GARBİS ALTINOĞLU'NUN ''DÖL YATAĞI'' YAZISININ
ELEŞTİRİSİNE DÖNÜP YENİDEN BAKMAK
Ön Açıklama;
Aşağıda Garbis Altınoğlu tarafından hazırlanmış
olan bir eleştiri yazısını yayınlıyoruz. Yazıda yer alan
eleştirilerin esasını paylaşıyoruz. Bizim için belirleyici olan
budur. Amacımız Garbis'in yazısında katılmadığımız bazı
yaklaşımları eleştirmek değildir. “MLKP’nin Tarihin
Dölyatağına Düştüğü An: Birlik Devrimi” başlıklı yazı,
Sağmacılar hapishanesinde devrimcilere verilen bir seminerin yazılı
hale getirilerek teorik yayında yayınlanmış halidir. Yazı,
proletarya sosyalizmi ile halkçılık, Marksizm-Leninizm'le
oportünizm arasındaki kırmızı çizgileri hiçe sayan, Birlik
Devrimi perspektif ve gerçeğine, deneyimine aykırı, onu çarpıtan
ilkesiz tasfiyeci oportünist karaktere sahip bir yazıdır.
Ezilenci post-Marksist, halkçı demokratik düşünceler
bizde Birlik Devriminin ardından hızla ortaya çıktı. ''Döl
Yatağı'' yazısının yayınlandığından haberimiz yoktu. Teorik
organ elimize geçtiğinde okuduk ve ilkesiz, liberal, ezilenci
tasfiyeci perspektifi sertçe eleştirdik. Bu yazı,
(Marksizm-Leninizm'e ve) partinin Marksist-Leninist resmi çizgisine
de aykırıydı. Bu gerçeğin de altını çizdik ve eleştirdik.
Partinin resmi yayınlarının Marksizm-Leninizm karşıtı
düşüncelere geniş çaplı açılması olgusu salt bugüne özgü
bir şey değildir; aksine adı geçen yazı bu gelişmenin öncüsüdür
diyebiliriz...
Birlik Devrimi'nin üzerinde gerçekleştiriği teori,
program, strateji, ilkesel, ideolojik ayrım çizgilerini yadsıyan
bu yazıdaki düşünceler daha sonra gelişmeye, partiyi ana
doğrultusundan saptırmaya devam etti. Partideki değişik
oportünist tasfiyeci eğilimlerin, aralarındaki tüm
farklılıklarına karşın, ezilencilik üzerinde birleşmesi,
elveda proletarya demesi, Komünist Manifesto'yu ''Ezilenlerin
Manifestosu'' ilan etmesi, hepsinin tasfiyeci oportünist,
post-Marksist gerçeğinin de altını çizmektedir.
Partinin
ideolojik birliği çok uzun zaman önce çözülmüştü. Parti
2000'lerin başından itibaren ağır bir ideolojik kriz içerisinde
boğulmaktadır. İdeolojik krizi ilkeli bir tarzda çözmek, daha
üst düzeyde ideolojik birliğini kurmak tümüyle mümkünken,
kendiliğindencilik, idare-i maslahatçılık bunu engellemiştir.
Sorunun çözümü için komünistlerin yürüttüğü mücadele ise,
yeterli olmamış, dahası tasfiyeci oportünist manevralarla
engellenmiştir. Böylece oportünist eğilimler gelişmeye, partiyi
teorik temellerinden, programından, stratejisinden arındırmaya,
içini boşaltmaya devam etmiştir. Tüm bu süreç, oportünist
eğilimlerin barış içerisinde bir arada yaşama, oportünist hoş
görüyle bir arada yürüme bağlaşmasıyla iç içe geçerek
şekillenmiştir.
İlkesiz
birlikçilik, Marksizm-Leninizm'e karşı birlik ekseninde öncünün
ideolojik ve örgütsel temellerini sistematik bir tarzda kemirmeye,
parti kan kaybetmeye devam etmiştir ve etmektedir de. Sorun bir
komünist partinin içerisinde olabilecek fikir ayrılıkları ve
mücadelesinin çoktan ötesine geçerek, Birlik Devrimi karşıtlığı,
onun temellerinin red ve tasfiyesi, partiyi halkçı, ezilenci,
post-Marksist, Troçkist bir çorbaya dönüştürme çizgisine doğru
evrilmiştir. Artık sözkonusu olan, bir tür çizgileşmiş
sapmalar ve bu sapmaların proletarya sosyalizminden koparak
post-Marksist tasfiyeci bir yapı inşa etme, elveda
Marksizm-Leninizm deme çizgisine daha açık oturma gerçeğidir.
Kuşkusuz
ki tüm bu oportünist sapmalar, teori ve pratiklerini, ''yaratıcı
Marksizm'', ''21. yüzyılın sosyalizmi'', ''Marksizmin rönensası'',
''geçmişten ders çıkarma'', sözde Birlik Devrimi'nin yeni
zihniyet ve tarzıyla vbg. sloganlar, kavramlar, içeriklerle
kılıflayagelmiştir. Parti yaşantısında ortaya çıkan ideolojik
ayrılıkları ve sorunları Marksist-Leninist tarzda çözmek yerine
sürüncemede bırakılmıştır. İdeolojik kriz de dahil
yapısallaşmış bütünsel krizi çözmede gösterilen
yeteneksizlik, iradesizlik, tasfiyeci bürokratik manevralar ne büyük
''önderlikle'', ''önderlerle'' karşı karşıya kalındığının
da çıplak kanıtıdır. Yıl 2021 ama hala ''sosyalizmin
sorunları'' gibi hayati bir tartışma olgunlaştırılarak
sonuçlandırılmamıştır. Ilkesiz birlikçilik oportünist uzlaşma
ve hesaplar temelinde yol almaya ve öncüyü kendi tarihsel
gerçeğinden, ana çizgisinden koparmaya devam etmektedir. Bugüne
dek ne bu tablonun hesabı sorulmuştur ne de özeleştirisi
yapılmıştır.
Oportünizme
batanların, oportünizmin propagandasını yapanların krizi çözmek
bir yana, krizin kaynağına dönüşmüş oldukları,
oportünistlerden oportünizme karşı mücadele beklenemeyeceği her
bir komünist nezdinde açıklık kazanmalıdır. Oportünizmden,
revizyonizmden, reformizmden, Troçkizm'den, post-Marksizmden,
ezilenci oportünizmden, küçük bürokratik tasfiyeci tarzdan
ilkeli bir tarzda arınmayı başaramayan her komünist partinin
sonu, kendisini inkardır. Teorinin aydınlattığı bu sorun
tarihsel deneyim tarafından da en çarpıcı biçimlerde
doğrulanmıştır.
Hasan OZAN
İLTEMUR
“Birlik”
ve Birlik
Ağustos 12,
1997
“Birlik” ve Birlik
XD YAZI KURULUNA *
Eylül
1997
“Büyük, ilkesel düşüncelerin günün geçici çıkarları
uğruna bu unutuluşu; bu, sonuçları hesaba katmaksızın anlık
başarılar peşinde koşma, bu, hareketin geleceğinin onun bugününe
kurban edilişi, ‘dürüst’ amaçlarla yapılmış olabilir; ama
gene de oportünizm olarak kalır ve ‘dürüst’ oportünizm,
belki de oportünizmin en tehlikeli türüdür!”
Engels
XD’nun
Temmuz-Ağustos 1997 tarihli 11. sayısında “MLKP’nin
Tarihin Dölyatağına Düştüğü An: Birlik Devrimi” başlıklı
bir yazı yayımlandı. Bu yazıda son derece önemli bir dizi hatalı
saptama yeralmış bulunuyor. Böyle bir yazıyı nasıl ve hangi
kural ve geleneklere göre yayımladığınızı doğrusu
anlayabilmiş değilim. (Tabii, yazarının hangi hakla onu,
cezaevinde yapılan bir toplantıda başka grup ve çevrelerden
devrimcilerin önünde okumuş olduğunu da.) Ben burada, ele aldığı
konular ve tartışmaya açtığı sorunlar bakımından belki de bir
kitap düzeyinde yanıtlanması gereken sözkonusu yazıdaki
anti-Marksist saptamaların en önemlilerine ana başlıklar halinde
değinmekle yetineceğim. Yazının devrimci-olmayan ve tasfiyecilik
kokan niteliği, benim de içerik olarak sert bir eleştiri yapmamı
gerektiriyor. Bundan kimsenin yakınmaması gerekiyor. Bir halk
deyişinde söylendiği gibi, “Hamama giren terler.” Ayrıca,
özellikle kendi konumunu unutarak ya da hiçe sayarak
Marksizm-Leninizme ve Marksist-Leninist programa saldıran yazarın
ve onun görüşünü paylaşanların böyle bir yakınmaya asla
hakları olamayacağı da açıktır. Marksizm-Leninizme saldırma
hakkını kendinde görenlerin, onun savunulmasından rahatsızlık
duymamalarını beklemek hakkımızdır. Öte yandan, komünistler ve
devrimciler arasındaki polemiklerin doğal sayılması gereken bir
sertliği ve uzlaşmazlığının olacağının da herkesçe peşinen
kabul edilmesi gerekiyor. Lenin, Marks ve Engels’in ideolojik ve
siyasal polemik anlayışlarını, Mehring’in tanıklığına
dayanarak açıklarken şunları söylüyordu: “…
Marks ve Engels’in ‘kibarlık’ konusunda pek fikirleri yoktur
dediğinde (Der Sorgesche Briefwechsel) Mehring haklıydı:
‘Vurdukları darbenin üzerinde uzun boylu düşünmedikleri gibi,
aldıkları her darbe karşısında da ağlayıp sızlanmazlardı.’
‘Eğer onların iğnelerinin uçlarının benim kocamış, kalın
ve iyi dabaklanmış derimi deleceğini sanıyorlarsa, yanılıyorlar.’
diye yazmıştı Engels bir keresinde. Ve Mehring, Marks ve
Engels’ten sözederken, onlar, kendilerinin kazandığı
duyarsızlığa başkalarının da sahip olduğunu kabul ediyorlardı,
diyordu.” (“J. Becker, J. Dietzgen, F. Engels, K. Marx ve
Diğerlerinin, F. Sorge ve Ötekilere Yazdıkları Mektupların
Rusçaya Çevirisine Önsöz”, Marx, Engels, Marksizm, Ankara, Sol
Yayınları, 1990, s. 163) O halde işimize başlayabiliriz.
I
Her şeyden
önce, bu talihsiz metinde Türkiye komünist ve devrimci
hareketinin karşı karşıya bulunduğu sorunlar tartışılırken,
onun, proleter-devrimci ve
küçük-burjuva devrimci bileşenleri arasında hiçbir
ayrım yapılmamıştır.
Dikkat edilecek olursa, yazar tüm yazı metni boyunca, genel olarak,
bileşenlerini ayrıştırmadığı “devrimci hareketten”
sözetmektedir. O, lafola beri gele kabilinden, “komünist
ve devrimci hareket”ten sözettiği durumlarda da ikisinin farklı
niteliklerini anmamak için neredeyse elinden gelen her şeyi
yapmaktadır. Onda, komünist hareketin işçi sınıfının
siyasal temsilcisi olduğu ve bu bakımdan, halkın küçük-burjuva
katmanlarını temsil eden küçük-burjuva devrimci demokrasisi ile
işçi sınıfını temsil eden komünist hareket arasında temel ve
ilkesel bir farklılık olduğu düşüncesinin
izi bile yoktur.
Yazı boyunca, devrimci hareketin değişik
kollarını -komünist hareket, küçük-burjuva devrimci hareket,
reformist demokratik hareket- aynı sepete koymak için ve
bunların hepsinin aynı zaaflarla sakatlandığını kanıtlamak
için hayli ter döken yazar, bu amacına varmak için -aşağıda da
göstereceğimiz gibi- gerçekleri çarpıtmayı bile göze
alabilmektedir. Buna bağlı olarak o, işçi sınıfının tarihsel
rolünü ve kapitalist toplumdaki tek gerçek devrimci sınıf olduğu
gerçeğini, komünist hareketin yalnızca ideolojik olarak değil,
örgütsel olarak da işçi sınıfının bir parçası olması ve
öncelikle işçi sınıfı içinde sağlam bir temel
oluşturması gerektiğini kavramamış ya da unutmuştur. O,
MLKP’nin misyonunun “büyük yığınların mücadelesini
hazırlamak, büyük yığınları faşizme karşı mücadelede
birleştirmek, büyük yığınların devrimci hazırlığını ve
eylemini örgütlemek ve yönetmek.” (XD, Sayı: 11, s. 97)
olduğunu düşünüyor. Ve MLKP’nin “önder bir parti”
olabilmesi için “büyük yığınlarla birleşmek, büyük
yığınlarla sarsılmaz organik ve fiziki bağlar kurmak”
(Adıgeçen dergi, s. 97) zorunda olduğunu. Görüldüğü
gibi, yazarın sözlüğünde proletaryanın
yerini, ne idüğü belirsiz “büyük
yığınlar”
almıştır. Yöntem açısından bunun tümüyle yanlış ve
kabul edilemez olduğunun anlaşılması gerekiyor.
II
Yazıda
komünist ve devrimci hareketin
temel ortak zaaflarından birinin “teorik ve ideolojik yetmezlik”
olduğu belirtilmekte ve daha ilerde ise şunlar
söylenebilmektedir: “Türkiye’nin
siyasal tarihi, toplumsal tarihi söz konusu olduğunda, ekonomik
toplumsal tarihimizin incelenmesi söz konusu olduğunda şunu
rahatlıkla kabul etmek zorundayız ki, Marksizmin yöntemine, tek
tek akımların ve grupların düşünceleri, tespitleri ve
analizleri, ne olursa olsun Marksizmin yöntemine sadakat ve bağlılık
maalesef egemen olamamıştır. Marksizm adına ortaya çıktıkları
için bu önemlidir. Yoksa her grubun, her örgütün şu ya da bu
şekilde bir yöntemi benimseme ve değerlendirme hakkı vardır. Ama
dikkat ederseniz, bellibaşlı bütün devrimci örgütlerin yöntemi,
genel bir tablo halinde ele alırsak, tek yanlılıkla zehirlenmiş,
tek yanlılıkla bozulmuş durumdadır… Bu tek yanlılık yapısal
ve süreğen bir hastalık haline gelmiştir. Ele aldıkları
bellibaşlı sorunların hemen tümünde, hele bunlar güncel siyasal
önemi olan sorunlarsa, eksiksiz bir tek yanlılık görebilirsiniz.”
(Adıgeçen dergi, s. 82-83) Daha ilerde ise şu satırları
okuyoruz: “Öyle inanıyorum ki, hemen hemen hiçbir devrimci örgüt
ve akım kolaylıkla ve rahatlıkla şu tarihteki belgeleri gönül
rahatlığı ile alıp okuyabilirsin diyemeyecektir/ diyemez. Çünkü
hepsi şurasında veya burasında bozukluklar, çürüklükler,
tartışmaya değer ayıklanması gereken şeyler taşır. Bu anlamda
da Marksizmin arılığından sözedilemez.” (Adıgeçen dergi, s.
83) Yazar sözlerini şöyle sürdürüyor: “Bir ideolojik mücadele
elbette ki olacaktır. Ama bu ideolojik mücadele, bu teorik çalışma
eğer devrimin ilerleyişinin sorunlarına, gereksinimlerine
kilitlenmezse, bu sorunların aydınlatılmasına, devrimci eylemin
güçlenmesine kilitlenmezse dün olduğu gibi, hiçbir işe
yaramayacaktır ve bize hiçbir gelecek hazırlamayacaktır.”
(Adıgeçen dergi, s. 83)
Yani, bu
sevgili arkadaşımıza göre, Marksizm, daha
doğrusu Marksizm-Leninizm her
devrimci grubun benimseyebileceği, edinme olanağına sahip olduğu
bir yöntemdir. Ona göre komünist partileri de, küçük-burjuva
devrimci örgütleri de bu yöntemi benimseyebilir ve edinebilirler
ve Marksizmin arılığına sahip çıkabilirler. Gene ona
göre, -subjektivizmin bir biçimi olan- tek yanlılıktan ister
küçük-burjuva olsun, ister Marksist-Leninist, bütün
devrimci örgütler kaçınabilirler. Bu arkadaşımız,
Marksizm-Leninizmin, evet bir yöntem olduğunu, ama siyasal açıdan
nötr olmayan bir dünya görüşü ve yöntem olduğunu, devrimci
proletaryanın dünya görüşü ve yöntemi olduğunu anlamamış
ya da unutmuştur. Evet, Marksizm-Leninizm bir yöntemdir; ama o
alelade tekniksel ya da yazınsal bir yöntem, yeterince çaba
harcanması halinde herhangi bir parti, grup ya da birey tarafından
iradi olarak benimsenebilecek, edinilebilecek bir yöntem değildir.
Dolayısıyla, arkadaşımızın yaptığı gibi küçük-burjuva
devrimci örgütleri “teorik ve ideolojik yetmezlik”lerini aşmaya
ve onları Marksizm-Leninizmin eleştirel ve devrimci yöntemini
edinmeye çağırmak saçma ve kusura bakmayın, ama ahmakça bir
şeydir.
Demek
ki, her şeyden önce sorunun konuluşu yanlıştır. Biz,
küçük-burjuva devrimci örgütleri “Marksizmi yöntemine
sadakat” göstermeye, “teorik ve ideolojik yetmezlik”lerini
aşmaya, tek yanlılıktan kurtulmaya vb. çağırmayız. Çünkü
bu örgütlerin sorunu ve eksiği “yetmezlik” değildir. Tek
yanlılık da içinde olmak üzere, onların “yetmezlik”leri ve
diğer anti-proleter görüş ve pratikleri, objektif
niteliklerinden, kendi küçük-burjuva sınıfsal doğalarından
kaynaklanmaktadır. Zaten, “Devrimci teori olmadan devrimci
bir hareketin olamayacağını” savunan komünistlerden farklı
olarak, devrimci küçük burjuvazi için devrimci teorinin, yani
Marksizm-Leninizmin olmayışının pek de fazla bir önemi yoktur.
Lenin, devrimci küçük burjuvazinin temsilcisi olan ‘Sosyalist
Devrimciler’i eleştirirken şunları söylüyordu: “Kanımızca,
sosyalizmin buhranı, ciddi sosyalistlerin en azından teoriye bir
kat daha önem vermelerini, yani daha kararlı bir şekilde kesin
tavır almalarını ve kendileri ile yalpalayan ve güvenilmez
unsurlar arasında daha kesin bir sınır çekmelerini zorunlu
kılmaktadır… Bizce teorinin olmayışı, devrimci bir akımın
varolma hakkını ortadan kaldırır ve onu eninde sonunda kaçınılmaz
olarak siyasi iflasa mahkum eder. Sosyalist Devrimcilere göre ise,
teorinin olmayışı, ‘birlik için’ en bulunmaz ve en elverişli
bir durumdur.” (“Devrimci Maceracılık”, Örgütlenme
Üzerine, İstanbul, Aydınlık Yayınları, 1977, s. 59)
Bu
söylenenler kendi ülkemiz ve devrimci hareketimiz için de büyük
ölçüde geçerli değil mi? Menşevizmin ve revizyonizmin baş
temsilcisi olan TKP’nin 1920’lerin sonlarından 1980’lerin
sonlarına değin uzanan süreyi kapsayan yaşamının bir teorik
kısırlık ve çoraklıkla nitelenmiş olmasının, 1970’lerin
ikinci yarısında devrimci örgütlerin sayısal ve siyasal olarak
büyümelerine karşın teori alanında -yazarın da bir yere kadar
haklı olarak yakındığı- bir teoriye ilgisizlik sergilemelerinin
ve bugün devrimci küçük burjuvazinin en öndegelen temsilcileri
konumunda olan DHKP-C, TKP (M-L) ve TKP/ M-L’nin, teorik
gerilikleri ve fukaralıklarının asla bir rastlantı ürünü
olmadığı, bunun Lenin’in deyişiyle onları “kaçınılmaz
olarak siyasi iflasa mahkum” ettiği ve edeceği şimdiden
söylenemez mi? Dahası, tepeden tabana kadar bizim saflarımızda
görülen teoriyi önemsememe eğilimi de rastlansal bir şey
olmayıp, bizim geçmişten devraldığımız küçük-burjuva
zaaflarımızın sürdüğünün bir göstergesi, kanıtı değil mi?
Dolayısıyla, yazarın, küçük-burjuva devrimci demokrasisini
“teorik ve ideolojik yetmezlik”lerini aşmaya, tek yanlılıktan
kurtulmaya ve “Marksizmin arılığı”nı savunmaya çağırması,
bu bakımdan da saçma ve anlamsız olmakla kalmamakta, komünist
hareketin saflarında bu akımlara ilişkin olarak yersiz ve
oportünist beklentiler yayma tehlikesini taşımaktadır.
İşin tuhafı
yazar arkadaşımız, Türkiye devrimci hareketini etkisi altına
aldığını ileri sürdüğü “teorik ve ideolojik yetmezlik”
hastalığından yakındığı ve “marksizmin yöntemine sadakat ve
bağlılığın … egemen olama”dığını söylediği aynı
bölümde, devrimci hareketi, aynı zamanda bunun tersini yapmakla
suçlamaktadır! O, Türkiye devrimci hareketinin iktidar
perspektifinden yoksunluğunu, sektarizmini, kitlelerden kopukluğunu
vb. eleştirirken, dogmatizmle sakatlanmış olduğunu ileri sürdüğü
bu hareketin, ilkeleri ve teorik doğruları savunduğunu, ama bunun
da ilerisine geçemediğini şöyle anlatıyor: “… somut
politikanın yerine ilkeleri, teorik doğruları geçiren,
ülke gerçeklerinden, devrimimizin özgün gelişme çizgisini
anlama yeteneğinden yoksun tarzı sorgulamayı ve aşmayı
başaramazsak, yüzyıllık dönemde, Türkiye’de ve Kürdistan’da
devrimin ve halk kitlelerinin önüne çıkmış olan bu büyük
tarihi devrimci fırsatı değerlendirme başarısını da
gösteremeyiz.” (XD, Sayı: 11, s. 81, abç)
Öte yandan, komünist
hareketin “teorik ve ideolojik yetmezlik”lerinin ve tek
yanlılıklarının olması ile küçük-burjuva devrimciliğinin bu
türden ideolojik hastalıklarla sakatlanmış olması, tümden
farklı şeylerdir.
Proleter-devrimciliği ile küçük-burjuva devrimciliği arasındaki
sınırları ve duvarları ortadan kaldırabileceğini sanan yazar,
bu türden ideolojik hastalıkların komünist hareket bakımından
arızi, geçici ve koşullara bağlı olarak ortaya çıktığını,
ama küçük-burjuva devrimci hareketin -kendi deyişiyle- “yapısal
ve süreğen” olarak bu hastalıklarla sakatlanmaya mahkum olduğunu
da kavramamıştır. Onun, Marksist-Leninist hareket te içinde
olmak üzere devrimci hareketin tümü bakımından, tek yanlılığın
“yapısal ve süreğen bir hastalık” haline gelmiş olduğu
biçimindeki kişisel ve yalnızca kendisini bağlayan görüşü ise
son derece subjektif ve hatalı bir saptama olmanın ötesine
gitmemektedir.
Herhangi
bir sınıfın
ya da onun örgütünün, herhangi bir
başka sınıfın
ya da onun örgütünün ideolojisini/ dünya görüşünü kendi
keyfine ya da seçimine göre benimseyebileceği düşüncesi çocukça
ve gülünçtür. Marksizm, sınıfların ve onlar arasındaki
savaşımın objektif varlığının kabulünden yola çıkar. Bizim
irademizden tümüyle bağımsız olarak varolan bu sınıfların
objektif konumlarıyla, onların bugün sahip oldukları ya da yarın
sahip olabilecekleri ideolojileri/ dünya görüşleri arasında
keyfi değil, bilimsel olarak saptanabilecek belirli bir neden-sonuç
ilişkisi vardır. Sosyalizmin başka emekçi sınıfların değil,
burjuvazi ile kendisi arasındaki çelişmenin bilincine varan modern
işçi sınıfının savaşımıyla kurulabileceği öngörüsü de
bu yaklaşımın doğrudan bir sonucudur. Bütün bunları görmemek,
anlamamak; materyalizmin yerine idealizmi geçirmek, Marksizmin
ABC’sini yadsımaktır.
Demek oluyor
ki, kural
olarak, Türkiye’de
olduğu gibi, en azından 1970’lerin ortalarında oluşmuş olan,
yani yirmi küsur yıllık tarihleri olan küçük-burjuva devrimci
örgütlerin Marksist bir konuma çekilebileceği düşüncesi ham
bir hayalden başka bir şey değildir. Ezilen ve sömürülen
sınıflar arasında birer Çin seddi olmadığını yadsımıyor,
küçük burjuvazinin, kapitalizmin evrimine bağlı olarak
yoksullaşan alt katmanının proletaryanın saflarına atılmasının
ve proletaryanın kapitalizme karşı yığın savaşımının
gelişmesinin, bu katmana dayanan devrimci örgütlerin Marksizme
yakınlaşmasının objektif zeminini ve olanaklarını ortaya
çıkardığını unutmuyoruz. Ayrıca, görece yakın bir tarihte
oluşmuş ve kendi küçük-burjuva ideolojik/ siyasal konumunu
pekiştirmemiş ve kemikleştirmemiş olan devrimci-demokratik
örgütlerin tekil mensuplarının ya da hatta proletaryayla
burjuvazi ve devrimle karşı-devrim arasındaki güç dengesinin
birincilerin yararına büyük ölçüde değiştiği koşullarda bu
tür örgütlerin sol kanatlarının Marksist bir konuma
kazanılmasının bir ölçüde olanaklı olabileceğini de
yadsımıyoruz. Türkiye’de 1970’lerin sonunda,
devrimci-demokrasinin Marksizm-Leninizme en yakın kanadını
oluşturan ve çok kısa bir siyasal geçmişleri olmuş olan TİKB,
TKP (M-L) Hareketi, THKP-C (M-L) ve TDKP-İÖ’nün, içlerinden
çıktıkları örgütle ya da geçmişleriyle bir dizi ideolojik
çatışma ve hatta örgütsel kopuşlar yaşayarak Marksist bir
konuma gelmeleri ya da yaklaşmaları, bunun en iyi bilinen
örneklerinden birini oluşturur.
Ülkemizde,
bu türden bir gelişmenin bugün olmasa da gelecekte
yaşanması bütünüyle olanaksız değildir elbet. Eğer Türkiye
komünist hareketi güçlerini militan ve birleşik bir komünist
partisinin saflarında biraraya getirebilir, daha çok demokratizm
biçimini alan sapma eğilimlerine karşı kararlı bir savaşım
yürüterek ideolojik birliğini pekiştirebilir, ülkemizin
gerçekliğini daha derinlikli bir biçimde kavrayabilir ve hepsinden
önemlisi işçi sınıfının ve diğer sömürülen yığınların
bağrında koparılamaz kökler salabilir, onların emperyalizme ve
kapitalizme karşı savaşımının gerçek önderi haline gelebilir,
devrimde proletaryanın hegemonyasını bir iddia olmaktan çıkarıp
bir gerçek haline getirebilirse; böyle bir gelişme yaşanabilir.
Böyle bir durumda, milyonları kucaklayan ve iktidara yürüyen
komünist partisinin ideolojik, siyasal ve örgütsel basıncı; işçi
ve emekçi yığınlarla güçlü bağları olan devrimci demokratik
örgütlerin saflarında bir çatlamanın subjektif koşullarını
olgunlaştırabilir; onun gericileşmekte olan sağ kanadıyla,
komünizme yaklaşmaya başlayan sol kanadı arasında bir çatışmaya
ve saflaşmaya ve küçük-burjuva demokrasisinin sol kanadıyla
komünist hareketin tek bir parti çatısı altında birleşmesinin
yolunu açabilir. Ancak, tarihsel deneyim, böylesi elverişli
koşullarda gerçekleştirilebilecek devrimci birliklerin bile kendi
bağrında bazı tuzakları sakladığını yeterince kanıtlamış
bulunuyor. (1) Tabii, bu senaryoyla küçük-burjuva devrimci
örgütlerin “teorik ve ideolojik yetmezlik”lerini aşarak vb.
proleter-devrimciliğe evrimini kural haline getiren, genelleştiren
yazarın gerici ütopyası arasında hiçbir benzerlik ve ortak yan
olmadığı ortadadır.
III
Yazar bir
başka yerde, “birleştirici bir teorik görüş açısına”
sahip olmanın gereğinin altını çiziyor. O, Lenin’in,
“Birleşmeden önce ve birleşebilmemiz için, ilk başta,
aramızdaki ayrılığın sınırlarını kesin olarak çizmemiz
gerekir.” sözlerinin “geçersizliğini”, ya da aynı anlama
gelmek üzere, yalnızca 1900’lerin başlarının Rusyası için
geçerli olduğunu (!) kendince şöyle kanıtlıyor: “İşte
böyle olduğu içindir ki, Türkiye devrimci hareketinde daima ve
sürekli ilkesiz ayrılıkları haklı çıkarmak için başvurulan
Lenin’in pasajının çok
büyük bir değeri yoktur. Lenin’in o bilinen… görüş açısı
Rusya açısından iyidir, güzeldir, somut bir ihtiyacı yanıtlar,
ama Türkiye açısından şuna emin olun ki ağırlıklı bir değeri
yoktur. Çünkü
Rusya’da örgütler son derece küçük, yerel ve bölgesel
gruplardır, o günkü iletişim ve teknoloji koşulları
altında birbirlerinin görüşlerini bilmezler, birbirleriyle yakın
bir etkileşim içinde değillerdir. Ama Türkiye öyle değil ki…
Kimsenin başka örgütler hakkında teorik, programatik görüşleri
hakkında bilmediği bir şey yoktur.” (XD, Sayı: 11, s.
88, abç)
Bu
anti-Marksist, geri ve yakışıksız açıklamanın bir komünistin
ağzından yapılmış olması son derece üzücüdür. Ama daha da
üzücü ve kaygı verici olanı, Lenin’in proleter partisinin
inşasına ilişkin bu temel yaklaşımını “yalnızca 1900’lerin
başlarının Rusyası için geçerli” gören yazarın
oportünizminin ve çokbilmişliğinin XD yazı kurulu
tarafından onaylanmış olmasıdır; böylece ödüllendirilmiş
olan yazarın hatalı görüşlerinin dergide bu biçimiyle
yayımlanması yoluyla yazarın Lenin’e saldırısının, Yazı
Kurulu tarafından desteklenmiş olmasıdır.
Birleşmeden
önce ve birleşebilmek için aramızdaki görüş ayrılıklarının
saptanması ve bunların giderilmesi için ilkeli bir ideolojik
savaşımın yürütülmesi ve dahası, bu savaşımın birleşmeden,
yani komünist bir kollektifin oluşumundan sonra da başka
biçimlerde kesintisiz olarak sürdürülmesi, proleter partisinin
inşasının temel yasalarından biridir. Lenin bu sözleri, 1900’de
kaleme aldığı “Iskra’nın Yayım Kurulunun Deklarasyonu”
adlı yazıda söylemişti. O zamanlar Rusya’da sosyal-demokratik
(yani, komünist) düşünceler aydınlar arasında hızla yayılıyor,
işçi sınıfı hareketiyle birleşmeye başlayan sosyal-demokratik
hareketin saflarında Bernsteincılık ve ekonomizm güç kazanmaya
başlıyordu. Lenin, bu koşullar altında, tutarlı Marksist bakış
açısından sapmalara karşı savaşımın yoğunlaştırılması ve
hareketin doğru rotasından sapmasına olanak tanınmaması
gerektiği düşüncesindeydi. O sözkonusu yazısında aynen şöyle
diyordu: “Birincisi, açık konuşmak gerekirse, halihazırda Rus
Sosyal-Demokratları arasında hüküm süren görüş ayrılıkları
ve kafa karışıklıklarını ortadan kaldırmak için, sağlam bir
ideolojik birlik için çaba harcamamız gerekiyor. Bu ideolojik
birlik bir Parti programı aracılığıyla pekiştirilmelidir.
İkincisi, biz özellikle, hareketin bütün merkezleri arasında
bağlar kurmak ve sürdürmek, harekete ilişkin olarak eksiksiz ve
zamanında bilgi sağlamak ve gazetelerimizi ve dergilerimizi
Rusya’nın her yanına düzenli bir biçimde ulaştırmak için bir
örgütlülük oluşturmalıyız… “Söylemiş olduğumuz gibi,
Rus Sosyal-demokratlarının ideolojik birliği, yaratılmayı
bekliyor ve bizim düşüncemize göre, bu amaçla günümüz
‘ekonomistlerinin’, Bernsteincıların ve ‘eleştiricilerin’
gündeme getirdiği temel ilke ve taktik sorunları üzerinde açık
ve herkesi kucaklayan bir tartışma yapmak gerekmektedir.
Birleşmeden önce ve birleşebilmemiz için, en başta sağlam ve
kesin sınır çizgileri çekmemiz gerekiyor. Aksi takdirde,
birliğimiz tümüyle hayali olacak, hüküm sürmekte olan kafa
karışıklığını gözlerden saklayacak ve onun köklü bir tarzda
ortadan kaldırılmasını önleyecektir.” (“Declaration of the
Editorial Board of Iskra”, Collected Works, Cilt 4,
Moskova, Foreign Languages Publishing House, 1972, s. 354)
Demek ki,
yazarın sandığının tersine, o günün Rusyası’nda sorun asla,
grupların “son derece küçük, yerel ve bölgesel” olması ve
zamanın “iletişim ve teknoloji koşulları altında birbirlerinin
görüşlerini bilmemeleri, birbirleriyle yakın bir etkileşim
içinde” olmamaları falan değildir. Sorun, Rus Sosyal-Demokratik
hareketini etkisi altına almaya başlayan ekonomizmin yenilgiye
uğratılması, böylelikle hareketin ideolojik birliğinin
pekiştirilmesi ve bu temelde işçi hareketinin ve sosyalist
hareketin dağınık yerel merkezlerinin bir merkezi önderlik
çevresinde örgütsel olarak birleştirilmesiydi. Şunu da
anımsatmalıyım ki, o dönemde Rusya’daki bütün gruplar, esas
olarak yurtdışında çıkarılan yayım organları ve bu alanda
bulunan ileri kadroları aracılığıyla birbirlerinin görüşleri
konusunda aşağı yukarı tam bir bilgi sahibiydiler.
Lenin’in
formülasyonu o gün ve Rusya için de geçerliydi ve bugün ve başka
ülkeler için de geçerlidir. Bu bakımdan, sözkonusu formülasyon
için yapılan “Türkiye açısından… ağırlıklı bir değeri
yoktur.” biçimindeki bir değerlendirme, yalnızca bir saygısızlık
ve haddini bilmezlik olmakla kalmıyor; aynı zamanda, eskilerin
deyimiyle “cesaretini cehaletinden alan” yazarın ve ona destek
veren XD Yazı Kurulunun Marksist bilgi ve kültür
birikiminin zayıflığını ele veriyor. Lenin, 1900 yılında, o
gün Rus Sosyal-Demokratik hareketinin gelişmesinin ve güçlerini
birleştirmesinin önündeki temel engel olan ekonomizme karşı
savaş açıyor ve bu birleşmenin sağlanabilmesi için ekonomizmle
devrimci Marksizm arasında “sağlam ve kesin sınır çizgileri”
çekilmesi gerektiğini anlatmaya çalışıyordu. Ve devamla, bunun
başarılamaması durumunda “birliğin hayali” olacağını ve
“hüküm sürmekte olan kafa karışıklığını” gözlerden
saklayacağını söyleyerek tutarlı Marksistleri uyarıyordu.
Anlaşılabileceği üzere, Lenin çeşitli komünist ya
da komünizme doğru yürüyen grupların, birleşebilmeleri için
aralarındaki görüş ayrılıklarını berrak bir biçimde
saptamalarını, ama asıl önemlisi, bu görüş ayrılıkları
üzerinde -komünist birliği sağlamayı amaçlayan- bir ideolojik
tartışma ve savaşım yürütmelerini öngörüyor. Demek ki,
olayın özü asla, yazarın söylediği gibi, birbirlerinin
görüşlerini bilme, birbirlerinin teorik ve programatik görüşleri
konusunda bilgi sahibi olma vb. değildir. Asıl gereken ve önemli
olan, bu görüş ayrılıklarını saptadıktan sonra, onları
“ortadan kaldırmak için, sağlam bir ideolojik birlik için çaba
harcama..” ve bu ideolojik birliğin “bir Parti programı
aracılığıyla pekiştirilme”sidir. (Lenin)
Türkiye devrimci hareketi içinde meydana gelen
bölünmelerde, sektarizm ve dar grupçuluktan kaynaklanan ilkesiz
ayrılıkların önemli bir rol oynadığı doğrudur. Bu sektarizm
ve dar grupçuluk geleneğinden komünist hareketin kendi nasibini
aldığı da. Dahası, yazar arkadaşımızın 1970’li yılların
ikinci yarısında ülkemizde, ideolojik ve teorik savaşım adına,
demokrasi ve sosyalizm kavgasının gerçek gereksinimlerine yanıt
vermeyen skolastik tartışmaların sık sık yaşandığı, bu
tartışmaların çoğu zaman devrimci hareketin önünü açıcı
bir işlev görmediği ve gruplararası yarış mantığıyla
sakatlanmış olduğu yolundaki gözleminin de önemli bir doğruluk
payı taşıdığını kabul etmemiz gerekiyor.
Ancak, bu geleneğin eleştirilmesi ve mahkum edilmesi gereğinden
yola çıkarak, komünist
hareketin birliğinin
sağlanmasının evrensel Leninist yöntemini sorgulamak ve yadsımak,
sapla samanı birbirine karıştırmaktır. Bu, genel olarak
oportünizmin ve özel olarak da işçi partileri içindeki
oportünizmin varlığını meşru gören İkinci Enternasyonal
oportünizminin, Sovyet modern revizyonizminin, Maoizmin vb. konumuna
kaymaktır; oportünizmden ve revizyonizmden arınmış yeni tipte
proletarya partileri olmadan proleter devriminin zafere
ulaşamayacağını söyleyen Leninizmin yadsınmasıdır. (2)
Devrimci
demokrasinin sol kanadının belirli koşullarda komünizme evrimi
olsun, komünist hareketin ülke düzeyinde ve uluslararası düzeyde
birliğinin sağlanması, korunması, geliştirilmesi olsun, her
zaman, oportünizmle Marksizm arasında sağlam ve kesin sınır
çizgilerinin çekilmesini ve komünist hareketin kendi içinde ya da
dışında ortaya çıkan her tür ve renkten sapmalara ve
oportünizme karşı -burjuva toplumunun devrimci bir tarzda
dönüştürülmesi kavgasıyla içiçe olması gereken- ilkeli
ideolojik savaşımdan geçmiştir ve geçecektir. Burjuva ve
küçük-burjuva dünya görüşünün işçi sınıfı hareketi ve
komünist hareket içindeki yansıması ve uzantısı demek olan
oportünizme karşı savaşım ve ondan sürekli olarak kopma; işçi
sınıfının ve diğer sömürülen yığınların
devrimcileştirilmesinin ve komünist partilerinin önderliği
altında birleştirilmelerinin de olmazsa olmaz önkoşuludur.
Engels, Bernstein’a yazdığı 20 Ekim 1882 tarihli mektupta, “Öyle
görünüyor ki, büyük ülkelerdeki bütün işçi
partileri, genel olarak diyalektiksel gelişim yasaları uyarınca,
ancak iç savaşım yoluyla gelişebilirler.” (K. Marx and F.
Engels, Selected Correspondence, Moskova, Foreign Languages
Publishing House, 1956, s. 425) diyordu. Bunları anlamayanlar ne
Engels’i ve Lenin’i ve Bolşevik Partisi’nin deneyimini
anlayabilmişlerdir; ne de uluslararası komünist hareketin ve
Türkiye devrimci hareketinin ve kendi öncellerimizin deneyimini.
Eğer TKP (M-L) Hareketi, 1976’daki tartışma kampanyasında TKP
(M-L)’nin dogmatik Maoist pozisyonuna karşı, sosyo-ekonomik yapı
konusunda vb. savaşım vererek Maoizmden kopuşun ilk adımlarını
atmasaydı ve THKP-C (M-L)’nin devrimci kadroları, 1977-78’de
kapağı Aydınlık kliğinin saflarına atan oportünist önderliğe
karşı örgütü savunmak için başkaldırmış olmasalardı ve
eğer öncellerimiz, AEP’nin yardımıyla “Üç Dünya”
teorisine ve Maoizme karşı bir savaşım vererek bu oportünist
teori ve anlayışlardan kopmasalardı, bugün bulunduğumuz konuma
ulaşmamız sözkonusu olamazdı. Ve tersine, öncellerimizin,
devrimci demokratizmden daha erken ve daha kararlı bir tarzda kopmuş
olmaları halinde, bugün her bakımdan daha ileri bir noktada olmuş
olacağımızı rahatlıkla söyleyebiliriz. Örneğin, TKP (M-L)
Hareketi, sosyo-ekonomik yapı konusunda 1976’da yakaladığı
düzeye -Türkiye’nin yarı-feodal değil, kapitalist bir ülke
olduğu kavrayışı- bağlı olarak, güçlerini kentlere ve
proletaryaya yöneltmiş, 1986’da toplanan 1. Olağanüstü
Konferansı’nda 1972-79 dönemini daha devrimci bir tarzda
değerlendirmeyi başarabilmiş olsaydı, öncellerimiz “Üç
Dünya” teorisine ve Maoizme karşı ideolojik savaşımı
mantıksal sonuçlarına kadar ilerletmiş ve komünistlerin birliği
konusunda 1980’lerin ikinci yarısında ulaşmış oldukları
anlayışa daha erken ulaşmak için gereken devrimci öngörü,
kararlılık ve siyasal cesareti göstermiş olsalardı vb., herhalde
komünist hareket bugün boğuşmak zorunda kaldığı bir dizi
ilkellik ve amatörlükten yakasını çoktan kurtarmış ve
gündemine daha ileri ve daha önemli sorunları almış olurdu.
Dolayısıyla,
yazarın söylediği gibi “birleştirici bir teorik görüş
açısına” değil, tersine, “ayırıcı
bir teorik görüş açısına” sahip olmamız gerekiyor. Gerçek
birliğe, komünist birliğe ulaşmanın yolu, oportünizm ve
revizyonizmle yollarımızı ayırmaktan,
onlarla bölünmenin
sağlanmasından
geçer. Lenin’i başka bir yerde değil, birlik devrimimizin
O’nu bütünüyle doğrulamış olan deneyimlerini anlattığı
yazısında eleştirmeye kalkışan yazar, MLKP’nin kuruluş
sürecinin özdeneyimini de anlayamamıştır. Sağır sultanın
bile bildiği gibi, MLKP, her iki örgütteki komünistlerin kendi
önyargılarına, subjektif kuşkularına ve birliğin açık ve
gizli düşmanlarına karşı verilen karmaşık bir ideolojik
savaşımın ve bu ikincilerden kopuşun ürünü olarak doğdu.
Lenin, “Proleter Devriminin Askeri Programı” adlı
makalesinde, “Oportünizme karşı savaşımla
sıkı sıkıya bağlantılı değilse, emperyalizme karşı savaşım
ya bir boş söz, ya da sahtekarlıktır.” (“The Military
Programme of the Proletarian Revolution”, Collected Works,
Cilt 23, Moskova, Foreign Languages Publishing House, 1974, s. 83)
diyordu. Gene O, Ne Yapmalı? adlı yapıtının girişine
Lassalle’ın, 24 Haziran 1852’de Marks’a yazdığı mektubundan
aktardığı ve kuşkusuz büyük değer verdiği aşağıdaki
sözlerini koymuştu: “… Parti mücadeleleri, bir partiye güç
ve canlılık kazandırır; bir partinin zayıflığının en iyi
kanıtı, dağınıklık ve açık-seçik sınırların
bulanıklaşmasıdır; bir parti kendisini arındırarak güçlenir…”
(Aktaran Lenin, Ne Yapmalı?, 1977, s. 9)
Ama yazarın
yaklaşımı, aynı zamanda, devrimde proletaryanın hegemonyası
için savaşım verme, küçük-burjuva demokrasisinin yığınlar
üzerindeki etkisini kırma görevlerini tanımayan ve komünist
hareketi ve işçi sınıfı hareketini küçük-burjuva
demokrasisinin ve dolayısıyla burjuvazinin kuyruğu ve yedeği
haline getiren Menşevizmin yaklaşımıdır. Bu, bizde moda olmuş
deyimle iddiasızlık ve iktidar ruhundan yoksunluktur. Stalin,
Bolşevik Partisi’nin deneyimlerinden çıkan sonuçları
anlatırken, “Parti tarihi bunlardan başka bize, işçi
sınıfı partisinin, kendi saflarındaki oportünistlere karşı
tavizsiz bir mücadele vermezse, kendi içindeki teslimiyetçileri
ezmezse, saflarında birliği ve disiplini koruyamayacağını; ne
proletarya devriminin örgütleyicisi ve önderi rolünü, ne de yeni
sosyalist toplumun kurucusu rolünü oynayamayacağını öğretiyor.”
(SBKP (Bolşevik) Tarihi, 1975, Bolşevik Partizan Yayınları,
s. 433) diyordu. Acaba bu saptamaların da mı dünya geneli ve
Türkiye özeli için “çok büyük bir değeri yoktur”; acaba
onlar da mı yalnızca “Rusya açısından iyidir, güzeldir, somut
bir ihtiyacı yanıtlar”? Zaten
yazarın ve onun gibi düşünenlerin sergilemekte olduğu oportünist
yaklaşım ve diğer bazı veriler ne yazık ki, MLKP’nin
saflarında ulaşılmış olan birlik düzeyinin yeterli olmadığını,
gerek özel olarak bu saflarda ve gerekse genel olarak Türkiye
komünist hareketinin saflarında önemli bir ideolojik kafa
karışıklığı yaşandığını ve Lenin’in anlatımıyla, daha
“sağlam ve kesin sınır çizgileri çekmemiz” gerektiğini
fazlasıyla kanıtlıyor. Aksi takdirde, MLKP’nin birliği,
gene Lenin’in anlatımıyla “tümüyle hayali olacak, hüküm
sürmekte olan kafa karışıklığını gözlerden saklayacak ve
onun köklü bir tarzda ortadan kaldırılmasını önleyecektir.”
Geçerken,
komünist hareketin dünya ölçeğindeki zayıflığının ve
revizyonizmin ve onun varyantlarının yaygın etkisinin, bu
gereksinimi çok daha yakıcı hale getirdiğine işaret etmeliyim.
Bu konuya literatürümüzde zaman zaman değinilmiş bulunduğu
için, sorunun bu yanının anlaşılmasında özel bir zorluk olmasa
gerek. Herhalde, tüm aklıbaşında komünistler, Stalin ve onun
SBKP’si, hatta Enver Hoca ve onun AEP’i çapında bir
uluslararası komünist otoritenin bulunmayışının da yardımıyla
1950’lerin ortalarından bu yana geçen süre içinde Maoizm,
Trotskizm, Guevarizm, Sovyet modern revizyonizmi, Avrokomünizm gibi
anti-Marksist akımların dünya komünist ve devrimci hareketinin
saflarında önemli bir gerileme ve kafakarışıklığının
yaratılmasına katkıda bulunmuş olduğunun ve 1989-90 yıllarında
revizyonist/ sosyal-emperyalist blokun çöküşünün ve sosyalist
Arnavutluk’un emperyalizme teslim oluşunun bu gerileme ve
kafakarışıklığını daha da derinleştirdiğinin ve buna belli
bir demoralizasyon öğesi eklediğinin vb. farkındadır. Onlar,
uluslararası alanda yaşanan bu gelişmelerin Türkiye devrimci
hareketinin özellikle küçük-burjuva devrimci kanadının
saflarında önemli bir ideolojik sarsıntıya, bir dizi “yeni”
arayışa ve sivil toplumcu, yarı-Trotskist ve sosyal-demokratik
etkinin güçlenmesine katkıda bulunduğunun da farkındadırlar. Bu
koşulların, bizleri hem Marksizm-Leninizmi daha derinden kavramak
ve onu geliştirmek ve zenginleştirmek için ve hem de onu
devrimimizin somut pratiğiyle birleştirmek için daha fazla çaba
harcama yükümlülüğüyle olduğu gibi, her tür ve renkten
anti-Marksist eğilimle aramıza, Lenin’in deyimiyle daha “sağlam
ve kesin sınır çizgileri çekme” yükümlülüğüyle karşı
karşıya getirdiği yeterince açık olmalı. Hal böyleyken,
“ilkesiz ayrılıkçılık”ı bir çeşit baş düşman ilan
etmek ve komünist olmayan devrimci akımlarla aramızdaki ayrım
çizgilerini belirsizleştirmeye çalışmak, gene Lenin’in
anlatımıyla, cenaze törenindeki insanlara “gözünüz aydın!”
demeye benziyor.
Bizim,
-içeriğini doğru anlamamız ve doğru tanımlamamız kaydıyla-
“birlikçi” ya da “birleştirici” olmamız ve bir bütün
olarak devrimci hareketin eylem birliğini ve komünist hareketle
küçük-burjuva devrimci demokrasisinin emperyalizme ve gericiliğe
karşı siyasal bağlaşmasını savunmamız tümüyle meşru
ve gereklidir. Komünist hareketin farklı bileşenleri arasındaki
ilkesiz ayrılığa, sekter ve grupçu eğilimlere karşı çıkmamız
da. Ama bu “birlikçilik” ve “birleştiricilik” bize,
küçük-burjuvazinin komünist harekete karşı bir dizi kanaldan
yürüttüğü/ yürüteceği -ve son çözümlemede
emperyalizmin ve burjuvazinin değirmenine su taşıyan- saldırılara
karşı kararlı ve ilkeli bir ideolojik savaşımın verilmesinin ve
komünist hareketle küçük-burjuva devrimci demokrasisi arasında
kesin ve kalın bir sınır çizgisi çekilmesinin yaşamsal ve
giderek artan önemini unutturamaz. Bizim “birlikçiliğimiz”
asla proleter sosyalizmiyle küçük-burjuva sosyalizminin
alaşımının, harmanlanmasının sağlanması anlamına gelmez ve
gelemez. Geçerken şunu da belirtelim: Komünist hareketle
devrimci-demokratik hareket arasındaki sınırları kaldıran
yazarın ima ettiğinin tersine, “birleşmeden önce ve
birleşebilmemiz için, en başta sağlam ve kesin sınır çizgileri
çekmemiz” gerektiğini söylerken Lenin yalnızca komünist
hareketin birliğinin sağlanmasının yöntemini tartışmaktadır.
Bu bakımdan, yukarda sunduğumuz
alıntısında, Türkiye için, “Kimsenin başka örgütler
hakkında teorik, programatik görüşleri hakkında bilmediği bir
şey yoktur.” demesi, yazarın genel
olarak devrimci hareketin
birliğinin sağlanmasının yöntemini tartıştığını
gösteriyor. Bu, birlik sorununa anti-Leninist bir tarzda
yaklaşan yazarın oportünist tutarlılığının bir başka
anlatımıdır.
Komünist
hareketin birliği sorunuyla, genel olarak devrimci hareketin birliği
sorunu farklı şeylerdir; dolayısıyla her iki görevin yerine
getirilmesinin araç ve yöntemleri de farklı olacaktır. Bizim
“birlikçiliğimiz”, bizi küçük-burjuva devrimci
demokrasisinin siyaset yapma tarzının düzeltilmesine, onun iç
parçalanmışlığının aşılmasına ya da diğer sorunlarının
çözümüne katkıda bulunmak gibi özel bir yükümlülükle de
karşı karşıya bırakmaz. Bu, bizim işimiz değildir. Bu
bakımdan, yazar arkadaşımızın, 1990’ların başında eski
siyaset yapma tarzının sözümona tıkandığını ve bu eski
tarzın “ister istemez grupların, örgütlerin, partilerin
tartışma/ sorgulama gündemine” girdiğini söyleyerek,
küçük-burjuva devrimci demokrasisine “yeniden yapılanma”
tavsiyesinde bulunması da, bütünüyle yersizdir. Komünist
hareketin -ulusal devrimci hareket te içinde olmak üzere-
küçük-burjuva devrimci demokrasisi karşısındaki tutumu her
zaman onun ideolojik ve siyasal plandaki yalpalamalarını
eleştirmek, proletaryayı ve diğer emekçileri onun
siyasal-örgütsel etki alanından koparmak ve komünizme kazanmak,
ama aynı zamanda onunla emperyalizme ve gericiliğe karşı
olabildiğince geniş, değişik ve uzun erimli siyasal bağlaşmalar
oluşturmak ve onun en iyi öğelerini kendi saflarına çekmek için
çaba harcamak olmuştur.
IV
Yazının bir
yerinde, Türkiye devrimci hareketinin ne denli “şabloncu” ve
şematist olduğunu sözümona kanıtlamak için şunlar söyleniyor:
“Biz Türkiyeli devrimciler, uluslararası devrimci ve komünist
hareketin deneyleri sözkonusu olduğunda, tarihin en karanlık
köşelerini karıştırmak ve birşeyler öğrenmek, hatta bir çok
durumda kopya çekmek, şablonculuk yapmakta oldukça
yetenekliyizdir. Fakat yakın tarihin devrimci deneyleri sözkonusu
olduğunda, ama özellikle de kendi ülkelerimizde, Kürdistan ve
Türkiye’de devrimci hareketin-devrimci örgütlerin deneyleri
sözkonusu olduğunda, oldukça dar görüşlü, oldukça bencil,
oldukça ilgisiz olduğumuz hiç kimsenin reddedemeyeceği
gerçekliğimizdir. Bu öncelikle Türkiye ve Kürdistan’da iddia
sahibi olduğunu söyleyen örgütler adına yapılmalıdır. Çünkü
yanıbaşımızdaki Kürdistan devrimi ve ulusal kurtuluşçu
hareketin deneylerinden öğrenmeyi başaramadık.” (XD,
Sayı: 11, s. 80) Daha ilerde ise şunlar söyleniyor: “İkincisi;
ideolojik ve teorik çalışma adına ikamecilik en belirgin
özelliktir. Bu ikamecilik, her belirli akımın, belirli
uluslararası merkezlerin arkasından sürüklenmesinden ibarettir.
Elbette ki devrimci örgütler enternasyonalizm iddiasında
olacaktır… Ama biz burada, bir kişiliksizlikten, sürüklenmekten
sözediyoruz.” (Adıgeçen dergi, s. 82)
Her şeyden
önce, uluslararası komünist ve devrimci hareketin deneylerine ilgi
duymak ve bu amaçla “tarihin en karanlık köşelerini
karıştırmak”la şablonculuk yapmanın aynı şey olmadığını
herhalde ilkokul öğrencileri de bilirler. Ama yazar bilmiyor ve
aynı kaba koyarak ikisine de veriştiriyor.
O, Türkiye devrimci hareketi içinde “ortayolcu” akımlar olarak
bilinen grupların, teorik fukaralıklarını, eklektisizmlerini ve
belkemiksizliklerini gizlemek için yıllardır dillerine pelesenk
ettikleri içi boş argümanları -önce ÇKP’ni ve daha sonra
AEP’ni savunan öncellerimizin kendi ayakları üzerinde
durmadıkları ve kendi kafalarını kullanmadıkları yolundaki
tezi- kabul ediyor. Böyle yapmakla herhalde “birleştirici”
davrandığını ve “yeni tarz”a uygun davrandığını sanan
yazar aslında demokratik küçük burjuvazinin aptalca önyargılarına
kölece bağımlılığını kanıtlamış oluyor.
İkincisi,
Türkiye devrimci hareketi ve onun bileşenlerinin uluslararası
deneyimden öğrenmede çok çaba harcadığı saptaması
gerçeklere aykırıdır. Başka ülkeleri bir yana bırakalım.
Burnumuzun dibindeki İran, Yunanistan, Bulgaristan, Irak, Suriye,
Rusya gibi ülkelerdeki siyasal durum ve oralardaki komünist ve
devrimci harekete ilişkin olarak çok az şey bildiğimizi ya da
hemen hemen hiçbir şey bilmediğimizi söylemek gerçeklere çok
daha uygun değil mi? Kürdistan devriminden öğrenmediğimizden
yakınan yazar, parlamenter yolun olanaklarının siyasal pratiğin
tezgahında sınandığı, militan bir işçi sınıfı savaşımına
sahne olan ve ABD emperyalizminin dolaylı ama aktif müdahalesinin
yardımıyla Eylül 1973’de gerçekleştirilen askeri-faşist darbe
aracılığıyla bastırılan Şili devriminin deneyiminden
öğrenememiş olmamızdan rahatsız olmuyor. O, Türkiye de içinde
olmak üzere bütün Ortadoğu ülkelerini önemli ölçüde
etkileyen, petrol işçileri başta gelmek üzere işçi sınıfının
ve komünist ve devrimci örgütlerin, gelişiminde önemli bir rol
oynamış olduğu Şubat 1979 İran devriminin deneyiminden
öğrenememiş olmamızdan da rahatsız olmuyor.
Kürdistan
devriminden öğreneceğimiz şeyler olduğu, bu konuya ilişkin
özeleştirinin bir gerçeklik payı taşıdığı doğrudur. Ama
yanıbaşımızda gelişiyor olması ve Türkiye işçi ve
emekçilerinin devrimiyle ister istemez çok sıkı bir ilişki ve
karşılıklı bir etkileşim içinde bulunması, bizim öncelikle
Kürdistan devriminden öğrenmekle yükümlü olduğumuz
anlamına gelmez. Tartıştığımız konu bakımından
belirleyici olan ne Türkiye komünist hareketinin Kürt ulusuna ve
ulusal kurtuluş hareketine karşı enternasyonalist yükümlülüğü
olabilir, ne de jeografik yakınlık faktörü. Esas içeriği ulusal
kurtuluş olan, emekçi köylülüğün damgasını taşıyan kır
ağırlıklı Kürdistan devrimiyle, objektif olarak sosyalizme çok
daha yakın olan, işçi sınıfının damgasını vurduğu kent
ağırlıklı Türkiye devrimi arasındaki farklılıklar hesaba
katıldığında, Kürt ulusal
kurtuluş savaşından öğreneceklerimizin çok fazla olmadığı
kendiliğinden anlaşılacaktır. Nasıl
kapitalist bir toplumda kent kırı, işçi sınıfı köylülüğü
izleyemeyecek, bunun tersi olacaksa, bugün için Türkiye
devriminden daha ileri olan Kürdistan devrimi de orta ve uzun erimde
kaçınılmaz olarak Türkiye devrimini izleyecek ve ona bağımlı
olarak gelişecektir. Bu bakımdan yazar arkadaşımızın
Kürdistan devriminin Türkiye devriminden on yıl ileride olduğu ve
bizim PKK’dan öğrenmemiz gerektiğine ilişkin abartılı
vurguları, çok fazla bir anlam taşımamakta ve hem kapitalist
toplumlarda devrimin gelişmesinin objektif yasalarını kavramada
bir zayıflığı, hem de kendi güç ve potansiyelimize duyulan bir
güvensizliği ele vermektedir. (Herhalde bu söylediklerimden
subjektif faktörün, yani önderlik öğesinin önemsiz olduğu ve
bu gelişmenin kendiliğinden sağlanacağı sonucu çıkarılamaz ve
çıkarılmamalıdır.) Doğal ve mantıksal olarak, ülkemiz
komünist hareketi, daha çok ve esas olarak, sosyo-ekonomik yapısı
ve sınıfların mevzilenmesi açısından Türkiye’yi andıran
Arjantin, Şili, İran, Portekiz, Güney Kore, Yunanistan, Güney
Afrika, gibi kapitalizmin görece gelişmiş olduğu ve güçlü bir
devrimci köylü hareketinin ortaya çıkmasının objektif
koşullarının çok zayıf olduğu bağımlı ülkelerin
deneyimlerinden yararlanabilir.
Üçüncüsü,
yazar arkadaş, farklı siyasal
çizgilere sahip örgütlerin “uluslararası merkezler”e kölece
bağımlılığı konusundaki savında da baltayı taşa vurmuştur.
Bir kez, herhalde küçük-burjuva devrimci ya da reformist ve
revizyonist örgütlerin, Küba, Çin, Sovyetler Birliği gibi ne
komünist, ne de devrimci olan merkezlere bağlılığıyla, komünist
hareketin Marksist-Leninist nitelik taşıyan AEP’ne ve onun
yönettiği sosyalist Arnavutluk’a bağlılığının aynı kefeye
konması, ilkeliliğin ve devrimci tutarlılığın tümüyle
yitirildiğinin göstergesidir. Bu, bir yandan ülkemizdeki komünist,
devrimci-demokratik ve revizyonist parti ve gruplar arasındaki
farklılıkları, ama bir yandan da sosyalist Arnavutluk,
küçük-burjuva Küba ve sosyal-emperyalist Sovyetler Birliği ve
Çin gibi ülkeler arasındaki farklılıkları minimize etme
çabasından başka bir şey değildir. (3)
Dahası bu yaklaşım, “sosyalist blok”un yıkılışını,
ya da yazarın deyişiyle “uluslararası merkezler”in ortadan
kalkışını “solu birbirinden ayıran duvarların” da yıkılışı”
olarak algılayan ve bu gelişmenin Rusya, Çin, Arnavutluk, Kore,
Küba arasında bölünmüş olduğu varsayılan “uluslararası
komünist hareket” in birliğinin yeniden sağlanması için
gereken elverişli koşulları yeniden yarattığını
ileri süren yeni oportünist eğilimin de ürkek bir yansımasıdır.
Komünist hareketin öncellerinin, sosyalist Arnavutluk’a ve AEP’e
karşı yeterince eleştirel davranmadığı, Marksizm-Leninizmi
Türkiye devriminin özgül koşullarına başarıyla uygulayamadığı
söylenebilir; ama, bunu “sürüklenme”, “kişiliksizlik”
gibi sözcüklerle tanımlamak kabul edilemez. Bu tutumla;
burjuvazinin, Trotskistlerin ve sosyal-demokratların, Lenin ve
Stalin döneminde uluslararası komünist hareket içinde yer alan
parti ve örgütleri ve Komünist Enternasyonal’in kendisini,
Sovyet devletinin ve Sovyet dış politikasının aletleri, maşaları
olarak nitelemeleri arasındaki mesafe hiç de büyük değildir!
Öte yandan,
insaf sahibi olan her komünistin, henüz devrimci-demokratizmden
kopamamış olan ve doğal olarak Marksist-Leninist teoriyi kavrayış
düzeyi geri olan öncellerimizin, 1970’lerin sonlarında böylesi
bir kusur işlemiş olmasını ve onun nedenlerini “anlayabilmesi”
gerekir. Bu örgütler, Marksizm-Leninizmi kavramada, Türkiye
devriminin karşı karşıya bulunduğu sorunların teorik planda
çözümünde ve proletarya hareketiyle devrimci bir tarzda
birleşmede ne düzeyde bir performans sergilemişlerse,
uluslararası komünist harekete karşı tutumlarında da üç
aşağı beş yukarı benzer bir performans sergilemişlerdir.
Devralmış oldukları mirasın ve kendi genel donanımlarının
getirdiği objektif sınırlamalar gözönüne alındığında, bu
örgütlerin o günkü koşullarda yapmış olduklarından çok daha
fazlasını yapmasının olanaklı olmadığı anlaşılabilir.
Türkiye komünist hareketinin ve onun öncellerinin, geçmişte
yeterince “Türkiyelileşemediği”, yani kendi toplumunu, onun
tarihini, kültürünü, ekonomisini vb. tanımada ve Türkiye
devriminin stratejik sorunlarına Marksizm-Leninizmin ışığında
kendi özgün çözümlerini getirmede son derece yetersiz kaldığı,
hatta bu eksikliğini aşmada bugün de hala katetmesi gereken çok
büyük bir mesafenin olduğu söylenebilir. Ancak bunun,
öncellerimizin AEP’ne duyduğu devrimci bağlılıktan, onların
AEP’nin önder ve duayen konumunu yeterince eleştirel olmayan bir
tarzde kabul etmelerinden kaynaklandığını söylemek
saçmadır. Yineliyorum: Unutulmamalıdır ki, 1970’lerin
başlarında oluşan ve geçmişten ciddi bir ideolojik, siyasal ve
örgütsel miras devralamamış olan Türkiye devrimci hareketi o
sıralar hala bebeklik evresini yaşamaktaydı ve devrimci
demokratizmi aşamamıştı. Onun, komünizme en yakın olan sol
kanadının Maoizmden koparak Marksist-Leninist bir konuma gelmesi,
ancak 1979-80 yıllarında gerçekleşmiştir. Küçük-burjuva
devrimciliğiyle bağlarını çok geç koparmış ve diğer şeylerin
yanısıra, buna da bağlı olarak işçi sınıfı ve onun
hareketiyle bağları her zaman zayıf kalmış olan komünist
hareketin tarihsel evriminin bu özellikleri hesaba katılmadan
yapılacak eleştiriler, havanda su döğmekten başka bir anlam
taşımayacaktır.
V
Yazar,
“öncü parti” kavramını anlatırken bunun, “kavga içerisinde
durduğumuz yeri, nerede konumlandığımızı, hangi mevzide savaş
siperine yattığımızı ifade” ettiğini söyledikten sonra, “Bu
mevzileniş içerisinde devrimciler arasında bir rekabetin olacağını
düşünmek kadar saçma bir şey olamaz.” (Adıgeçen dergi, s.
92) diyor. O daha ilerde de şunları belirtiyor: “Vurgulamak
isterim ki, MLKP’nin devrimci hareketin bir parçası olan devrimci
örgütlerle önderlik yarışı yoktur. MLKP’nin iddiası toplumda
bulunan milyonlarca/ onmilyonlarca işçi-emekçi kır ve kent
yoksulunun örgütlenmesi, faşist rejime ve kapitalist düzene karşı
savaş mevzilerine yerleştirilmesi, bunların savaşçı birliğinin
yaratılmasıdır. Biz bu mücadelede bütün devrimci örgütleri en
yakın mücadele arkadaşlarımız ve mücadele yoldaşlarımız
olarak görüyoruz. Hasımlarımız olarak değil, rakiplerimiz
olarak değil, ama mücadele arkadaşlarımız olarak görüyoruz.”
(Adıgeçen dergi, s. 93)
Daha ilerde
değineceğim “öncü parti” kavramını bir yana bırakacak
olursak, yazının bütününe ve yazarın ruhsal durumuna damgasını
vuran iddiasızlık ve özgüvensizlik her iki alıntıya da berrak
bir biçimde yansımıştır. MLKP’nin ya da başka bir komünist
örgütün, küçük-burjuva devrimci örgütlerle önderlik yarışı
vardır ve olmak zorundadır. Bunun böyle olması, diğer
devrimci örgütlerle dostça ilişkiler içinde olmakla, onları
mücadele arkadaşları olarak görmekle çelişmediği gibi, hiçbir
biçimde onları “hasımlarımız olarak” değerlendirmek olarak
da yorumlanamaz. Stalin şunları söylüyordu:
“Parti tarihi bunlardan başka bize, işçi sınıfı saflarında
faaliyet gösteren ve işçi sınıfının geri kesimlerini
burjuvazinin kollarına iterek işçi sınıfının birliğini bozan
küçük burjuva partileri ezilmediği takdirde, proletarya
devriminin zafere ulaşmasının imkansız olduğunu öğretir.”
(SBKP (Bolşevik) Tarihi, 1975, s. 432-33) Stalin’in
söylediklerinin ışığında düşünelim. Örneğin, Kürt ulusal
kurtuluş hareketinin PKK’nın önderliğinde bir biçimde zafere
ulaştığını varsayalım. Ya da, Türkiye’deki siyasal
konjonktürün bir kaç yıl sonra DHKP-C vb. örgütlerin
önderliğinde devrimci bir iktidarın kurulmasına olanak
sağladığını. Böylesi “devrimler”, emperyalizme ve
gericiliğe belli bir darbe indireceklerdir, kuşkusuz. Ama onların,
demokratik devrimi sosyalist devrime doğru ilerletme ve
derinleştirme şansları asla olmayacağı gibi, bilinen siyasal
çizgileriyle Kürdistan’da ve Türkiye’de devrimin ulusal
kurtuluşçu ve demokratik görevlerini ne derece yerine
getireceklerinin, getirebileceklerinin bile tartışmalı olacağı,
şimdiden söylenebilir. PKK, DHKP-C gibi örgütlerin pratiksel
militanlığının etkisiyle kendinden geçen ve onların bu
devrimci özelliğinin gözlerden sakladığı programatik ve ilkesel
zayıflığı -özellikle de Nikaragua, El Salvador, Güney Afrika,
Filistin vb deneyimlerinden sonra- göremeyen bir komünist,
kendisinin proletaryanın ve diğer ezilenlerin gerçek bir önderi
olmadığını, olamayacağını kanıtlamaktadır.
Demek ki,
romantik ve safdil bir devrimci dostluk edebiyatıyla kendinden geçen
ve sınıf savaşımının ve dünya devrim tarihinin derslerini
unutan arkadaşımızınn yanıtlaması gereken sorular vardır:
Acaba, Türkiye ve Kürdistan devrimine proletaryanın ve onun
siyasal partisinin önderlik etmesi ya da etmemesi, önemsiz bir
detay mıdır? Yoksa bu devrim sürecinin yazgısını belirleyecek
temel bir sorun mu?
Daha da ileri
gidiyorum. Eğer, herhangi bir komünist örgütün, ülkesinin
devrimine önderlik etme, proletaryanın hegemonyasını
gerçekleştirme inancı, iradesi ve iddiası yoksa, onun ayrı
bir örgüt olarak varolmasının da bir gereği, bir mantığı
olabilir mi? Kendisinin ve proletaryanın devrimci misyonunu
kavrayamayanların ve küçük-burjuva devrimciliği ile
proleter-devrimciliği arasındaki bütün sınırları kaldırmış
olanların varacağı nokta budur.
Bu, ideolojik planda
tasfiyeciliktir. Ve önü alınmazsa onu, örgütsel plandaki
tasfiyeciliğin izlemesi kaçınılmazdır.
Burada tasfiyeciliğin salt örgütsel alanda kendini gösteren
bir aşırı oportünizm türü olmadığını anımsatmakta yarar
var. Evet, tasfiyecilik oportünizmin daha ileri bir türü, Lenin’in
deyimiyle “partiyi yadsımaya varan bir oportünizm türü”dür;
ancak onun ideolojik ve siyasal kökleri olduğu asla
unutulmamalıdır. Tasfiyeciliğin köklerinin burjuvazinin ve küçük
burjuvazinin proletarya üzerindeki ideolojik etkisinde yattığını
ve onun, devrimde proletaryanın hegemonyasının reddi biçimini
aldığını belirten Lenin, tasfiyeciliği şöyle tanımlıyordu:
“Tasfiyecilik,
sadece işçi sınıfının eski partisinin tasfiyesi (yani
dağılması, yıkılması) demek değildir, aynı zamanda
proletaryanın sınıf bağımsızlığının yıkılması,
burjuva fikirleriyle, sınıf bilincinin baştan
çıkarılmasıdır.” (“Tartışmalı Konular”, Tasfiyecilik
Üzerine, Ankara, Sol Yayınları, 1977, s. 317) Bizim kendi
kollektif deneyimimiz, yani Türkiye devrimci hareketinin tarihi,
1920’lerin sonlarından başlayarak en uzun süreli ve en berbat
bir tasfiyeciliği yaşamış olan TKP’nin kişiliğinde Lenin’in
bu öngörüsünü doğrulamıştır. Devrim yapma ve devrimde
önderlik iddiasını bütünüyle bir yana atan ve egemen sınıfların
kah bu, kah şu fraksiyonunun kuyruğuna takılmayı esas alan TKP,
1930’lardan sonra ayrı ve sözde bağımsız bir örgütsel
varlığı bulunmasına karşın, burjuvazinin acınacak bir
uzantısı, iktidarsız bir eklentisi olmanın ötesine geçememiştir.
Bu sistematik oportünizmin temelinde, anti-emperyalist demokratik
devrimin görevlerinin burjuvazi tarafından yerine getirilebileceği
yolundaki Menşevik ve khvostist (kuyrukçu) bakış açısının
belirleyici bir rol oynamış olduğu açıktır. Bu bakımdan,
eleştiregeldiğimiz yazar arkadaşımızın, aynı bölümde, diğer
devrimci örgütlere hitaben, “Bir adım daha ilerisini söylüyorum,
sadece silah omuzda birlikte çarpıştığımız insanlar olarak
değil, ama kavganın sorunlarını birlikte düşünüp, birlikte
çözdüğümüz, birlikte karar verdiğimiz, ortak bir irade
oluşturduğumuz dostlarımız ve mücadele yoldaşlarımız olarak
görüyoruz.” (XD, Sayı: 11, s. 93) demesi son derece
dikkat çekici, ama onun bakımından bütünüyle anlaşılırdır.
O burada, ideolojik ve siyasal oportünizmine bağlı olarak örgütsel
tasfiyecilik doğrultusunda önemli bir mesafe katettiğini kendi
ağzıyla itiraf ediyor. Burada o, kendisinin ileri sürdüğünün
tersine, bir eylem birliği ve cephe düzeyinde bir birleşik
devrimci önderlik sorununu tartışmanın ötesine geçiyor ve
komünist partisinin küçük-burjuva devrimci demokrasisiyle tek bir
örgüt çatısı altında birleşmesinin teorisini yapmaya
başlıyor. Ne yazık ki, pratik, arkadaşımızın bu dokunaklı
ama boş devrimci dostluk tümcelerinin, yazıldığı sırada,
Mayıs-Temmuz 1996 ölüm orucu ve süresiz açlık grevi
direnişinden yeni çıkıldığı günlerde bile, muhataplarının
önemi bir bölümü üzerinde en küçük bir etki yapmadığını
fazlasıyla ortaya koymuş bulunuyordu. Bundan gerekli dersleri
çıkarmaya başladığını umalım.
Aynı yazının
ilk sayfalarında yer alan şu sözcüklerse, nasıl olursa olsun
birlik anlayışıyla hareket eden yazarın birlik tutkusunun
saplantı düzeyine çıkarak onu bazı durumlarda kendi irade ve
isteğinden bağımsız olarak sınıfsal işbirliği noktasına
sürüklemekte olduğunu göstermektedir: “Ama genel olarak birlik,
birlik düşüncesi, cephe düşüncesi, parti birliği düşüncesi,
öncü işçilerin birliği düşüncesi, halk kitlelerinin birliği
düşüncesi, bir ulusun birliği düşüncesi mücadeleci bir
fikirdir ve ortak çıkarları olan büyük kitlelerin, bilinçli
insanların ilkeli bir birliğini ve mücadelesini ifade eder.”
(Adıgeçen dergi, s. 78) Doğrularla
yanlışların birlikte sunulduğu bu eklektik tümcede yazar, genel
olarak halk kitlelerinin ve ulusun birliği düşüncesini
olumlularken, anti-diyalektiksel bir konuma düşmekte, yani devrim
için savaşan güçlerin birliğinin kapsam ve içeriğinin sınıf
çelişmelerinin keskinleşmesinin ve savaşımının gelişiminin
düzeyine bağlı olarak değişeceğini unutmaktadır. Komünistler,
halk kitlelerinin birliği ve hele ulusun tümünün birliği
düşüncesini genel ve kategorik olarak olumlulayamazlar. Örneğin,
geri ve bağımlı ülkeler sözkonusu olduğunda, devrimin
demokratik aşamasından, onun sosyalist aşamasına geçilirken,
“halk kitlelerinin” büyük bir bölümü devrimden yana tutum
alacak, ancak onun bir bölümü ve bazan önemli bir bölümü de ya
burjuvazinin ve karşı-devrimin kampına geçecek, ya da devrim ile
karşı-devrim arasında yalpalayacaktır.
Öte yandan,
Marksist-Leninistler, ulusal kurtuluş savaşlarının gündemde
olduğu özel koşullar bir yana bırakılacak olursa, genel ya da
kural olarak “ulusun birliği” düşüncesinden yana olamazlar.
(Burada, ulusal kurtuluş savaşı koşullarında bile, ulusun bir
parçası olan orta ya da ulusal burjuvazinin sık sık emperyalizmle
ve/ ya da gericilikle işbirliği içinde olduğunun ve olacağının
unutulmaması gerekiyor.) Genel ya da kural olarak “ulusun birliği”
düşüncesinden yana olmak, ulusalcılık bayrağı altında
proletaryayı ve diğer sömürülen yığınları boyunduruk altında
tutmayı ve onların devrimci sınıf bilincinin ve savaşımının
gelişmesini engellemeyi amaçlayan sömürücü ve -küçük
burjuvazi de içinde olmak üzere- mülk sahibi sınıfların
tutumudur; proletaryanın ve komünistlerin değil.
Biz
kural olarak, gerek demokratik devrim ve gerekse sosyalist devrim
koşullarında, ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen sınıflardan
oluşan ulusun
birliğinin yıkılması
ve ulusun saflarında yer alan devrimci
sınıf ve katmanların birliği
için savaşım veririz. Birlikle savaşım arasında
diyalektiksel bir birliktelik vardır; her birlik aynı zamanda
bir bölünmedir. Dolayısıyla, bölünmeyi göze alamayan, ne
denli birlik yanlısı geçinirse geçinsin, aslında objektif olarak
birliği istememektedir, ya da en iyi olasılıkla işe yaramaz bir
birlik partizanıdır. Ulusun geniş yığınlarının emperyalizme
ve ezen ulusun burjuvazisine karşı savaşımı, yalnızca
işbirlikçi güçlere karşı savaşımdan geçmez; aynı zamanda bu
birliği baltalayan orta burjuvazinin ve bazı durumlarda küçük
burjuvazinin üst katmanının etkisizleştirilmesinden ve onlara
karşı savaşımdan, yani onlarla bir bölünmenin sağlanmasından
geçer. Proletaryanın ve bağlaşıklarının kapitalizme karşı
savaşımı, yalnızca burjuvaziye ve onun partilerine karşı
savaşımdan geçmez; aynı zamanda sömürülen yığınların
anti-kapitalist birliğini baltalayan küçük-burjuvazinin, sendikal
bürokrasinin ve reformist partilerin etkisizleştirilmesinden ve
onlara karşı savaşımdan, yani onlarla bir bölünmenin
sağlanmasından geçer. Proletaryanın ve diğer emekçilerin
faşizme ve gericiliğe karşı savaşımı, yalnızca faşizmin ve
gericiliğin ajanlarına karşı savaşımdan geçmez; aynı zamanda
halk yığınlarının anti-faşist birleşik cephesinin kurulmasını
baltalayan sosyal-demokrat ve reformist partilerin
etkisizleştirilmesinden ve onlara karşı savaşımdan, yani onlarla
bir bölünmenin sağlanmasından geçer. Öncü işçilerin ve
komünist aydınların komünist partisi içinde birliğinin
sağlanması, yalnızca devrimci küçük burjuvaziye karşı
ideolojik bir savaşımdan geçmez; aynı zamanda komünist hareketin
saflarındaki birliği baltalayan küçük-burjuva öğelerin ve
oportünistlerin etkisizleştirilmesinden ve onlara karşı
savaşımdan, yani onlarla bir bölünmenin sağlanmasından
geçer. MLKP’nin temsil ettiği birlik devrimini ölçüsüz bir
biçimde övüp göklere çıkaran arkadaşımız onun, komünist
güçlerin birliği konusunda kafası karışık olan yaldaşlara
karşı uzun, karmaşık ve çetin bir ideolojik savaşım içinde ve
bu birliğin açık ve gizli düşmanlarıyla bölünmeye kadar varan
bir çatışma içinde yaratıldığını bile unutmuş gözüküyor.
VI
Yazar MLKP’yi
ve onun öncülüğünü yaptığı komünist birlik geleneğini
savunma adına, 1971
devrimciliğinin olumlu yanlarını tek yanlı bir tarzda abartır,
1980 öncesinin ve sonrasının devrimci hareketine damgasını
vurduğunu söylediği kendiliğindenliğin önünde boyun eğme
eğilimiyle 1971 devrimci hareketinin sergilediği devrimci irade
arasındaki “karşıtlığın” altını çizer ve 1980 öncesinin
devrimci hareketini adeta yerin dibine batırmaya çalışırken
şöyle diyor: “Böyle bir miras üzerinde Mahirlerin, Denizlerin,
İbrahimlerin, yani THKP-C, THKO, TKP (M-L) üç ana devrimci örgütün
‘70’lerdeki çıkışı tarihsel bir öneme sahiptir. Bu, onların
her birinin düşüncelerinden, teorik öngörülerinden ayrı
olarak, onların devlete, rejime ve düzene karşı kesin bir
düşmanlık ilanıyla, ölümüne bir savaşı başlatmalarını
ifade eder. Biz ‘71 devrimcilerinde, devrimci önderlerimizde ve
onların örgütlerinde devrimci iradeyi görüyoruz. Son 25 yıldır
devrimci örgütlerin genel olarak sahip olamadığı cevheri
buluyoruz; bu devrimci iradedir.” (Adıgeçen dergi, s. 78) Yazar
daha ilerde ise, “Eğer ‘89, ‘90, ‘91 yıllarını bir eksen
olarak kabul ederseniz, aşağı yukarı kendisini sosyalist ve
devrimci olarak tanımlayan, diyelim ki sosyal demokrasinin solunda
yer alan tüm devrimci, sosyalist, anti-faşist örgütler, krizler
yaşamışlardır. Bunlar, ideolojik, siyasi ve örgütsel yanı olan
krizlerdir.” (Adıgeçen dergi, s. 79) diyor. O daha sonraki
sayfalarda ise 1980 öncesinin devrimci hareketine şu “öldürücü
darbeyi” indiriyor: “… geride kalan bu tarih, MLKP öncellerinin
de ayrılmaz bir parçası olduğu bu tarih, çok ciddi siyasal
hastalıklarla zedelenmiş bir tarihtir. Bu tarihle hesaplaşma, bu
tarihte olmayan bazı şeyleri yaratma, bazı şeyleri kesin bir
şekilde değiştirme görevimizin olduğunu, ileri sıçramak için
bu tarihten bir dizi noktada kopma zorunluluğumuzun bulunduğunu
görmek ve kavramak zorundayız… Nitekim şunu rahatlıkla
söyleyebiliriz ki, ‘74-’80 dönemi istisnasız, bellibaşlı
bütün grupların ideolojik/ siyasi yalpalamalarıyla ve örgütsel
parçalanmışlıklarıyla belirlenmiştir. Devrimci harekette
‘anlaşılmaz’ bir şekilde sonsuz bölünmeler ilkesi egemen
olmuştur.” (Adıgeçen dergi, s. 82)
Bu pasajlarda
eleştirilecek pek çok şey olduğu kuşku götürmez. Çok daha
geniş bir tartışmaya konu edilmesi gereken bu noktalara yer
darlığı nedeniyle esas konumuzu ilgilendirdiği ölçüde ve
kısaca değinmekle yetineceğim. Her şeyden önce şunu belirteyim:
1971 devrimci hareketinin, yazarın da Marksist-Leninist bir siyasal
çizgiye sahip olmadıklarını kabul edeceğini umduğum üç ana
örgütünün, yani THKP-C, THKO ve TKP (M-L)’nin devlete, rejime
ve özellikle de düzene, yani kapitalizme karşı “kesin bir
düşmanlık” konumunda durduklarını ileri sürmesinin, kendisi
bakımından bile hiçbir mantıklı ve tutarlı yanı yoktur.
Aralarındaki önemli farklılıklara karşın, hepsi de
devrimci-demokratik bir konumda bulunan bu örgütlerin ufuklarının
emperyalizme, faşizme ve feodal kalıntılara karşı savaşımla
sınırlı olduğu, hatta özellikle THKO’nun durumunda, onun bile
gerisinde kaldığı malumun ilanından başka bir şey değildir.
Ama burada
asıl önemli olan, son yıllarda moda haline gelmekte olan bir
söylenceyi yıkma gereğidir. Evet, 1971 devrimci çıkışının
örnek alınacak ve bugüne taşınacak bir dizi olumlu yanı vardır;
ama bizler her iki devrimci dönem (yani 1971-73 dönemi ve 1974-80
dönemi) arasında soğukkanlı bir analiz temelinde adaletli bir
karşılaştırma yapmak ve asla bir devrimci nostalji atmosferi
yaratmamakla yükümlüyüz. 1971 devrimci çıkışını
idealize edenler nedense, bir bütün olarak o hareketin çok kısa
bir süre içinde, yani 1971-73 yılları arasında egemen sınıfların
devlet aygıtınca vurulan bir kaç darbe sonucunda tümden
çökertildiğini belirtmiyor, bunu anımsatmıyor ve belki de
bilmiyorlar. Oysa, yazar arkadaşımız da içinde olmak üzere
kimsenin beğenmediği 1974 sonrası Türkiye devrimci hareketi, 12
Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında varlığını ve siyasal
etkinliklerini, önemli bir daralmaya karşın ve çok daha yoğun
bir baskı ortamında sürdürmeyi başarabilmiştir. 1971 devrimci
hareketi 1974 sonrasına ciddi bir kadro stoku aktaramazken, 1974-80
devrimci devrimci hareketinin bu konuda çok daha parlak bir sicile
sahip olduğunu kabul etmeliyiz. Bütün bunlara, 1971-73 döneminin
çok daha yumuşak olan cezaevi koşullarına karşın 1980
sonrasında cezaevlerinin birer işkence ve rehabilitasyon merkezi
haline getirilmiş olduğunu, ama buna ve pek çok boyuneğme
örneğine karşın 1974-80 devrimci hareketinin kadrolarının 12
Eylül askeri darbesi sonrasında cezaevlerinde, bugün de sürdürülen
yaygın ve militan bir direniş geleneği yarattıklarını da
eklemeliyiz.
İkincisi;
büyük bir değer taşımasına karşın, komünist ve devrimci
öncülerin devrimci irade, inisiyatif, kararlılık ve
yiğitliklerinin, proletaryanın ve diğer sömürülen ve ezilen ve
sömürülen yığınların savaşımıyla birleştirilemediği
sürece, bunun herhangi bir ülkedeki sınıf savaşımının akışı
üzerinde hiçbir ciddi ve kalıcı etki bırakamayacağını berrak
bir tarzda kavramamız gerektiğini söylemeliyim. Bebeklik aşamasını
geride bırakmış olan Türkiye devrimci hareketinden, bir yanlıştan
(sağ kendiliğindenlik) kurtulmak için, onun tersi olan bir başka
yanlışa (“sol” kendiliğindenlik) saplanmamasını
umabilmeliyiz herhalde. “Sol” oportünist ve maceracı bir kitle
çizgisi izleyen 1971 devrimcilerinin sergilediği devrimci iradenin,
onların kendiliğindenliğe boyun eğmeleriyle çelişmediğinin
görülmesi gerekiyor. Lenin, ekonomizm ile terörizm arasındaki
ortak yanı anlatırken, “Ekonomistler ile bugünün teröristleri
arasında ortak bir kök bulunmaktadır, ve bu, … kendiliğindenliğe
kölece boyuneğiştir. ’Günlük tekdüze mücadeleyi’
vurgulayanlar ile bireylerden en özverili mücadeleyi bekleyenler
arasındaki fark o kadar büyüktür ki, ilk bakışta, bu
söylediklerimiz bir paradoks gibi gözükebilir. Ama bu, bir
paradoks değildir. Ekonomistlerle teröristler kendiliğindenliğin
yalnızca farklı uçlarına boyun eğmektedirler; ekonomistler ‘salt
işçi hareketi’ önünde boyun eğmektedirler, teröristler ise
devrimci mücadele ile işçi sınıfı hareketini birbirini
tamamlayan bir bütün içinde birleştirme yeteneğinden yoksun olan
aydınların tutkulu öfkesinin kendiliğindenliği önünde boyun
eğmektedirler.” (Ne Yapmalı?, 1977, s. 95-96) diyordu.
O dönemi
bilenler, 1971 devrimcilerinin ve onların öncellerinin, 1960’ların
ikinci yarısında yoğunlaşan ve 15-16 Haziran işçi direnişiyle
doruk noktasına çıkan işçi sınıfı hareketi karşısında
kendiliğindenci bir konumda durduklarını, en iyi durumda bu
hareketin peşinden sürüklendiklerini, en kötü durumda ise ona
tümden sırtlarını döndüklerini ve sınıfın, en kör gözlerin
bile görebileceği devrimci potansiyelini -dogmatizmleri ve
subjektivizmleri nedeniyle- kavramadıklarını da
anımsayacaklardır. Dahası, yazarın göstermeye çalıştığının
tersine, 1974-80 dönemi devrimci hareketinin homojen bir karakter
taşımadığı ve bu dönemde de devrimci iradeye vurgu yapan/ öncü
savaşını savunan ve esas itibariyle bireysel terörizm yolunu
izleyen örgütlerin var olduğu unutulmamalı. Bu
dönemde, HDÖ (Halkın Devrimci Öncüleri), MLSPB
(Marksist-Leninist Silahlı Propaganda Birliği), Eylem Birliği,
THKP-C Sempatizanları, Acil, hatta Devrimci Sol, TKP (M-L) gibi
örgütler, 1971 devrimci hareketinin “sol” oportünist ve
yarı-anarşist kitle çizgisini andıran bir yoldan yürüyorlardı.
Ancak, 1971-73 döneminden farklı olarak, 1974-78 döneminde kitle
hareketinin bir yükselme trendi izlemekte olması, bu tip örgütlerin
izlediği kitle çizgisinin yetersizliğini ve kitle hareketi
karşısında bir başka türden kendiliğindenlik anlamına
geldiğini daha berrak bir biçimde gösterecekti.
Üçüncüsü;
eğer 1974-80 devrimci hareketi ve bu arada MLKP’nin öncelleri,
söylendiği kadar ilkel, geri ve olumsuz bir konumda iseler, ölçüsüz
bir biçimde övülen MLKP’nin nereden geldiğini, kimler
tarafından oluşturulduğunu ya da gökten zembille mi indirildiğini
sormak gerekir. Yazarın 1974-80 döneminin “bütün grupların
ideolojik/ siyasi yalpalamalarıyla ve örgütsel
parçalanmışlıklarıyla” belirlendiği konusundaki yakınmasını
MLKP’nin öncellerinin ve komünist hareketin diğer bileşenlerinin
ideolojik ve örgütsel evrimi çerçevesinde ele aldığımızda ne
görüyoruz? Türkiye komünist hareketini oluşturacak olan gruplar
1974 sonrasında yavaş yavaş ve ürkek adımlarla küçük-burjuva
ideolojisinden uzaklaşmaya ve Marksizm-Leninizme yönelmeye
başlamışlardı. 1974
sonrasında THKP-C/ M-L’nin THKP-C’nin ana gövdesinden
ayrılması, THKO içinde THKO çoğunluğuyla THKO Mücadelede
Birlik grubu arasında bir saflaşmanın meydana gelmesi, TKP (M-L)
Hareketi’nin TKP (M-L)’den kopması, yarı-Maoist bir konumda
bulunan bu örgütlerin AEP’nin de yardımıyla 1977’de “Üç
Dünya” teorisine karşı çıkmaları ve 1979-80 dönemecinde
Maoizme karşı kesin bir tutum almaları, 1977’de daha sonraları,
yani 1979’da TİKB’yi kuracak olan grubun THKO’dan kopması
vb., “ideolojik/ siyasi yalpalama ve örgütsel parçalanma”
olarak nitelenip mahkum edilebilir mi? Sözkonusu olanın hangi
doğrultuda bir
“yalpalama” ve ne
türden bir “örgütsel
parçalanma” olduğunu hesaba katmadan böylesi süreçleri peşinen
toptan mahkum etmek, ancak “ilkesiz birlik”çilerin, ne pahasına
olursa olsun birlik isteyenlerin, daha ileri olanın daha geri olana,
yani devrimci-demokratizmin tasfiyeciliğe ve reformizme ve
Marksizm-Leninizmin devrimci-demokratizme başkaldırısını
reddedenlerin işi olabilir. Kafasını “birlikçilik” ve
“birleştiricilik”le bozmuş olan arkadaşımızın bu
“ideolojik/ siyasi yalpalama ve örgütsel parçalanma”nın
Marksist ideolojik ve örgütsel konumlara yakınlaşma anlamında,
yani ileriye doğru bir “ideolojik/ siyasi yalpalama ve örgütsel
parçalanma” olduğunu görememesi, nesnelerin doğası
gereğidir.
Her ne kadar,
bunu yapmamışsa da, aynı mantık ve bakış açısı, onu
kaçınılmaz olarak, ölçüsüz bir biçimde överek göklere
çıkardığı 1971 devrimci
hareketinin doğuşuna da karşı çıkmaya mahkum etmektedir ve
edecektir. Neden? Çünkü, 1971 devrimci hareketinin
bileşenlerinden THKO’yu ve THKP-C’yi oluşturacak olan kadrolar
Mihri Belli revizyonizminin ve TKP (M-L)’yi oluşturacak olan
kadrolar da TİİKP-Aydınlık revizyonizminin ideolojik
hegemonyasından koparak, birincilerle olan örgütsel birliklerini
yıkarak ve devrimci hareketi
bölme suçlamasıyla damgalanmayı göze alarak tarih sahnesine adım
attılar. 1971 devrimci hareketinin oluşumu sırasında
siyasal olarak aktif bir kadro olmuş olması halinde, bu sevgili
arkadaşımızın bilinen anlayışlarıyla böylesi bir bölünmeden
yana olabileceği düşünülebilir mi? Lenin, Rus Sosyal-Demokrat
İşçi Partisi’nin Temmuz 1903’de yapılan İkinci Kongresi’ni
değerlendirdiği bir yazısında şöyle diyordu:
“İleri olanlar gericilere karşı isyan ettiği zaman, isyan
şahane bir şeydir. Devrimci kanat oportünist kanada karşı isyan
ettiği zaman, isyan güzeldir. Oportünist kanat devrimci kanada
karşı isyan ettiği zaman ise, o isyan kötüdür.” (Bir Adım
İleri, İki Adım Geri, Ankara, Sol Yayınları, 1979, s. 257)
Bu kadar net ve yalın!
Yazarın,
1989-91 döneminde “sosyal-demokrasinin solunda yer alan tüm
devrimci, sosyalist, anti-faşist örgütler”in “krizler
yaşa”dıkları, bu krizlerin “ideolojik, siyasi ve
örgütsel yanı olan krizler” olduğu ve bu dönemin “devrimci
hareket içerisinde reformizm-devrimcilik ayrışmasının başladığı
veya kristalize olduğu dönem” (XD, Sayı: 11, s. 85, abç)
olduğu yolundaki saptamaları da gerçeklerle uyuşmamaktadır. Bu
dönemde, yalnızca ülkemizde değil, dünya ölçeğinde, Sovyet
modern revizyonizminin yolundan yürüyen sözde parti ve örgütler
başta gelmek üzere çok sayıda parti ve örgütün ideolojik,
siyasal ve örgütsel bir kriz yaşadığı ve yaşamakta olduğu
doğrudur. Öte yandan, bu dönemde yaşananların, AEP’nin izinden
yürüyen Marksist-Leninist parti ve örgütlerle radikal Maoist
örgütleri de bir ölçüde etkilediği elbette söylenebilir ve
söylenmelidir. Ama, bu kategorideki parti ve örgütler sözkonusu
gelişmelerden daha ya da çok daha az ve dolaylı bir biçimde
etkilenmişlerdir. Türkiye’deki sınıf savaşımının
gereksinimlerine yanıt veremeyen ve reformizme doğru evrimini
tamamlayan TDKP’nin kendi
pratiğinden kaynaklanan yozlaşması bir yana bırakılırsa,
MLKP’nin ve Türkiye komünist hareketini oluşturan diğer
örgütlerin “ideolojik, siyasi ve örgütsel yanı olan krizler”
yaşadıkları savı yanlıştır. Bu, sav, yazarın, gerçekleri
çarpıtmak pahasına, tüm
devrimci parti ve örgütlerin aynı sorunlarla karşı karşıya
bulundukları, dolayısıyla “yeni bir tarz” oluşturmaları ve
giderek tek bir devrimci-demokratik örgütün çatısı altında
erimeleri gerektiği yolundaki yarı-bilinçli görüşünü
kanıtlama ve gizlice sokuşturma çabasının bir ürünüdür.
Bunu
söylerken, kuşkusuz MLKP’nin ve Türkiye komünist hareketinin
diğer bileşenlerinin işçi sınıfı hareketiyle birleşmek, kendi
ideolojik birliklerini derinleştirmek, adına layık ve bütün
savaşım ve örgüt biçimlerini kullanmakta ustalaşmış militan
bir komünist partisi yaratmak, Türkiye devriminin bir dizi
stratejik sorununu iddialarına yakışır düzeyde çözmek gibi bir
dizi devsel boyutta görevleri olduğunu unutmuyorum. Tam tersine
onların, bu görevlerini yerine getirmelerini zorlaştıran -ve
küçük-burjuva devrimciliğinden bütünüyle kopamamış olmaktan
kaynaklanan- önemli, hatta yer yer çok önemli sorun ve zaafları
bulunduğunu asla gözardı etmiyor, dahası bu sorun ve zaafların
aşılmaması halinde devrimci gelenekleri görece zayıf olan
Türkiye işçi sınıfıyla bağları aşırı ölçüde sınırlı
olan ve Marksist-Leninist ideolojik-siyasal formasyonu yeterince
gelişmemiş bulunan komünist
hareketimizin geriye, küçük-burjuva devrimciliğine doğru
evrileceğinden duyduğum kaygıyı dile getiriyorum.
Yeni bir olgu
olduğu hiçbir biçimde söylenemeyecek olan reformizmle devrimcilik
arasındaki ayrışmaya gelince, onun, -TKP’nin geleneksel ve
yapısal reformizmini saymazsak- devrimci hareketin uzun bir aradan
sonra yeniden canlanmaya başladığı 1960’ların ortalarından bu
yana gündemde olduğu biliniyor. 1960’larda TİP ve onun
fraksiyonları, 1970’lerde TİP, TKP, TSİP, TİKP, TEP vb.
örgütlerle simgelenen reformizm cephesi, 12 Eylül askeri-faşist
darbesinin ve ardından revizyonist/ sosyal-emperyalist blokun
çöküşüyle genişlemiş, bu cephe 1980’lerin ikinci yarısından
ve 1990’ların başlarından bu yana Devrimci Yol, TKKKÖ, TKEP ve
en son TDKP’nin katılımıyla daha da genişlemiştir. Ve
eleştiregeldiğimiz bu yazıdan görünen o
ki, reformizm, Türkiye komünist ve radikal devrimci hareketinin
saflarında da bir dizi gizli sempatizana sahip bulunuyor.
VII
Yazar bir
yerde, haklı olarak şunları söylüyor: “Biz,
Türkiyeli komünistler ve devrimciler şunu anlamak zorundayız ki,
politikanın bütün sorunları sadece ve yalnızca kuvvetle
çözülür.” (Adıgeçen dergi, s. 82) O daha ilerde taktiğin
çoğunlukla dergi sayfalarında yazı yazmak olarak algılandığını
söyledikten sonra sözlerini şöyle sürdürüyor: “Eğer sizin
arkanızda yönetebileceğiniz kuvvetleriniz yoksa, taktik adına
söyleyecekleriniz bütünüyle laftan ibaret kalmaya mahkumdur…
Böylesine bir kuvvet zayıflığının, savaşımda bizi savaş
meydanının dışında bıraktığını ve bu kuvvet zayıflığıyla
hiçbir devrimci örgütün ve devrimci hareketin bir yere
varamayacağını… belirtmeliyiz.” (Adıgeçen dergi, s. 84)
Daha aşağıda ise şu satırları okuyoruz: “Siz iktidar için
mücadele ediyorsanız, arkanızda bu mücadelede bir ağırlığı,
bir hükmü olan kuvvetler olması gerekir. Ve eğer birleştirici
değilseniz,… iktidar mücadelesinden ne kadar bahsederseniz
bahsedin, gerçekte hiçbir zaman iktidarı fethedecek kuvvetleri
biraraya getirme yeteneği gösteremeyeceksiniz demektir.”
(Adıgeçen dergi, s. 96) Yazar aynı bölümde şunları da
söylüyor: “Ve burada geliştirilen partinin yönünü ve
geleceğini ifade eden şiar ‘Öncü
Partiden Önder Partiye’dir. Açık olarak görüldüğü gibi
öncülükle önderliği bir ve aynı şey olarak görmüyoruz…
Öncü parti bize göre her şeyden önce kavga içerisinde
durduğumuz yeri, nerede konumlandığımızı, hangi mevzide savaş
siperine yattığımızı ifade eder… “İkinci
olarak, önderlikten bahsettiğiniz zaman… sizi izleyen kitleler
gerekir.” (Adıgeçen dergi, s. 92-93)
Türkiye
komünist ve devrimci hareketinin durumunu ve sorunlarını tartışan
ve bu hareketin içinde bulunduğu tıkanmayı, yalıtılmışlığı
ve güçsüzlüğü aşması için neler yapılması gerektiğini
araştıran böylesi bir yazı, işte tam da bu sorunun, yani
“yönetebileceğimiz kuvvetlere” nasıl sahip olabileceğimiz,
onları nasıl meydana getirebileceğimiz sorusunun yanıtını
bulmaya çalışmalıydı. Ne yazık ki,
ne idüğü belirsiz bir “yeni tarz”dan sözedip duran yazarın
diriliş reçetesinde, yanlış anlaşılmış ve ileri sınıfın
eyleminden kopuk bir devrimci irade vurgusunun, herkese kucak açan
pragmatist bir ilkesiz birlikçiliğin, teorik bulanıklığın ve
sosyalizm perspektifinden yoksunluğun ötesinde bir şey
göremiyoruz. Öyle ki, yazar haklı olarak eleştirdiği
önemli bir hatanın bugün de devam ettiğini, yani MLKP’nin,
taktiğini proleter ve yarı-proleter yığınlarının gerçek
durumuna ve onların eylemlilik düzeyine bakarak, değil de, daha
çok öncünün durumuna göre saptamaya çalıştığını, onun
hala (hala!) bu objektif verileri dikkate almaksızın dergi
sayfalarında yazarak taktik oluşturmaya çabaladığını atlamış
ya da görememiştir. Gerçek duruma gözlerini kapamayan ve
subjektif değerlendirmelerle kendinden geçmeyen herkes, komünist
basının sayfalarında çizilen
stratejik ve taktiksel planlarla, komünist hareketin proleter ve
yarı-proleter yığınlarla bağlarının ve onlar üzerindeki
siyasal-örgütsel etkisinin düzeyi arasında, neredeyse bir uçurum
olduğunu görmekte zorlanmayacaktır. 1928 yılında kaleme
alınan Komünist Enternasyonal programında komünist hareketin
strateji ve taktiğinin temel hedefleri açıklanırken,
“Kadın
proleterler ve işçi gençliği dahil, kendi
sınıfının çoğunluğunu kazanmak. Buna erişmek için,
proletaryanın büyük kitle örgütlerinde (şuralar, sendikalar,
işyeri meclisleri, kooperatifler, spor ve kültür örgütleri, vb.)
Komünist Partisinin belirleyici etkisinin sağlanması gereklidir.
Proletarya çoğunluğunun kazanılması açısından, sendikaların,
proletaryanın günlük mücadelesiyle sıkı bir bağlantı içinde
bulunan bu geniş kapsamlı kitle örgütlerinin kazanılması için
yürütülecek sistemli çalışmanın özellikle büyük önemi
vardır.” (“Komünist Enternasyonal Programı”, III.
Enternasyonal, 1919-1943, Belgeler, İstanbul, Belge Yayınları,
s. 188) deniyor ve daha ilerde şunlar söyleniyordu:
“Komünist Partisi taktik çizgisini saptarken, mevcut iç
ve dış durumu, sınıf güçlerinin karşılıklı oranını,
burjuvazinin sağlamlık ve güçlülük derecesini, proletaryanın
mücadeleye hazır olma düzeyini, orta tabakaların tutumunu, vb.
hesaba katar.” (Adıgeçen kitap, s. 190) Ne var ki, yazarın “yeni
bir tarz” yarattığını döne döne vurguladığı MLKP,
strateji ve taktiğini gerçekten de Komünist Enternasyonal
programında ortaya konan bu temeller üzerinde kurmamış,
kuramamıştır. Daha da önemlisi o, eleştirmekte olduğumuz
yazının içeriğinin de tanıklık ettiği gibi, bu konuda net,
tutarlı ve ikircimsiz bir bakış açısı ve doğrultuya da sahip
değildir. Eğer biz, Türkiye ve Kürdistan siyaset sahnesinde
gerçek bir güç olacaksak, mutlaka ve ne pahasına olursa olsun
işçi sınıfı içinde ciddi ve sökülmez bir tarzda mevzilenmeli,
sınıfın ileri öğelerini ve doğal önderlerini komünizm ruhuyla
eğitmeli ve onları komünist hareketin saflarında örgütlemeliyiz.
Eğer biz, gerçekten de ileri sınıfın partisi olacak, Türkiye ve
Kürdistan’da demokrasi ve sosyalizm kavgasını zaferle
taçlandıracaksak, “yönetebileceğimiz kuvvetlere” nasıl sahip
olabileceğimiz sorusunun yanıtını, teorik planda işte böyle
koymalı ve pratik planında da çözmeli, en azından çözmeye
başlamalıyız. İşçi
sınıfıyla ve onun kitle örgütleriyle bağları ve sınıfın
ekonomik ve siyasal savaşımı üzerindeki etkisi acınacak düzeyde
olan MLKP’nin “yeni tarz”a ilişkin söylem ve iddiası,
ancak o zaman bir anlam taşımaya, dost devrimci örgütler ve
proletaryanın ve diğer ezilen ve sömürülen sınıfların ileri
ve siyasal bakımdan bilinçlenmiş öncü öğeleri ancak o zaman
bize güven duymaya ve peşimizden yürümeye başlayacaklardır.
Demek ki,
amacına ulaşabilmesi için yazarın, her Marksistin mutlaka yapması
gerektiği gibi, kafasının içinde oluşturduğu yapıntılardan
değil, gerçek durumun doğru ve sağlam bir analizinden yola
çıkması gerekmektedir. O, Türkiye toplumu ve devrimini tarihsel
bir bağlam içinde değerlendirmeye, Türkiye komünist ve devrimci
hareketinin tarihsel evriminin özgül niteliklerini incelemeye,
günümüz Türkiyesi’nde işçi sınıfı başta gelmek üzere
ezilen ve sömürülen kitleleri devrimcileştirmek ve komünist
harekete yakınlaştırmak için nasıl bir yol izlenmesi gerektiği
üzerinde kafa yormaya ve öncelikle komünist okurlarını ve
dinleyicilerini de bütün bunları yapmaya çağırmalı ve
özendirmeliydi. Ama o, bunları yapmaya girişeceği yerde, “Öncü
Partiden Önder Partiye” türünden anlamsız sloganlar üzerinde
gevezelik yapmakta ve her ne demekse “öncülükle önderliği bir
ve aynı şey olarak” görmediğini (!) ileri sürmektedir. Ona
göre, “mücadelenin en ileri saflarında mevzilenme”yi
başardığınız takdirde “öncü parti” nitelemesini hak
etmektesiniz; yani arkanızda proletaryanın ileri kesimi olmadan da
“öncü parti” olabileceğiniz gibi, sizi destekleyen sınıf ve
katmanların hangileri olduğu da herhangi bir önem taşımamaktadır.
(Yazar, komünist partisinin proletaryanın öncü müfrezesi olduğu
yolundaki Marksist önermeyi unutmuştur!) Hatta, “öncü parti”
olabilmeniz için arkanızda herhangi bir kitle desteğinin olmasına
da gerek yoktur; çünkü sizi izleyen kitleler varsa, artık “öncü
parti” olmaktan çıkmış ve “önder parti” olmaya
ilerlemişsiniz (!) demektir: “önderlikten bahsettiğiniz zaman
sizi izleyen kitleler gerekir.” (XD, Sayı: 11, s. 92-93)
Herhalde, bütün bu kafa karışıklığının ve bir tümcesi
diğerini çürüten akıl yürütmelerin, komünist hareketin yolunu
aydınlattığı ileri sürülemeyecektir. Öğütleriyle Türkiye
komünist ve devrimci hareketine yol göstermeye ve onu eğitmeye
çalışan yazarın geri, ilkel ve oportünist konumu bize, bilimsel
sosyalizmin kurucusu Marks’ın “Feurbach Üzerine Tezler”indeki
şu deyişini anımsatıyor: “Koşulların
değiştirilmesine ve eğitime ilişkin materyalist doktrin,
koşulların insanlar tarafından değiştirildiğini ve eğitmenlerin
kendilerinin de eğitilmesi gerektiğini unutmaktadır.” (Derleyen
T. B. Bottomore and Maximilien Rubel, Karl Marx, Selected
Writings in Sociology and Social Philosophy, Middlesex, Penguin
Books, 1979, s.
82-83)
SONSÖZ
İnsanların
ya da partilerin, yaptıklarını ileri sürdükleri ya da sandıkları
şeyin tam tersini yapıyor olmaları gerek günlük yaşamda,
gerekse siyasette hiç de seyrek rastlanan bir şey değildir.
Söylemle eylemin birbiriyle uyumsuz, hatta birbirine taban tabana
karşıt bir konumda bulunmasının bilinçli bir kararın ya da
seçimin sonucu olup olmadığının ise, gerçek yaşamda ve siyasal
savaşımda, genellikle pek az önemi vardır. Bu bağlamda, haklı
olarak, cehenneme giden yolun iyi niyet taşlarıyla döşendiği
söylenmiştir. Eleştiregeldiğim yazar arkadaşımızın da, tüm
komünist ve devrimci güçlerin emperyalizme, faşizme ve gericiliğe
karşı sağlam ve sarsılmaz birliğinin sağlanması ve bu yolla
devrimin zaferinin yakınlaştırılması, hatta sosyalizmin
kurulması gibi son derece soylu motiflerle hareket ettiğinden kuşku
duymamız için görünürde herhangi bir neden yok. Ama bu, tek
başına hiçbir değer taşımaz. Birilerinin birlik için avazının
çıktığı kadar haykırması ve birlikten yana olduğuna her gün
yemin billah etmesi, sözkonusu kişinin ya da kollektifin gerçekten
de ilkeli ve devrimci bir birlikten yana olduğunun göstergesi
olmadığı gibi, onun eyleminin içeriğinin, birliğin güçlenmesine
hizmet ettiği anlamına da gelmez. Böylesi bir söylemi
benimsemesi, onun değerlendirme ve önerilerinin, pratikte gerek
özel olarak komünistlerin birliği ve gerekse genel olarak
devrimci, anti-emperyalist ve anti-faşist güçlerin birliği davası
açısından zararlı ve olumsuz bir rol oynamasına asla engel
değildir. Ne yazık ki, sivil toplumcuların, Trotskistlerin,
Aydınlıkçıların vb., özellikle 1989-90 yıllarından sonra
komünist harekete ve radikal devrimci demokrasiye karşı yönelttiği
sözde eleştirilerin büyük ölçüde etkisi altında kaleme
alınmış olan bu yazının da ne özel olarak komünistlerin
birliğine, ne de genel olarak devrimci, anti-emperyalist ve
anti-faşist güçlerin birliğine herhangi bir katkı sağlayacağı
söylenebilir. (4) Ben,
Marksizm-Leninizmin değil, oportünizmin damgasını vurduğu bu
yazının, açık seçik bir biçimde mahkum edilmesini, ilkesiz,
pragmatist ve belkemiksiz içerik ve biçimi gözönüne alınarak
onun, özellikle genç komünistlerin ideolojik-siyasal eğitimi için
“olumsuz anlamda bir malzeme” olarak kullanılmasını, XD
Yazı Kurulunun yaşanan bu acı deneyimden öğrenmesini ve bu
yazının Lenin’in oportünizm için söylediği aşağıdaki
sözlere tipik bir örnek oluşturduğunun kavranmasını
umuyorum: “Oportünizmle savaştan sözederken,
bugünkü oportünizmin her alanda gösterdiği karakteristik bir
özelliğini, yani bulanıklığını, şekilsizliğini
(amorphousness), kaypaklığını hiç akıldan
çıkarmamalıyız. Oportünist kişi, yapısı gereği, her zaman
açık ve kararlı bir tutum takınmaktan kaçınacaktır; her zaman
orta yolu arayacaktır; her zaman birbirine karşıt görüşler
arasında bir yılan gibi kıvır-kıvır gidip gelecek, her ikisiyle
‘görüş birliği’ içinde olmaya ve fikir ayrılıklarını
küçük değişikliklere, kuşkulara, masum ve dindarca öğütlere,
vb. indirgemeye çalışacaktır.” (Bir Adım İleri, İki
Adım Geri, 1979, s. 253-54) Özgüvenden, iktidar ruhundan ve
proleter-devrimci cesaretten yoksun olan bu yazının yazılmış,
başka devrimci örgütlerin temsilcilerinin önünde okunmuş ve
daha da kötüsü yayımlanmış
olması, herhalde ilerde komünist hareketin tarihine bir başka
skandal olarak geçecektir. Tabii, onu anımsayanlar olduğu
takdirde. Özü, proletaryanın bilimsel dünya görüşünden yoksun
ve ne idüğü belirsiz bir birlik tellallığı olan bu yazının
başka devrimci örgütlerden muhatapları (dinleyici ve okurları)
üzerindeki etkisi, herhalde, onların dudaklarında alaycı ve
küçümseyici bir gülümsemeye yol açmaktan ibaret kalmıştır.
Eleştirimi,
Lenin’in oportünist birlik anlayışının savunucularına karşı
onyıllar önce söylediği ve “emin olun ki”, yalnızca
1910’ların Rusyası için geçerli olmakla kalmayan ve tazeliğini
bugün de koruyan ve korumaya devam edecek olan şu sözleriyle
noktalayacağım: “Liberal işçi politikacılarıyla, işçi
sınıfı hareketinin yıkıcılarıyla, çoğunluğun iradesini
tanımayanlarla, federal ya da başka türden hiçbir birlik olamaz.
Bütün tutarlı Marksistler arasında, Marksist yapının
bütünlüğünü ve onun budanmamış sloganlarını savunanlar
arasında, tasfiyecilerden bağımsız ve onları dıştalayan bir
birlik olabilir ve olmalıdır. “Birlik büyük
bir şey ve büyük bir slogandır. Fakat işçilerin davasının
gereksindiği Marksistlerin birliğidir; Marksistlerle
Marksizmin düşmanları ve çarpıtıcıları arasında birlik
değil.” (“Unity”, Collected Works, Cilt 20, Moskova,
Foreign Languages Publishing House, 1972, s.
232)
DİPNOTLAR(1)
İkinci Dünya Savaşından sonra, genel olarak dünyada ve özel
olarak Doğu Avrupa’da güç dengesinin büyük ölçüde devrimci
proletaryadan ve sosyalizmden yana değiştiği koşullar altında,
bir dizi Doğu Avrupa ülkesinde varolan komünist partileriyle
faşizme karşı savaşım veren bazı küçük-burjuva oportünist
ve revizyonist partiler tek bir parti çatısı altında
birleştirilmiş, Halk Demokrasisi rejimlerini yönetecek olan
birleşik partiler (Almanya Sosyalist Birlik Partisi, Polonya
Birleşik İşçi Partisi, Romanya İşçi Partisi, Macaristan Emekçi
Halk Partisi vb.) oluşturulmuştu.
Ancak, bu ilkesiz birleşme, oluşan ve oportünizmle
sakatlanmış olan birleşik partilerin zamanla daha da
gerilemelerine, çürümelerine ve dolayısıyla sözkonusu ülkelerde
revizyonizmin zaferine yolaçtı.
Enver Hoca bu gelişmeyi şöyle açıklıyordu: “Daha
sonra, Polonya, Almanya, Çekoslovakya, Macaristan ve diğer
ülkelerin partilerinde komünist, sosyalist ve sosyal-demokrat
partiler arasında örgütsel, siyasal ve ideolojik bir birlik
sağlandı. Böylece, dışarda, cephenin içinde kalması gerekirken
sosyal-demokratik sinekkurdu partinin içine sokulmuş oldu. Şarap
sulandırıldı ve şimdi de sirkeye dönüşmüş bulunuyor.
Stalin’in sağlığında Cyrankiewicz, Otto Grotewohl,
Fierlinger’in sosyal-demokrat partileri göze batmamaya dikkat
ettiler, fakat yapabildikleri ölçüde partiyi çürütmeye,
demoralize etmeye, becerebildikleri ölçüde önemli mevkiler ele
geçirmeye yönelik çalışmalarını partinin içinde
sürdürüyorlardı. ” (“Revizyonist Ülkelerdeki İşçi Sınıfı
Savaş Alanına İnmeli ve Proletarya Diktatörlüğünü Yeniden
Kurmalıdır”, Leninist Parti ve Kadrolar, İstanbul, Sun
Yayıncılık, 1990, s. 83)(2) Stalin, Lenin’in önderliğindeki
Bolşeviklerin, emperyalizm ve proleter devrimleri çağının
gerektirdiği yeni tipte proleter partisi anlayışının oluşum
sürecini ortaya koyarken, İkinci Enternasyonal oportünistlerinin,
Birinci Emperyalist Savaşın patlak vermesinin ardından burjuvaziye
karşı herhangi bir ciddi devrimci direniş örgütlemeye olanak
bırakmayan parti anlayışı ve pratiğini şöyle sergiliyordu: “Bu
partiler, Marksist ve oportünist unsurların, devrimin dostları ve
düşmanlarının, Parti ilkesini destekleyenlerle ona karşı
olanların bir karışımı, bir çorbasıydı. Marksist, devrimci ve
Parti ilkesinden yana olan unsurlar zamanla ideolojik yönden
oportünist unsurlarla uzlaşıyor ve sonuç olarak onlara boyun
eğiyorlardı. Oportünistlerle, devrim hainleriyle uzlaşma ne
uğruna?-diye sordu Bolşevikler, Batı Avrupa Sosyal-Demokratlarına.
Onlarsa, ‘Parti içerisinde barış’ uğruna, ‘birlik’ uğruna
diye cevap veriyorlardı. Kiminle birlik, oportünistlerle mi? Evet,
diye cevap veriyorlardı, oportünistler. Böyle partilerin devrimci
partiler olamayacakları apaçık ortadaydı.” (SBKP (Bolşevik)
Tarihi, 1975, s. 176)
Daha sonra,
Almanya Bağımsız Sosyal-Demokrat Partisi’nin proleter sol
kanadıyla birleşerek Almanya Komünist Partisi adını alacak olan
Spartaküs Birliği’nin kurucu ve önderlerinden Rosa Luxemburg
ise, 1916 ilkbaharında kaleme aldığı bir broşürde İkinci
Enternasyonal oportünistlerinin ve onların başını çeken Alman
Sosyal-Demokrat Partisi’nin oportünist birlik anlayışını aynı
biçimde eleştirirken, “Yoldaşlar! Güç
sağlayacağı gerekçesiyle birlikten dem vuran eski boş sözlere
kapılmayın. Scheidemann ve Ebert’in parti yönetimi de artık bu
sloganı diline dolamağa başlamıştır. Elbette birlikten güç
doğar-ama bu birlik, örgüt içinde birbiriyle çatışan
unsurların dışa karşı mekanik şekilde biraraya toplanması
değil, örgüt içindeki sağlam bir ortak inanışa dayanan bir
birlik olmalıdır. Güçlülük sayılarda değil, ruhumuzda,
açıklıkta ve bizleri canlandıran eylem gücünde yatmaktadır.
Kendimizi güçlü sanırken, savaş öncesinde aldığımız dört
milyon oyla böbürlenip dururken, daha ilk sınavda, gücümüz
iskambil kağıtlarıyla kurulan bir ev gibi nasıl da yıkılıverdi!
Burada da uğradığımız hayal kırıklığından ders çıkarmak
zorundayız.” (“Yol Ayrımında”, Spartakistler Ne İstiyor?,
İstanbul, Belge Yayınları, 1979, s. 107) demişti. İkinci
Enternasyonal oportünistlerinin Marksistlerle Marksizmin
düşmanlarını birarada barındıran ve sonuçta birincilerin
ikincilere boyun eğmesini kaçınılmaz kılan bu sözde proleter
partisi anlayışı, bazı nüanslarla tüm oportünist ve
revizyonist eğilimlerin sözde proleter partisi anlayışlarıyla
çakışmaktadır. Proletaryanın içinde bir çok fraksiyon olduğu
düşüncesinden hareketle, proleter partisinde de farklı
fraksiyonlar olabileceğini savunan Trotski’nin, toplumdaki
proletarya-burjuvazi çelişmesinin komünist hareket içine zorunlu
olarak yansıyacağını ileri süren Mao Zedung’un ve diğerlerinin
anti-Leninist proleter partisi anlayışları, İkinci Enternasyonal
oportünistlerininkinden farksızdır. Geçerken, yazarın
kendisinden “öğreneceğimiz sayısız şeyler” olduğunu ileri
sürdüğü ve “seçkin bir devrimci” (XD, Sayı: 11, s.
87) olarak nitelediği Mao Zedung’a ilişkin değerlendirmesinin de
asla rastlansal olmadığını belirtmeliyim.
Ama daha da tutarlı olmak istiyorsa, bu öğretmen listesini
Kautsky, Zinovyev, Buharin, Trotski, Tito gibi adlarla
“zenginleştirmesi” gerekeceğini anımsatmak isterim. Eğer
frenlere basmayı başaramazsa, bunu yapmaktan kendisini hiçbir güç
alıkoyamayacaktır. (3) Birlik sorununa yazar
arkadaşımız gibi yaklaşanların, dünya komünist ve devrimci
hareketinin birliği sorununu da “birleştirici bir görüş
açısı”yla, yani “ilkesiz birlik” anlayışıyla ele
alacaklarını kestirmek hiç de güç olmasa gerek. Dolayısıyla,
yazarın eleştirmekte olduğumuz
yazısına damgasını vuran oportünist birlikçiliğin, “Yeni
Komünist Enternasyonal” vb. olaylarda kendini açığa vurmuş
olması asla rastlantı olmayıp, MLKP önderliğinin çizgisini
karakterize etmeye başlayan ortayolculuğun doğal yansımasından
başka bir şey değildir. Çeşitli örneklerden de
görülebileceği gibi, kaynağında küçük-burjuva pragmatizminin
yattığı bu anlayış, girilen uluslararası ilişkilerde ve
düzenlenen uluslararası konferanslarda kendini göstermeye devam
etmekte, Partiyi reformistlerle, revizyonistlerle, devrim
kaçaklarıyla, naylon örgütlerle ve hatta gerici ulusalcı
örgütlerle aynı platformları paylaşmaya mahkum etmektedir.(4)
Doğu Perinçek, Rafet Ballı’nın 1988 sonunda kendisiyle
yaptığı röportajda şunları söylüyordu: “Eski parçalanma
sürecinin yerini birleşme süreci alıyor. Sosyalist sol yeniden
harmanlanıyor. Bütün sosyalist kümelenmeler, reformcu ve devrimci
kanatlara bölünüyor.” (Sosyalist Sol Konuşuyor,
İstanbul, Cem Yayınevi, 1989, s. 33-34) Aynı kitapta, siyasal
spektrumun “karşı” ucunda yer alan ve TKP Merkez Komitesi ve
Politbüro üyeliği yapmış olan
Veysi Sarısözen’le yapılmış bir röportaj da yer
alıyordu. Bu bayın, Doğu Perinçek’inki ile aşağı yukarı
çakışan analizi ise şöyleydi: “Çünkü böylece biz, egemen
güçlerin en doğru, en parlak programlardan değil, Marksist solun
birliğinden korktuğunu, deneyleriyle, böyle bir birlik halindeki
solun gerçekten de ülke koşullarına en uygun, verimli bir program
ve politika ile ortaya çıkacağını çok iyi kavradığını
anlayabiliriz. Bu tespit, bize dogmatik, şematik görüşlerle sözde
‘ideolojik savaş’ vermek yerine, Marksist solun birliği için
çalışmanın en temel ödev olduğunu göstermektedir.” (Adıgeçen
kitap, s. 213-14) Evet, anlaşılan herkes “birlik”ten yana ve
“ilkesiz ayrılıkçılık”a ve sidik yarıştırmaya karşı!
*https://turkishmarxist.wordpress.com/1997/08/12/birlik-ve-birlik/