Esad kalıntılarına ve güvenliğine ve birliğine yönelik her türlü tehdide karşı mücadelesini desteklemek.” maddesinden iki taraf aynı şeyi anlamamakla birlikte, örneğin Alevilere vb. karşı katliam ve saldırılar için HTŞ’ye alan açtığı da açıktır. HTŞ ve cihatçı terörist çeteler, Alevileri “Esad kalıntısı” olarak görmekte ve lanse etmektedir. Bunu biliyoruz. Alevi soykırım hareketinin Alevi düşmanları tarafından olduğu gibi, örneğin TC’de yandaş medya, burjuva milliyetçi, ırkçı, dinci çevreler tarafından da anti-Kürt saldırı için sistematik kullanıldığını da biliyoruz. Bu gerçekler görmezden gelinemez.
Keza HTŞ özellikle de iktidarını sağlamlaştırma imkanı bulursa, her türlü siyasal ve toplumsal muhalefeti ezme saldırılarını “Esad kalıntılarına karşı mücadele” adına da meşrulaştırmaya çalışacaktır. TC’de bir dönemden beri özellikle Saray merkezli geliştirilen, yandaş kalemşörler ve medya aracılığıyla yüksek sesle dile getirilen “siyasal Alevilik” propagandası, hem TC’de hem de Suriye’de Alevilere karşı geliştirilmek istenen baskı ve katliamlara zemin oluşturma operasyonunun argümanlarındandır. Suriye’deki Alevi katliamına giden yolda, bu propaganda TC cephesinde “Esad kalıntıları” propagandası ile birleştirilmiş bir tarzda geliştirilen propagandadır aynı zamanda.
Alevi kitleleri, ilerici ve devrimci kitleler ve temsilcileri hızla harekete geçerek Alevi soykırımına karşı derin bir öfkeyle mücadeleye atıldı. Bu mücadele HTŞ’yi hızla teşhir etti... Bu mücadelede uluslararası demokratik kamuoyunun desteği de önemli bir rol oynadı. Keza kendi çıkarları (“Suriye’nin ve bölgenin istikrarı”) gerektirdiği için bir dizi emperyalist devlet ve BM katliamı kınadı. Kınamaların “Eski Esad kalıntılarına karşı mücadele meşrudur” propagandası eşliğinde yapılması, Batı dünyasının sınırsız iki yüzlülüğünün ifadesi olduğu kadar, son tahlilde, Alevi katliamını meşrulaştıran, HTŞ’ye verilen desteği de göstermektedir. Bu katliamın, aynı zamanda zayıf durumda olan (herkesin bir yandan ayar çektiği) HTŞ’nin söz konusu anlaşmayı imzalaması için bir baskı unsuru olarak kullanıldığı da anlaşılıyor. Alevi soykırımının Erdoğan, TC, İslamist Körfez ülkeleri tarafından yok sayılması, en ufak bir kınama mesajının dahi yayınlanmaması, Alevilerin, Dürzilerin katlini vacip gören, canlarını, mallarını, namuslarını helal sayan İslamcı ideolojileriyle, siyasetleriyle, ahlaksızlıklarıyla, saldırganlıklarıyla ilgili olduğu açıktır.
Ön anlaşma HTŞ’ye olduğu gibi TC’ye, Saray diktatörlüğüne, elebaşı Erdoğan’a da ağır bir şamar oldu. Siz bakmayın Erdoğan’ın “Anlaşma eksiz uygulanmalı” palavrasına. Zat-ı muhteremin açıklaması mecburiyetten yapılmış hile yüklü bir açıklamadır... Ön anlaşmanın ardından Dışişleri ve Savunma bakanlarının MİT Müşteşarı ile hızla Şam’a gitmesi TC’yi korkutan gelişmeyle ilgilidir. Belli ki TC, Saray imzalanmasını önleyemediği ön anlaşmayı feshetmek ya da pratikte uygulanmasını önlemek ya da en geri seviyeye çekilmesini sağlamak için yetkililerini Şam’a gönderdi.
TC devleti ve elebaşısının Suriye ve Suriye Kürdistanı üzerindeki politik ve askeri baskısının ve saldırganlığının süreceğinden kuşku duyulamaz...
Suriye’deki bu gelişmeyi-anlaşmayı ayrı bir yazıya bırakarak geçiyoruz.
Birbirini etkileyen, etkilenen, iç içe geçmiş halkalardan, hesaplardan, mücadelelerden oluşan TC’yi özel olarak ilgilendiren bu çok aktörlü süreçte İmralı’yı dışta bırakarak, İmralı ve Saray, devlet yetkilileri arasındaki görüşmeleri dikkate almadan da Suriye’deki söz konusu gelişmeyi ve yönelimleri anlayamayız. SGD ve HTŞ arasında imzalanan anlaşmanın bu döneme denk gelmesi de tesadüfi olarak görülemez...
Ön anlaşmanın hemen ardından diyebileceğimiz bir sürede Colani, “Geçici Anayasa Taslağı”nı ilan etti. Bu taslak, Rojava (KDSÖY) tarafından derhal mahkum edildi. Taslak olarak ifade edilen açıklama HTŞ yönetiminin İslamist bir diktatörlük kurma, Colani’yi tek adam yapacak başkanlık sistemini inşa etme politikasının açık ifadesidir. Şimdiden görülmesi gerekir ki, Suriye’yi “demokratik bir gelecek” beklemiyor... SGD ve HTŞ-Colani arasında imzalanmış olan ön anlaşma kendi başına “demokratik Suriye”yi kuracak güvencelerden de uzaktır. HTŞ yönetimi 5 yıl süreceği açıklanan geçiş süreci bahanesinin ardına sığınarak, Colani liderliğinde Selefi bir İslamcı diktatörlük kurma ve sağlamlaştırma peşindedir. Ön anlaşmayla ilan edilen anayasa taslağı temelde birbirini yadsıyan iki ayrı belge ve politikadır. Sıkışmış Colani bir yılan gibi kıvrılmakta, yeni pozisyonunu sağlamlaştıracak manevralar eşliğinde yol almaya çalışmaktadır. Gelişmeler, yeni savaşlara, potansiyel olarak bekleyen iç savaşın realize olmasına doğru da yönelebilir. Ön anlaşmanın ve ilan edilen geçici anayasa taslağının kaderi mücadele eden güçler tarafından tayin edilecektir. Colani ve HTŞ’nin sünni Suriye halkının çoğunluğunun desteğini aldığını gösteren hiçbir kanıt yok; dahası, tersinin doğru olduğu görülüyor. HTŞ Suriye halklarının, dahası özelde Sünni Arap halkının desteği sayesinde değil, emperyalist ve gerici devletlerin desteğiyle ucuz bir şekilde iktidara getirildi ve HTŞ henüz iktidarını da inşa etmekten uzaktır.
İnşa edilmeye çalışılan İslamist faşist çete iktidarına karşı KSDÖY’nin, Kürtlerin, Dürzilerin, Alevilerin, Hristiyanların, laik, seküler yaşamdan yana olan Arap Sünni kesimlerin ve HTŞ iktidarına karşı mücadele eden geniş kesimlerin bir direniş ve mücadele cephesinin inşası en yakıcı sorun olarak gözükmektedir.
Burada yaptığımız şey, bir ön açıklamadan ibarettir.
Yazımızı (ÖCALAN’NIN AÇIKLAMASI, YENİ SÜREÇ, SARAYIN HESABI...) SGD-HTŞ arasındaki anlaşmanın henüz açıklanmadığı koşullarda yazdık. Fakat bu yeni durumda da bir değişiklik yapmadan yazımızı olduğu gibi yayınlamaya karar verdik. Yazımızı uzunluğu nedeniyle iki bölüm olarak yayınlayacağız.
ÖCALAN’NIN AÇIKLAMASI, YENİ SÜREÇ, SARAYIN HESABI...
I
Nihayet Öcalan’dan beklenen çağrı “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” başlığıyla kamuoyuna deklare edildi. Öcalan’ın 27 Şubat tarihli çağrısının “özüne” katıldıklarını ve kendilerini bağladığını açıklayan PKK, (meşru savunma ve misilleme hakkını elde tutarak) ateşkes ilan etti. Çağrıyla birlikte dinci faşist diktatörlük, gerici, faşist, milliyetçi çevreler PKK ve Kürt hareketini zaten yenilmiş, devlete teslim olmaktan başka seçeneği kalmamış bir güç olarak lanse etmeye başladılar. “Görüyorsunuz işte, devlete kaldırılan eller kırılır, devlete karşı konulamaz” vs. diyerek kirli psikolojik savaşı yoğunlaştırdılar. Çağrının Saray’ın ve devletin istediği, dayattığı yönteme (“amasız, fakatsız”) uygun kaleme alınmış olması gerici, liberal, milliyetçi, faşist propaganda aygıtının eline istenen kozu verdi.
Açıklama (ardı sıra gelen PKK’nin ateşkes kararı) yalnız içerde değil, Orta Doğu’da ve küresel çapta da ciddi yankılar yarattı. Başta Almanya, Fransa, İngiltere olmak üzere Avrupa’dan, ABD’den, BM’den gelişmeyi destekleyen açıklamalar geldi. Tescilli ırkçı faşist Perinçek’in psikolojik savaş eşliğinde Öcalan’ın açıklamasını olumlu karşılaması da dikkat çeken bir tutum oldu.
Bu çıkış ve açıklamayla Kürt sorunu küresel ölçekte daha fazla gündeme girdi, Kürtlere destek büyüdü, genişledi. Öcalan uluslararası bir aktöre dönüştü. Öcalan’dan beklentiler ne olursa olsun, bu yeni durum Kürt sorununu ve Öcalan’ı uluslararası gelişmeler babında daha fazla meşrulaştırdı. Bu bir kazanımdır, doğru değerlendirilirse, bazı önemli başarılar elde edilebilir...
Öcalan’ın açıklamasında Rojava hakkında herhangi bir şey söylenmemektedir. Oysa Rojava’nın taraflar arasında önde gelen ve özel önem taşıyan bir sorun olduğu biliniyor. Kürt ulusal hareketinin öncü kuvvetleri, Rojava kazanımına haklı olarak özel önem vermektedir. Tersinden bu, Rojava kazanımını yok etmek isteyen dinci faşist diktatörlük ve Erdoğan için de geçerlidir.
Suriye’de iktidar altın tepsi içinde HTŞ’ye teslim edildi. İslamist terörist katliam çetelerini iktidara taşıyan ABD ve Batılı emperyalist devletler, TC, Körfez ülkeleri oldu. HTŞ iktidarı oturmuş bir iktidar olmaktan henüz uzaktır. Farklı rekabet merkezleri tarafından HTŞ’ye “Balans ayarları” çekilmeye devam edilmektedir. IŞİD’den HTŞ’ye uzanan çizginin temsilcileri, laisizme, kadın özgürlüğüne, insan haklarına, özgürlüklere, başta Alevilik olmak üzere azınlık inançlara düşmandır ve hedefleri de şeriatçı bir diktatörlük kurmaktır. Batılı emperyalist devletlerin sınır tanımayan iki yüzlülüğüne karşın, IŞİD, HTŞ yaptığı büyük katliamlarla dünya ölçeğinde teşhir oldu. Başta İŞID olmak üzere radikal İslamist terörist katliam ordularına karşı Kürt halkı ve müttefiklerinin yiğitçe mücadelesi, kadın özgürlükçü demokratik devrimci çizgisi ile uluslararası arenada haklı bir saygınlık kazandı. Bu mücadele ve saygınlık Kürt hareketinin ve kazandığı statünün korunup geliştirilmesine hizmet etmekte ve edecektir...
Devam edelim.
Karayılan, 2023 yılı içerisinde devletin PKK ile bir biçimde temasından bahsetti. Bese Hozat da, 2024 yılı içerisinde Türk devletinin kendilerine “ahlaksız bir teklifte bulunduğunu” açıklamıştı. Kuşkusuz ki bu açıklamaların perde gerisi dün olduğu gibi bugün de bilinmiyor. İşin bu boyutları da zamanla açığa çıkacaktır. Türk burjuva devletinin şu veya bu zamanda savaşan bir güç olarak PKK ile görüşmesi ya da görüşme girişimlerinde bulunması, ahlaklı ya da ahlaksız “öneriler”de bulunmasında, “talepler”ini iletmesinde “anormal” bir taraf yoktur. Nihayetinde ortada savaşın iki tarafı var ve PKK “29. Kürt isyanı”nın öncüsüdür. Üstelik, geçmişteki Kürt isyanlarından farklı olarak, “29. Kürt isyanı”nın etkisi ve gücü Kürdistan’ın dört parçasını da kapsamaktadır.
“En iyi Kürt ölü Kürttür”, “son ferdine kadar teröristleri yok edeceğiz”, “Ayakkabı numaralarını bile biliyoruz” diyen, on yıllardır “ha yok ettik ha edeceğiz” ajitasyonu yapan ama Kürt halkını ve direnişini, kazanımlarını yok edemeyen faşizm ve sermaye, ortaya çıkan yeni güç dengeleri içerisinde Öcalan ve PKK’ye gitmek zorunda kalmıştır. Erdoğan bir kez daha, Kürt hareketini ve mücadelesini tasfiye etmek için yeni açılımlar ve manevralar peşinde. Saray diktatörlüğü içerde ve dışarda sıkışmış; ağır bir toplumsal ve siyasal krizin pençesinde kıvranmaktadır. Erdoğan son kullanım tarihini uzatmak istemektedir. Gerek Türkiye gerekse de Orta Doğu’da ölçeğinde Kürt politikası iflas etmiş bir devlet ve Saray gerçeğiyle karşı karşıyayız. İflas etmiş, kriz kaynağına dönüşmüş Kürt politikasında ısrar eden; üstelik ABD ve İsrail’in Türk egemen sınıfları ve faşist diktatörlük için (“devletin, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü”) önemli tehditler oluşturan politikalarına karşı Erdoğan, mecburen Öcalan’ın ayağına gitmiştir. Bu gidiş, Orta Doğu’daki güç dengelerinin değişmesiyle, Rojava devrimi gerçeğinde ileri biçimde ortaya çıkan Kürt kazanımı gerçeğiyle bağlıdır. Erdoğan, koşulların pek de lehine olmadığı, iktidarının zayıflayıp gerilediği bir kesitte Öcalan’ın ayağına gitmek zorunda kalmıştır. Erdoğan kadar Öcalan da bu gerçeğin farkındadır.
Yeni süreç, Erdoğan’a rağmen başlayan bir süreç değildi. Bilakis Öcalan’ın açıklamasından sonra Erdoğan’ın yaptığı açıklama “Erdoğan Bahçeli’nin çıkışına karşıdır. Bahçeli’nin çıkışı onun bireysel-partisel çıkışından ibarettir.” vb. propagandasını da boşa düşürdü. Yapılan şey, iş bölümünden ibaretti. Orta Doğu’da güç dengelerinin değiştiği yeni evrede, üstelik desteğini çektiği koşullarda düşmeye mahkum olan Erdoğan gerçeğinde Bahçeli’nin çıkışını Bahçeli kliğiyle sınırlamanın yanlış olduğu açıktı... Yeni süreç konusunda Erdoğan ve Bahçeli’nin birebir aynı düşündüğü iddia edilemez, konu babında aralarında önemli ayrılıklar olabilir ve herbir tarafın kendi özgün çıkarlarının olduğu da gözardı edilemez. Ancak son tahlilde ortak bir stratejide birleşilmiştir...
Tüm inkardan gelmelere rağmen, başlayan sürecin ön bir hazırlığa dayandığı kesindi. CHP Genel Başkanı Özel’in açıklaması konuya ışık tutmaktadır:
“Bir yandan bir yıldan aşkın süredir bir müzakereyi yürüteceksiniz. Yaptığınız, yapılan görüşmelere devlet adına birisi tam yetkili, dört kişilik bir heyet eşlik edecek. Bu konudan dakika dakika haberiniz olacak. Anayasa Mahkemesi'nin bir üyesi, Yargıtay'dan üyeler, yüksek hakimlerin bulunduğu 20'nin üzerinde hukukçudan oluşan bir masa bir yerde çalışma yapıyor olacak, sizin bilginizle.”
Geçmeden eklemek isteriz; “iç barışın sağlanması”, “iç cephenin sağlamlaştırılması” söylemleri etrafında yapılan tartışmalardan, farklı cepheler aynı şeyi anlamamaktadır. Bu, öncelikle de savaşın iki tarafı olan PKK ve Saray için geçerlidir...
Toplumun nefessiz bırakıldığı; sömürü, zulüm ve toplumsal adaletsizliğin tavan yaptığı; birikmiş, çıkış yolu arayan geniş kitlelerin öfkesinin/nefretinin büyümeye devam ettiği bir dönemde Saray diktatörlüğünün saldırılarının şu veya bu taktiksel manevralar eşliğinde süreceği ama devlet terörüne dayanarak süreceği görülmelidir. Barışçıl düşlere, erken beklentilere kapılmamak lazım. İçinden geçtiğimiz konjonktürde “Sosyal patlama” tehditi potansiyel bir olgudur. Bu potansiyelin realize olma olasılığı, ırkçı ve dinci faşist sürünün, Saray’ın ve devletin yüreğinde büyük bir korku yaratmaya, kontrolü yitirme korkusunu büyütmeye devam etmektedir.
Türkiye’de çok katmanlı ağır bir siyasal ve toplumsal kriz yaşanıyor. Bu krizin temel ve yakıcı bir boyutunu da Türk egemen sınıflarının Türkiye’de ve Orta Doğu çapında iflas etmiş Kürt politikası oluşturuyor. Ciddi bir güç kaybı yaşayan, ağır bir politik krizin demir pençesinde olan Erdoğan, her an bir “sosyal patlama”yla karşı karşıya gelebilir. Gezi Halk Ayaklanması, Erdoğan’ın yüreğinde bir an bile unutamadığı korkudur. Bu ayaklanma Erdoğan’a da tarihin verdiği bir dersti. Keza Erdoğan, Rojava devrimini ezmek için saldıran IŞİD çetelerine güvenerek kendinden çok emin bir havayla, “İşte Kobani ha düştü ha düşecek!” açıklaması üzerine 2014 yılında 6-7 Ekim günlerinde patlak veren büyük Kobani Serhildanını da unutmuş değil.
Dinci faşist elebaşı ve iktidarı, uzun yıllar sonra, hep yapılageldiği gibi yargı sopası ve polis terörü eşliğinde Gezi davasını yeniden açtı. Bu dava, toplumun geniş kesimlerine ve mücadele eden devrimci kesimlere, hareket halinde olan kitlelere, olası yeni toplumsal patlamalara katılabilecek kitlelere gözdağı vermek için yeniden açıldı. Gezi davasının açılması, devrimci harekete ve HDK’ya yönelik operasyonlar bu bağlamda ele alınmalıdır.
Toplumsal muhalefeti, devrimci muhalefeti ve dinamiklerini ezme; başta CHP olmak üzere burjuva muhalefete balans ayarı çekme ve CHP’yi parçalama, burjuva muhalefetten tarafsızlaştırabilecekleri tarafsızlaştırma, yanına çekebilecekleri çekme vb. saldırıları Kürt hareketinin tasfiyesini hedefleyen hesaplarla sürecektir. Örneğin yakın dönemde İstanbul Kent Lokantası’nı ziyaret eden bir gurmenin bile linçe maruz kalması, başlayan yeni süreçte “Milliyetçi duyarlılıkları” sömürecek biri olarak Ümit Özdağ isimli azgın ırkçı faşistin tutuklanması, mezuniyet töreni sırasında “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!” sloganını atan teğmenlerin ordudan tasfiyesi de ifade ettiğimiz politikanın bir sonucuydu. Erdoğan başlamış olan süreçte de suskun toplum istiyor.
Dinci faşist diktatörlük, diğer hesaplarının yanı sıra aynı zamanda sözde “Türk Kürt kardeşliği”ne oynayarak da saldırılarını meşrulaştırmaya çalışacaktır. Tasfiye politikası sürecinde DEM’i liberalleştirip araçsallaştırma hesabı da yapılmaktadır. Keza değişik Kürt liberal çevreleri ve muhafazakar Kürt eğilimleri ve Barzani’yi de ileri sürerek, kullanarak Kürtleri muhalefet mevzisinden koparma, olmadı tarafsızlaştırma, kendi hesaplarına kurban etme taktiği de yeni sürecin unsurudur. İlk kez 2023 seçimlerinde birinci parti olmaktan çıkan, MHP ile ittifakına karşın istediği yeni anayasa değişikliği için gerekli mebus sayısına ulaşamayan AKP’nin ve Erdoğan’ın, bu nedenlerle süreci başlattığı, dolayısıyla süreç hakkında “samimi olmadığı”, “kendini kurtarmak manevrası” yaptığı söyleniyor. Kuşkusuz ki, birinci parti olmaktan çıkma, 2015’ten bu yana oy kaybı belirgin bir olgu Erdoğan ve partisi için. Erdoğan’ın ve ittifakının bunu gözetmeden salt “vatan, millet” için bu yönelime girmediği de açıktır. Ancak Öcalan’ın, PKK’nin, DEM’in Erdoğan’ı kurtarma operasyonu örgütlediği, DEM’in Erdoğan’ın istediği anayasaya destek vereceği ve başkan seçtireceği propagandası da Erdoğan’a yaramaktadır. Bilinçli ya da bilinçsiz ortada hiçbir veri yokken yapılan bu propaganda Kürt halkının en azından bir kesimini (DEM’e oy vermeye yönelen daha ziyade de “muhafazakar“ denen kesim) DEM’den AKP’ye, Erdoğan’a yönlendirmeyi hedefliyor ya da hizmet ediyor. DEM’e ve Kürtlere karşı güvensizliği ve ön yargıları kışkırtıyor. Kitlelerin ilerici kesimleri DEM’e karşı kışkırtılarak koparılmak isteniyor. CHP ile DEM arasında “Kent uzlaşısı”yla kurulan ve daha önce başka örneklerini de gördüğümüz dayanışma yıkılmak, DEM muhalefet cephesinden koparılmak isteniyor. Diktatörlük ve merkezi “barış ve çözüm süreci”nde patlak vermiş olan Gezi halk isyanını unutmuş değil... Keza o sürecin faturasının Erdoğan’ın karşısına tek başına hükümet kuramama şeklinde çıktığını da unutmamak gerekir.
Kürt hareketi üzerine oynan oyun ve tasfiye operasyonu kapsamında yapılacak manevralardan hareketle “yumuşama” beklenmemelidir. Bugün de içerde ve dışarda keyfilikte sınır tanımayan gözaltılar, tutuklamalar, baskınlar, görevden almalar, en sıradan eylemlere dahi izin verilmemesi, Irak ve Suriye Kürdistan’ına dönük kanlı saldırılar devam etmektedir. Bu süreç terör sopasının bağımsız kitle hareketi başta olmak üzere iktidarı tehdit edebilecek her türlü kitle hareketinin tepesine inmeye devam edeceği bir süreç olacaktır. TÜSAD’da dahi tahammül edilmemektedir. TÜSİAD yöneticilerinden ikisinin gözaltına alınması, haklarında dava açılması bu tahammülsüzlüğün ve saldırganlığın ifadesidir. TÜSİAD’ı bile sermayelerine çökmeyle tehdit eden bir rejimle, rejimin megaloman elebaşısıyla karşı karşıya olduğumuzu unutmamalıyız.
İktidar blogu, dinci faşist terör merkezi Saray bu süreci aynı zamanda başta CHP olmak üzere burjuva muhalefete de ayar çekme eşliğinde sürdürecektir. CHP’ye dönük saldırganlıktan bu olgunun her gün yeni örneklerine tanık olmaktayız ve tanık olmaya devam edeceğiz. Özel’in CHP Genel Başkanı seçildiği kurultay hakkında açılan soruşturma, atanan kayyımlar, İmamoğlu’nunun siyasi yaşamını bitirmek, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bir aktör olmaktan çıkarmak, İmamoglu çevresinin mallarına elkoymak vb. vb. gibi saldırıları hatırlatıp geçiyoruz.
“Barışa, demokrasiye gidiyoruz, devlet ve iktidar yumuşuyor, yumuşayacak, rahat nefes alabileceğiz” gibi reformist, liberal hayallere kapılmadan, her cephede meşruiyete, meşru zemine dayanarak devrimci ve demokratik kitle hareketini geliştirmeye özel önem vermek gerekir.
2002’den bu yana memleketin başına çökmüş ve utanmazca ömür boyu sürecek padişahlığın peşinde olan bir Hilkat Garibesi ile karşı karşıya olduğumuz açıktır. İlk görev, diktatörlüğün en zayıf halkasını oluşturan Saray rejimini yıkarak faşist diktatörlüğe karşı mücadele olmalıdır. Onurlu barış, demokratik çözümün yolu da buradan geçmektedir. Erdoğan diktatörlüğü, varsayalım ki istediğini elde etmede önemli bir yol aldı, buna rağmen sınıfın ve geniş kitlelerin öfkesi ve mücadelesinin gelişmesini engelleyemeyecektir. Erdoğan ve dinci faşist Saray diktatörlüğü işsizlikle, açlıkla, yoksullukla, rüşvetle, terörle, mafyayla kitleleri ikna edemeyecektir. Nitekim bütün manevralarına ve saldırılarına karşın edememektedir de. Bu gerçeğin altı çizilmelidir. Erdoğan ve AKP’si tek başına iktidarda kalma yeteneğini yitirdi. “Cumhur İttifakı” denen dinci faşist koalisyon böyle doğdu. Sınıf çelişkilerinin keskinleştiği bir politik konjoktürden geçiyoruz. Bu, hem emek sermaye çelişkisi hem de faşist diktatörlükle halk kitleleri arasındaki çelişkisi bağlamında böyledir. Erdoğan iktidarının aşırı yoksullaşan geniş kitleleri ikna edebilmek için verebileceği önemli ekonomik tavizler ya yok ya da kısıtlıdır. Kitlelerin desteğini kazanabilmek için ekonomik, siyasal, sosyal reformlar yolunda da yürümesi olanaklı gözükmüyor. Nerdeyse 23 yılı bulan iktidarı sırasında, 2010-11 sonrası, özellikle de son on yılda yaptıkları yapacaklarının kanıtıdır... Fakat tek yanlılığa saplanmamak için hatırlatmak isteriz ki, devrimle yıkılmadıkça, sermaye en zor durumlardan sıyrılıp çıkma yeteneğine de sahiptir. Erdoğan rejimi de öyle kendiliğinden yıkılmayacaktır. Bu, proletarya ve halkların örgütlü mücadelesini gerektirir...
Erdoğancı yönetimi “Erdoğancılık”la sınırlayan burjuva demokratik liberal beklentilere kapılanlar için kısa bir hatırlatma yararlı olacaktır.
Erdoğan ve yönetim tarzı, salt Erdoğancı kliğin özgün çıkarlarıyla değil, Türk tekelci burjuvazisinin ana ve güncel gereksinmeleriyle bağlıdır. Bu, gerek içerde hızla gelişen kapitalizmin, gerek dış politikada Türk sermayesinin emperyal yayılmacı, gerekse de jeopolitik rekabet bağlamındaki gereksinimleriyle bağlıdır. Diyelim ki, emperyalist küreselleşme, yeni tip uluslararası iş bölümü ve neoliberal devlet ile başlayarak gelen ve emperyalist hegemonya ve rekabet mücadelesinin keskinleşmesiyle hızlanan süreçte, normal olan, normalleşen şey, olağanüstü hal ve kriz yönetme rejiminin olağanlaşması durumu ve yönelimidir... Yani bu durumu sadece Erdoğan’la izah etmek olanaklı değil. Emperyalist ve bağımlı dünyanın Erdoğan, Trump, Bolsonero, Orban gibi liderlere ve rejimlere gereksinimi var... Bu konuda, isteyen okur, TC’deki yapısal dönüşümü, iç ve dış nedenlerini değerlendiren, “Orta Doğu Üzerine Notlar” yazı dizimizin “Orta Doğu ve Türkiye, I. Kısım” başlığı taşıyan bölümüne bakabilir. Ki sözünü ettiğimiz bölümün ikinci kısmı da yayınlamayı beklemektedir.
Türkiye devriminin ağır darbeleri altında, en azından geriletilmediği koşullarda iç ve dış politikadaki kurumsallaşma ve politik yönelim esaslı bir değişikliğe uğramayacak, en fazlasında “restorasyon” çerçevesinde düzenlenecektir. Bu olguyu belirtip geçiyoruz.
Erdoğan, Saray rejimini zayıflatabilecek, yeniden seçilmesini engelleyebilecek her duruma ve gelişmeye saldırmaktan vazgeçmeyecektir. Küstahça, “Milletin takdiriyle geldiğimiz bu koltuklarda ebediyen oturacak değiliz. Emr-i hak vaki bulduğunda kara toprağa döneceğiz.” açıklamasını yapan dinci faşist diktatör, elbette ki yeni süreci kendi iktidarını süreklileştirme hesabıyla yönetmeye çalışacaktır...
Başta Kürt halkı olmak üzere kitlelerin savaşımını geliştirmek ihmal edilemez bir görevdir. Yapılabilecek en büyük hatalardan birisi de, başlamış olan süreci gerekçe göstererek kitlesel Kürt mücadelesinin geri çekilmesi olacaktır. Süreç üzerinde oyun planını çoktan kurmuş olan devlet ve Saray’ın kirli hesapları ancak güçlü, sürekliliği olacak demokratik ve devrimci kitle hareketiyle boşa çıkarılabilir. Faşizm ve sermayenin stratejisi aynı zamanda, barış ve demokrasi taleplerini yükseltecek kitle hareketini engellemektir. Proletarya ve halklara, Kürtlere, kadınlara, gençliğe, Alevilere, LGBT’lilere, keza gerici burjuva kesimlere bile dayatılan şey, terör eşliğinde teslimiyet ve biattır. Bu politika faşist karakterli iç barışı ve iç cepheyi tahkim etme politikasıdır. Kürtlere de dayatılan budur. Bu politika ancak derin ve kapsamlı anti-faşist kitle hareketiyle geri püskürtülebilir ve boşa çıkarılabilir. Sürecin selameti kitlesel hareketin geriye çekilmesi, pasifize olmasından değil, kapsamlı kitle hareketinin geliştirilmesinden geçecektir. Politik ve toplumsal anti-faşist baskının özellikle kitle mücadelesi hattından, halkların kardeşliği ekseni ve hedefiyle geliştirilmesi şarttır. Devletle, Saray’la ilişkilenmeye, biçimsel özelliği bile kalmamış, etkisiz-yetkisiz parlamenter zeminle, diplomasiyle sınırlanmış bir politika tarzı Saray’ın istediği bir gelişme çizgisidir. DEM ve Kürt ulusal hareketi böyle bir hattan ilerlerse, bu, dar çıkarlar uğruna Saray’la uyumlu olacak bir siyasal yönelimin ifadesi olacaktır...
Sömürgeci dinci faşist rejim, süreçle, aynı zamanda toplumsal ve siyasal muhalefeti parçalamak, Türkiye devrimci hareketiyle Kürt yurtsever hareketini birbirinden uzaklaştırmak istemektedir. Böyle bir parçalanmaya karşı birleşik mücadelenin önemi vurgulanmalı ve pratiği geliştirilmelidir. Kürt hareketi içerisinde yer alan gerek muhafazakar gerekse de burjuva liberal eğilimler, ilkel Kürt milliyetçiliğini temsil eden kuvvetler Türkiye devrimci hareketi ile yurtsever hareketi birbirinden uzaklaştırma yöneliminde ısrar edecektir. Bu eğilimlerin “Barış ve demokrasi süreci” adına canlanacağını görmek ve karşı mücadele yürütmek gerekir.
Diğer yandan Türk milliyetçiliğini temsil eden sosyal şöven kesimlerin, keza dar kafalı, sekter devrimciliğin de bu baskıyı güçlendireceği görülmelidir. Bu işin panzehiri, Doğu’dan Batıya, Batıdan Doğuya kitlelerin güncel taleplerini, barış ve demokrasi mücadelesini birleşik kitlesel temelde geliştirmektir.
Öcalan’ın açıklaması ve başlamış olan süreçle bağlı olarak bir hatırlatma yararlı olacaktır:
PKK’nin öncülüğünde kurulmuş, Öcalan’ı lideri olarak kabul eden bir organizasyon var. Bu yapı KCK (Koma Civakên Kurdistanê, Kürdistan Topluluklar Birliği) ismi altında kurumsallaşmıştır. KCK, Öcalan’ın “demokratik konfederalizm” paradigmasına uygun kurulmuş bir yapıdır. KCK, Kürt coğrafyasının dört parçasını (ve diasporayı) kapsayan ve faaliyet yürüten partileri-örgütleri kapsayan bir çatı örgütlenmesidir.
Öcalan, KCK’nın “bir devlet yapılanması olmadığını”, “Herkesin, her toplumsal grubun içinde yer alabileceği demokratik bir örgütlenme” olduğunu açıklamıştı. Bu perspektif ve açıklama KCK Sözleşmesinde de yer almaktadır.
KCK Türkiye’de PKK, Suriye’de PYD (Demokratik Birlik Partisi), İran’da PJAK (Kürdistan Özgür Yaşam Partisi) ve Irak’ta PÇDK (Kürdistan Demokratik Çözüm Partisi) yapılanmalarını içermektedir. Bilindiği gibi, PYD’nin askeri gücü olan YPG (Halk Savunma Birlikleri) SDG’nin omurgasını da oluşturmaktadır. Ancak SGD KCK yapılanmasında yer almamaktadır. SGD’nin KCK’ın bir unsuru olmaması, başlamış olan süreçte PKK’ye, YPG’ye manevra alanı açtığı ve açacağı görülmelidir...
Öcalan’nın çağrı metininde “Demokratik Konfederalizm”, “Demokratik Konfederatif Sistem”in yanı sıra “Kürdistan Demokratik Konfederalizmi“ ve KCK yer almamaktadır. Ancak, perde gerisinde yapılan görüşmelerde KCK’nin ele alınmadığını düşünmek doğru olmayacaktır. Belli ki işin bu boyutu daha sonra gündemleşecek ya da ne düşünülüyorsa bunu önümüzdeki dönemde öğreneceğiz. KCK yetkililerinin Öcalan’ın çağrısına olumlu yanıt verdiğini, süreci desteklediğini biliyoruz.
II
Ortada henüz yeterli açıklık yok. Ancak sadece yapılan açıklamalara göre de hareket edilemez. Öcalan’ın çağrısıyla başlayan süreç öncesi ve sonrasıyla şeffaf değil. Yapılan açıklamada şeffaflık kaygısı da yok. Öcalan’ın ve ardı sıra PKK’nin açıklamalarına karşın, yeni sürecin arka planı, “yol haritası” henüz açık değil. Bilen biliyordur ama Kürt halkı da dahil geniş kitleler bundan habersiz. Yapılan açıklamalara karşın “süreç” hakkında güvensizlik, kuşku, ihtiyat baskın durumda. Bu durum Saray rejimine, gerici ve faşist milliyetçi çevrelere, Kemalist kesimlere, TKP gibi sosyalizm-komünizm maskeli azgın sosyal şövenist kesimlere yararken, kitlelerin kafasını karıştırmaya hizmet etmektedir. Anti-Kürt ittifak bu durumu kirli psikolojik savaşın aracı olarak tepe tepe kullanmaya devam edecektir.
Çağrıyı, “Asrın çağrısı” olarak nitelemek hiçbir şeyi değiştirmiyor. Çağrı açıklıktan tümüyle uzaktır. PKK’nin de, “İmralı Heyeti”nin mensuplarının da yaptıkları açıklamalar kuşku ve güvensizliklere son verebilmiş değil. Belli ki bu durum açıklık (şeffaflık) ilkesinin hiç olmazsa “asgari ölçekte” devreye girmesine dek sürecektir. Ancak içerisine girilen sürece şeffaflığın yön vereceğini de pek beklememek gerektiği anlaşılıyor. Belli evrelerde belli şeyler açığa çıkacak gibi görünüyor ve asıl olan da pratik-siyasal gelişmeleri okumak olacaktır...
Sürecin pazarlık yapılmadan, uzlaşma ve ortaklaşmalar olmadan ya da temel öncüllerin belirlenmeden başladığını düşünmek doğru olmayacaktır. Ki, karşılıklı tavizler olmadan da böyle bir sürece girilemez ve girilmemiştir. Bu işin doğasında var. Hele de yenişememiş kuvvetler söz konusu olunca bu, çok daha geçerlidir. Karşılıklı verilmiş ya da verilecek tavizlerin nihai sınırlarını ise politik güç dengeleri belirleyecektir. Bu güç dengeleri ise salt Türkiye içiyle, Türkiye Kürdistanı ve PKK ile sınırlı değil ve olmayacaktır. Bu süreçte politik güç dengeleri aynı zamanda bölgesel, uluslararası ölçeği kapsayacak tarzda ele alınmalıdır...
Somut bilgimiz yok ama hiç olmazsa asgari ölçekte üzerinde (pazarlığa-uzlaşmaya-anlaşmaya) ortaklaşmaya varılmış bir “Yol haritası” varsa, zamanla açığa çıkacaktır. Ancak böyle bir “anlaşma”nın her konuda bir anlaşmaya dönüştüğünü de sanmıyor ve beklemiyoruz. Bu salt Öcalan için değil, bu, devlet ve Saray için de geçerlidir. Her bir tarafın kısa, orta, uzun erimli politik hesapları var...
Bu bağlamda “Barış”tan “Çözüm”e uzanacak bir süreç var. İlk evrenin “Barış”, ikinci evresinin “Çözüm” evresi olacağı söyleniyor. Yani “her şey oldu-bitti” gibi bir durum da yok orta yerde. “Eğer bir yol kazasına uğramazsa”, sürecin karmaşık bir süreç, kısa sürede “bitme”sinin olanaklı olmadığı, içinde çok sayıda elin olduğu bir süreç olacağı açıktır...
Keza devlet, AKP ve MHP, CHP gibi partiler içerisinde somut örgütlenmeleri olan değişik klikler var; bunlardan önemli bir kesiminin “sürece taş koymak” istediği de anlaşılıyor. Örneğin Bahçeli’nin ilk çağrısının hemen ardından MHP’li faşist mafya liderlerinin Bahçeli ile birlikte kamuoyunun önüne çıkarılması bununla ilgili. Bahçeli durup dururken söz konusu mafya liderlerini Erdoğan’la anlaşarak hapishanelerden çıkarmadı. Örneğin, Zafer Partisi liderliğini yapan faşist Türk ırkçısı Ümit Özdağın tutuklanması bu olguyla bağlı. AKP’de, CHP’de ortaya çıkan ırkçı, dinci ırkçı aykırı sesler tesadüfi değildir...
Ayrıca Sırrı S. Önder, (kendisinin de içerisinde yer aldığı DEM Heyeti’nin Öcalan’la yaptığı görüşmeden sonra) 13 Ocak 2025 tarihli bir röportajında, “Devlet içinde iki eğilim var.” demişti...
22 Ekim'de Bahçeli'nin Öcalan'a örgütü lağvetmesi koşuluyla, "Umut hakkı için başvurması ve TBMM'de DEM Parti Grup Toplantısı'nda konuşması" çağrısının ardından herkesi “Başkomutan” olarak tehdit eden Erdoğan, 31 Aralık’ta yayınladığı yeni yıl mesajında da “Ülkemizin önünde yeni bir yol açacak bu sürecin suhuletle, karşılıklı iyi niyet ve anlayış içinde yürümesi için her türlü gayreti gösteriyoruz. Ama gerektiğinde, devletimizin kadife eldiven içindeki demir yumruğunu devreye almaktan da çekinmeyeceğiz” ifadelerini kullanmıştı.
İmralı açıklamasının ardından açıklamayı “olumlu” bulduğunu söyleyen Erdoğan, “Şayet verilen sözler tutulmaz, süreç bir şekilde oyalama, savsaklama, göz boyama, isim değiştirip bildiğini okuma gibi şark kurnazlıklarına evrilmeye çalışılırsa günah bizden gider. Hâlen devam eden operasyonlarımızı gerekiyorsa taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmadan son teröristi bertaraf edene kadar sürdürürüz.” tehditinde bulundu.
Tehdit, şantaj, provokasyon, saldırı, demagoji, manipülasyon dinci faşist iktidar blogunun karakteridir. Sürecin devlet terörü ve psikolojik savaş eşliğinde süreceği anlaşılıyor. Her cephede sıkışmış olan dikta ve Saray’ın, elinde terör silahı dışında başka silahı kalmamış politik rejimin, büyük bir nefretin ve öfkenin hedefi haline gelmiş Erdoğan’ın, başlamış olan sürece “gönül rahatlığı”, “iç huzur”la girmediği açıktır. “Vidaları” gevşetmek yerine sıkma yolunda yürüyecektir. Erdoğan’ın önünde kendisine ve iktidarına, iktidar bloguna güven veren, güven duygusu uyandıran, dolayısıyla “yumuşak yöntemler”le süreci yönetmeye çalışmasını sağlayan ve sağlayacak bir tablo yok. Erdoğan da bu yeni süreçte ağır risklerle, iktidarını kaybetme riskiyle karşı karşıya. O ve iktidarı, içerisine girilen sürece bin hesapla girmektedir. Kendine göre A, B, C vbg. planlar da yapmıştır... Öcalan’ın devlet ve Saray’ın istediği tarzda “amasız, fakatsız” yöntemine bağlı kalarak yaptığı açıklama da bu gerçeği yansıtmaktadır.
Bahçeli, yazılı açıklamasında, Öcalan’ın çağrısının arkasında duracağını belirten PKK’nin açıklamalarını “memnuniyetle” karşıladığını, "baştan sona değerli ve önemli" olduğunu, söz konusu kararın Öcalan'ın çağrısını "destekleyici ve tamamlayıcı özellikte" olduğunu vurgularken, "PKK terör örgütünün Kandil'deki elebaşları İmralı'nın etrafında kenetlenerek 27 Şubat çağrısına sahip çıkmaları geldiğimiz bu aşamada örgütsel tutarlılık olup herkesin yararınadır." sözlerini sarfetmiştir. PKK’nin “örgütsel tutarlılığı”na düşman, bu tutarlılığı yok etmeye ömür harcayan Bahçeli’nin, bu kez, PKK’nin “örgütsel tutarlılığını” övmesi dikkate değer bir tutumdur. Keza daha sonra “terörist başı” vbg. alçakça nitelemelerle Öcalan’a saldıran Bahçeli’nin, Öcalan’ın “Kurucu liderliği”nin değerine ve otoritesinin sarsılmamasına, herkesin Öcalan’a itaat etmesi gereğine dönük açıklamaları da göz yaşartıcıdır (!).
Altı çizilmelidir; Öcalan’ın ve ardından PKK’nin yaptığı açıklamayla Kürt tarafı ilk temel adımları attı, sıra Saray’da ve devlette. Ancak psikolojik savaş aygıtı sanki topun PKK’de olduğunu, olmaya da devam edeceğini “anlatma”ya devam edecektir...
Sürecin nasıl gelişeceğini hep birlikte göreceğiz.
Öcalan, bölgesel düzeyde oluşan yeni güç dengeleri ve gelişmelerin olası yönü ve bu gelişmelerde Kürt mücadelesinin denklemlerdeki yerini hesaba katan bir çıkış yapmıştır. Kuşkusuz ki bu yeni çıkış, devlet ve Saray rejimiyle yapılan müzakereler eşliğinde anlam kazanmıştır. İşin içinde ABD’nin bulunduğu da kesindir...
Orta yerde bir “süreç” olduğuna göre, olmuş-bitmiş bir şeyden değil, devam etmekte olan bir şeyden bahsetmek gerekiyor. Doğal olarak her bir taraf kendi politikasının gereklerine göre süreci etkilemeye, yönlendirmeye, tabloyu lehine çevirmeye çalışacaktır. Bu sürecin salt Türkiye’yle, onun iç sorunlarıyla sınırlı olmadığı, sürecin içerisinde bölgesel ve uluslararası emperyalist ve emperyal güçlerin yer aldığı karmaşık bir süreç olacağı bellidir. Nesnel güç dengeleri içerisinde beğenelim ya da beğenmeyelim binbir hesap yüklü iradeler savaşı var. Bu süreci de nesnel gerçekliğe göre okumak, anlamlandırmak, müdahale etmek, salt sözlere, açıklamalara göre davranmamak gerektiği de kesindir.
DEVAM EDECEK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder