Translate

11 Kasım 2019 Pazartesi

Perşembe, 17 Ekim 2019 10:06

Garbis Altınoğlu'nun Aydınlıkçılara Devrimci Yanıtı *

 Garbis Altınoğlu ve Nesnellik Satırı: “Sandık cinayeti” örneği
Ülkenin yetiştirdiği en seçkin komünistlerden biri olan Garbis Altınoğlu’nun 14 Ekim’de ölümünün duyulmasıyla birlikte, Türkiye’de ve Avrupa ülkelerinde yaşayan binler ve binlerce kişinin bu örnek komüniste duyduğu saygı ve sevginin bir patlaması yaşandı adeta. Sanki Lenin’in Bolşevik Partisinin görevlendirilmiş bir sorumlusu gibi yaşayan ve hareket eden Garbis Altınoğlu’nun, neredeyse sadece bir kanalı açık şekilde, kendini gönüllü olarak kapattığı tecrit kafesindeyken bu derin ve güçlü sevgi ile saygıdan haberi var mıydı bilmiyoruz. Bu tür zamanlarda, insanların neden bedenden ayrı varlığı olan bir ruha inanmaya bu kadar gereksinim duyduğu bir kez daha anlaşılıyor. Garbis’in ruhunun, ona akan, onu sarıp sarmalayan sevgi ve saygı selini izlemesi düşüncesi bile olumlu etkiler yaratıyor. Garbis Altınoğlu, o keskin, “gülmeyen ve ağlamayan ama anlayan” tutumuyla, bu cümleleri, kitlelere özgü, Leninizme ait olmayan ama Leninizmin anladığı bir dış gerçek olarak görür ve –o kendine özgü sözcükle‒ “küçükserdi”!
Ama Garbis’in ölümünün herkeste aynı etkiyi yarattığını düşünmek saflık olurdu. Aydınlık adındaki gazete, daha bir-iki ay önce ona bir kez daha çamur atmıştı. Ölümünün ardından “sosyal medya” denilen alanda at koşturan bazılarının, bir kez daha, Garbis’in sarsılmaz ve örnek kişiliğinde Marksizme ve komünist mücadeleye karşı mide bulandırıcı söylentiler yaydığını izledik. Bunlardan biri, 1972 yılındaki bir öldürüme ilişkindi. Konu, Garbis Altınoğlu’nun içinde olduğu küçük bir devrimciler grubunun üyesi Adil Ovalıoğlu’nun, örgütünden arkadaşları tarafından öldürülmesi ve cesedi bir sandıkta taşınırken ele geçirildiği için, kamuoyunda “Sandık cinayeti” olarak bilinen olayla Garbis’in ilişkisiydi.
Aydınlıkçılar, 1970’lerin sonlarında devletlerinin safında devrimcilere saldırır, onları ihbar ederken, düşmanca bir savaşın bütün yöntemlerine başvuruyor ve hile, yalan, desise çuvallarını boca ediyorlardı. Garbis Altınoğlu’nun adı, bugün olduğu gibi o zaman da bu düşmanca mücadelenin önemli unsurlarından biriydi.
Aydınlıkçıların o zaman çıkardığı Halkın Sesi gazetesi, devrimcilere dönük karalama kampanyası sırasında “Sandık cinayeti”ni de gündeme getirmişti. Garbis Altınoğlu, bu karşı-devrimci kampanyaya, illegal koşullarda faaliyet yürüten bir komünist olarak, mensubu olduğu TKP-ML Hareketi’nin yayın organı olduğu kabul edilen Halkın Birliği gazetesinin 28 Mart 1978 tarihli 31. sayısında yanıt vermişti.
Aşağıda sunduğumuz bu metinde, Garbis Altınoğlu’nun, nesnellik satırından kendini hiçbir şekilde sakınmayan açık ve tok tutumu, yüksek etik değeri bir kez daha görülüyor.
M. K.
GARBİS ALTINOĞLU’nun AÇIKLAMASI
[Halkın Birliği, 28 Mart 1978, Sayı: 31]
 Halkın Sesi” dergisi, 148. sayısında kamuoyunda “Sandık cinayeti” diye bilinen olaydaki rolüm nedeniyle bana ve bu vesileyle aynı zamanda proleter devrimci harekete saldırmaktadır. Halkın Sesi oportünistlerinin bu meseleyi gündeme getirirken güttükleri amaç bellidir. Proleter devrimci hareketin kendilerine karşı sürdürdüğü yoğun ideolojik mücadelenin baskısından kurtulmak, dikkatleri kendilerini bunaltan ve ezen bu ideolojik-siyasi mücadeleden saptırarak tartışmayı başka alanlara çekmek. Halkın Sesi oportünistlerinin bu karşı-devrimci manevrasına dikkati çekerken, bu vesileden yararlanarak bazı gerçekleri ortaya koymak ve karanlıkta kalmış olan bazı noktaları aydınlatmak istiyorum.
Ben ve bağlı olduğum grup, PDA oportünistlerine ve onların sağcı, teslimiyetçi çizgisine karşı 1970’den itibaren mücadele etmiştik. Ancak küçük-burjuva sınıf karakterimiz, aydın yapımız, Marksizm-Leninizmi kavrayışımızdaki eksiklerimiz, siyasi ve örgütsel alanlardaki tecrübesizliklerimiz nedeniyle birçok hatalar işledik. Bunların içinde en büyüğü ve maalesef telafi edilmesi mümkün olmayanı da Adil Ovalıoğlu’nun öldürülmesidir.
O dönemlerde PDA oportünistlerinin sağcı ve teslimiyetçi çizgisine karşı çıkarken, bizde çeşitli “sol” anlayışlar gelişmişti. Bunda, o zamanlar bizi derinden etkileyen Hindistan Komünist Partisi (M-L) ve onun önderi Çaru Mazumdar’ın “sol” oportünist görüşlerinin ve PDA oportünizmine karşı duyduğumuz tepkinin önemli bir payı vardı. Ancak bu hatalara düşmede belirleyici olan, iç etken, yani bizim küçük-burjuva sınıf karakterimizdi. Hatalı anlayışlarımızı, kısaca şöyle sayabiliriz:
1) Ülkemizde silahlı mücadele şartlarının var olduğunu ve Marksist-Leninistlerin bu mücadele biçimini ta ilk baştan temel alması gerektiğini düşünüyorduk. Türkiye’nin somut bir tahlilini yapmıyor; Çin, Vietnam ve Hindistan’daki Marksist-Leninistlerin görüşlerinin olduğu gibi ülkemizde uygulanması gerektiği inancını taşıyorduk. Bu hata dogmatizmden kaynaklanıyordu.
2) Silahlı mücadelenin temel alınması gerektiğini ileri sürmekle kalmayıp, onun tek mücadele biçimi olması gerektiğini, diğer mücadele biçimlerinin çağımızda eskimiş ve modası geçmiş, kitlelerce aşılmış olduğunu düşünüyorduk. Bu nedenle, kitle mücadeleleri örgütlemenin, kitle örgütlerinde çalışmanın ve devrimci yayın faaliyeti sürdürmenin yanlış olduğunu, bunun bizi oportünist ve revizyonist yola sokacağını düşünüyorduk.
3) Proletarya partisinin uzun bir süreç içinde, silahlı mücadelenin ateşi içinde tedricen inşa olacağına inanıyorduk. Aslında bu noktada, proletarya partisinin kurulması ile onun inşası gibi iki farklı (ilişkili olmakla birlikte) şey birbirine karıştırılıyordu. Bundan dolayı mücadelenin başında belirli bir programı, tüzüğü, örgütsel yapısı ve örgütsel işleyiş kuralları (demokratik merkeziyetçilik, kollektif yönetim, eleştiri-özeleştiri vb.) olan bir devrimci örgütün kurulmasını gereksiz görüyorduk. Bu anlayış, örgütsel alanda belirsizliğe ve laçkalığa yol açtığı gibi, körü körüne itaati ve bürokratizmi de yerleştiriyordu.
4) Oportünizme ve revizyonizme karşı mücadeleler konusunda hatalı, aşırı sol anlayışlara sahiptik. Bu gibi unsurlara karşı mücadelenin ideolojik-siyasi mücadele ile sınırlı kalamayacağını, onlara karşı da silahlı mücadele yönteminin uygulanabileceğini düşünüyorduk. Bu hatalı anlayışı pekiştiren iki yan etken vardı: Birincisi, yanlış bir illegalite ve gizlilik anlayışı (gizliliğin önemini abartma); ikincisi, mücadelenin ta ilk baştan silahlı mücadele biçimini alacağı görüşü idi.
5) Kitlelerle bağ kurma konusunda ise sıfırdan başlama anlayışına sahiptik. Yani belli bir kitle temelinin, belli bir devrimci mirasın olduğu alanlara yönelmiyor, kendi çabamızla kuracağımız yeni kitle bağlarını esas almamız gerektiğini düşünüyorduk. Ayrıca kitlelerle ve onların ileri unsurlarıyla mücadele içinde bağ kurmayı hedef almak yerine, işçi ve emekçilerle üretimde birlikte çalışarak bağ kurmayı esas alıyorduk.
Adil Ovalıoğlu’nun öldürülmesi meselesine gelince, Adil ile grubumuzdaki bazı kişiler arasında bazı teorik ve pratik konularda yer yer tartışmalar olmuş ve bu tartışmalar belirli bir gerginlik yaratmıştı. Bu tartışmalarda ben de Adil’in karşısında yer almıştım. Öte yandan Adil’in grubumuzdan habersiz bir biçimde, değişik kişi ve gruplarla ilişki kurma ve tek başına hareket etme eğilimi vardı. O şartlarda, sahip olduğumuz aşırı subjektivizmin bizi Adil’in örgüt yıkıcılığı yaptığı ya da örgütün yönetimini tek başına kendi eline alma eğilimi taşıdığı sonucuna götürmesi hiç de zor olmadı. O zaman Adil ile ilişkilerimizin kesilmesine rağmen, benim bildiğim kadarıyla o dönemde Adil’in öldürülmesi yolunda herhangi bir karar alınmadı. Ancak, Adil gibi davranan kişilerin öldürülebileceği ve öldürülmesi gerektiği anlayışı hepimizde vardı.
Ben 10 Nisan 1972’de Kayseri’de yakalandım. Cinayetin işlendiği 12 Haziran 1972 günü Mamak Askeri Cezaevi’nde tutuklu bulunuyordum. Adil’in öldürüleceğinden haberim yoktu. Bununla birlikte, söz konusu grubun yöneticilerinden biri olduğum için kendimi bu cinayetin birinci derecede sorumlularından birisi olarak görüyorum. Adil Ovalıoğlu’nun öldürülmesi karşı-devrimci bir eylemdir. Ancak bu olayı değerlendirirken (diğer bütün hataların değerlendirilmesinde olduğu gibi) yalnızca kişilerin sorumluluğu üzerinde durulmamalı, bu hataya yol açan siyasi ve toplumsal etmenler de göz önüne alınmalıdır. Bu olayın bütün devrimcilere olumsuz örnek yoluyla öğretici olması gerektiğine, kendim de bu ağır hatanın bedelini Türkiye halkına ve Türkiye devrimine canla başla hizmet ederek ödeyebileceğime inanıyorum.
Halkın Sesi’nin değindiği diğer bazı noktalara gelince. Birincisi, bu oportünistler cinayetten bizim grubumuzu değil de proleter devrimci hareketin sorumlu olduğu izlenimini yaymak istiyorlar. Böylelikle, onlar bu karşı-devrimci eylemi mahkûm etme sis perdesi altında bu olayla hiçbir ilgisi bulunmayan proleter devrimci hareketi karalamaya çalışıyorlar. İkincisi, ben mahkemede bu cinayeti doğru ve haklı gördüğümü söyledim. Bunun nedeni benim meseleye küçük-burjuva maceracı bir tarzda yaklaşmam ve olayın benim üzerimdeki manevi baskısıydı. Olaya sahip çıkmayıp, bunun karşı-devrimci bir eylem olduğunu söylemenin kendimi kabahatsiz göstermek ve kendi paçamı kurtarmaya çalışmak anlamına geleceğini, devrimcilerin burjuva mahkemesi önünde özeleştiri yapmayacağını düşünüyordum. Aslında, o dönemde cezaevinde bir özeleştiri hazırlamış ve bu özeleştiriyi çeşitli devrimci gruplardan arkadaşların yanı sıra, PDA oportünistlerine de vermiştim. Bu özeleştiride, diğer hatalarımızın yanı sıra, Adil Ovalıoğlu’nun öldürülmesi konusu da (yetersiz olmakla birlikte) ele alınmış ve olay “vahim bir hata” olarak nitelendirilmişti.
Çift ifadem olduğu ve karanlık bir kişiyi gizlediğim iddiasına gelelim. Ben polis sorgusu sırasında iki kişinin adını vermiştim. Daha sonra polis, ifademi yazılı hale getirirken bunları yazmadı. Ben bunun nedenini bilmiyorum. O zaman polisin, bu kişilerin tutuklanması için yeterli neden ve delil bulmadığını sanıyordum. Halkın Sesi, bu kişilerin ajan olduğunu ve benim bunları (bir pazarlık sonucu) himaye ettiğimi ima etmektedir. Eğer Halkın Sesi’nin bu kişiler hakkında herhangi bir bilgisi varsa bunu açıklamalıdır.
Halkın Sesi oportünistleri bugün MİT’in hizmet ettiği hakim sınıflar ve emperyalistlerle işbirliğini teoride ve pratikte açıkça savunarak karşı-devrimci bir çizgide yürümektedirler. Onların bütün lafları ve oyunları bu niteliğini gizleyemez.
 * Bu yazı Teori ve Politika dergisinin sitesinden alınmıştır.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder