ÖN
AÇIKLAMA
''Revizyonist
Enternasyonal'e Doğru Mu?''
başlıklı yazı 1995
tarihinde
Proleter
Doğrultu
dergisinde yayınlandı.
Bu yazı, kopuştan sonra, Garbis tarafından kendi sitesinde de
(Turkishmarxist
)
yayınlanmıştı. Bu belge, Enternasyonal Büro tarafından,
''Belçika
Emek Partisi (PTB)'nin Brüksel'de düzenlemiş olduğu toplantıya
katılan MLKP-K temsilcilerinin toplantı
içeriğine ilişkin olarak hazırlayıp dağıttıkları broşürün
çevirisidir.'' Yazıyı
hazırlama görevi Garbis'e verilmişti. Hazırlanan yazı kollektif
denetimden sonra söz konusu platforma sunulmuştu.
Yazıyı
bloğumuzda yayınlıyoruz. Yazı, uluslararası revizyonizmi
eleştirirken, kendini Marksist-Leninist gören akımları
Marksist-Leninist kabul eden ve eski ideolojik ayrımların
önemsizleştiğini ileri süren, dolayısıyla yeni bir komünist
enternasyonal kurmak için birlikte hareket etmek gerektiğini
savunan ''20 Nisan 1992 tarihli “Pyongyang Deklarasyonu”, PTB
(Belçika Emek Partisi)’nin 2 Mayıs 1993 tarihli “Uluslararası
Komünist Hareketin Birliği İçin Yedi Öneri”si ve 3 Mayıs 1994
tarihli “Uluslararası Komünist Hareketin Birliği İçin
Öneriler” başlıklı) tasfiyeci belgelerin eleştirisini
içermektedir.
Bu
revizyonist düşünceler özellikle de kapitalist/revizyonist sistem
ve kampın dağılışından sonra giderek popüler hale geldi.
Marksizm-Leninizm'le her türden oportünizm ve revizyonizmi
birleştirme teori ve pratiği kuşkusuz ki Marksizm-Leninizm'in,
komünist çizginin red ve inkarı temelinde yükselmektedir.
Kendisini Marksist, Marksist-Leninist ilan eden parti ve çevreleri
komünist görme; değişik renklerden oluşan bu akımları
Marksizm'in değişik mezhepleri olarak değerlendirme çizgisi
devrimci proletaryayı uluslararası sermayenin uzantısı haline
getirme çizgisinden başka bir şey değildir. 20. asrın ideolojik
ayrılıklarının önemini yitirdiği, ideolojik ve programatik
çerçevesinin aşıldığı, ''Marksizm tabanı'' üzerinde bulunan
akımlarla tek parti çatısı altında birleşmek gerektiği vb.
analizleri söz konusu tasfiyeci akımın karakteristik
nitelikleridir.
Bu
perspektifin teori ve pratiği tasfiyeci ve inkarcı karakterdedir.
Uluslararası Komünist Hareket'in, Ekim Devrimi'nin, III.
Enternasyonal'in, Marksizm-Leninizm'in mücadelesinin her düzeyde
yadsınması ve yerine, tasfiyeciliğin, eklektisizmin, revizyonizmin
geçirilmesi teori ve pratiğidir. Titoizm'e, Kruşçevcilikde
somutlaşan Sovyet modern revizyonizmine, SSCB'de ve sosyalist bloğda
kapitalizmin restorasyonuna, Avrupa komünizmine, Çin modern
revizyonizmine karşı verilen mücadelenin yadsınmasıdır.
80-90'lar
sonrasının yenilgi ve gericilik dönemi, küresel arenada atağa
kalkan tasfiyeci oportünist dalganın kaynağını oluşturmaktaydı.
Postmodernizm ve onun bir versiyonu olan postMarksizm söz konusu
tasfiyeci oportünist dalganın görünümleriydi. Bugün, dünya
devrim dalgasının canlanmasıyla bu akım gerilemekle birlikte hala
en gerici etkili tasfiyeci dalgayı oluşturmaktadır. Ayrıca
hatırlatmak bile gereksizdir ki, burjuva ve küçük burjuva
ideolojik saldırılar herbir dönemin koşullarına kendisini
uyarlama yeteneğine sahiptir...
12
Eylül askeri faşist darbesinin açtığı yenilgi ve tasfiyecilik
yılları, daha sonra 89-91 süreciyle birleşerek Türkiye devrimci
hareketinde de kapsamlı ve derin yıkımlara yol açtı. DEV-YOL,
Kurtuluş, TDKP, TKEP vb. yapıların tasfiyeci reformizmde
konaklaması iç ve uluslararası tasfiyeci rüzgarların somut
ürünüydü. Türkiye devrimci-demokratik ve komünist hareketini
değişik düzey ve derinlikte güçlü bir şekilde etkilemeye devam
eden postMarksist zihniye(tler)in etkisinin görülebilmesi için
''Revizyonist
Enternasyonal'e Doğru Mu?'' başlıklı belge bir kaynak
oluşturmaktadır.
Proletaryanın
yerine ezilenlerin, Marksizm-Leninizm'in yerine postMarksizmin,
ezilenlerin Marksizminin geçirilmesinin bir yanı
devrimci-demokrasinin tarihsel ve politik gerçeğiyle, onun etki
gücüyle ilişkilidir. Öte yandan, özel olarak vurgulamak gerekir
ki, 80-90'lar kesitinde ortaya çıkan yenilginin (emperyalist
küreselleşme + bilimsel teknolojik devrim + küresel alanda ortaya
çıkan yeni güç dengeleri + teorinin geliştirilmesi gereksinim ve
değişmelerinin etkileri de içinde olmak üzere) ürünü olan
tasfiyecilikle, postMarksizm arasında daha özel içsel bir bağ
vardır...
Uluslararası
ideolojik merkezlerin dağıldığı, eski ideolojik ayrılıkların
önemsizleştiği ve aşıldığı; kendine Marksist, komünist vs.
diyenlerin komünist olduğu, gerek coğrafyamızda gerekse de
uluslararası alanda birleşmek gerektiği zihniyeti ezilenlerin
birliği, ezilenleri temel alma, Ezilenlerin Marksizmini savunmaya
götürmekte ya da tersinden bir birlik içinde kendini ortaya
koymaktadır. Oportünizmin, revizyonizmin, reformizmin, kısmi,
yerel ya da salt ulusal çapta ortaya çıkan bir olgu olmadığını,
onun/bu akımların uluslararası bir akım olduğunu kavrayan
komünistler için bu bakış açısı ve analizin tasfiyeci
postMarksist karakteri anlaşılırdır. Kuşkusuz ki söz konusu
akımların ortaya çıkışı ve gelişiminde herbir ülkenin somut
tarihsel koşullarının rolünü kavrayamamak da Marksizm-Leninizm
ile bağdaşmaz. Bu olgu, teori tarafından aydınlatılmış,
tarihsel deneyim tarafından da doğrulanmıştır.
Bu
düşüncelerin komünist hareket içerisinde görünür ya da
görünmez biçimlerde ortaya çıkıp gelişmesinin rastlantısal
olmadığı açıktır. Birlik Devrimi ile ilkeli bir tarzda kendini
ortaya koyan komünist hareketin daha sonraki süreçte bu tür
düşüncelerden kapsamlı etkilenmesi, kimi eğilimler tarafından
derinlemesine bir şekilde savunulması tasfiyeci oportünizmin
etkisini göstermektedir. İdeolojik uzlaşmanın, ideolojik
tavizlerin, eklektisizmin eğer ideolojik olarak hesaplaşılmazsa,
eni-sonu, her komünist partiyi tasfiyecilik ve revizyonizm batağında
boğması kaçınılmazdır. Tarih buna tanıktır.
''REVİZYONİST BİR ENTERNASYONALE DOĞRU MU? Nisan
1995
Burada temsil edilen partiler ve örgütler,
uluslararası komünist hareketin kurulması ya da yeniden kurulması
konusunda düşünce birliğine varmaya ve birleşmeye çağrılmakta
ve onlardan böyle davranmaları beklenmektedir. Bu projenin
temelleri; 20 Nisan 1992 tarihli “Pyongyang Deklarasyonu”, PTB
(Belçika Emek Partisi)’nin 2 Mayıs 1993 tarihli “Uluslararası
Komünist Hareketin Birliği İçin Yedi Öneri”si ve 3 Mayıs 1994
tarihli “Uluslararası Komünist Hareketin Birliği İçin
Öneriler” gibi belgelerinde ortaya konmuş bulunuyor. Değişik
parti ve örgütlerin bu ve benzer belgeleri ve açıklamalarında
dile getirilen görüşleri şöyle özetleyebiliriz:
1)
“Sosyalizm davasını savunmak ve ilerletmek için bütün bu
partiler (“Sosyalizme özlem duyan… partiler”)
bağımsızlıklarını kararlılıkla sürdürmeli ve kendi
güçlerini pekiştirmelidirler.”…
“Sosyalist hareket,
bağımsız bir harekettir.”…
“Sosyalizm davası ulusal bir
dava ve aynı zamanda insanlığın ortak davasıdır.” (“Pyongyang
Deklarasyonu”)
2) “Çağımız
bağımsızlık çağıdır ve sosyalizm davası, halk kitlelerinin
bağımsızlığını gerçekleştirmeyi hedefleyen kutsal bir
davadır.”…
“Sosyalist toplum özünde, halk kitlelerinin
her şeyin efendisi olduğu ve her şeyin onlara hizmet ettiği
gerçek bir toplumdur.” (“Pyongyang Deklarasyonu”)
3)
“Her parti Marksist-Leninist ilkeleri kendi kavrayışı temelinde
bugünkü gerçekliğe uygular… Her parti kendi siyasetini tümüyle
bağımsız bir tarzda belirler. Fakat bu, uluslararası komünist
hareketin birliğini sürdürme göreviyle çelişmez; çünkü bu
birlik de önemli bir ilke sorunudur.” (“Uluslararası Komünist
Hareketin Birliği İçin Öneriler”)
4)
“1956’dan bu yana, uluslararası komünist hareket, esas olarak
Kruşçov’un revizyonist çizgisi, fakat aynı zamanda aşırı sol
tutumlar nedeniyle bölünmüş ve parçalanmıştır.”
(“Uluslararası Komünist Hareketin Birliği İçin
Öneriler”)
5) “Tarihin belli bir
anında meydana gelmiş olan bu bölünmelerin doğruluğu ya da
gerekliliği konusunda ne düşünülürse düşünülsün, bugün bu
bölünmeleri aşma ve geleneksel olarak Sovyet-yanlısı,
Çin-yanlısı, Arnavutluk-yanlısı, Küba-yanlısı ve bağımsız
çizgiler doğrultusunda parçalanmış olan Marksist-Leninist
partilerin birliğini sağlama olanağı vardır.” …
“Bugünkü
durumda Marksizm-Leninizmin devrimci ilkelerine bağlı kalan tüm
partiler, eski bölünmelerin üstünden atlama ve birleşme
gereksinimi duymaktadırlar.” (“Uluslararası Komünist Hareketin
Birliği İçin Öneriler”)
6)
“Sovyetler Birliği’nde kapitalizmin bütünüyle restore
edilmesinden sonra tüm komünistler, revizyonizmin
Marksizm-Leninizmin en tehlikeli ideolojik düşmanı olduğu
noktasında anlaşabileceklerdir. Yaşam, revizyonizmin, komünist
hareket içindeki burjuvazi olduğunu kanıtlamıştır.”
(“Uluslararası Komünist Hareketin Birliği İçin
Öneriler”)
7) “Komünistler,
Marksizm-Leninizm ve proleter enternasyonalizmi temeli üzerinde
birleşmelidirler. Marksizm-Leninizm temeli üzerinde birliği,
revizyonizme, sektarizme ve dogmatizme karşı savaşım içinde
pekiştirmek gerekir. Komünistler arasında önemli, hatta son
derece önemli düzeylerdeki görüş ayrılıklarının uzun bir
dönem boyunca süreceğini kabul etmeliyiz. Eleştiriyi ve
karşı-eleştiriyi kabul etmeli ve birliği sürdürmeliyiz.”
(“Uluslararası Komünist Hareketin Birliği İçin Yedi
Öneri”)
8) “1960’lı yıllarda
revizyonizm tehlikesini en iyi kavrayan Mao Zedung oldu. Enver Hoca,
Ho Şi Min, Kim İl Sung ve Che Guevara da revizyonizme karşı
savaşıma önemli katkılarda bulundular.” (“Uluslararası
Komünist Hareketin Birliği İçin Öneriler”)
9)
“Revizyonizme karşı ideolojik savaşım, karmaşık ve uzun
erimli bir görevdir. Bir çok partiyi yıkıma uğratan revizyonizm,
kendiliğinden ortadan kalkmayacaktır. Tito’nun revizyonizmi,
uluslararası komünist hareket tarafindan ta 1948’de
eleştirilmisti… Revizyonist düşünce ve tezler derinlemesine
irdelenmez ve eleştirilmezlerse, varolmaya devam edecek ve tasfiyeci
akım yeniden saldırabilecek ve yeni kurbanlar alabilecektir.”
(“Uluslararası Komünist Hareketin Birliği İçin
Öneriler”)
Değerli arkadaşlar,
Uluslararası
komünist hareket yukarıda adı geçen tezler ve öneriler temeli
üzerinde kurulamaz ya da yeniden kurulamaz. Biz burada temsil edilen
parti ve grupların, en azından büyük çoğunluğunun içtenlik ve
iyi niyetlerinden kuşku duymuyoruz. Fakat, atasözünde de
belirtildiği gibi, cehenneme giden yol iyi niyet taşları ile
döşenmiştir. Her şeyden önce biz, komünist güçlerin birliği
sorunuyla, anti-emperyalist ve anti-faşist güçlerin birliği
sorunu arasında bir ayrım yapmak zorundayız. Yukarıda adı geçen
belgeler; emperyalizme, ırkçılığa, faşizme, kapitalizme vb.
karşı bir savaşın gerekliliğinden söz etmekte ve daha sonra,
komünist olmayan güçler de içinde olmak üzere tüm devrimci
güçlerin komünizmin bayrağı altında birleştirilmesini
önermektedirler. Biz, demokratik ve sosyalist görevler ve
devrimci-demokratik ve komünist güçler arasında son derece kesin
bir ayrım çizgisinin çekilmediği bu koşullarda, gerçek bir
anti-emperyalist ve demokratik cephenin de kurulamayacağına
inanıyoruz. Bu soruna daha sonra değineceğiz.
Komünist güçlerin birliği konusuna girmeden önce,
Marksizm-Leninizmden açıkça kopuşu ele veren bazı belirsiz ve
oportünist formülasyonları eleştirmek istiyoruz. Bu belgelerde ne
proletaryanın özel ve dünya-tarihsel rolünden, ne de proleter
diktatörlüğünün mutlak gerekliliğinden söz edilmektedir.
Lenin,
“Marks’ın
öğretisindeki asıl şey, sosyalist toplumun kurucusu olarak
proletaryanın tarihsel rolünün açığa çıkarılmasıdır.”
(“The Historical Destiny of the Doctrine of Karl Marks”,
Collected Works, Cilt 18, Moskova, Progress Publishers, 1968, s. 582)
demişti. Ve o, ünlü Devlet ve İhtilal adlı kitabında,
“Yalnızca
sınıflar savaşımını kabul eden biri, bundan ötürü Marksist
değildir; henüz burjuva düşüncesinin, burjuva politikasının
çerçevesinden çıkmamış biri olabilir. Marksizmi sınıflar
savaşımına indirgemek, onun kolunu kanadını kırpmak, bozmak,
onu burjuvazi için kabul edilebilir bir şeye indirgemek demektir.
Sınıflar savaşımının kabulünü, proletarya diktatorasının
kabulüne dek genişleten kişi bir Marksisttir ancak. Marksisti
bayağı küçük (ve büyük) burjuvadan temelden ayırdeden şey,
işte budur. Marksizmin gerçekten anlaşılıp kabul edildiğini,
işte bu denektaşı ile sınamak gerekir. Avrupa tarihi, işçi
sınıfını bu soruna pratik olarak yanaşmaya götürünce, bütün
oportünist ve bütün reformistlerle birlikte, bütün
‘Kautskist’lerin de (yani reformizmle Marksizm arasında
duraksayanların da) acınası hamkafalar ve küçük-burjuva
demokratlar olarak, proletarya diktatorasının yadsıyıcıları
olarak ortaya çıkmaları, hiç de şaşılacak bir şey değildir.”
(Devlet ve İhtilal, Ankara, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 1989, s.
45) diyordu.
Yukarıda adı geçen belgelerin yazarları, sosyalist
toplumu, “halk kitlelerinin her şeyin efendisi olduğu ve her
şeyin halk kitlelerine hizmet ettiği gerçek bir toplum”
(“Pyongyang Deklarasyonu”) olarak tanımlarken Marksizm-Leninizmi
yadsımaktadırlar. Ve doğallıkla onlar, komünist hareketin sonal
hedefinin komünizm, sınıfsız toplum olduğu gerçeğine
açık-seçik bir tarzda işaret etmedikleri için de
eleştirilmelidirler. Onlar, sosyalizmin geçici niteliğini unutmuş
ve onu komünist hareketin sonal hedefi gibi sunmuşlardır. Bu,
Marksizm-Leninizmin düpedüz yadsınmasıdır. Gotha Programının
Eleştirisi adlı yapıtında Marks şöyle diyordu:
“Kapitalist
toplum ile komünist toplum arasında, birinciden ötekine devrim
yoluyla geçiş dönemi yer alır. Buna bir siyasal geçiş dönemi
tekabül eder ki, burada, devlet, proletaryanın devrimci
diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.” (K. Marx, F. Engels,
Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Ankara, Sol Yayınları,
1976, s. 41)
Burada bağımsızlığa yapılan ve milliyetçilik
kokan aşırı bir vurguyla karşı karşıya bulunuyoruz. “Çağımız
bir bağımsızlık çağıdır”, sosyalizm “halk kitlelerinin
bağımsızlığı”nın gerçekleştirilmesini hedefler, “Sosyalist
hareket bir bağımsızlık hareketidir” (“Pyongyang
Deklarasyonu”) deniyor bize. Bunlar Marksist önermeler değildir.
Neden? Çünkü, her şeyden önce çağımız hala “emperyalizm ve
proleter devrimleri çağıdır” ve onun asıl içeriği
kapitalizmden sosyalizme geçiştir. İkincisi, sosyalizmin “halk
kitlelerinin bağımsızlığı”nı hedeflediğini ileri sürmek,
en iyi olasılıkla, proletaryanın kafasının karışmasına ve
onun yolundan saptırılmasına hizmet eden boş ve anlamsız bir
gevezelik olmaktan ileriye gitmez. Üçüncüsü, “sosyalist
hareket”i bir “bağımsızlık hareketi” olarak tanimlamak ve
“sosyalizme özlem duyan… partiler”in “kararlı bir biçimde
bağımsızlıklarını korumaları” gerektiğini ileri sürmek,
sosyalist hareketi ulusal-demokratik hareket düzeyine indirmek ve
işçi sınıfı hareketinin ve komünist hareketin uluslararası
niteliğini yadsımak anlamına gelir.
Daha 1867’de Marks şöyle diyordu:
“Şimdiye
değin büyük amaca yönelik tüm çabalar, her ülkedeki işçi
hareketinin değişik bölümleri arasındaki dayanışmanın
eksikliği ve değişik ülkelerin işçi sınıfları arasında
kardeşçe birlik bağlarının yokluğu yüzünden başarısızlığa
uğramıştır.
“Emeğin kurtuluşu, ne yerel
ve ne de ulusal bir sorun olmayıp, çağdaş toplumun oluşmuş
olduğu bütün ülkeleri kucaklayan toplumsal bir sorun, çözümü
için en ileri ülkelerin pratiksel ve teorik işbirliğine dayanan
bir sorundur.” (“Rules and Administrative Regulations of the
International Working Men’s Association”, K. Marx-F. Engels,
Collected Works, Cilt 20, Londra, Lawrence & Wishart, 1985, s.
441) Ve Ağustos 1920’de Lenin’in kaleme aldığı Komünist
Enternasyonal’in Tüzüğü’nde şunları okuyoruz:
“Komünist
Enternasyonal, zaferi yakınlaştırmak için, kapitalizmi ortadan
kaldırmak ve komünizmi kurmak amacıyla savaşan bir Uluslararası
İşçi Birliği’nin güçlü bir merkezselleşmiş örgüte
gereksinimi olduğunu bilmektedir. Gerçekte ve eylemde Komünist
Enternasyonal, değişik ülkelerdeki partilerin, bölümleri gibi
davrandıkları tek bir evrensel komünist partisi olmalıdır.
Komünist Enternasyonal’in örgütsel aygıtı, her ülkenin
emekçilerinin herhangi bir zamanda diğer ülkelerin örgütlü
proleterlerinden en üst düzeyde destek almalarını güvence altına
alabilmelidir.” (Theses, Resolutions & Manifestoes of the First
Four Congresses of the Third International, London, Pluto Press Ltd.
1983, s. 124)
Bu yazdıklarımızdan “bağımsızlık” sorununun
Marksist-Leninistler tarafından algılanışının, yukarda adı
geçen belgelerin yazarlarının algılayışından bütünüyle
farklı olduğu açıkça görülmelidir. Sözkonusu yazarlar
bağımsızlığı ulusal dışlayıcılık ve darkafalılığın
ışığında yorumluyor ve enternasyonalizmi dayanışmaya vb.
ilişkin gevezelik düzeyine indiriyorlar. Onların
“enternasyonalizm”inin içeriği de budur. Marksist-Leninistlere
göre ise “sosyalist hareket”in, daha doğrusu komünist ve işçi
sınıfı hareketinin ideolojik, siyasal ve örgütsel bakımlardan
burjuvazinin, daha doğrusu mülk sahibi sınıflardan bağımsız
olması gerekirken, onun, komünist ve işçi sınıfı hareketinin
diğer bölüklerinden bağımsız olması, esas olarak
gerekmemektedir. Uluslararası komünist ve işçi sınıfı
hareketinin değişik bölümleri birbirlerine olabildiğince yakın
olmalıdırlar. Bu yüzdendir ki, Marksist-Leninistler “Bütün
ülkelerin işçileri, birleşiniz!” sloganından yanadırlar. Ve
bu yüzdendir ki onlar, her zaman tek tek ülkelerdeki işçi
sınıflarının ulusal çizgiler boyunca bölünmesine her zaman
karşı çıkmışlardır. Bolşevikler işçi sınıfının ulusal
kesimlere bölünmesini reddettiler ve şu görüşü ileri
sürdüler.
“… İşçi sınıfının çıkarları, belirli bir
devlet içindeki işçilerin ortak proleter, siyasal, sendikal,
kooperatif, eğitsel ve diğer örgütlerde bileştirilmelerini
gerektirir.” (Aktaran S. Shaheen, The Communist Theory Of National
Self-Determination, 1956, s,
74)
*
* *
*
*
Yukarıda adı geçen belgelerin
yazarları, önerilerinin esasını oluşturan düşünceyi,
“Marksist-Leninist partiler arasındaki eski bölünmeler
aşılabilir” deyişiyle özetlemişlerdir. Fakat onlar, bu savın
geçerliliğini kanıtlama ve bugünkü ideolojik farklılıkları ve
hatta uçurumları aşma doğrultusunda kesinlikle hiçbir çaba
harcamamaktadırlar. Ve onlar, Marksizm-Leninizm ve revizyonizmi
tanımlamaya ve ikisini birbirinden ayırdetmeye yarayacak nesnel ve
bilimsel ölçütler saptama yolunda da kesinlikle hiçbir çaba
harcamamaktadırlar. Bu güçlükleri sözümona aştıktan sonra
bize, “eski bölünmeleri aşma ve birleşme” öğüdü vermeye
girişmektedirler. Onlar ayrıca bize, -ona ne kuşku!-
Marksizm-Leninizm ve proleter enternasyonalizmi temeli üzerinde
birleşmeyi ve bunun yapılabilmesi için de sağ ve “sol”
oportünizme karşı savaşımı güçlendirmeyi öğütlemektedirler.
Fakat “yüce yargıçlarımız” bize hala Marksizm-Leninizmle sağ
ve “sol” oportünizmi birbirinden ayırdetmemizi sağlayacak
kılavuz ipini sağlamamışlardır. Ortalama zeka düzeyine sahip
bir insan, bu yaklaşımın mantıksal olarak çelişmeli doğasını
kolaylıkla algılayacaktır. Bir yandan, “eski bölünmelerin …
aşılabileceği” ve onların bir yana atılması gerektiği
söylenmekte ve öte yandan oportünizme ve revizyonizme karşı
savaşımın sürdürülmesi çağrısında bulunulmaktadır. Bugün
olduğu gibi, kendilerini Marksist-Leninist olarak adlandıran bütün
eğilimler gerçekte Marksist-Leninist olmuş olsalardı, aşağıdaki
sonuçlara varmak kaçınılmaz olacaktı:
1)
Geçtiğimiz on yıllarda sürdürülen ideolojik savaşımlar
aslında Marksist-Leninistler arasındaki ideolojik
savaşımlardı.
2) Bu ideolojik
savaşımların yürütülmemesi gerekirdi; bu savaşımlar boşuna
yürütülmüştü.
Bu vargı, yukarıda adı geçen belgelerin yazarlarının
konumlarının aşırı oportünizmini ve saçmalığını ortaya
koyar; fakat bu yaklaşım kendi içinde tutarlıdır. Kendisini
komünist ve sosyalist ilan eden bütün partilerin ve grupların
birleşmesi çağrısında bulunanlar başka türlü davranamazlardı.
Fakat onlar bir yandan da revizyonizmin, “Marksizm-Leninizmin en
tehlikeli düşmanı” olduğunu belirtiyor ve onun “komünist
hareket içindeki burjuvazi” olduğunu ileri sürüyorlar. Ve onlar
hem 1956’dan önce, hem de o tarihten sonra oportünizme ve
revizyonizme karşı sürdürülen ideolojik savaşımları
alkışlıyorlar.
Eğer onlar, revizyonizmin böylesine büyük bir
tehlike oluşturduğuna gerçekten de inanıyorlarsa, neden
emperyalizmin ve burjuvazinin bu acentasını tanılamaktan ve
tanımlamaktan bu denli özenle kaçınıyor ve Sovyet-yanlısı,
Çin-yanlısı, Arnavutluk-yanlısı, Küba-yanlısı ve bağımsız
grupların birleşmesi ve bir ideolojik ateşkes ilan etmeleri için
çağrı yapıyorlar? Bunun iki farklı açıklaması olabilir. Onlar
ya ne dediklerinin farkında değillerdir ya da kendilerini komünist
ve sosyalist ilan eden tüm parti ve grupların içinde yer alacağı
revizyonist bir enternasyonalin kurulmasını savunmaktadırlar. Her
iki durumda da onlar, işçi sınıfının ve içtenlikli
devrimcilerin saflarında kafa karışıklığı yaratmak ve
revizyonizmin değişik türlerinin, kendilerini Marksist-Leninist ve
uluslararası komünist hareketin bileşenleri olarak yutturmalarına
yardımcı olmak suretiyle emperyalizmin ve burjuvazinin çıkarlarına
hizmet etmektedirler.
Revizyonizme karşı savaşım ve komünistlerin birliği
ikili ve birbiriyle ilişkili sorunlarına Marksist-Leninist
yaklaşım, yukarda adı geçen belgelerin yazarlarınınkiyle taban
tabana karşıttır. Marksist-Leninistler her zaman gerek tek tek
partiler ve gerekse uluslararası komünist hareket içinde
oportünizme ve revizyonizme karşı uzlaşmaz ideolojik savaşımdan
yana olmuşlardır. Dahası, onlar savaşımın belirli bir
aşamasında komünist örgütlerin oportünist öğelerden
arındırılmasından da yana olmuşlardır. Oportünizme karşı
Leninist tutumu anlatırken Stalin şöyle diyordu:
“Bütün
bu küçük-burjuva gruplar şu ya da bu biçimde partiye girerler;
partiye kararsızlık ve oportünizm ruhunu, moral bozukluğu ve
güvensizlik ruhunu getirirler. Hizipçiliğin ve geçimsizliğin
başlıca kaynağı, içten baltaladıkları partide kargaşalığın
başlıca kaynağı onlardır. Geride böyle ‘müttefikler’
varken emperyalizmle savaşa tutuşmak, kendini hem önden, hem
arkadan iki ateş arasında bırakmak demektir. Bu yüzden böyle
unsurlara karşı amansız bir savaşım verilmesi ve bunların
partiden kovulması, emperyalizme karşı savaşın başarısı için
önkoşuldur.” (Leninizmin İlkeleri, 1979, Ankara, Sol Yayınları,
1979, s. 112) Zimmerwald ve Kienthal’ın merkezci oportünistlerini
eleştirirken aynı yaklaşımı sergileyen Lenin şöyle
diyordu:
“Oportünizme karşı savaşımla sıkı sıkıya
bağlantılı değilse, emperyalizme karşı savaşım ya bir boş
söz, ya da bir sahtekarlıktır. Zimmerwald ve Kienthal’in temel
bir zaafı -Üçüncü Enternasyonal’in bu embriyonlarının
fiyaskoyla sonuçlanma olasılığının yüksek olmasının
nedenlerinden biri- oportünizmle savaşım sorununun,
oportünistlerle kesin bir kopuşmanın ilan edilmesi anlamında
çözülmesi bir yana açıkça dile bile getirilmemiş olmasıydı.”
(“The Military Programme of the Proletarian Revolution”,
Collected Works, Cilt 23, Moskova, Progress Publishers, 1974, s. 83)
Yukarıda adı geçen belgelerin, Marksizm-Leninizm ve proleter
enternasyonalizmi adına bize oportünizm ve revizyonizmle
barışmamızı öğütleyen yazarlarının tersine Lenin
“Enternasyonal Sosyalist Komiteye ve Tüm Sosyalist Partilere Bir
Çağrı İçin Tezler”inde şunları
söylüyordu:
“Enternasyonalizm üzerine yemin
billah etmekle yetinenler enternasyonalist değildirler. Kendi
burjuvazilerine, kendi sosyal-şovenistlerine, kendi Kautskistlerine
karşı gerçekten enternasyonalist tarzda savaşanlar
enternasyonalisttir ancak.” (“Theses For an Appeal to the
International Socialist Committee and All Socialist Parties”,
Collected Works, Cilt 23, s. 209)
“Uluslararası
Komünist Hareketin Birliği İçin Öneriler” adlı belgede şu
satırları okuyoruz:
“1) 1919’da
kurulmasından bu yana uluslararası komünist hareket tarihi sarsmış
ve dünyanın bakış açısını değiştirmiştir. Komünist
Enternasyonal”in Temmuz 1920’de toplanan II. Kongresi bir tüzük,
giriş koşulları, manifesto ve uluslararası komünist hareketi
sosyal demokrasiden ayırdeden diğer özsel kararları kabul etti.
1956’ya kadar uluslararası komünist hareket devrimci yönelimini
ve birliğini sürdürdü; onun gücü ve etkisi dünya ölçeğinde
artmaya devam etti.
“2) Anlamlı bir akım
olarak dünya sahnesinde yeniden ortaya çıkabilmesi için
uluslararası komünist hareketin bu ortak tarihe sahip çıkması
gerekir.”
Biz bu yaklaşıma tümüyle ve koşulsuz olarak
katılıyoruz. Bu, MLKP-K’nın yaklaşımıdır ve o, bu yaklaşımı
benimseyen tüm komünist parti ve örgütlerle birlikte ve uyum
içinde davranmaya hazırdır. Fakat, ne yazık ki, yukarda adı
geçen belgelerin yazarlarının genel usyürütme ve davranış
tarzı, bu yaklaşımla uyuşmamaktadır. Dahası, onların,
revizyonizme karşı savaşım ve komünistlerin birliği sorunlarına
karşı gerçek tutumları, doğru tutumla taban tabana karşıtlık
içindedir. Sözkonusu belge, uluslararası komünist hareketin
mirasına sahip çıkmaktan söz ediyor. Fakat onun analizleri, temel
yaklaşım ve önermeleri, aşırı bir oportünizmi ele vermektedir.
Uluslararası komünist hareketin mirasına sahip çıkanlar,
Komintern’e katılmanın 21 koşulunun ruhuna uygun olarak düşünmek
ve davranmakla yükümlüdürler. Bu koşulların bazıları
aşağıdaki gibiydi:
“6) Komünist
Enternasyonal’e katılmayı arzulayan her parti, sadece açık
sosyal-yurtseverliği değil, sosyal-pasifizmin namussuzluğunu ve
ikiyüzlülüğünü de teşhir etmekle yükümlüdür: kapitalizm
devrimci yoldan yıkılmadıkça ne uluslararası hakem
mahkemelerinin, ne savaş silahlarının sınırlanmasına ilişkin
anlaşmaların, ne de Cemiyet-i Akvam’ın ‘demokratik’ tarzda
düzeltilmesinin hiçbir zaman yeni emperyalist savaşları
önleyemeyeceğini işçilere sistemli biçimde anlatmalıdır.
“7)
Komünist Enternasyonal’e katılmak isteyen partiler, reformizmden
ve ‘merkez’in politikasından tümüyle kopuşu onaylamak ve
parti üyelerinin geniş çevrelerinde bu kopuşun propagandasını
yapmakla yükümlüdürler. Bu olmadan tutarlı bir komünist
politika yürütmek mümkün değildir.” (III. Enternasyonal,
1919-1943, Belgeler, İstanbul, Belge Yayınları, s. 31)
Söylenenlerden, yukarıda adı geçen belgelerin
yazarlarının gerçekte hiçbir zaman, Komintern de içinde olmak
üzere uluslararası komünist hareketin mirasına sahip çıkmadıkları
yeterince açık olmalıdır. Tersine, haklı olarak, onların,
uluslararası komünist hareketin temsil ettiği her şeyin karşıt
kutbunda bulunduğunu söyleyebiliriz. Onların, uluslararası
komünist hareket saflarında birlik konusuna ilişkin çizgileri,
II. Enternasyonal’inki kadar, hatta daha da oportünist bir nitelik
taşımaktadır. Giderek derinleşen oportünizmine karşın II.
Enternasyonal asla tüm “sosyalist” eğilimleri, kendilerini
Marksist ya da sosyalist olarak adlandıran tüm parti ve örgütleri
kucaklamıyordu. Örneğin, anarşist ve anarko-sendikalist parti ve
örgütler bu platformdan dışlanmışlardı; Millerand, Bernstein
vb. gibilerin daha oportünist çizgileri, II. Enternasyonal
kongrelerinin kararlarında resmen kınanmıştı ve kitlesel ve
siyasal çalışmasını işçi sınıfı içinde yoğunlaştıran
II. Enternasyonal’e bağlı partilerin programları, esas olarak
Marksizmin temel ilkeleriyle uyumluydu. Fakat, kendilerini
uluslararası komünist hareketi yeniden kurma yetkisiyle donatan
dostlarımız bu türden sınırlamaları tanımıyorlar! Onların
anlatımıyla, Sovyet-yanlısı, Küba-yanlısı, Çin-yanlısı,
Arnavutluk-yanlısı, bağımsız vb. olabilirsiniz. Eğer, onların
son derece “hoşgörülü” ve herkesi kucaklayan belgelerinin
altına imzanızı atmaya hazırsanız ve Marksizm-Leninizmi ve
proleter enternasyonalizmini savunmak ve sağ ve “sol”
oportünizme karşı savaşmak için yemin ederseniz, anında,
yepyeni bir Enternasyonal’in kurucuları arasında yer
alabilirsiniz! Biz onlara, Lenin’in, “Bern” Enternasyonali’nin
merkezci oportünistlerine yönelttiği acımasız eleştiriyi
anımsatacağız:
” ‘Bern’
Enternasyonali’nden kaynaklanan tehlikelerin en büyüğü,
proleter diktatörlüğünün söylem düzeyinde kabulüdür. Bu
kişiler, işçi hareketinin başında kalabilmek için her şeyi
kabul edebilir, her türlü belgeyi imzalayabilirler. Kautsky şimdi,
kendisinin proleter diktatörlüğüne karşı olmadığını
söylüyor! Fransız sosyal-şovenistleri ve ‘merkezcileri’
proleter diktatörlüğünden yana kararların altına imza
atıyorlar!
“Fakat bu, onların
güvenilirliklerini zerrece arttırmıyor.
“Gerekli
olan, söylem düzeyinde kabul değil, eylemde reformizm
siyasetinden, burjuva demokrasisine ilişkin ön yargılardan tümüyle
kopulması ve devrimci sınıf savaşımı yolunun gerçekten
tutulmasıdır.” (“The Tasks of the Third International”,
Selected Works, Cilt 10, Lawrence & Wishart Ltd, 1938, s. 51)
Öte yandan, yukarıda adı geçen belgelerde, Stalin’e
üstü örtülü bir saldırının yöneltildiği ve revizyonizmin
Maoist türünün empoze edilmeye çalışıldığı gözden
kaçmamaktadır. Bu, sekter olmama, tarafsızlık, bölücülüğe
karşı savaş ve revizyonizme karşı söylem düzeyinde savaşım
görüntüsü altında yapılmaktadır. Stalin, Kruşçovcu
revizyonizmin ortaya çıkmasına ve Sovyetler Birliği’nde
kapitalizmin restorasyonunun başlamasına katkıda bulunmakla
suçlanmaktadır. “Pyongyang Deklarasyonu”nda şöyle
deniliyor:
“Bazı ülkelerde sosyalizmin
başarısız bir tarzda inşasının nedenlerinden biri, bu ülkelerin
halk kitlelerinin temel gereksinimlerini karşılama yeteneğine
sahip bir toplumsal yapı oluşturmayı ve sosyalizmi, bilimsel
sosyalizmin teorisiyle uyumlu bir tarzda kurmayı başaramamış
olmalarıdır.” Ve “Uluslararası Komünist Hareketin Birliği
İçin Öneriler” adlı belgede ise şu satırları
okuyoruz:
“12) Stalin dönemi SBKP’nin
deneyimine ilişkin tartışma, uluslararası komünist hareket
içinde yeniden açılmalıdır. Anti-Stalinizm, anti-komünizmin,
uluslararası komünist hareket içine sokulmuş Truva atı
olmuştur.”
“13) Stalin yoldaşın yapıtının
değerlendirilmesi konusundaki görüş ayrılıkları belirli bir
süre varlığını sürdürecektir. Bu görüş ayrılıkları,
bilimsel bir tarzda ve sınıfsal konumlardan hareketle ele
alınmalıdır.”
Bu noktada şunu sormamız gerekiyor: Kim kimi
yargılıyor? “Pyongyang Deklarasyonu” ve konuya ilişkin diğer
belgeler bazı komünist ve devrimci gruplarca desteklenmektedir.
Fakat, “kendi” egemen sınıflarıyla iyi ilişkileri olan sözde
komünist ve sosyalist parti ve gruplar da bu belgelere destek
vermişlerdir. Biz, Türkiye’den İşçi Partisi (eski adı
Sosyalist Parti) gibi parti ve grupların Stalin’e ilişkin
herhangi bir eleştirel yorum yapmaya hakları olmaması gerektiği
kanısındayız. Stalin’e yönelik haksız saldırının, O’nu
kararlılıkla savunması gereken gerçek devrimci parti ve grupların
işbirliği ya da en azından üstü örtülü onayıyla
sürdürülmesi, bu durumun kabul edilmezliğini daha da
artırmaktadır.
“Uluslararası
Komünist Hareketin Birliği İçin Öneriler” adlı belgenin
yazarları Stalin’e saldırır ve onu dolaylı bir tarzda
suçlarken, komünist ve devrimci parti ve gruplara, Mao Zedung’un
sözümona büyüklüğünü ve doğruluğunu kabul ettirmeye
çalışmaktadır. Bu belgede bize şunlar söyleniyor:
“Sovyetler
Birliği’nin yozlaşmasının ışığında Mao Zedung yoldaşın
yapıtının yeniden değerlendirilmesi gerekiyor. Büyük bir üçüncü
dünya ülkesinde ulusal-demokratik devrime önderlik etmek ve bu
devrimi sosyalist devrime dönüştürmek suretiyle o,
dünya
ölçeğinde önem taşıyan bir katkıda bulunmuştur. Mao Zedung,
Kruşçov’a ve daha sonra Brejnev’in revizyonizmine karşı
koymuştur. O, tarihte ilk kez kitleleri parti içindeki yozlaşma
eğilimlerine karşı savaşa çekme yolunda girişimde bulundu.”
Biz, bu koşullarda uluslararası komünist hareketin
herhangi bir birliğinin sağlanabileceğini düşünmüyoruz. Bu
birlik, asla diplomatik pazarlık ve değişik eğilimler arasında
karşılıklı ideolojik ödünler verilmesi yoluyla sağlanamaz.
Lenin, “Ne Yapmalı?” adlı yapıtında, Alman Sosyal-Demokrat
İşçi Partisi önderlerinin Lassalle’in Alman İşçileri Ulusal
Birliği’yle birleşme konusunda eleştiren Marks’a göndermede
bulunurken şöyle diyordu:
“Eğer birleşmek
zorundaysanız, diye yazıyordu parti liderlerine Marks, hareketin
pratik amaçlarını karşılayacak anlaşmalara girin, ama ilkeler
konusunda herhangi bir pazarlığa izin vermeyin, teorik ‘ödünler’
vermeyin.” (Selected Works, Cilt 1, Moskova, Foreign Languages
Publishing House, 1956, s. 226-27) Dolayısıyla, yukarıda adı
geçen belgelerin yazarlarına bir kez daha sormak istiyoruz:
Uluslararası komünist hareketi kurmak ya da yeniden kurmak için
kimlerle birleşeceksiniz?
Ardından, egemen sınıfların onbinlerce komünist,
devrimci ve demokratı öldürdüğü 1976 askeri-faşist darbesini
desteklemiş olan Arjantin Komünist Partisi ile mi?
Kamboçya’nın 1975’de ABD emperyalizminin
pençelerinden kurtulmasından sonra bir terör yönetimi kuran,
milyonlarca insanı zorla kırsal bölgelere yollayan ve en azından
bir milyon işçi, köylü ve aydını katleden Kızıl Kmerlerle
mi?
Doğu Alman işçileri ve emekçilerini Rus ve Doğu
Alman bürokratik burjuvazisi adına sömüren, Sovyet
sosyal-emperyalistleri ve Küba revizyonistleriyle birlikte Etiyopya
ve Eritre halklarının kanını döken, Kruşçov ve Brejnev
kliklerini destekleyen ve Stalin’e saldıran Alman Demokratik
Cumhuriyeti’nin yöneticisi SED (Sosyalist Birlik Partisi)’in
doğrudan ardılı PDS (Demokratik Sosyalizm Partisi) ile mi?
1962’de Hindistan ile Çin arasındaki sınır
çatışmasında açıkça Hint büyük burjuvazisi ve toprak
ağalarından yana çıkan, Sovyet modern revizyonizmini destekleyen
ve iktidara geldiği eyaletlerde egemen sınıfların ajanı rolünü
oynayan Hindistan Komünist Partisi ile mi?
ANC (Afrika Ulusal Kongresi) ile el ele Güney-Afrika
halklarına ihanet eden, emperyalizme ve beyaz burjuvaziye teslim
olan, Kruşçov, Brejnev ve Gorbaçov’u destekleyen ve Stalin’e
saldıran Güney Afrika Komünist Partisi ile mi?
Küba ekonomisini Sovyetler Birliği ekonomisinin bir
eklentisi durumuna getiren, Çekoslovakya, Afganistan ve Etiyopya’ya
yönelik Rus saldırısını destekleyen, Etiyopya ve Eritre
halklarına karşı savaşan, Kruşçov, Brejnev ve Gorbaçov
kliklerini destekleyen ve Stalin’e saldıran Küba Komünist
Partisi ile mi? (1)
1980 askeri-faşist darbesinden önce, devrimci harekete
karşı saldırısında açıkça büyük burjuvazi ve toprak
ağalarıyla birlikte saf tutan, legal günlük gazetesinde devrimci
militanların adlarını, adreslerini ve bulundukları yerleri
açıklayan, Eylül 1980 askeri-faşist darbesini destekleyen ve
halihazırda Türk ordusunun Kuzey Irak’ı işgalini açıkça
savunan Türkiye’deki İşçi Partisi (eskiden Sosyalist Parti) ile
mi?
Görkemli ulusal kurtuluş savaşında kazanılan
zaferden sonra Sovyet modern revizyonizminin izinden giden, Sovyet
sosyal-emperyalistlerinin kışkırtmasıyla 1979’da Kamboçya’yı
işgal eden ve orada kukla Heng Samrin rejimini kuran ve revizyonist
blokun çöküşünden sonra “özgür” girişimin “erdemleri”ni
keşfeden ve uluslararası finans kapitale ve IMF’ye (Uluslararası
Para Fonu) teslim olan Vietnam İşçi Partisi ile mi?
Bu
konuyu gerçekten iyi
düşünmelidirler.
*
* *
* *
Belirli
koşullar altında bu platform, anti-emperyalist ve anti-faşist bir
forum işlevi görebilir. Fakat bunu yapabilmesi için bu forumun,
bazı durumlarda, tüm devrimci güçlere karşı burjuvazi,
gericilik ve emperyalizmle açık işbirliğine girecek kadar
yozlaşan revizyonizme karşı çetin bir ideolojik savaşım
sürecinden geçmesi gerekir. Böylesi parti ve gruplar bu
platformdan dışlanmalı ve bu ve benzer platformlara kabul
edilmemelidirler. Bu noktada, bütün komünistlere ve içtenlikli
devrimcilere, yukarıda adı geçen belgelerin yazarlarının ima
ettiğinin tersine, Sovyet modern revizyonizminin sonunun hiçbir
biçimde tüm revizyonizmin sonu anlamına gelmediğini anımsatmak
isteriz. Doğallıkla biz, Sovyet blokunun, sonuçlarından biri
revizyonizmin en etkili kaynaklarından birinin yıkımı olan,
çöküşünün ve sosyal-emperyalist Sovyet imparatorluğunun
dağılmasının -olumlu ve olumsuz- etkilerini küçümsemiyoruz.
Fakat sorun, yazarlarımızın, revizyonizmin kaynağı ve doğasını
ve onun, kapitalizmin yapısı içinde sahip olduğu derin kökleri
kavrayamamasında yatmaktadır. Tersine onlar revizyonizmi, değişik
komünist parti ve örgütlere dışarıdan, bu durumda Sovyet
revizyonist kliği tarafından empoze edilmiş dışsal bir olgu
olarak algılamışlardır. Onları, Sovyet modern revizyonizminin
çöküşünün, bütün komünist ve devrimci parti ve grupların
birleştirilmesi için son derece elverişli bir fırsat sunduğunu
düşünmeye iten boş beklentinin asıl nedeni budur. Toplumsal bir
boşlukta varolmaktan uzak olan proletarya, diğer sınıflarla
yanyana yaşamaktadır. Finans kapital, burjuvazi ve küçük
burjuvazi varolduğu, sınıflar ve sınıf savaşımı varolduğu
sürece, proletarya, işçi sınıfı hareketi ve komünist hareket,
şu ya da bu ölçüde, bu proleter-olmayan sınıfların ideolojik
etki ve nüfuzuna açık olacaktır. Bu, bireylerin, grupların ve
partilerin iradesinden bağımsız nesnel bir olgudur. Dolayısıyla,
işçi sınıfının öncü birlikleri olan komünist partileri,
oportünizm ve revizyonizmin tüm varyantlarına karşı savaşı
sürdürmekle yükümlüdürler ve onlar bu savaşımın çok
karmaşık, uzun süreli ve kritik bir savaşım, komünizme değin
sürecek bir savaşım olduğunu bir an bile
unutamazlar. DİPNOTLAR
(1)
Fidel Castro şöyle demişti:
“Gorbaçov’un
amacının sosyalizmi geliştirmek olduğundan herhangi bir kuşkum
olmadığı için, onun, Sovyetler Birliği’nin yıkımında
bilinçli bir rol oynadığını söyleyemem.” (Fidel Castro,
Guardian, 30 Mayıs 1992, s. 25) Öte yandan o, Stalin’e şu
sözlerle gözü dönmüşcesine saldırıyordu:
“Stalin,
iktidarını büyük ölçüde kötüye kullandı. Bana öyle geliyor
ki, toprağı çok küçük bir tarihsel dönem içinde şiddet
yoluyla toplumsallaştırma girişimi, ekonomik ve insansal açıdan
çok pahalıya mal olmuştur…
“O, ünlü
Molotov-Ribbentrop Paktı’nı imzaladı. Ben aynı zamanda,
kesinlikle savaşın patlak vermesine yol açtığı için
saldırmazlık paktının ona zaman kazandırmaktan çok, onun
zamanını azalttığını düşünüyorum.
“Ve
orada bence bir başka önemli hata işlendi. Polonya saldırıya
uğradığında, o, nüfusu bilmiyorum Rus mu, Ukraynalı mı olduğu
için tartışmalı olan toprakları işgal etmek için askeri
birlikler yolladı.
“Ben, Finlandiya’ya
karşı savaşın, hem ilkeler açısından, hem de uluslararası
hukuk açısından bir başka devasa hata olduğunu
düsünüyorum…
“Son olarak, Stalin’in
karakteri, onun her seye karşı duyduğu korkunç güvensizlik, onun
daha başka ağır hatalar işlemesine yol açti: Bunlardan biri…
savaşın öngününde silahlı kuvvetleri korkunç ve kanlı bir
biçimde arındırmaya girişmesi ve Sovyet ordusunu fiilen sakat
bırakmasıydı.” (F. Castro, Aynı yerde, s. 25)