Perşembe,
17 Ekim 2019 10:06
Garbis Altınoğlu'nun Aydınlıkçılara Devrimci Yanıtı *
Yazan Garbis
Altınoğlu
Garbis Altınoğlu ve
Nesnellik Satırı: “Sandık cinayeti” örneği
Ülkenin yetiştirdiği en seçkin
komünistlerden biri olan Garbis Altınoğlu’nun 14 Ekim’de
ölümünün duyulmasıyla birlikte, Türkiye’de ve Avrupa
ülkelerinde yaşayan binler ve binlerce kişinin bu örnek komüniste
duyduğu saygı ve sevginin bir patlaması yaşandı adeta. Sanki
Lenin’in Bolşevik Partisinin görevlendirilmiş bir sorumlusu gibi
yaşayan ve hareket eden Garbis Altınoğlu’nun, neredeyse sadece
bir kanalı açık şekilde, kendini gönüllü olarak kapattığı
tecrit kafesindeyken bu derin ve güçlü sevgi ile saygıdan haberi
var mıydı bilmiyoruz. Bu tür zamanlarda, insanların neden
bedenden ayrı varlığı olan bir ruha inanmaya bu kadar gereksinim
duyduğu bir kez daha anlaşılıyor. Garbis’in ruhunun, ona akan,
onu sarıp sarmalayan sevgi ve saygı selini izlemesi düşüncesi
bile olumlu etkiler yaratıyor. Garbis Altınoğlu, o keskin,
“gülmeyen ve ağlamayan ama anlayan” tutumuyla, bu cümleleri,
kitlelere özgü, Leninizme ait olmayan ama Leninizmin anladığı
bir dış gerçek olarak görür ve –o kendine özgü sözcükle‒
“küçükserdi”!
Ama Garbis’in ölümünün herkeste
aynı etkiyi yarattığını düşünmek saflık olurdu. Aydınlık
adındaki gazete, daha bir-iki ay önce ona bir kez daha çamur
atmıştı. Ölümünün ardından “sosyal medya” denilen alanda
at koşturan bazılarının, bir kez daha, Garbis’in sarsılmaz ve
örnek kişiliğinde Marksizme ve komünist mücadeleye karşı mide
bulandırıcı söylentiler yaydığını izledik. Bunlardan biri,
1972 yılındaki bir öldürüme ilişkindi. Konu, Garbis
Altınoğlu’nun içinde olduğu küçük bir devrimciler grubunun
üyesi Adil Ovalıoğlu’nun, örgütünden arkadaşları tarafından
öldürülmesi ve cesedi bir sandıkta taşınırken ele geçirildiği
için, kamuoyunda “Sandık cinayeti” olarak bilinen olayla
Garbis’in ilişkisiydi.
Aydınlıkçılar, 1970’lerin
sonlarında devletlerinin safında devrimcilere saldırır, onları
ihbar ederken, düşmanca bir savaşın bütün yöntemlerine
başvuruyor ve hile, yalan, desise çuvallarını boca ediyorlardı.
Garbis Altınoğlu’nun adı, bugün olduğu gibi o zaman da bu
düşmanca mücadelenin önemli unsurlarından biriydi.
Aydınlıkçıların o zaman çıkardığı
Halkın Sesi gazetesi, devrimcilere dönük karalama kampanyası
sırasında “Sandık cinayeti”ni de gündeme getirmişti. Garbis
Altınoğlu, bu karşı-devrimci kampanyaya, illegal koşullarda
faaliyet yürüten bir komünist olarak, mensubu olduğu TKP-ML
Hareketi’nin yayın organı olduğu kabul edilen Halkın Birliği
gazetesinin 28 Mart 1978 tarihli 31. sayısında yanıt vermişti.
Aşağıda sunduğumuz bu metinde,
Garbis Altınoğlu’nun, nesnellik satırından kendini hiçbir
şekilde sakınmayan açık ve tok tutumu, yüksek etik değeri bir
kez daha görülüyor.
M. K.
GARBİS ALTINOĞLU’nun
AÇIKLAMASI
[Halkın
Birliği, 28
Mart 1978, Sayı: 31]
“Halkın Sesi”
dergisi, 148. sayısında kamuoyunda “Sandık cinayeti” diye
bilinen olaydaki rolüm nedeniyle bana ve bu vesileyle aynı zamanda
proleter devrimci harekete saldırmaktadır. Halkın Sesi
oportünistlerinin bu meseleyi gündeme getirirken güttükleri amaç
bellidir. Proleter devrimci hareketin kendilerine karşı sürdürdüğü
yoğun ideolojik mücadelenin baskısından kurtulmak, dikkatleri
kendilerini bunaltan ve ezen bu ideolojik-siyasi mücadeleden
saptırarak tartışmayı başka alanlara çekmek. Halkın Sesi
oportünistlerinin bu karşı-devrimci manevrasına dikkati çekerken,
bu vesileden yararlanarak bazı gerçekleri ortaya koymak ve
karanlıkta kalmış olan bazı noktaları aydınlatmak istiyorum.
Ben ve bağlı olduğum grup, PDA
oportünistlerine ve onların sağcı, teslimiyetçi çizgisine karşı
1970’den itibaren mücadele etmiştik. Ancak küçük-burjuva sınıf
karakterimiz, aydın yapımız, Marksizm-Leninizmi kavrayışımızdaki
eksiklerimiz, siyasi ve örgütsel alanlardaki tecrübesizliklerimiz
nedeniyle birçok hatalar işledik. Bunların içinde en büyüğü
ve maalesef telafi edilmesi mümkün olmayanı da Adil Ovalıoğlu’nun
öldürülmesidir.
O dönemlerde PDA oportünistlerinin
sağcı ve teslimiyetçi çizgisine karşı çıkarken, bizde çeşitli
“sol” anlayışlar gelişmişti. Bunda, o zamanlar bizi derinden
etkileyen Hindistan Komünist Partisi (M-L) ve onun önderi Çaru
Mazumdar’ın “sol” oportünist görüşlerinin ve PDA
oportünizmine karşı duyduğumuz tepkinin önemli bir payı vardı.
Ancak bu hatalara düşmede belirleyici olan, iç etken, yani bizim
küçük-burjuva sınıf karakterimizdi. Hatalı anlayışlarımızı,
kısaca şöyle sayabiliriz:
1) Ülkemizde silahlı mücadele
şartlarının var olduğunu ve Marksist-Leninistlerin bu mücadele
biçimini ta ilk baştan temel alması gerektiğini düşünüyorduk.
Türkiye’nin somut bir tahlilini yapmıyor; Çin, Vietnam ve
Hindistan’daki Marksist-Leninistlerin görüşlerinin olduğu gibi
ülkemizde uygulanması gerektiği inancını taşıyorduk. Bu hata
dogmatizmden kaynaklanıyordu.
2) Silahlı mücadelenin temel alınması
gerektiğini ileri sürmekle kalmayıp, onun tek mücadele biçimi
olması gerektiğini, diğer mücadele biçimlerinin çağımızda
eskimiş ve modası geçmiş, kitlelerce aşılmış olduğunu
düşünüyorduk. Bu nedenle, kitle mücadeleleri örgütlemenin,
kitle örgütlerinde çalışmanın ve devrimci yayın faaliyeti
sürdürmenin yanlış olduğunu, bunun bizi oportünist ve
revizyonist yola sokacağını düşünüyorduk.
3) Proletarya partisinin uzun bir süreç
içinde, silahlı mücadelenin ateşi içinde tedricen inşa
olacağına inanıyorduk. Aslında bu noktada, proletarya partisinin
kurulması ile onun inşası gibi iki farklı (ilişkili olmakla
birlikte) şey birbirine karıştırılıyordu. Bundan dolayı
mücadelenin başında belirli bir programı, tüzüğü, örgütsel
yapısı ve örgütsel işleyiş kuralları (demokratik
merkeziyetçilik, kollektif yönetim, eleştiri-özeleştiri vb.)
olan bir devrimci örgütün kurulmasını gereksiz görüyorduk. Bu
anlayış, örgütsel alanda belirsizliğe ve laçkalığa yol açtığı
gibi, körü körüne itaati ve bürokratizmi de yerleştiriyordu.
4) Oportünizme ve revizyonizme karşı
mücadeleler konusunda hatalı, aşırı sol anlayışlara sahiptik.
Bu gibi unsurlara karşı mücadelenin ideolojik-siyasi mücadele ile
sınırlı kalamayacağını, onlara karşı da silahlı mücadele
yönteminin uygulanabileceğini düşünüyorduk. Bu hatalı anlayışı
pekiştiren iki yan etken vardı: Birincisi, yanlış bir illegalite
ve gizlilik anlayışı (gizliliğin önemini abartma); ikincisi,
mücadelenin ta ilk baştan silahlı mücadele biçimini alacağı
görüşü idi.
5) Kitlelerle bağ kurma konusunda ise
sıfırdan başlama anlayışına sahiptik. Yani belli bir kitle
temelinin, belli bir devrimci mirasın olduğu alanlara yönelmiyor,
kendi çabamızla kuracağımız yeni kitle bağlarını esas almamız
gerektiğini düşünüyorduk. Ayrıca kitlelerle ve onların ileri
unsurlarıyla mücadele içinde bağ kurmayı hedef almak yerine,
işçi ve emekçilerle üretimde birlikte çalışarak bağ kurmayı
esas alıyorduk.
Adil Ovalıoğlu’nun öldürülmesi
meselesine gelince, Adil ile grubumuzdaki bazı kişiler arasında
bazı teorik ve pratik konularda yer yer tartışmalar olmuş ve bu
tartışmalar belirli bir gerginlik yaratmıştı. Bu tartışmalarda
ben de Adil’in karşısında yer almıştım. Öte yandan Adil’in
grubumuzdan habersiz bir biçimde, değişik kişi ve gruplarla
ilişki kurma ve tek başına hareket etme eğilimi vardı. O
şartlarda, sahip olduğumuz aşırı subjektivizmin bizi Adil’in
örgüt yıkıcılığı yaptığı ya da örgütün yönetimini tek
başına kendi eline alma eğilimi taşıdığı sonucuna götürmesi
hiç de zor olmadı. O zaman Adil ile ilişkilerimizin kesilmesine
rağmen, benim bildiğim kadarıyla o dönemde Adil’in öldürülmesi
yolunda herhangi bir karar alınmadı. Ancak, Adil gibi davranan
kişilerin öldürülebileceği ve öldürülmesi gerektiği anlayışı
hepimizde vardı.
Ben 10 Nisan 1972’de Kayseri’de
yakalandım. Cinayetin işlendiği 12 Haziran 1972 günü Mamak
Askeri Cezaevi’nde tutuklu bulunuyordum. Adil’in öldürüleceğinden
haberim yoktu. Bununla birlikte, söz konusu grubun yöneticilerinden
biri olduğum için kendimi bu cinayetin birinci derecede
sorumlularından birisi olarak görüyorum. Adil Ovalıoğlu’nun
öldürülmesi karşı-devrimci bir eylemdir. Ancak bu olayı
değerlendirirken (diğer bütün hataların değerlendirilmesinde
olduğu gibi) yalnızca kişilerin sorumluluğu üzerinde
durulmamalı, bu hataya yol açan siyasi ve toplumsal etmenler de göz
önüne alınmalıdır. Bu olayın bütün devrimcilere olumsuz örnek
yoluyla öğretici olması gerektiğine, kendim de bu ağır hatanın
bedelini Türkiye halkına ve Türkiye devrimine canla başla hizmet
ederek ödeyebileceğime inanıyorum.
Halkın Sesi’nin değindiği diğer
bazı noktalara gelince. Birincisi, bu oportünistler cinayetten
bizim grubumuzu değil de proleter devrimci hareketin sorumlu olduğu
izlenimini yaymak istiyorlar. Böylelikle, onlar bu karşı-devrimci
eylemi mahkûm etme sis perdesi altında bu olayla hiçbir ilgisi
bulunmayan proleter devrimci hareketi karalamaya çalışıyorlar.
İkincisi, ben mahkemede bu cinayeti doğru ve haklı gördüğümü
söyledim. Bunun nedeni benim meseleye küçük-burjuva maceracı bir
tarzda yaklaşmam ve olayın benim üzerimdeki manevi baskısıydı.
Olaya sahip çıkmayıp, bunun karşı-devrimci bir eylem olduğunu
söylemenin kendimi kabahatsiz göstermek ve kendi paçamı
kurtarmaya çalışmak anlamına geleceğini, devrimcilerin burjuva
mahkemesi önünde özeleştiri yapmayacağını düşünüyordum.
Aslında, o dönemde cezaevinde bir özeleştiri hazırlamış ve bu
özeleştiriyi çeşitli devrimci gruplardan arkadaşların yanı
sıra, PDA oportünistlerine de vermiştim. Bu özeleştiride, diğer
hatalarımızın yanı sıra, Adil Ovalıoğlu’nun öldürülmesi
konusu da (yetersiz olmakla birlikte) ele alınmış ve olay “vahim
bir hata” olarak nitelendirilmişti.
Çift ifadem olduğu ve karanlık bir
kişiyi gizlediğim iddiasına gelelim. Ben polis sorgusu sırasında
iki kişinin adını vermiştim. Daha sonra polis, ifademi yazılı
hale getirirken bunları yazmadı. Ben bunun nedenini bilmiyorum. O
zaman polisin, bu kişilerin tutuklanması için yeterli neden ve
delil bulmadığını sanıyordum. Halkın Sesi, bu kişilerin ajan
olduğunu ve benim bunları (bir pazarlık sonucu) himaye ettiğimi
ima etmektedir. Eğer Halkın Sesi’nin bu kişiler hakkında
herhangi bir bilgisi varsa bunu açıklamalıdır.
Halkın Sesi oportünistleri bugün
MİT’in hizmet ettiği hakim sınıflar ve emperyalistlerle
işbirliğini teoride ve pratikte açıkça savunarak karşı-devrimci
bir çizgide yürümektedirler. Onların bütün lafları ve oyunları
bu niteliğini gizleyemez.
* Bu yazı Teori ve
Politika dergisinin sitesinden alınmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder