GAYRİMEŞRU 1 KASIM SEÇİM SONUÇLARI ÜZERİNE…
IV
Devlet ve
dinci faşist cunta tarafından başlatılan topyekün savaş politikası, demagoji ve
manipülasyonda sınır tanımayan aşağılık bir psikolojik savaşın eşliğinde yürütülmektedir. Beyaz, gri, kara
propaganda biçimleri alan psikolojik savaş saldırısı topyekün savaşın en önemli
sacayağıdır. Fiziksel ve askeri saldırıların etkili ve yıkıcı olması, amacına
ulaşması her şeyden önce iki yüzlülükte sınır tanımayan psikolojik savaşın
etkili olmasına bağlıdır. “Toplum mühendisliği”, “algı yönetimi”, “halkla
ilişkiler uzmanlığı” ekseninde yürütülen
savaşın etkisi öncelikle kirli propagandanın gücüne bağlıdır. Fiziksel şiddet
psikolojik savaşı, psikolojik savaş da fiziksel şiddeti yetkinleştirerek diktatörlüğün
politik hedeflerine ulaşmasına hizmet etmektedir. Açık ki psikolojik savaş
politikanın, politik hedeflerin hizmetindedir. Tıpkı topyekün savaş gibi.
Sömürgeci
faşist diktatörlük ve dinci faşist cunta, işbirlikçi sermayenin ve başını
Amerikan emperyalizminin çektiği emperyalist kampın bağlaşması ve desteğiyle
topyekün savaşı geliştirmektedir. Askeri faşist klikle dinci faşist kliğin bağlaşmasına
dayanan darbe süreci ve darbe sürecinin ürünü olan gayrimeşru 1 Kasım sonuçları
da bunu göstermektedir. TÜSİAD’ından AB’sine, dinci faşist cihatçı çetelerden
ABD’ye kadar olan geniş cephenin gayrimeşru seçimleri kutsayarak cunta
partisinin “seçim zaferini” tebrik etmesi de bunu göstermektedir.
Amerikan
emperyalizmi ve AB bölgede etkisi yükselmeye başlayan Rusya ve İran etkisini
kırmak istemekte. Başta Suriye olmak üzere Büyük Ortadoğu çapında (dahası
“Avrasya stratejisi” bağlamıyla bağlı) Rusya etkisini dizginleme ve giderek etkisizleştirme
stratejisi aynı zamanda Türkiye’nin bir şantaj politikası olarak kullandığı göç
dalgasını da kırma ve önleme, T.C. yi bu bağlamda yeniden konumlandırma gereksinimleriyle
de birleşmektedir. Dolayısıyla Rusya’nın atağıyla ortaya çıkan yeni durum
faşist diktatörlükle, cuntayla ABD ve AB arasında çıkan ve büyüme eğilimi
gösteren çelişki ve çatışmaların şimdilik göz ardı edilmesini getirdi. T.C. ve
dinci faşist cunta bu durumu bir fırsata dönüştürerek yeni kirli pazarlıkların
eşliğinde bölgede yerlerde sürünen pozisyonunu yeniden ayağa kaldırmaya
çalışmaktadır…
İşte dikta ve
cunta, bu bağlamda ve 1 Kasım “seçim zaferi”nin yarattığı “toplumda yaşanan
şok” etkisini de kullanarak psikolojik savaşı da tırmandırarak topyekün
saldırganlıkta yoğunlaşmaktadır. 13 yılın ardından iyice çürümüş ve düşmeye
başlamış bir güçken düzmece ve düzenlenmiş seçimler üzerinde bu kez yüzde 49,5
oy oranıyla gelince, “artık AKP gidici” diye düşünen geniş kesimlerde bu durum hayal
kırıklığına, moral bozukluğuna yol açtı. 7 Haziran sevincinin ardından, bu
sevinci de gırtlağında bırakılmış kuvvetler, yani AKP iktidarı dışında kalan
partiler ve kitleler bir dağınıklık tablosu içinde şaşkınlıkla bu gelişmelerin
nedenlerini vs. tartışırken, yenilginin ardından yeniden politik üstünlüğü ele
geçirmiş olmanın da avantajıyla cunta iktidarı hızla yol kat etmeye
çalışmaktadır. Bu bağlamda topyekün savaşı, topyekün psikolojik saldırılarla
birleşik yoğunlaştırmaktadır…
Devlet ve
cunta, politik yenilgilerden daha da önemli olanın moral yenilgi olduğunu çok iyi biliyor ve moralleri sonuna dek
yıkma operasyonu örgütlüyor. Bu bağlamda en büyük yardımcıları da sosyal reformist
ve liberal aydın tabakasının geniş kesimleridir.
Yenilgilere
yenik düşmüş ve umutsuzlukla “bu ülkede 40 yıldır devrim yapamadık, bari parlamenter
mücadele ile demokrasiyi kazanalım” diyen geniş politik çevreler bulunmaktadır.
Bu çevreler en radikal sosyalist, devrimci lafazanlığın ardına gizlenmiş
olarak, faşist karşı devrim cephesinden gelen psikolojik savaşa
yedeklenebilmektedirler. Böylece sol kitleler, mücadele eden kitleler, mücadele
arzusu taşıyan kitleler üzerinde politik ve moral bozucu bir rol
oynayabilmektedirler. Bu, onların nesnel bir gerçeğidir.
7 Haziranın
ardından coşan söz konusu sosyal ve siyasal çevreler darbe ve saldırılarla
hızla irade kırılması yaşayarak ya gemiyi terketmiş ya da mış gibi yaparak
manevralar yapmaya başlamışlardı. 1 Kasımın ardından ise yelkenleri suya
indirerek sızlanmaya, ağlamaya, dün “ne güzel” dedikleri şeye bugün tu kaka
demeye başlamışlardır. “Bedelini ağır ödeyeceksiniz, hesap soracağız” diyerek
tehditler savuran ve azgınca faşist zorbalık yolunda koşan faşist karşı
devrimin tehditleri bu kesimleri yaman yıldırmaktadır. Dolayısıyla onlar bu
zihniyet ve ruh hallerini teorize etmekte, analizlerini, eleştirilerini buna
göre kurmakta, adeta cunta iktidarından aman dilemektedirler.
Başında Saray
cuntasının oturduğu AKP iktidarı, “Öcalan olsaydı sizi sopalarla kovalardı”, KCK
ve HDP Öcalan’ı “diri diri gömdü” aşağılık propagandasını yapmaktadır. 1 Kasım
seçimlerinin ardından sözde Öcalan ağzından KCK ve HDP’yi suçlayan ve mahkûm
eden sahte açıklamalar yayınlamaya başladı. HDP’nin “terörle arasına mesafe
koymadığı için” seçimlerden yenilerek çıktığını ısrarla vurguladı ve vurgulamaktadır.
Devlet ve cunta, cunta partisi AKP bu vb. kara propaganda yöntemlerini ısrarla
kullandı ve kullanmaya da devam edecektir. Tıpkı Diyarbakır, Suruç, Ankara
toplu katliamlarını önce yaparak sonra da PKK’ye, HDP’ye, MLKP’ye vb. yüklemek örneklerinde
olduğu gibi. İşin bu faslını geçiyoruz.
Reformist ve
liberal çevrelerin yürüttüğü “eleştiri”lere gelirsek, bazılarının üzerinde
durmak gerekmektedir. Çünkü psikolojik savaş cephesinin baskısı altında, ona
yedeklenen “eleştiri”lerdir bunlar. Emek, eşitlik, adalet, barış, özgürlük
cephesini bölmek, iç kargaşalığa sürüklemek işlevi gören “eleştiri”lerdir
bunlar.
Demokrasinin,
eleştiri ve tartışma özgürlüğünün bir gereği olarak yaşanan süreç de dahil her
konuda özgürce konuşmak, değerlendirmeler yapmak, çözümler önermek doğaldır.
Kuşkusuz ki bunu yadsımak ya da bastırmak kabul edilemez. Bu bağlamda önemli
olan eleştirilerin vb. dostça olmasıdır. Psikolojik savaşın aleti olmadan
eleştirebilmektir. Kaldı ki, öğrenmesini bildikten sonra düşmanca
eleştirilerden de öğrenecek çok şey vardır ve Lenin’in dediği gibi, insan,
devrimci bir parti politikada çoğu kez düşmanından öğrenir…
Deniyor ki
HDP PKK, KCK yüzünden; PKK ateşkesi bozup silahlı mücadeleyi başlattığı için kaybetti,
yenildi. PKK madem “demokratik özerklik” çizgisi için mücadele ediyor, o halde
silahları terk etmeli ya da yurtdışına çıkmalı ve silah kullanmamalıdır.
Silahlı bir PKK varken Türkiye’de HDP, demokrat güçler demokrasi mücadelesi
veremez. Başka, HDP silahlı mücadele ile arasına mesafe koymalı. Başka, HDP
“hendekler”le arasına mesafe koymalı. Başka, CHP ile arasındaki mesafeleri
kaldırmalıdır. Peki ya başka? Neyse burada duralım.
Öncelikle
kaybedilmiş bir savaş yok HDP cephesinde. Önemli ama kısmi oy kaybından dolayı
da HDP başarısız ilan edilemez. Savaş sürmektedir. Faşist iç savaş
kışkırtıcılığı dahil başlatılmış topyekün savaş koşullarında HDP seçim
çalışması dahi yürütemez hale getirildiği halde ana güçlerini korumasını ve faşizmin planını bozarak yüzde 10
barajını tepeleyip geçmesini bilmiştir…
Devlet ve
cunta amansız baskılarla HDP’nin seçimlerden çekilmesini, çekilmediği
koşullarda baraj altında kalmasını hedefliyordu; fakat onların bu planı
tutmadı, başarısızlığa uğradı.
Dinci faşist
terörün dizginsiz bir şekilde atağa kalktığı sözde seçim sürecinde HDP ve kitlesi
çok sert bir sınavla karşı karşıya kaldı ve her şeye karşın arkasında
kararlılıkla duran kitlesiyle birlikte HDP bu sınavdan başarıyla çıkmasını
bildi. İşte bu direnç ve mücadele dinamiği ve kuvvet bundan sonraki politik
çarpışmalar sürecinin de güç ve dinamiği olarak yeniden yolu açarak
ilerleyecektir… Bunu unutmayalım.
Dolayısıyla salt kısmi oy kaybından hareketle
olan bitene bakan ve tanımlayan bakış açısı ve analiz, son derece yüzeyseldir.
Süreci, çarpışmanın bütünsel tablosu içinde okuyamamaktan, doğru ve devrimci
bir politik bakış açısının olmamasından, soruna tek yanlı bakılmasından, gerçeklerin
aritmetik hesaplara kurban edilmesinden vs. kaynaklanan bir eleştiri ve
propagandadır bu. Dahası ve daha da önemli olanı, parlamenterist ruhun tutsağı olarak konuşan, liberal
beklentilerinin içinde hayal kırıklığına uğramış; kendi yenilmiş, morali
bozulmuş, kendinde zorlu mücadelelere ve devam etmekte olan ve son derece
tehlikeli faşist saldırganlığa karşı durma gücü görmeyen bir zihniyetin dile
gelişidir bu. İyi, güzel, devrimci dönemlerde coşan, zor dönem ve dönemeçlerde
geri çekilen, kaçan, bozgunculuk yapan reformizm ve liberalizmdir bu…
İlginçtir
kirli, haksız topyekün savaşı başlatan devlet ve cuntadır. Düzmece ve
düzenlenmiş seçimleri örgütleyen devlet ve cuntadır. Hani “normal” olarak
görülen koşullarda HDP’ye seçimlere girme imkânı tanımayan devlet ve cuntadır.
Ama buna rağmen ısrarla HDP’nin “seçimi kaybetmesi” PKK’ye, KCK’ye bağlanıyor.
Aslında bu “eleştiri”lerin özü gelip şuna dayanıyor: Şu PKK olmasaydı biz
sınıfsal mücadeleyi, hadi onu da geçtik, demokrasi mücadelesini ne güzel
geliştirir ve savaşı da kazanırdık. Aslında bu, bildiğimiz, yıllardan beri süre
gelen sosyal şovenizmdir. PKK’nin varlığını ve savaşını devrimci bir durum,
devrimci bir imkân, devrimci bir gelişme olarak görmeyen, kendisini tehdit eden
bir durum olarak gören teori ve pratiktir, gelenektir; sırça köşklerde “devrim”
vs. peşinde koşan ya da “devrimci romantizm”ini buradan “inşa” eden tarihsel
çizgidir… Açık liberaller için ise zaten
sorun, en iyi dönemlerinde bile, “demokratik siyaset yoluyla” PKK’yi, Kürtleri,
devrimci ve komünist güçleri sistem içine çekerek entegre etme, asimile etme
sorunudur…
Suçlu
aranacaksa, suçlu olanlar, 3 yıllık ateşkese son vererek topyekün savaşı
başlatanlardır. Bu, bu kadar açıktır ve açık olmalıdır. Vurgulanması gereken
temel şey budur. Bu katı koşulla birlikte PKK’nin politikalarında görülen
hataların, eksikliklerin, zaafların şu veya bu bakış açısından eleştirisi
anlaşılırdır…
Neymiş, PKK
silahı bırakmalıymış! Niye bıraksın? Hangi sorun çözüldü de silahı bıraksın? O
silahlar olmasa, o silahların arkasındaki politika olmasa, o politika ve
silahlara yön veren, kaynaklık eden maddi toplumsal gerçek olmasa zaten ortada
PKK diye bir şey de olmayacaktı… Ve eğer o silahlar olmasa PKK biter, bitirilir…
Kanımızca PKK yalnızca bugün değil yarın da silahları bırakmamalı, diyelim ki
“demokratik cumhuriyet” gerçekleşti, diyelim ki “demokratik özerk Kürdistan”
gerçekleşti, o koşullarda da PKK, geçireceği tüm değişimlere karşın, silahları
bırakmamalı; ve silahlı kuvvetler, özerk yapı içerisinde geleceğin
güvencelerinden biri olarak yaşamalıdır… Bilinen tarihsel bir gerçektir; günü
gelir egemen sınıf bükemediği bileği öper ama eline fırsat geçtiğinde ise o
bileği bedeniyle birlikte biçer.
Neymiş, PKK
gerilla gücünü Türkiye sınırlarının dışına çıkarmalıymış, seçim sonuçları da
bunu göstermişmiş. Sırtında yumurta küfesi taşımayan, parlamenterist hayaller
içerisinde sözde politik mücadeleyi okuyanlar ve bu eksende mücadele etmeyi
amaçlaştırmış olan çevreler için bu söylem anlaşılabilir ama kabul edilemez.
Neymiş, bu
durum “demokratik mücadele”yi, “siyasi çözüm”ü engelliyormuş! Parlamenter mücadeleyi parlamento dışı
mücadeleye bağlı olarak ele almayan bir politikanın, somutumuzda barış,
özgürlük için mücadele, şu Ortadoğu gerçeğinde, böylece Türkiye gerçeğinde
başarısız olmaya mahkûmdur. Devletiyle, hükümetiyle onları dize getirerek yolu
açacak olan, Kürt sorunun sosyal reformcu olsa bile çözümünü sağlayacak,
Türkiye’ye az-çok burjuva demokrasisini getirecek, getirtecek olan şey tam da
halkların meşru demokratik direnişi, mücadelesi, Kürt halkının silahlı ve
silahsız biçimleriyle silahlı direniş ve vuruş gücüdür… Diktatörlük geri adım
atmadan, bazı asgari temel koşulları ve talepleri güvenceleriyle birlikte kabul
etmeden PKK silahlı güçlerini geri çekmemelidir. PKK’nin buradaki varlığı Kürt
halkının da temel bir güvencesidir. Yok efendim provokasyon oluyor vb.
gerekçeleri, kendi rahatının bozulmasından rahatsız olan akımların derdidir…
Sorun
gerillanın Türkiye içinde olması değil, sorun bu durumu işçi sınıfı ve halklar
aleyhine ısrarla kullanan, provokasyon peşinde koşan faşist diktatörlüğe karşı
mücadeleyi büyüterek bu saldırı ve provokasyonları önleyememektedir. Temel
çıkışı buradan geliştirmek yerine, PKK’yi suçlamak, itibarsızlaştırmak diktanın
işidir, o halde yapılacak şey, devletle, devletin ve cuntanın psikolojik savaşı
ile araya kalın bir duvar çekmektir; bunu yapmayanlar devlete ve psikolojik harekâtına
yedeklenerek ilerici ve devrimci olmayan bir duruş sergiliyorlar. Öncelikle
bunu görmek ve anlamak gerekir…
Kürt ulusal
devrimi Ortadoğu çapında yayılmış ve mevzilerini de büyüten bir devrimdir. PKK,
Ortadoğu çapında politika yapan bir güçtür. Dünyaya kendi daracık
pencerelerinden bakarak eleştiri yapanların bunu görmesi gerekir, görebilirler
mi, orasını geçiyoruz.
Savaşı
başlatan “hendekler” olmadı. Ateşkes bozulmadan önce de “hendek savaşı” vardı.
Savaşı tek yanlı olarak başlatan ve ısrarla sürdüren devlet ve başı cunta
oldu. Keza, “öz yönetim” savaşı, meşru, demokratik bir hak ve savaştır. Yurtsever hareket, “öz
yönetim” ilanlarıyla ulusal demokratik mücadeleyi yeni bir düzeye
yükseltmiştir. Bu mevziyi koruyarak ilerlemesi doğru olacaktır. Faşist
propagandanın, kirli psikolojik savaşın ve dinci-faşist terörün gürültüsü ve
yıkımları içerisinde göz ardı edilmemelidir ki, Cizre’de ilk “öz yönetim” ilan
edildiğinde Batıda da geniş kitlelerde olağanüstü görülebilecek bir tepki
gelişmedi. Darbe sürecinin önü kesilemeyince “öz yönetim” ilanları faşist
topyekün savaşın “vatan bölünüyor” demagojisi için tepe tepe kullanıldı… Ama
devletin bütün kuşatma ve ağır silahlarla vurmasına karşın Kürtlerin öz yönetim
iradesi kırılamamış, dikta o alanlara hala girmeyi başaramamıştır. Bunları
görmezden gelmek doğru bir tutum değildir. Keza öz yönetim ilan edilen yerlerde
HDP’nin ciddi oy kayıpları da yoktur; en fazlasından kısmi oy kaybından
bahsedilebilir ve bu da doğaldır.
Burada bir
halkın öz iradesinin kendi hakkını, hukukunu savunması, kazanmak için savaşması
gerçeğiyle karşı karşıyayız. Öncelikle bunu görmek ve sahiplenmek gerekir. Bu
çıkışın, yöntemleri bakımından tartışılmasının bir sakıncası yok ama yukarıdaki
perspektife bağlı olarak, yoksa devlet, cunta propagandasına yedeklenmek
kaçınılmaz hale gelir. Bu çıkışın silahlı bir direnişle korunan öncü bir çıkış,
bir güç denemesi olup olmadığını ise göreceğiz. Böyle bir çıkışın “orta
sınıf”larda ve “muhafazakâr Kürt seçmen”de negatif etkiler yaratması ise
anlaşılırdır ama temel analiz bu kategoriye dayanılarak yapılamaz ve yapılmamalıdır.
Temel ölçü, bu çıkışın genel mücadele üzerinde geriletici mi geliştirici mi bir
etki yarattığı üzerinde olmalıdır. Bu bakımdan kısa vadeden çok orta vadenin
gözetilmesi gerekir. Gözü oydan, oy hesabından başka bir şey görmez hale
gelenlerden ise bu, zaten beklenemez.
Devlet
politikası olan topyekün savaşın başlatılmasına, darbeye, “tekrar seçim”e onay
veren ve sayısız çirkin manevrayla kitleleri aldatarak harekete geçmesini
önleyen CHP aşkına gelince, buradan bir gelecek çıkmaz. Liberallerimiz, Birleşik
Hazirancılarımız CHP’yi bir demokrasi gücü olarak görüyor ve yanlış yapıyorlar…
CHP’nin tabanını oluşturan ve oy veren işçi ve emekçilerle yakınlaşmayı
başarmak, giderek kazanılması vb. farklı şeydir, CHP’nin demokrasi mücadelesini
vermesini beklemek ve ummak ise farklı bir şeydir. Demokrasi mücadelesinde
CHP’den ne köy olur ne de kasaba. CHP sosyal demokrat bir parti falan da
değildir ayrıca. Sokak mücadelesine buyursun gelsinler, yani en büyük
korkularına; ama Gezi sürecinin deneyleri ne yapmamız gerektiğini de bizlere
gösterdi…
Fiilen süren “çatışmasızlık” sürecine son
veren ve topyekün savaşı başlatan ve bunda sonuna dek ısrarlı olan devlet ve
AKP iktidarı oldu. Bu süreç, PKK yüzünden değil, PKK’ye rağmen, HDP’ye rağmen,
toplumun barışçı ve demokratik güçlerinin ısrarla bu sürece karşı çıkmasına
rağmen, hatta asker ve polis cenaze törenlerinde ailelerin haklı tepkisinden de
görülebileceği gibi daha geniş kesimlerin çatışmasızlık ve barış talebine
rağmen oldu. Şimdi bütün bu gerçeklere karşın devletin kirli savaş propagandası
bir yana, liberal ve sosyal reformist çevrelerin yaygın bir şekilde, sanki bu
işin sorumlusu PKK’ymiş gibi lanse etmeleri; PKK’nin, devletin topyekün imha
savaşına rağmen ateşkese son vermeseydi bütün bunlar olmayacakmış ya da devlet
ve AKP’nin planları bozulacakmış gibi propagandaya girmeleri kabul edilebilir
bir durum değildir. Sorunun kaynağını devlet ve cunta olarak görmek ve başta da
Türk halkına bu gerçeği açıklamak, taşımak yerine PKK’yi, gerillayı suçlamak
abesle iştigal etmekten ibarettir.
Ne yapacaktı
PKK, yani devlet dört bir yandan ölümle üzerine gelirken, kurbanlık koyun gibi
oradan oraya mı kaçacaktı? Bu son derece geri, hatta gerici şoven ve sosyal
şoven zihniyet bilerek ya da bilmeyerek bir şeyi atlıyor, gözden gizliyor ya da
manipülasyon yapıyor: Bu savaş kararı egemen sınıfların, devlet kliklerinin,
AKP ile ortak aldığı bir karardı; sorun dar anlamda 7 Haziranda dinci faşist
elebaşının, AKP’nin hesaplarının bozulması ya da ağır bir darbe alması değildi,
değildir. Bunun ifadesi de kararın MGK’da daha önce kararlaştırılmış olmasıdır.
Ki yurtsever hareket bu gerçeği, defalarca da açıklamıştı. Kürt devriminin
Ortadoğu çapında yayılışı, Rojava’nın birleşmeye gidişi süreci, HDP projesinin
tutarak Batıda buz kıran rolü oynayacağının açığa çıkması, kitlelerin yüzde
70-75’şinin barıştan yana olduğunun açığa çıkması… Devletin geleneksel
refleksinin ve aklının harekete geçmesi, düşüşte olan AKP ile ittifak kurması… Güç
dengelerini değiştiren olgular… Meseleye buradan bakmak gerekir; yoksa öyle
kolaycı, geri, yüzeysel, subjektivizmle, pozitivizmle belirlenen “analiz”lerle
bir şeyi anlayamayız ve egemen sınıfın ve şeflerinin de psikolojik harekâtına
yedeklenmekten ya da oraya hizmet sunmaktan kaçınamayız.
DEVAM EDECEK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder