Translate

11 Kasım 2015 Çarşamba

GAYRİMEŞRU 1 KASIM SEÇİM SONUÇLARI ÜZERİNE… IV



GAYRİMEŞRU 1 KASIM SEÇİM SONUÇLARI ÜZERİNE…
                                             IV
Devlet ve dinci faşist cunta tarafından başlatılan topyekün savaş politikası, demagoji ve manipülasyonda sınır tanımayan aşağılık bir psikolojik savaşın eşliğinde yürütülmektedir. Beyaz, gri, kara propaganda biçimleri alan psikolojik savaş saldırısı topyekün savaşın en önemli sacayağıdır. Fiziksel ve askeri saldırıların etkili ve yıkıcı olması, amacına ulaşması her şeyden önce iki yüzlülükte sınır tanımayan psikolojik savaşın etkili olmasına bağlıdır. “Toplum mühendisliği”, “algı yönetimi”, “halkla ilişkiler uzmanlığı”  ekseninde yürütülen savaşın etkisi öncelikle kirli propagandanın gücüne bağlıdır. Fiziksel şiddet psikolojik savaşı, psikolojik savaş da fiziksel şiddeti yetkinleştirerek diktatörlüğün politik hedeflerine ulaşmasına hizmet etmektedir. Açık ki psikolojik savaş politikanın, politik hedeflerin hizmetindedir. Tıpkı topyekün savaş gibi.
Sömürgeci faşist diktatörlük ve dinci faşist cunta, işbirlikçi sermayenin ve başını Amerikan emperyalizminin çektiği emperyalist kampın bağlaşması ve desteğiyle topyekün savaşı geliştirmektedir. Askeri faşist klikle dinci faşist kliğin bağlaşmasına dayanan darbe süreci ve darbe sürecinin ürünü olan gayrimeşru 1 Kasım sonuçları da bunu göstermektedir. TÜSİAD’ından AB’sine, dinci faşist cihatçı çetelerden ABD’ye kadar olan geniş cephenin gayrimeşru seçimleri kutsayarak cunta partisinin “seçim zaferini” tebrik etmesi de bunu göstermektedir.
Amerikan emperyalizmi ve AB bölgede etkisi yükselmeye başlayan Rusya ve İran etkisini kırmak istemekte. Başta Suriye olmak üzere Büyük Ortadoğu çapında (dahası “Avrasya stratejisi” bağlamıyla bağlı) Rusya etkisini dizginleme ve giderek etkisizleştirme stratejisi aynı zamanda Türkiye’nin bir şantaj politikası olarak kullandığı göç dalgasını da kırma ve önleme, T.C. yi bu bağlamda yeniden konumlandırma gereksinimleriyle de birleşmektedir. Dolayısıyla Rusya’nın atağıyla ortaya çıkan yeni durum faşist diktatörlükle, cuntayla ABD ve AB arasında çıkan ve büyüme eğilimi gösteren çelişki ve çatışmaların şimdilik göz ardı edilmesini getirdi. T.C. ve dinci faşist cunta bu durumu bir fırsata dönüştürerek yeni kirli pazarlıkların eşliğinde bölgede yerlerde sürünen pozisyonunu yeniden ayağa kaldırmaya çalışmaktadır…
İşte dikta ve cunta, bu bağlamda ve 1 Kasım “seçim zaferi”nin yarattığı “toplumda yaşanan şok” etkisini de kullanarak psikolojik savaşı da tırmandırarak topyekün saldırganlıkta yoğunlaşmaktadır. 13 yılın ardından iyice çürümüş ve düşmeye başlamış bir güçken düzmece ve düzenlenmiş seçimler üzerinde bu kez yüzde 49,5 oy oranıyla gelince, “artık AKP gidici” diye düşünen geniş kesimlerde bu durum hayal kırıklığına, moral bozukluğuna yol açtı. 7 Haziran sevincinin ardından, bu sevinci de gırtlağında bırakılmış kuvvetler, yani AKP iktidarı dışında kalan partiler ve kitleler bir dağınıklık tablosu içinde şaşkınlıkla bu gelişmelerin nedenlerini vs. tartışırken, yenilginin ardından yeniden politik üstünlüğü ele geçirmiş olmanın da avantajıyla cunta iktidarı hızla yol kat etmeye çalışmaktadır. Bu bağlamda topyekün savaşı, topyekün psikolojik saldırılarla birleşik yoğunlaştırmaktadır…
Devlet ve cunta, politik yenilgilerden daha da önemli olanın moral yenilgi olduğunu çok iyi biliyor ve moralleri sonuna dek yıkma operasyonu örgütlüyor. Bu bağlamda en büyük yardımcıları da sosyal reformist ve liberal aydın tabakasının geniş kesimleridir.
Yenilgilere yenik düşmüş ve umutsuzlukla “bu ülkede 40 yıldır devrim yapamadık, bari parlamenter mücadele ile demokrasiyi kazanalım” diyen geniş politik çevreler bulunmaktadır. Bu çevreler en radikal sosyalist, devrimci lafazanlığın ardına gizlenmiş olarak, faşist karşı devrim cephesinden gelen psikolojik savaşa yedeklenebilmektedirler. Böylece sol kitleler, mücadele eden kitleler, mücadele arzusu taşıyan kitleler üzerinde politik ve moral bozucu bir rol oynayabilmektedirler. Bu, onların nesnel bir gerçeğidir.
7 Haziranın ardından coşan söz konusu sosyal ve siyasal çevreler darbe ve saldırılarla hızla irade kırılması yaşayarak ya gemiyi terketmiş ya da mış gibi yaparak manevralar yapmaya başlamışlardı. 1 Kasımın ardından ise yelkenleri suya indirerek sızlanmaya, ağlamaya, dün “ne güzel” dedikleri şeye bugün tu kaka demeye başlamışlardır. “Bedelini ağır ödeyeceksiniz, hesap soracağız” diyerek tehditler savuran ve azgınca faşist zorbalık yolunda koşan faşist karşı devrimin tehditleri bu kesimleri yaman yıldırmaktadır. Dolayısıyla onlar bu zihniyet ve ruh hallerini teorize etmekte, analizlerini, eleştirilerini buna göre kurmakta, adeta cunta iktidarından aman dilemektedirler. 
Başında Saray cuntasının oturduğu AKP iktidarı, “Öcalan olsaydı sizi sopalarla kovalardı”, KCK ve HDP Öcalan’ı “diri diri gömdü” aşağılık propagandasını yapmaktadır. 1 Kasım seçimlerinin ardından sözde Öcalan ağzından KCK ve HDP’yi suçlayan ve mahkûm eden sahte açıklamalar yayınlamaya başladı. HDP’nin “terörle arasına mesafe koymadığı için” seçimlerden yenilerek çıktığını ısrarla vurguladı ve vurgulamaktadır. Devlet ve cunta, cunta partisi AKP bu vb. kara propaganda yöntemlerini ısrarla kullandı ve kullanmaya da devam edecektir. Tıpkı Diyarbakır, Suruç, Ankara toplu katliamlarını önce yaparak sonra da PKK’ye, HDP’ye, MLKP’ye vb. yüklemek örneklerinde olduğu gibi. İşin bu faslını geçiyoruz.
Reformist ve liberal çevrelerin yürüttüğü “eleştiri”lere gelirsek, bazılarının üzerinde durmak gerekmektedir. Çünkü psikolojik savaş cephesinin baskısı altında, ona yedeklenen “eleştiri”lerdir bunlar. Emek, eşitlik, adalet, barış, özgürlük cephesini bölmek, iç kargaşalığa sürüklemek işlevi gören “eleştiri”lerdir bunlar.
Demokrasinin, eleştiri ve tartışma özgürlüğünün bir gereği olarak yaşanan süreç de dahil her konuda özgürce konuşmak, değerlendirmeler yapmak, çözümler önermek doğaldır. Kuşkusuz ki bunu yadsımak ya da bastırmak kabul edilemez. Bu bağlamda önemli olan eleştirilerin vb. dostça olmasıdır. Psikolojik savaşın aleti olmadan eleştirebilmektir. Kaldı ki, öğrenmesini bildikten sonra düşmanca eleştirilerden de öğrenecek çok şey vardır ve Lenin’in dediği gibi, insan, devrimci bir parti politikada çoğu kez düşmanından öğrenir…
Deniyor ki HDP PKK, KCK yüzünden; PKK ateşkesi bozup silahlı mücadeleyi başlattığı için kaybetti, yenildi. PKK madem “demokratik özerklik” çizgisi için mücadele ediyor, o halde silahları terk etmeli ya da yurtdışına çıkmalı ve silah kullanmamalıdır. Silahlı bir PKK varken Türkiye’de HDP, demokrat güçler demokrasi mücadelesi veremez. Başka, HDP silahlı mücadele ile arasına mesafe koymalı. Başka, HDP “hendekler”le arasına mesafe koymalı. Başka, CHP ile arasındaki mesafeleri kaldırmalıdır. Peki ya başka? Neyse burada duralım.
Öncelikle kaybedilmiş bir savaş yok HDP cephesinde. Önemli ama kısmi oy kaybından dolayı da HDP başarısız ilan edilemez. Savaş sürmektedir. Faşist iç savaş kışkırtıcılığı dahil başlatılmış topyekün savaş koşullarında HDP seçim çalışması dahi yürütemez hale getirildiği halde ana güçlerini korumasını ve faşizmin planını bozarak yüzde 10 barajını tepeleyip geçmesini bilmiştir…
Devlet ve cunta amansız baskılarla HDP’nin seçimlerden çekilmesini, çekilmediği koşullarda baraj altında kalmasını hedefliyordu; fakat onların bu planı tutmadı, başarısızlığa uğradı.
Dinci faşist terörün dizginsiz bir şekilde atağa kalktığı sözde seçim sürecinde HDP ve kitlesi çok sert bir sınavla karşı karşıya kaldı ve her şeye karşın arkasında kararlılıkla duran kitlesiyle birlikte HDP bu sınavdan başarıyla çıkmasını bildi. İşte bu direnç ve mücadele dinamiği ve kuvvet bundan sonraki politik çarpışmalar sürecinin de güç ve dinamiği olarak yeniden yolu açarak ilerleyecektir… Bunu unutmayalım.
 Dolayısıyla salt kısmi oy kaybından hareketle olan bitene bakan ve tanımlayan bakış açısı ve analiz, son derece yüzeyseldir. Süreci, çarpışmanın bütünsel tablosu içinde okuyamamaktan, doğru ve devrimci bir politik bakış açısının olmamasından, soruna tek yanlı bakılmasından, gerçeklerin aritmetik hesaplara kurban edilmesinden vs. kaynaklanan bir eleştiri ve propagandadır bu. Dahası ve daha da önemli olanı, parlamenterist ruhun tutsağı olarak konuşan, liberal beklentilerinin içinde hayal kırıklığına uğramış; kendi yenilmiş, morali bozulmuş, kendinde zorlu mücadelelere ve devam etmekte olan ve son derece tehlikeli faşist saldırganlığa karşı durma gücü görmeyen bir zihniyetin dile gelişidir bu. İyi, güzel, devrimci dönemlerde coşan, zor dönem ve dönemeçlerde geri çekilen, kaçan, bozgunculuk yapan reformizm ve liberalizmdir bu…
İlginçtir kirli, haksız topyekün savaşı başlatan devlet ve cuntadır. Düzmece ve düzenlenmiş seçimleri örgütleyen devlet ve cuntadır. Hani “normal” olarak görülen koşullarda HDP’ye seçimlere girme imkânı tanımayan devlet ve cuntadır. Ama buna rağmen ısrarla HDP’nin “seçimi kaybetmesi” PKK’ye, KCK’ye bağlanıyor. Aslında bu “eleştiri”lerin özü gelip şuna dayanıyor: Şu PKK olmasaydı biz sınıfsal mücadeleyi, hadi onu da geçtik, demokrasi mücadelesini ne güzel geliştirir ve savaşı da kazanırdık. Aslında bu, bildiğimiz, yıllardan beri süre gelen sosyal şovenizmdir. PKK’nin varlığını ve savaşını devrimci bir durum, devrimci bir imkân, devrimci bir gelişme olarak görmeyen, kendisini tehdit eden bir durum olarak gören teori ve pratiktir, gelenektir; sırça köşklerde “devrim” vs. peşinde koşan ya da “devrimci romantizm”ini buradan “inşa” eden tarihsel çizgidir…  Açık liberaller için ise zaten sorun, en iyi dönemlerinde bile, “demokratik siyaset yoluyla” PKK’yi, Kürtleri, devrimci ve komünist güçleri sistem içine çekerek entegre etme, asimile etme sorunudur…
Suçlu aranacaksa, suçlu olanlar, 3 yıllık ateşkese son vererek topyekün savaşı başlatanlardır. Bu, bu kadar açıktır ve açık olmalıdır. Vurgulanması gereken temel şey budur. Bu katı koşulla birlikte PKK’nin politikalarında görülen hataların, eksikliklerin, zaafların şu veya bu bakış açısından eleştirisi anlaşılırdır…
Neymiş, PKK silahı bırakmalıymış! Niye bıraksın? Hangi sorun çözüldü de silahı bıraksın? O silahlar olmasa, o silahların arkasındaki politika olmasa, o politika ve silahlara yön veren, kaynaklık eden maddi toplumsal gerçek olmasa zaten ortada PKK diye bir şey de olmayacaktı… Ve eğer o silahlar olmasa PKK biter, bitirilir… Kanımızca PKK yalnızca bugün değil yarın da silahları bırakmamalı, diyelim ki “demokratik cumhuriyet” gerçekleşti, diyelim ki “demokratik özerk Kürdistan” gerçekleşti, o koşullarda da PKK, geçireceği tüm değişimlere karşın, silahları bırakmamalı; ve silahlı kuvvetler, özerk yapı içerisinde geleceğin güvencelerinden biri olarak yaşamalıdır… Bilinen tarihsel bir gerçektir; günü gelir egemen sınıf bükemediği bileği öper ama eline fırsat geçtiğinde ise o bileği bedeniyle birlikte biçer.
Neymiş, PKK gerilla gücünü Türkiye sınırlarının dışına çıkarmalıymış, seçim sonuçları da bunu göstermişmiş. Sırtında yumurta küfesi taşımayan, parlamenterist hayaller içerisinde sözde politik mücadeleyi okuyanlar ve bu eksende mücadele etmeyi amaçlaştırmış olan çevreler için bu söylem anlaşılabilir ama kabul edilemez.
Neymiş, bu durum “demokratik mücadele”yi, “siyasi çözüm”ü engelliyormuş!  Parlamenter mücadeleyi parlamento dışı mücadeleye bağlı olarak ele almayan bir politikanın, somutumuzda barış, özgürlük için mücadele, şu Ortadoğu gerçeğinde, böylece Türkiye gerçeğinde başarısız olmaya mahkûmdur. Devletiyle, hükümetiyle onları dize getirerek yolu açacak olan, Kürt sorunun sosyal reformcu olsa bile çözümünü sağlayacak, Türkiye’ye az-çok burjuva demokrasisini getirecek, getirtecek olan şey tam da halkların meşru demokratik direnişi, mücadelesi, Kürt halkının silahlı ve silahsız biçimleriyle silahlı direniş ve vuruş gücüdür… Diktatörlük geri adım atmadan, bazı asgari temel koşulları ve talepleri güvenceleriyle birlikte kabul etmeden PKK silahlı güçlerini geri çekmemelidir. PKK’nin buradaki varlığı Kürt halkının da temel bir güvencesidir. Yok efendim provokasyon oluyor vb. gerekçeleri, kendi rahatının bozulmasından rahatsız olan akımların derdidir…
Sorun gerillanın Türkiye içinde olması değil, sorun bu durumu işçi sınıfı ve halklar aleyhine ısrarla kullanan, provokasyon peşinde koşan faşist diktatörlüğe karşı mücadeleyi büyüterek bu saldırı ve provokasyonları önleyememektedir. Temel çıkışı buradan geliştirmek yerine, PKK’yi suçlamak, itibarsızlaştırmak diktanın işidir, o halde yapılacak şey, devletle, devletin ve cuntanın psikolojik savaşı ile araya kalın bir duvar çekmektir; bunu yapmayanlar devlete ve psikolojik harekâtına yedeklenerek ilerici ve devrimci olmayan bir duruş sergiliyorlar. Öncelikle bunu görmek ve anlamak gerekir…
Kürt ulusal devrimi Ortadoğu çapında yayılmış ve mevzilerini de büyüten bir devrimdir. PKK, Ortadoğu çapında politika yapan bir güçtür. Dünyaya kendi daracık pencerelerinden bakarak eleştiri yapanların bunu görmesi gerekir, görebilirler mi, orasını geçiyoruz.
Savaşı başlatan “hendekler” olmadı. Ateşkes bozulmadan önce de “hendek savaşı” vardı. Savaşı tek yanlı olarak başlatan ve ısrarla sürdüren devlet ve başı cunta oldu.  Keza, “öz yönetim” savaşı, meşru, demokratik bir hak ve savaştır. Yurtsever hareket, “öz yönetim” ilanlarıyla ulusal demokratik mücadeleyi yeni bir düzeye yükseltmiştir. Bu mevziyi koruyarak ilerlemesi doğru olacaktır. Faşist propagandanın, kirli psikolojik savaşın ve dinci-faşist terörün gürültüsü ve yıkımları içerisinde göz ardı edilmemelidir ki, Cizre’de ilk “öz yönetim” ilan edildiğinde Batıda da geniş kitlelerde olağanüstü görülebilecek bir tepki gelişmedi. Darbe sürecinin önü kesilemeyince “öz yönetim” ilanları faşist topyekün savaşın “vatan bölünüyor” demagojisi için tepe tepe kullanıldı… Ama devletin bütün kuşatma ve ağır silahlarla vurmasına karşın Kürtlerin öz yönetim iradesi kırılamamış, dikta o alanlara hala girmeyi başaramamıştır. Bunları görmezden gelmek doğru bir tutum değildir. Keza öz yönetim ilan edilen yerlerde HDP’nin ciddi oy kayıpları da yoktur; en fazlasından kısmi oy kaybından bahsedilebilir ve bu da doğaldır.
Burada bir halkın öz iradesinin kendi hakkını, hukukunu savunması, kazanmak için savaşması gerçeğiyle karşı karşıyayız. Öncelikle bunu görmek ve sahiplenmek gerekir. Bu çıkışın, yöntemleri bakımından tartışılmasının bir sakıncası yok ama yukarıdaki perspektife bağlı olarak, yoksa devlet, cunta propagandasına yedeklenmek kaçınılmaz hale gelir. Bu çıkışın silahlı bir direnişle korunan öncü bir çıkış, bir güç denemesi olup olmadığını ise göreceğiz. Böyle bir çıkışın “orta sınıf”larda ve “muhafazakâr Kürt seçmen”de negatif etkiler yaratması ise anlaşılırdır ama temel analiz bu kategoriye dayanılarak yapılamaz ve yapılmamalıdır. Temel ölçü, bu çıkışın genel mücadele üzerinde geriletici mi geliştirici mi bir etki yarattığı üzerinde olmalıdır. Bu bakımdan kısa vadeden çok orta vadenin gözetilmesi gerekir. Gözü oydan, oy hesabından başka bir şey görmez hale gelenlerden ise bu, zaten beklenemez.
Devlet politikası olan topyekün savaşın başlatılmasına, darbeye, “tekrar seçim”e onay veren ve sayısız çirkin manevrayla kitleleri aldatarak harekete geçmesini önleyen CHP aşkına gelince, buradan bir gelecek çıkmaz. Liberallerimiz, Birleşik Hazirancılarımız CHP’yi bir demokrasi gücü olarak görüyor ve yanlış yapıyorlar… CHP’nin tabanını oluşturan ve oy veren işçi ve emekçilerle yakınlaşmayı başarmak, giderek kazanılması vb. farklı şeydir, CHP’nin demokrasi mücadelesini vermesini beklemek ve ummak ise farklı bir şeydir. Demokrasi mücadelesinde CHP’den ne köy olur ne de kasaba. CHP sosyal demokrat bir parti falan da değildir ayrıca. Sokak mücadelesine buyursun gelsinler, yani en büyük korkularına; ama Gezi sürecinin deneyleri ne yapmamız gerektiğini de bizlere gösterdi…
 Fiilen süren “çatışmasızlık” sürecine son veren ve topyekün savaşı başlatan ve bunda sonuna dek ısrarlı olan devlet ve AKP iktidarı oldu. Bu süreç, PKK yüzünden değil, PKK’ye rağmen, HDP’ye rağmen, toplumun barışçı ve demokratik güçlerinin ısrarla bu sürece karşı çıkmasına rağmen, hatta asker ve polis cenaze törenlerinde ailelerin haklı tepkisinden de görülebileceği gibi daha geniş kesimlerin çatışmasızlık ve barış talebine rağmen oldu. Şimdi bütün bu gerçeklere karşın devletin kirli savaş propagandası bir yana, liberal ve sosyal reformist çevrelerin yaygın bir şekilde, sanki bu işin sorumlusu PKK’ymiş gibi lanse etmeleri; PKK’nin, devletin topyekün imha savaşına rağmen ateşkese son vermeseydi bütün bunlar olmayacakmış ya da devlet ve AKP’nin planları bozulacakmış gibi propagandaya girmeleri kabul edilebilir bir durum değildir. Sorunun kaynağını devlet ve cunta olarak görmek ve başta da Türk halkına bu gerçeği açıklamak, taşımak yerine PKK’yi, gerillayı suçlamak abesle iştigal etmekten ibarettir.
Ne yapacaktı PKK, yani devlet dört bir yandan ölümle üzerine gelirken, kurbanlık koyun gibi oradan oraya mı kaçacaktı? Bu son derece geri, hatta gerici şoven ve sosyal şoven zihniyet bilerek ya da bilmeyerek bir şeyi atlıyor, gözden gizliyor ya da manipülasyon yapıyor: Bu savaş kararı egemen sınıfların, devlet kliklerinin, AKP ile ortak aldığı bir karardı; sorun dar anlamda 7 Haziranda dinci faşist elebaşının, AKP’nin hesaplarının bozulması ya da ağır bir darbe alması değildi, değildir. Bunun ifadesi de kararın MGK’da daha önce kararlaştırılmış olmasıdır. Ki yurtsever hareket bu gerçeği, defalarca da açıklamıştı. Kürt devriminin Ortadoğu çapında yayılışı, Rojava’nın birleşmeye gidişi süreci, HDP projesinin tutarak Batıda buz kıran rolü oynayacağının açığa çıkması, kitlelerin yüzde 70-75’şinin barıştan yana olduğunun açığa çıkması… Devletin geleneksel refleksinin ve aklının harekete geçmesi, düşüşte olan AKP ile ittifak kurması… Güç dengelerini değiştiren olgular… Meseleye buradan bakmak gerekir; yoksa öyle kolaycı, geri, yüzeysel, subjektivizmle, pozitivizmle belirlenen “analiz”lerle bir şeyi anlayamayız ve egemen sınıfın ve şeflerinin de psikolojik harekâtına yedeklenmekten ya da oraya hizmet sunmaktan kaçınamayız.  
DEVAM EDECEK
  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder