Translate

30 Aralık 2019 Pazartesi

ÖDP'DEN SOL PARTİ'YE...

ÖDP'DEN SOL PARTİ'YE...
III
Sol Parti'nin hedefi sermayeyi ve sermaye devletini yıkmak değil, dinci faşist politik rejimi ''yıkmak''tır. ÖDP-Sol Parti'nin burjuva demokratik ve sosyal reformist karakteri gereği, faşizm ve sermayeye karşı mücadeleden anladığı, politik rejim değişikliğidir. Devletin faşist, dinci faşist biçimi yerine burjuva demokrasisine dayanan bir devlet biçimi hedefiyle hareket etmektedir.. Devrimle işbirlikçi tekelci burjuvaziyi ve emperyalizme bağımlılık ilişkilerini yıkmayı değil, sosyal reformlarla devleti yeniden yapılandırmayı savunmaktadır. Devrimci değil, sosyal reformist bir partidir. Politik çizgisi (program, strateji ve taktikler) sosyal reformlar üzerinde şekillenmektedir.
Devlet ve politik rejim aynı şey değildir; devleti yıkmakla politik rejimi değiştirmek aynı şey şeyi ifade etmez. Devlet egemen sınıfın egemenlik, diktatörlük aracıdır. Devleti belirleyen örgütlenmiş zordur. Politik rejim ise devlet zorunun örgütlenme biçimidir; politik rejim denen şey, budur.
Burjuva devletin politik biçimleri ya da egemen sınıfın egemenliğini örgütlemenin tek biçimi değil, pek çok biçimi vardır. Faşizm gibi burjuva demokrasisine dayanan devlet biçimleri de burjuva devletin değişik politik biçimleridir ve kuşkusuz ki, burjuva demokratik biçime sahip burjuva devlet, burjuva egemenliğin en gelişkin biçimidir... Faşizm, dinsel faşizm gibi politik rejimlerin çözülüşü, yıkılması, yerini burjuva demokratik politik rejimlere bırakması proletarya ve halklar bakımından politik olarak ilerici bir kazanımdır; bunun için devrimin zaferi şart değildir. Fakat bunun kazanılması bile, proletarya ve halkların bedeller ödemeye dayanan devrimci mücadelesiyle gerçekleşebilir yalnızca.
Bu bağlamda ÖDP/Sol Parti, her devrimin temel ve genel yasası olan şiddete dayanan devrim perspektifine sahip değildir; ÖDP/Sol Parti geçtik devrimi, yasal mücadeleyi bile yasalara bağlı kalarak yürüten, yürütmek isteyen bir partidir. Bu bağlamda ÖDP ve Sol Partinin politik çizgisi pasifist niteliktedir; yasal mücadeleyi meşru zemine dayanarak yürütme teorisi ve pratiğinden de uzaktır. Sol Parti'nin (SP) de bu yolda yürüyeceğine kuşku yoktur ama pratik duruşlarıyla (legalist, parlamenterist bir akım olsa bile), meşruiyet temelli aktif bir anti-faşist çizgi izlerlerse buna sevinir ve yanıldığımızı da kabul ederiz.
IV
ÖDP egemen ulus olan Türk ulusunun küçük burjuva milliyetçiliğinin temsilcisidir aynı zamanda. Onun egemen ulus küçük burjuvazisinin sözcülerinden biri olması ÖDP'nin sosyal şövenizminin sınıfsal karakterinin nesnel temelidir. Tutarlı bir burjuva demokrat olmanın sac ayaklarından birisi, dahası, en başta gelen sorunu Kürt sorununda tutarlı bir anti-faşist demokratik halkçı bir çizgiye sahip olmaktır. Oysa ÖDP hiçbir zaman bu tutarlılığa sahip olmamıştır. Bu olgu, ÖDP'nin yalın bir gerçeğidir. Bunu gerek ÖDP sürecinden/deneyiminden, gerekse de 8. Olağanüstü Kongre'nin kamuoyuna açıklanan Manifesto'sundan biliyor ve görüyoruz.
Konu bağlamında Manifesto'da yazılanlar şunlardır;
''Kürt sorunu hem ülke hem de bölge açısından en acil sorunların başında geliyor. Kürt sorununun barışçıl bir temelde ve halkın nasıl yaşamak isterse öyle yaşamasını kabul eden bir yerinden demokrasi anlayışıyla çözülmesi gereklidir. Şiddet politikaları halkları birbirine düşman etmenin yanı sıra çözümü de imkânsızlaştırmaktadır. Sorunun çözümünde silahlardan arınmış bir barışçıl siyasal süreç devreye sokulmalıdır.''
Bu açıklama tipik burjuva liberal, sosyal şöven bir açıklamadır ama ÖDP/Sol Parti'nin gerçeğidir. Herhangi bir burjuva liberal kalemden de bu bu vb. satırları okuyabilirsiniz.
Türkiye çok uluslu bir ülkedir. Türk ulusu egemen ve ayrıcalıklı bir ulustur. Kürdistan ise sömürge.
Kürdistan ilk olarak, 1639 Kasr-ı Şirin anlaşmasıyla Osmanlı devleti ile Safavi devleti arasında ikiye parçalanmış; ikinci defa 1923 Lozan Antlaşması ile Türkiye, İran, Irak, Suriye arasında dört parçaya bölünmüştür. Kürdistan'ın en büyük parçası (Kuzey Kürdistan) Türk egemen sınıflarına kalmıştır.
Kürt sorunu salt Türkiye'ye özgü bir sorun da değildir; o, Ortadoğu çapında bir sorun, bölgesel uluslararası karaktere sahip bir sorundur. Ki Kürt halkının yürüttüğü mücadeleler, özellikle de Rojava devriminin başarı ve kazanımları sayesinde gitgide daha fazla uluslararasılaşmış bir sorun karakteri kazanmıştır. Ortadoğu gibi emperyalist rekabet ve hegemonya mücadelesinin merkezinde her devletin, özelde bölgesel ve emperyalist devletlerin bir politikası vardır ve her bir aşamaya özgü bu politikalar yeniden şekillendirilmektedir.
Türkiye'de Kürt ulusu sömürgeci boyunduruk altında inim inim inliyor ama Kürt ulusal demokratik devrimi 40 yıldır Türk egemen sınıflarının kirli, haksız, sömürgeci savaşına karşı kahramanca savaşıyor. Öyle ki Türk sermayesinin sömürgeci faşist diktatörlüğü iç ve dış politikasını başta Kuzey Kürdistan olmak üzere Ortadoğu çapında, onun uluslararası arenadaki etkileri de dahil, Kürt sorunu ve direnişine göre şekillendiriyor ya da öncelikle bunu gözeterek adım atıyor...
Peki ağır bir tarihsel arka planı olan bu denli derin, geniş, köklü bir sorunda, güncel bakımdan da Türkiye proletaryası ve halklarını öncelikle ve en yakıcı bir biçimde etkileyen bu sorunda ÖDP/Sol Parti'nin önerdiği çözüm nedir? Vurgulamak gerekir ki, ırkçılığın, militarizmin, şövenizmin, devlet terör ve soykırımının, bölgesel yayılmacı politikanın demagojik ve manipülatif aracı yapılan Kürt sorunu ve mücadelesi koşullarında ilkeli, tutarlı, kapsamlı, pratik politikada anlamını bulan bir politikaya sahip olmayanların ''sosyalist''liği, demokratlığı, ''faşizme karşı mücadele''si ne kadar anlamlı olabilir ki?!
Neymiş, ''Kürt sorununun barışçıl bir temelde ve halkın nasıl yaşamak isterse öyle yaşamasını kabul eden bir yerinden demokrasi anlayışıyla çözülmesi gerekli''miş. Başka, ''Şiddet politikaları halkları birbirine düşman etmenin yanı sıra çözümü de imkânsızlaştırmaktadır. Sorunun çözümünde silahlardan arınmış bir barışçıl siyasal süreç devreye sokulmalı''ymış.
Tutarlı bir demokrat olmak, sosyal şövenizmle hesaplaşabilmek, her bakımdan Türk ulusundan işçi ve emekçileri tutarlı bir demokratizmle aydınlatabilmek için asgari olarak şunlar kabul edilmelidir;
Kürtlerin tarihsel ve güncel olarak uğradıkları her haksızlığa karşı kesin ve tutarlı bir mücadele yürütülmelidir. Ulusların ve dillerin eşitliği, ezilen ve sömürge ulusların direnme ve ayaklanma hakkı savunulmadan tutarlı bir demokrat bile olunamaz.
Kürt ulusu ayrı bir ulustur. Her ulus gibi Kürt ulusunun da ayrılma, özgürce ulusal devletini kurma hakkı, kayıtsız şartsız savunulması gereken bir haktır.
Ortadoğu'da bağımsız, birleşik devletini kurma hakkı, Kürt ulusunun şartsız hakkıdır. Emperyalizm ve bölge devletlerinin bu politikaya karşı her duruşuna, inkar ve imha, soykırımına karşı savaşmak, Kürt ulusal direniş ve devrimine siyasal destek vermek, katılmak, siyasal özgürlük mücadelesinde omuz omuza savaşmak zorunludur. Türk egemen sınıflarının ve sermaye devletinin sömürgeciliğine, şövenizme ve sosyal şövenizme karşı karşı, lafta da değil, pratik-politik olarak mücadele etmeyen hiçbir siyasal yapı tutarlı bir antifaşist demokratlığı bile temsil edemez.
ÖDP/Sol Parti geçtik yukarıda koyduğumuz sınırlı, asgari çerçeveyi savunmayı, günlük anti-faşist mücadelede bile Kürt hareketiyle (ve aynı zamanda devrimci ve komünist hareketle) arasına ısrarla kalın bir sınır çizgisi çekegelmiş; ısrarla sosyal şöven karakterini sergilemeye devam etmiştir.
Tarihte ve politikada bütün temel sorunlar, zor yoluyla çözülmüştür. Bu Kürt ulusal sorununun çözülmesi bağlamında da böyledir ve böyle olacaktır. Ortadoğu'da Kürt sorunu ve direnişinin gerçeği de bunu kanıtlamaktadır...
Kürt sorununun barışçıl ve demokratik çözümü talebini Kürt sorunu temel gerçeğinin reddinin kılıfı yapıldığı oranda, orada demagojik ve manipülatif bir propaganda ve ajitasyon var demektir. Barış talebi, faşizm ve gericilikle halklar arasındaki çelişki ve çatışmaları keskinleştirerek, faşizm ve sermayenin siyasal teşhirine, kitle mücadelesini geliştirmeye, şövenizmin etkisini kırmaya hizmet ettiği oranda değerlidir; yoksa, barış adına liberal gerici söylem burjuvaziye, devlete, faşizm ve gericiliğe hizmet eder ve sınıfı, kitleleri, halkları pasife ederek sınıfsal ve ulusal mücadeleye ağır zararlar verir.
Haklı ve haksız savaş ayrımı yapmadan silahlı mücadeleyi reddetmek burjuva liberal gerici bir politik çizginin ifadesidir.
Türk egemen sınıflarının sömürgeci savaşını mahkum etmeden, onun haksız bir savaş olduğu söylenip açığa çıkarılmadan, Kürt ulusunun ulusal demokratik serhildanlarını ve silahlı ulusal ayaklanmasının haklı savaş, desteklenmesi gereken bir savaş olarak görüp anlatmadan tutarlı bir demokrat bile olunamaz. ÖDP/SP çizgisinde ve pratik-siyasal duruşunda bunun izi bile yok. ''Şiddet politikaları halkları birbirine düşman etmenin yanı sıra çözümü de imkânsızlaştırmaktadır.'' saptaması dipten doruğa şövenizmle, sosyal şövenizmle damgalıdır.
Burada haklı haksız savaş ayrımı, burada gerici, faşist sömürgeci devlete karşı haklı ulusal direnişin, ayaklanmanın, silahlı mücadelenin desteklenmesinin izi yok. Haksız savaş yürütenlerle haklı savaş yürütenler aynı çuvala koyuluyor ve sözde tarafsız kalınarak her iki taraf mahkum ediliyor. Gerçekte bu politikayla, nesnel olarak, Türk egemen sınıfının egemenliği ve sömürgeci haksız savaşı desteklenmiş oluyor. Sınıf ve Türk halkı ideolojik ve siyasal olarak silahsızlandırılıyor, Türk burjuvazisine yedekleniyor; Kürt ulusunun tarihsel ve güncel haklı güvensizliği kışkırtılıyor ve halkların birleşik devrimci-demokratik mücadelesi parçalanıyor ya da engellenmiş olunuyor.
Çözümü engelleyen Kürt ulusal mücadelesi ve devrimi değil, işbirlikçi Türk sermayesi, devleti ve dinci faşist rejimdir. Sorun dosdoğru böyle ortaya konulmalı ve sınıfa, ezilenlere de bu gerçek alabildiğince yalın bir şekilde anlatılmalıdır. Peki ÖDP/SP siyasal çizgisinde ve duruşunda, örneğin 8. Olağanüstü Kongre'nin Manifestosu'nda bunun bir izi bile var mı? Hayır!

29 Aralık 2019 Pazar

ÖDP'DEN SOL PARTİ'YE...
ÖDP Ankara'da 8. Olağanüstü Kongresi'ni yaptı. İsmini ''Sol Parti'' olarak değiştirdi. Kongrenin onayladığı 12 maddelik manifesto da kamuoyuna açıklandı.
Kongredeki konuşma ve açıklamalara göre, ÖDP, “sadece bir isim değişikliği için'' değil, ''düzen değişikliği için yola çık''mış. ''Yeni bir devrimci yürüyüşü başlatıyor''muş. ''ÖDP bu arayışı sürdürmek için bir tüzük kongresiyle adını, siyasal anlayışını yenileyerek yeni bir süreç başlat''mış.
I
Önce kısa bir hatırlatma yapmak yararlı olacaktır.
Dev Yol, 70'li yılların en büyük devrimci-demokratik siyasal hareketiydi. Bir halk hareketine dönüşme sürecindeydi. 12 Eylül askeri faşist darbesiyle içerisine girilen yenilgi ve gericilik yıllarında Dev-Yol tasfiye oldu. Daha 12 Eylül yenilgisinin şoku atlatılmadan 89-91 çözülüş süreciyle uluslararası arenada da ağır bir yenilgi ve gericilik dönemine girildi. Kuru Çeşme süreci ve ÖDP'nin kuruluşu söz konusu iç ve küresel alandaki yenilgi ve gözü dönük karşı-devrimin saldırılarının ürünü olan tasfiyeci dalganın bir sonucuydu. ÖDP, Dev Yol'un ÖDP'lileşmesi, Dev-Yol'un yenilgi yıllarında içerisine sürüklendiği tasfiyeci oportünist evrimin dönemeci ya da sıçrama noktası oldu.
ÖDP'lileşme süreci ve doğumu olan ÖDP, teoride revizyonizme, politikada reformizme, örgütlenmede legalizme dayanan bir siyasal teori ve pratiğin ifadesiydi. Orta yolcu siyasal hareketlerin geniş bir kesiminin Kuru Çeşme'ci çizgileri ve ÖDP'lileşme gerçeği, kendi devrimci-demokratik geçmişlerinin red ve inkarı üzerinde yükselerek şekillendi. Böylece geniş bir devrimci kadro ve kitle sistem içine çekilerek reformize edildi. Kuşkusuz ki bu gelişme devrim adına ağır bir kayıptı...
ÖDP ilerici politik bir parti olarak yaşadı. Sağ pasifist çizgide tutarsız da olsa anti-faşist mücadeleye katıldı. Burjuva demokrasisi ÖDP'nin programını belirlediği gibi pratiğine de yön verdi. Küçük burjuva sosyalizminin sözcülüğünü yaptı. Sosyal demokrasinin sol kanadı rolü oynadı. Bu pozisyon, Kemalizmin sol kanadı rolü ve pozisyonuydu. 8. Olağanüstü Kongre'sinde adını Sol Parti olarak değiştirmesi de aynı çizginin sosyal demokrasi doğrultusunda derinleşmeye devam edeceğinin ifadesidir. Onların, yenilenme, düzeni değiştirme, sosyalizm lafazanlığı reformizmde derinleşme, yetkinleşme çağrısının örtüsüdür sadece. Büyük laflarla ilan edilen, başarısızlıkla, edilgenlikle belirlenen Birleşik Haziran Hareketi deneyiminden de görüldüğü gibi, parlak laflar değil, siyasal pratik belirleyicidir... Dün olduğu gibi bugün de parti adı seçilirken sosyalist kelimesinden uzak durulması da rastlantısal değildi(r).
II
''Sol Parti'' adı neyi ifade ediyor? ''Sol'' ama hangi sol? Burjuva solu var, küçük burjuva solu var, devrimci-demokratik sol var, komünist sol var! Genel bir ''sol'' tanımlaması, burjuva liberal karakterde bir tanımlamadır. Kendine sol diyen herkes, her çevre sol değildir. Bu vb. tanımlamalar, sınıflararası politik ayrım çizgilerini yadsıyan, manipüle eden bir karaktere sahiptir. İç ve uluslararası yenilgi ve gericilik koşullarında, azgın liberal, postmodern, postMarksist gerici tasfiyeci saldırı dalgasının baskısına boyun eğenlerin her türlü sınıfsal ve tarihsel kavramları bulandırarak, içeriğini boşaltarak, çok anlamlı kaypak bir eksende kullanması raslantıyla ortaya çıkmamıştır; tıpkı sol parti formülasyonunda olduğu gibi!
Kendisine sol diyen her siyasal çevreyi sol, kendilerini Marksist vs. olarak tanımlayan siyasal çevreleri Marksist olarak gören, böylece ''solun birliği'', ''Marksistlerin birliği'' mücadelesini verdiklerini iddia edenlerin teorisi ve pratiği burjuva liberal karaktere sahiptir. Proletarya ve halkları yanıltan, ideolojik ve siyasal olarak silahsızlandıran, burjuvaziye hizmet eden bir çizginin ifadesidir. ÖDP, Avrupa Sol Partisi çizgisinde olan bir küçük burjuva siyasal hareket olarak adını da Sol Parti olarak seçmiştir. Kemalizmi, burjuva laisizmini yücelten, CHP'yi ''sol'' gören, politik mücadelesi dinsel faşist rejimi ''yıkmak''la sınırlı bir politik partiden daha ötesini beklemek de oportünizm olacaktır.
DEVAM EDECEK

30 Kasım 2019 Cumartesi

ÖN AÇIKLAMA

''Revizyonist Enternasyonal'e Doğru Mu?'' başlıklı yazı 1995 tarihinde Proleter Doğrultu dergisinde yayınlandı. Bu yazı, kopuştan sonra, Garbis tarafından kendi sitesinde de (Turkishmarxist ) yayınlanmıştı. Bu belge, Enternasyonal Büro tarafından, ''Belçika Emek Partisi (PTB)'nin Brüksel'de düzenlemiş olduğu toplantıya katılan MLKP-K temsilcilerinin toplantı içeriğine ilişkin olarak hazırlayıp dağıttıkları broşürün çevirisidir.'' Yazıyı hazırlama görevi Garbis'e verilmişti. Hazırlanan yazı kollektif denetimden sonra söz konusu platforma sunulmuştu.


Yazıyı bloğumuzda yayınlıyoruz. Yazı, uluslararası revizyonizmi eleştirirken, kendini Marksist-Leninist gören akımları Marksist-Leninist kabul eden ve eski ideolojik ayrımların önemsizleştiğini ileri süren, dolayısıyla yeni bir komünist enternasyonal kurmak için birlikte hareket etmek gerektiğini savunan ''20 Nisan 1992 tarihli “Pyongyang Deklarasyonu”, PTB (Belçika Emek Partisi)’nin 2 Mayıs 1993 tarihli “Uluslararası Komünist Hareketin Birliği İçin Yedi Öneri”si ve 3 Mayıs 1994 tarihli “Uluslararası Komünist Hareketin Birliği İçin Öneriler” başlıklı) tasfiyeci belgelerin eleştirisini içermektedir.

Bu revizyonist düşünceler özellikle de kapitalist/revizyonist sistem ve kampın dağılışından sonra giderek popüler hale geldi. Marksizm-Leninizm'le her türden oportünizm ve revizyonizmi birleştirme teori ve pratiği kuşkusuz ki Marksizm-Leninizm'in, komünist çizginin red ve inkarı temelinde yükselmektedir. Kendisini Marksist, Marksist-Leninist ilan eden parti ve çevreleri komünist görme; değişik renklerden oluşan bu akımları Marksizm'in değişik mezhepleri olarak değerlendirme çizgisi devrimci proletaryayı uluslararası sermayenin uzantısı haline getirme çizgisinden başka bir şey değildir. 20. asrın ideolojik ayrılıklarının önemini yitirdiği, ideolojik ve programatik çerçevesinin aşıldığı, ''Marksizm tabanı'' üzerinde bulunan akımlarla tek parti çatısı altında birleşmek gerektiği vb. analizleri söz konusu tasfiyeci akımın karakteristik nitelikleridir.

Bu perspektifin teori ve pratiği tasfiyeci ve inkarcı karakterdedir. Uluslararası Komünist Hareket'in, Ekim Devrimi'nin, III. Enternasyonal'in, Marksizm-Leninizm'in mücadelesinin her düzeyde yadsınması ve yerine, tasfiyeciliğin, eklektisizmin, revizyonizmin geçirilmesi teori ve pratiğidir. Titoizm'e, Kruşçevcilikde somutlaşan Sovyet modern revizyonizmine, SSCB'de ve sosyalist bloğda kapitalizmin restorasyonuna, Avrupa komünizmine, Çin modern revizyonizmine karşı verilen mücadelenin yadsınmasıdır.

80-90'lar sonrasının yenilgi ve gericilik dönemi, küresel arenada atağa kalkan tasfiyeci oportünist dalganın kaynağını oluşturmaktaydı. Postmodernizm ve onun bir versiyonu olan postMarksizm söz konusu tasfiyeci oportünist dalganın görünümleriydi. Bugün, dünya devrim dalgasının canlanmasıyla bu akım gerilemekle birlikte hala en gerici etkili tasfiyeci dalgayı oluşturmaktadır. Ayrıca hatırlatmak bile gereksizdir ki, burjuva ve küçük burjuva ideolojik saldırılar herbir dönemin koşullarına kendisini uyarlama yeteneğine sahiptir...

12 Eylül askeri faşist darbesinin açtığı yenilgi ve tasfiyecilik yılları, daha sonra 89-91 süreciyle birleşerek Türkiye devrimci hareketinde de kapsamlı ve derin yıkımlara yol açtı. DEV-YOL, Kurtuluş, TDKP, TKEP vb. yapıların tasfiyeci reformizmde konaklaması iç ve uluslararası tasfiyeci rüzgarların somut ürünüydü. Türkiye devrimci-demokratik ve komünist hareketini değişik düzey ve derinlikte güçlü bir şekilde etkilemeye devam eden postMarksist zihniye(tler)in etkisinin görülebilmesi için ''Revizyonist Enternasyonal'e Doğru Mu?'' başlıklı belge bir kaynak oluşturmaktadır.

Proletaryanın yerine ezilenlerin, Marksizm-Leninizm'in yerine postMarksizmin, ezilenlerin Marksizminin geçirilmesinin bir yanı devrimci-demokrasinin tarihsel ve politik gerçeğiyle, onun etki gücüyle ilişkilidir. Öte yandan, özel olarak vurgulamak gerekir ki, 80-90'lar kesitinde ortaya çıkan yenilginin (emperyalist küreselleşme + bilimsel teknolojik devrim + küresel alanda ortaya çıkan yeni güç dengeleri + teorinin geliştirilmesi gereksinim ve değişmelerinin etkileri de içinde olmak üzere) ürünü olan tasfiyecilikle, postMarksizm arasında daha özel içsel bir bağ vardır...

Uluslararası ideolojik merkezlerin dağıldığı, eski ideolojik ayrılıkların önemsizleştiği ve aşıldığı; kendine Marksist, komünist vs. diyenlerin komünist olduğu, gerek coğrafyamızda gerekse de uluslararası alanda birleşmek gerektiği zihniyeti ezilenlerin birliği, ezilenleri temel alma, Ezilenlerin Marksizmini savunmaya götürmekte ya da tersinden bir birlik içinde kendini ortaya koymaktadır. Oportünizmin, revizyonizmin, reformizmin, kısmi, yerel ya da salt ulusal çapta ortaya çıkan bir olgu olmadığını, onun/bu akımların uluslararası bir akım olduğunu kavrayan komünistler için bu bakış açısı ve analizin tasfiyeci postMarksist karakteri anlaşılırdır. Kuşkusuz ki söz konusu akımların ortaya çıkışı ve gelişiminde herbir ülkenin somut tarihsel koşullarının rolünü kavrayamamak da Marksizm-Leninizm ile bağdaşmaz. Bu olgu, teori tarafından aydınlatılmış, tarihsel deneyim tarafından da doğrulanmıştır.

Bu düşüncelerin komünist hareket içerisinde görünür ya da görünmez biçimlerde ortaya çıkıp gelişmesinin rastlantısal olmadığı açıktır. Birlik Devrimi ile ilkeli bir tarzda kendini ortaya koyan komünist hareketin daha sonraki süreçte bu tür düşüncelerden kapsamlı etkilenmesi, kimi eğilimler tarafından derinlemesine bir şekilde savunulması tasfiyeci oportünizmin etkisini göstermektedir. İdeolojik uzlaşmanın, ideolojik tavizlerin, eklektisizmin eğer ideolojik olarak hesaplaşılmazsa, eni-sonu, her komünist partiyi tasfiyecilik ve revizyonizm batağında boğması kaçınılmazdır. Tarih buna tanıktır.

''REVİZYONİST BİR ENTERNASYONALE DOĞRU MU? Nisan 1995
Burada temsil edilen partiler ve örgütler, uluslararası komünist hareketin kurulması ya da yeniden kurulması konusunda düşünce birliğine varmaya ve birleşmeye çağrılmakta ve onlardan böyle davranmaları beklenmektedir. Bu projenin temelleri; 20 Nisan 1992 tarihli “Pyongyang Deklarasyonu”, PTB (Belçika Emek Partisi)’nin 2 Mayıs 1993 tarihli “Uluslararası Komünist Hareketin Birliği İçin Yedi Öneri”si ve 3 Mayıs 1994 tarihli “Uluslararası Komünist Hareketin Birliği İçin Öneriler” gibi belgelerinde ortaya konmuş bulunuyor. Değişik parti ve örgütlerin bu ve benzer belgeleri ve açıklamalarında dile getirilen görüşleri şöyle özetleyebiliriz:   
1) “Sosyalizm davasını savunmak ve ilerletmek için bütün bu partiler (“Sosyalizme özlem duyan… partiler”) bağımsızlıklarını kararlılıkla sürdürmeli ve kendi güçlerini pekiştirmelidirler.”…
“Sosyalist hareket, bağımsız bir harekettir.”…
“Sosyalizm davası ulusal bir dava ve aynı zamanda insanlığın ortak davasıdır.” (“Pyongyang Deklarasyonu”)   
2) “Çağımız bağımsızlık çağıdır ve sosyalizm davası, halk kitlelerinin bağımsızlığını gerçekleştirmeyi hedefleyen kutsal bir davadır.”…
“Sosyalist toplum özünde, halk kitlelerinin her şeyin efendisi olduğu ve her şeyin onlara hizmet ettiği gerçek bir toplumdur.” (“Pyongyang Deklarasyonu”)   
3) “Her parti Marksist-Leninist ilkeleri kendi kavrayışı temelinde bugünkü gerçekliğe uygular… Her parti kendi siyasetini tümüyle bağımsız bir tarzda belirler. Fakat bu, uluslararası komünist hareketin birliğini sürdürme göreviyle çelişmez; çünkü bu birlik de önemli bir ilke sorunudur.” (“Uluslararası Komünist Hareketin Birliği İçin Öneriler”)   
4) “1956’dan bu yana, uluslararası komünist hareket, esas olarak Kruşçov’un revizyonist çizgisi, fakat aynı zamanda aşırı sol tutumlar nedeniyle bölünmüş ve parçalanmıştır.” (“Uluslararası Komünist Hareketin Birliği İçin Öneriler”)   
5) “Tarihin belli bir anında meydana gelmiş olan bu bölünmelerin doğruluğu ya da gerekliliği konusunda ne düşünülürse düşünülsün, bugün bu bölünmeleri aşma ve geleneksel olarak Sovyet-yanlısı, Çin-yanlısı, Arnavutluk-yanlısı, Küba-yanlısı ve bağımsız çizgiler doğrultusunda parçalanmış olan Marksist-Leninist partilerin birliğini sağlama olanağı vardır.” …
“Bugünkü durumda Marksizm-Leninizmin devrimci ilkelerine bağlı kalan tüm partiler, eski bölünmelerin üstünden atlama ve birleşme gereksinimi duymaktadırlar.” (“Uluslararası Komünist Hareketin Birliği İçin Öneriler”)   
6) “Sovyetler Birliği’nde kapitalizmin bütünüyle restore edilmesinden sonra tüm komünistler, revizyonizmin Marksizm-Leninizmin en tehlikeli ideolojik düşmanı olduğu noktasında anlaşabileceklerdir. Yaşam, revizyonizmin, komünist hareket içindeki burjuvazi olduğunu kanıtlamıştır.” (“Uluslararası Komünist Hareketin Birliği İçin Öneriler”)   
7) “Komünistler, Marksizm-Leninizm ve proleter enternasyonalizmi temeli üzerinde birleşmelidirler. Marksizm-Leninizm temeli üzerinde birliği, revizyonizme, sektarizme ve dogmatizme karşı savaşım içinde pekiştirmek gerekir. Komünistler arasında önemli, hatta son derece önemli düzeylerdeki görüş ayrılıklarının uzun bir dönem boyunca süreceğini kabul etmeliyiz. Eleştiriyi ve karşı-eleştiriyi kabul etmeli ve birliği sürdürmeliyiz.” (“Uluslararası Komünist Hareketin Birliği İçin Yedi Öneri”)   
8) “1960’lı yıllarda revizyonizm tehlikesini en iyi kavrayan Mao Zedung oldu. Enver Hoca, Ho Şi Min, Kim İl Sung ve Che Guevara da revizyonizme karşı savaşıma önemli katkılarda bulundular.” (“Uluslararası Komünist Hareketin Birliği İçin Öneriler”)   
9) “Revizyonizme karşı ideolojik savaşım, karmaşık ve uzun erimli bir görevdir. Bir çok partiyi yıkıma uğratan revizyonizm, kendiliğinden ortadan kalkmayacaktır. Tito’nun revizyonizmi, uluslararası komünist hareket tarafindan ta 1948’de eleştirilmisti… Revizyonist düşünce ve tezler derinlemesine irdelenmez ve eleştirilmezlerse, varolmaya devam edecek ve tasfiyeci akım yeniden saldırabilecek ve yeni kurbanlar alabilecektir.” (“Uluslararası Komünist Hareketin Birliği İçin Öneriler”)        
Değerli arkadaşlar,   
Uluslararası komünist hareket yukarıda adı geçen tezler ve öneriler temeli üzerinde kurulamaz ya da yeniden kurulamaz. Biz burada temsil edilen parti ve grupların, en azından büyük çoğunluğunun içtenlik ve iyi niyetlerinden kuşku duymuyoruz. Fakat, atasözünde de belirtildiği gibi, cehenneme giden yol iyi niyet taşları ile döşenmiştir. Her şeyden önce biz, komünist güçlerin birliği sorunuyla, anti-emperyalist ve anti-faşist güçlerin birliği sorunu arasında bir ayrım yapmak zorundayız. Yukarıda adı geçen belgeler; emperyalizme, ırkçılığa, faşizme, kapitalizme vb. karşı bir savaşın gerekliliğinden söz etmekte ve daha sonra, komünist olmayan güçler de içinde olmak üzere tüm devrimci güçlerin komünizmin bayrağı altında birleştirilmesini önermektedirler. Biz, demokratik ve sosyalist görevler ve devrimci-demokratik ve komünist güçler arasında son derece kesin bir ayrım çizgisinin çekilmediği bu koşullarda, gerçek bir anti-emperyalist ve demokratik cephenin de kurulamayacağına inanıyoruz. Bu soruna daha sonra değineceğiz.    
Komünist güçlerin birliği konusuna girmeden önce, Marksizm-Leninizmden açıkça kopuşu ele veren bazı belirsiz ve oportünist formülasyonları eleştirmek istiyoruz. Bu belgelerde ne proletaryanın özel ve dünya-tarihsel rolünden, ne de proleter diktatörlüğünün mutlak gerekliliğinden söz edilmektedir. Lenin,     
“Marks’ın öğretisindeki asıl şey, sosyalist toplumun kurucusu olarak proletaryanın tarihsel rolünün açığa çıkarılmasıdır.” (“The Historical Destiny of the Doctrine of Karl Marks”, Collected Works, Cilt 18, Moskova, Progress Publishers, 1968, s. 582) demişti. Ve o, ünlü Devlet ve İhtilal adlı kitabında,
“Yalnızca sınıflar savaşımını kabul eden biri, bundan ötürü Marksist değildir; henüz burjuva düşüncesinin, burjuva politikasının çerçevesinden çıkmamış biri olabilir. Marksizmi sınıflar savaşımına indirgemek, onun kolunu kanadını kırpmak, bozmak, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir şeye indirgemek demektir. Sınıflar savaşımının kabulünü, proletarya diktatorasının kabulüne dek genişleten kişi bir Marksisttir ancak. Marksisti bayağı küçük (ve büyük) burjuvadan temelden ayırdeden şey, işte budur. Marksizmin gerçekten anlaşılıp kabul edildiğini, işte bu denektaşı ile sınamak gerekir. Avrupa tarihi, işçi sınıfını bu soruna pratik olarak yanaşmaya götürünce, bütün oportünist ve bütün reformistlerle birlikte, bütün ‘Kautskist’lerin de (yani reformizmle Marksizm arasında duraksayanların da) acınası hamkafalar ve küçük-burjuva demokratlar olarak, proletarya diktatorasının yadsıyıcıları olarak ortaya çıkmaları, hiç de şaşılacak bir şey değildir.” (Devlet ve İhtilal, Ankara, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 1989, s. 45) diyordu.
Yukarıda adı geçen belgelerin yazarları, sosyalist toplumu, “halk kitlelerinin her şeyin efendisi olduğu ve her şeyin halk kitlelerine hizmet ettiği gerçek bir toplum” (“Pyongyang Deklarasyonu”) olarak tanımlarken Marksizm-Leninizmi yadsımaktadırlar. Ve doğallıkla onlar, komünist hareketin sonal hedefinin komünizm, sınıfsız toplum olduğu gerçeğine açık-seçik bir tarzda işaret etmedikleri için de eleştirilmelidirler. Onlar, sosyalizmin geçici niteliğini unutmuş ve onu komünist hareketin sonal hedefi gibi sunmuşlardır. Bu, Marksizm-Leninizmin düpedüz yadsınmasıdır. Gotha Programının Eleştirisi adlı yapıtında Marks şöyle diyordu:  
“Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinciden ötekine devrim yoluyla geçiş dönemi yer alır. Buna bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada, devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.” (K. Marx, F. Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Ankara, Sol Yayınları, 1976, s. 41)
Burada bağımsızlığa yapılan ve milliyetçilik kokan aşırı bir vurguyla karşı karşıya bulunuyoruz. “Çağımız bir bağımsızlık çağıdır”, sosyalizm “halk kitlelerinin bağımsızlığı”nın gerçekleştirilmesini hedefler, “Sosyalist hareket bir bağımsızlık hareketidir” (“Pyongyang Deklarasyonu”) deniyor bize. Bunlar Marksist önermeler değildir. Neden? Çünkü, her şeyden önce çağımız hala “emperyalizm ve proleter devrimleri çağıdır” ve onun asıl içeriği kapitalizmden sosyalizme geçiştir. İkincisi, sosyalizmin “halk kitlelerinin bağımsızlığı”nı hedeflediğini ileri sürmek, en iyi olasılıkla, proletaryanın kafasının karışmasına ve onun yolundan saptırılmasına hizmet eden boş ve anlamsız bir gevezelik olmaktan ileriye gitmez. Üçüncüsü, “sosyalist hareket”i bir “bağımsızlık hareketi” olarak tanimlamak ve “sosyalizme özlem duyan… partiler”in “kararlı bir biçimde bağımsızlıklarını korumaları” gerektiğini ileri sürmek, sosyalist hareketi ulusal-demokratik hareket düzeyine indirmek ve işçi sınıfı hareketinin ve komünist hareketin uluslararası niteliğini yadsımak anlamına gelir.
Daha 1867’de Marks şöyle diyordu:  
“Şimdiye değin büyük amaca yönelik tüm çabalar, her ülkedeki işçi hareketinin değişik bölümleri arasındaki dayanışmanın eksikliği ve değişik ülkelerin işçi sınıfları arasında kardeşçe birlik bağlarının yokluğu yüzünden başarısızlığa uğramıştır.  
“Emeğin kurtuluşu, ne yerel ve ne de ulusal bir sorun olmayıp, çağdaş toplumun oluşmuş olduğu bütün ülkeleri kucaklayan toplumsal bir sorun, çözümü için en ileri ülkelerin pratiksel ve teorik işbirliğine dayanan bir sorundur.” (“Rules and Administrative Regulations of the International Working Men’s Association”, K. Marx-F. Engels, Collected Works, Cilt 20, Londra, Lawrence & Wishart, 1985, s. 441) Ve Ağustos 1920’de Lenin’in kaleme aldığı Komünist Enternasyonal’in Tüzüğü’nde şunları okuyoruz:  
“Komünist Enternasyonal, zaferi yakınlaştırmak için, kapitalizmi ortadan kaldırmak ve komünizmi kurmak amacıyla savaşan bir Uluslararası İşçi Birliği’nin güçlü bir merkezselleşmiş örgüte gereksinimi olduğunu bilmektedir. Gerçekte ve eylemde Komünist Enternasyonal, değişik ülkelerdeki partilerin, bölümleri gibi davrandıkları tek bir evrensel komünist partisi olmalıdır. Komünist Enternasyonal’in örgütsel aygıtı, her ülkenin emekçilerinin herhangi bir zamanda diğer ülkelerin örgütlü proleterlerinden en üst düzeyde destek almalarını güvence altına alabilmelidir.” (Theses, Resolutions & Manifestoes of the First Four Congresses of the Third International, London, Pluto Press Ltd. 1983, s. 124)
Bu yazdıklarımızdan “bağımsızlık” sorununun Marksist-Leninistler tarafından algılanışının, yukarda adı geçen belgelerin yazarlarının algılayışından bütünüyle farklı olduğu açıkça görülmelidir. Sözkonusu yazarlar bağımsızlığı ulusal dışlayıcılık ve darkafalılığın ışığında yorumluyor ve enternasyonalizmi dayanışmaya vb. ilişkin gevezelik düzeyine indiriyorlar. Onların “enternasyonalizm”inin içeriği de budur. Marksist-Leninistlere göre ise “sosyalist hareket”in, daha doğrusu komünist ve işçi sınıfı hareketinin ideolojik, siyasal ve örgütsel bakımlardan burjuvazinin, daha doğrusu mülk sahibi sınıflardan bağımsız olması gerekirken, onun, komünist ve işçi sınıfı hareketinin diğer bölüklerinden bağımsız olması, esas olarak gerekmemektedir. Uluslararası komünist ve işçi sınıfı hareketinin değişik bölümleri birbirlerine olabildiğince yakın olmalıdırlar. Bu yüzdendir ki, Marksist-Leninistler “Bütün ülkelerin işçileri, birleşiniz!” sloganından yanadırlar. Ve bu yüzdendir ki onlar, her zaman tek tek ülkelerdeki işçi sınıflarının ulusal çizgiler boyunca bölünmesine her zaman karşı çıkmışlardır. Bolşevikler işçi sınıfının ulusal kesimlere bölünmesini reddettiler ve şu görüşü ileri sürdüler.
“… İşçi sınıfının çıkarları, belirli bir devlet içindeki işçilerin ortak proleter, siyasal, sendikal, kooperatif, eğitsel ve diğer örgütlerde bileştirilmelerini gerektirir.” (Aktaran S. Shaheen, The Communist Theory Of National Self-Determination, 1956, s, 74)                                         
                                   *          *          *          *          *   
Yukarıda adı geçen belgelerin yazarları, önerilerinin esasını oluşturan düşünceyi, “Marksist-Leninist partiler arasındaki eski bölünmeler aşılabilir” deyişiyle özetlemişlerdir. Fakat onlar, bu savın geçerliliğini kanıtlama ve bugünkü ideolojik farklılıkları ve hatta uçurumları aşma doğrultusunda kesinlikle hiçbir çaba harcamamaktadırlar. Ve onlar, Marksizm-Leninizm ve revizyonizmi tanımlamaya ve ikisini birbirinden ayırdetmeye yarayacak nesnel ve bilimsel ölçütler saptama yolunda da kesinlikle hiçbir çaba harcamamaktadırlar. Bu güçlükleri sözümona aştıktan sonra bize, “eski bölünmeleri aşma ve birleşme” öğüdü vermeye girişmektedirler. Onlar ayrıca bize, -ona ne kuşku!- Marksizm-Leninizm ve proleter enternasyonalizmi temeli üzerinde birleşmeyi ve bunun yapılabilmesi için de sağ ve “sol” oportünizme karşı savaşımı güçlendirmeyi öğütlemektedirler. Fakat “yüce yargıçlarımız” bize hala Marksizm-Leninizmle sağ ve “sol” oportünizmi birbirinden ayırdetmemizi sağlayacak kılavuz ipini sağlamamışlardır. Ortalama zeka düzeyine sahip bir insan, bu yaklaşımın mantıksal olarak çelişmeli doğasını kolaylıkla algılayacaktır. Bir yandan, “eski bölünmelerin … aşılabileceği” ve onların bir yana atılması gerektiği söylenmekte ve öte yandan oportünizme ve revizyonizme karşı savaşımın sürdürülmesi çağrısında bulunulmaktadır. Bugün olduğu gibi, kendilerini Marksist-Leninist olarak adlandıran bütün eğilimler gerçekte Marksist-Leninist olmuş olsalardı, aşağıdaki sonuçlara varmak kaçınılmaz olacaktı:   
1) Geçtiğimiz on yıllarda sürdürülen ideolojik savaşımlar aslında Marksist-Leninistler arasındaki ideolojik savaşımlardı.   
2) Bu ideolojik savaşımların yürütülmemesi gerekirdi; bu savaşımlar boşuna yürütülmüştü.    
Bu vargı, yukarıda adı geçen belgelerin yazarlarının konumlarının aşırı oportünizmini ve saçmalığını ortaya koyar; fakat bu yaklaşım kendi içinde tutarlıdır. Kendisini komünist ve sosyalist ilan eden bütün partilerin ve grupların birleşmesi çağrısında bulunanlar başka türlü davranamazlardı. Fakat onlar bir yandan da revizyonizmin, “Marksizm-Leninizmin en tehlikeli düşmanı” olduğunu belirtiyor ve onun “komünist hareket içindeki burjuvazi” olduğunu ileri sürüyorlar. Ve onlar hem 1956’dan önce, hem de o tarihten sonra oportünizme ve revizyonizme karşı sürdürülen ideolojik savaşımları alkışlıyorlar.
Eğer onlar, revizyonizmin böylesine büyük bir tehlike oluşturduğuna gerçekten de inanıyorlarsa, neden emperyalizmin ve burjuvazinin bu acentasını tanılamaktan ve tanımlamaktan bu denli özenle kaçınıyor ve Sovyet-yanlısı, Çin-yanlısı, Arnavutluk-yanlısı, Küba-yanlısı ve bağımsız grupların birleşmesi ve bir ideolojik ateşkes ilan etmeleri için çağrı yapıyorlar? Bunun iki farklı açıklaması olabilir. Onlar ya ne dediklerinin farkında değillerdir ya da kendilerini komünist ve sosyalist ilan eden tüm parti ve grupların içinde yer alacağı revizyonist bir enternasyonalin kurulmasını savunmaktadırlar. Her iki durumda da onlar, işçi sınıfının ve içtenlikli devrimcilerin saflarında kafa karışıklığı yaratmak ve revizyonizmin değişik türlerinin, kendilerini Marksist-Leninist ve uluslararası komünist hareketin bileşenleri olarak yutturmalarına yardımcı olmak suretiyle emperyalizmin ve burjuvazinin çıkarlarına hizmet etmektedirler.    
Revizyonizme karşı savaşım ve komünistlerin birliği ikili ve birbiriyle ilişkili sorunlarına Marksist-Leninist yaklaşım, yukarda adı geçen belgelerin yazarlarınınkiyle taban tabana karşıttır. Marksist-Leninistler her zaman gerek tek tek partiler ve gerekse uluslararası komünist hareket içinde oportünizme ve revizyonizme karşı uzlaşmaz ideolojik savaşımdan yana olmuşlardır. Dahası, onlar savaşımın belirli bir aşamasında komünist örgütlerin oportünist öğelerden arındırılmasından da yana olmuşlardır. Oportünizme karşı Leninist tutumu anlatırken Stalin şöyle diyordu:  
“Bütün bu küçük-burjuva gruplar şu ya da bu biçimde partiye girerler; partiye kararsızlık ve oportünizm ruhunu, moral bozukluğu ve güvensizlik ruhunu getirirler. Hizipçiliğin ve geçimsizliğin başlıca kaynağı, içten baltaladıkları partide kargaşalığın başlıca kaynağı onlardır. Geride böyle ‘müttefikler’ varken emperyalizmle savaşa tutuşmak, kendini hem önden, hem arkadan iki ateş arasında bırakmak demektir. Bu yüzden böyle unsurlara karşı amansız bir savaşım verilmesi ve bunların partiden kovulması, emperyalizme karşı savaşın başarısı için önkoşuldur.” (Leninizmin İlkeleri, 1979, Ankara, Sol Yayınları, 1979, s. 112) Zimmerwald ve Kienthal’ın merkezci oportünistlerini eleştirirken aynı yaklaşımı sergileyen Lenin şöyle diyordu:
“Oportünizme karşı savaşımla sıkı sıkıya bağlantılı değilse, emperyalizme karşı savaşım ya bir boş söz, ya da bir sahtekarlıktır. Zimmerwald ve Kienthal’in temel bir zaafı -Üçüncü Enternasyonal’in bu embriyonlarının fiyaskoyla sonuçlanma olasılığının yüksek olmasının nedenlerinden biri- oportünizmle savaşım sorununun, oportünistlerle kesin bir kopuşmanın ilan edilmesi anlamında çözülmesi bir yana açıkça dile bile getirilmemiş olmasıydı.” (“The Military Programme of the Proletarian Revolution”, Collected Works, Cilt 23, Moskova, Progress Publishers, 1974, s. 83) Yukarıda adı geçen belgelerin, Marksizm-Leninizm ve proleter enternasyonalizmi adına bize oportünizm ve revizyonizmle barışmamızı öğütleyen yazarlarının tersine Lenin “Enternasyonal Sosyalist Komiteye ve Tüm Sosyalist Partilere Bir Çağrı İçin Tezler”inde şunları söylüyordu:  
“Enternasyonalizm üzerine yemin billah etmekle yetinenler enternasyonalist değildirler. Kendi burjuvazilerine, kendi sosyal-şovenistlerine, kendi Kautskistlerine karşı gerçekten enternasyonalist tarzda savaşanlar enternasyonalisttir ancak.” (“Theses For an Appeal to the International Socialist Committee and All Socialist Parties”, Collected Works, Cilt 23, s. 209)   
Uluslararası Komünist Hareketin Birliği İçin Öneriler” adlı belgede şu satırları okuyoruz:  
“1) 1919’da kurulmasından bu yana uluslararası komünist hareket tarihi sarsmış ve dünyanın bakış açısını değiştirmiştir. Komünist Enternasyonal”in Temmuz 1920’de toplanan II. Kongresi bir tüzük, giriş koşulları, manifesto ve uluslararası komünist hareketi sosyal demokrasiden ayırdeden diğer özsel kararları kabul etti. 1956’ya kadar uluslararası komünist hareket devrimci yönelimini ve birliğini sürdürdü; onun gücü ve etkisi dünya ölçeğinde artmaya devam etti.  
“2) Anlamlı bir akım olarak dünya sahnesinde yeniden ortaya çıkabilmesi için uluslararası komünist hareketin bu ortak tarihe sahip çıkması gerekir.”    
Biz bu yaklaşıma tümüyle ve koşulsuz olarak katılıyoruz. Bu, MLKP-K’nın yaklaşımıdır ve o, bu yaklaşımı benimseyen tüm komünist parti ve örgütlerle birlikte ve uyum içinde davranmaya hazırdır. Fakat, ne yazık ki, yukarda adı geçen belgelerin yazarlarının genel usyürütme ve davranış tarzı, bu yaklaşımla uyuşmamaktadır. Dahası, onların, revizyonizme karşı savaşım ve komünistlerin birliği sorunlarına karşı gerçek tutumları, doğru tutumla taban tabana karşıtlık içindedir. Sözkonusu belge, uluslararası komünist hareketin mirasına sahip çıkmaktan söz ediyor. Fakat onun analizleri, temel yaklaşım ve önermeleri, aşırı bir oportünizmi ele vermektedir. Uluslararası komünist hareketin mirasına sahip çıkanlar, Komintern’e katılmanın 21 koşulunun ruhuna uygun olarak düşünmek ve davranmakla yükümlüdürler. Bu koşulların bazıları aşağıdaki gibiydi:  
“6) Komünist Enternasyonal’e katılmayı arzulayan her parti, sadece açık sosyal-yurtseverliği değil, sosyal-pasifizmin namussuzluğunu ve ikiyüzlülüğünü de teşhir etmekle yükümlüdür: kapitalizm devrimci yoldan yıkılmadıkça ne uluslararası hakem mahkemelerinin, ne savaş silahlarının sınırlanmasına ilişkin anlaşmaların, ne de Cemiyet-i Akvam’ın ‘demokratik’ tarzda düzeltilmesinin hiçbir zaman yeni emperyalist savaşları önleyemeyeceğini işçilere sistemli biçimde anlatmalıdır.  
“7) Komünist Enternasyonal’e katılmak isteyen partiler, reformizmden ve ‘merkez’in politikasından tümüyle kopuşu onaylamak ve parti üyelerinin geniş çevrelerinde bu kopuşun propagandasını yapmakla yükümlüdürler. Bu olmadan tutarlı bir komünist politika yürütmek mümkün değildir.” (III. Enternasyonal, 1919-1943, Belgeler, İstanbul, Belge Yayınları, s. 31)    
Söylenenlerden, yukarıda adı geçen belgelerin yazarlarının gerçekte hiçbir zaman, Komintern de içinde olmak üzere uluslararası komünist hareketin mirasına sahip çıkmadıkları yeterince açık olmalıdır. Tersine, haklı olarak, onların, uluslararası komünist hareketin temsil ettiği her şeyin karşıt kutbunda bulunduğunu söyleyebiliriz. Onların, uluslararası komünist hareket saflarında birlik konusuna ilişkin çizgileri, II. Enternasyonal’inki kadar, hatta daha da oportünist bir nitelik taşımaktadır. Giderek derinleşen oportünizmine karşın II. Enternasyonal asla tüm “sosyalist” eğilimleri, kendilerini Marksist ya da sosyalist olarak adlandıran tüm parti ve örgütleri kucaklamıyordu. Örneğin, anarşist ve anarko-sendikalist parti ve örgütler bu platformdan dışlanmışlardı; Millerand, Bernstein vb. gibilerin daha oportünist çizgileri, II. Enternasyonal kongrelerinin kararlarında resmen kınanmıştı ve kitlesel ve siyasal çalışmasını işçi sınıfı içinde yoğunlaştıran II. Enternasyonal’e bağlı partilerin programları, esas olarak Marksizmin temel ilkeleriyle uyumluydu. Fakat, kendilerini uluslararası komünist hareketi yeniden kurma yetkisiyle donatan dostlarımız bu türden sınırlamaları tanımıyorlar! Onların anlatımıyla, Sovyet-yanlısı, Küba-yanlısı, Çin-yanlısı, Arnavutluk-yanlısı, bağımsız vb. olabilirsiniz. Eğer, onların son derece “hoşgörülü” ve herkesi kucaklayan belgelerinin altına imzanızı atmaya hazırsanız ve Marksizm-Leninizmi ve proleter enternasyonalizmini savunmak ve sağ ve “sol” oportünizme karşı savaşmak için yemin ederseniz, anında, yepyeni bir Enternasyonal’in kurucuları arasında yer alabilirsiniz! Biz onlara, Lenin’in, “Bern” Enternasyonali’nin merkezci oportünistlerine yönelttiği acımasız eleştiriyi anımsatacağız:  
” ‘Bern’ Enternasyonali’nden kaynaklanan tehlikelerin en büyüğü, proleter diktatörlüğünün söylem düzeyinde kabulüdür. Bu kişiler, işçi hareketinin başında kalabilmek için her şeyi kabul edebilir, her türlü belgeyi imzalayabilirler. Kautsky şimdi, kendisinin proleter diktatörlüğüne karşı olmadığını söylüyor! Fransız sosyal-şovenistleri ve ‘merkezcileri’ proleter diktatörlüğünden yana kararların altına imza atıyorlar!  
“Fakat bu, onların güvenilirliklerini zerrece arttırmıyor.  
“Gerekli olan, söylem düzeyinde kabul değil, eylemde reformizm siyasetinden, burjuva demokrasisine ilişkin ön yargılardan tümüyle kopulması ve devrimci sınıf savaşımı yolunun gerçekten tutulmasıdır.” (“The Tasks of the Third International”, Selected Works, Cilt 10, Lawrence & Wishart Ltd, 1938, s. 51)    
Öte yandan, yukarıda adı geçen belgelerde, Stalin’e üstü örtülü bir saldırının yöneltildiği ve revizyonizmin Maoist türünün empoze edilmeye çalışıldığı gözden kaçmamaktadır. Bu, sekter olmama, tarafsızlık, bölücülüğe karşı savaş ve revizyonizme karşı söylem düzeyinde savaşım görüntüsü altında yapılmaktadır. Stalin, Kruşçovcu revizyonizmin ortaya çıkmasına ve Sovyetler Birliği’nde kapitalizmin restorasyonunun başlamasına katkıda bulunmakla suçlanmaktadır. “Pyongyang Deklarasyonu”nda şöyle deniliyor:  
“Bazı ülkelerde sosyalizmin başarısız bir tarzda inşasının nedenlerinden biri, bu ülkelerin halk kitlelerinin temel gereksinimlerini karşılama yeteneğine sahip bir toplumsal yapı oluşturmayı ve sosyalizmi, bilimsel sosyalizmin teorisiyle uyumlu bir tarzda kurmayı başaramamış olmalarıdır.” Ve “Uluslararası Komünist Hareketin Birliği İçin Öneriler” adlı belgede ise şu satırları okuyoruz:  
“12) Stalin dönemi SBKP’nin deneyimine ilişkin tartışma, uluslararası komünist hareket içinde yeniden açılmalıdır. Anti-Stalinizm, anti-komünizmin, uluslararası komünist hareket içine sokulmuş Truva atı olmuştur.”  
“13) Stalin yoldaşın yapıtının değerlendirilmesi konusundaki görüş ayrılıkları belirli bir süre varlığını sürdürecektir. Bu görüş ayrılıkları, bilimsel bir tarzda ve sınıfsal konumlardan hareketle ele alınmalıdır.”
Bu noktada şunu sormamız gerekiyor: Kim kimi yargılıyor? “Pyongyang Deklarasyonu” ve konuya ilişkin diğer belgeler bazı komünist ve devrimci gruplarca desteklenmektedir. Fakat, “kendi” egemen sınıflarıyla iyi ilişkileri olan sözde komünist ve sosyalist parti ve gruplar da bu belgelere destek vermişlerdir. Biz, Türkiye’den İşçi Partisi (eski adı Sosyalist Parti) gibi parti ve grupların Stalin’e ilişkin herhangi bir eleştirel yorum yapmaya hakları olmaması gerektiği kanısındayız. Stalin’e yönelik haksız saldırının, O’nu kararlılıkla savunması gereken gerçek devrimci parti ve grupların işbirliği ya da en azından üstü örtülü onayıyla sürdürülmesi, bu durumun kabul edilmezliğini daha da artırmaktadır.   
Uluslararası Komünist Hareketin Birliği İçin Öneriler” adlı belgenin yazarları Stalin’e saldırır ve onu dolaylı bir tarzda suçlarken, komünist ve devrimci parti ve gruplara, Mao Zedung’un sözümona büyüklüğünü ve doğruluğunu kabul ettirmeye çalışmaktadır. Bu belgede bize şunlar söyleniyor:  
“Sovyetler Birliği’nin yozlaşmasının ışığında Mao Zedung yoldaşın yapıtının yeniden değerlendirilmesi gerekiyor. Büyük bir üçüncü dünya ülkesinde ulusal-demokratik devrime önderlik etmek ve bu devrimi sosyalist devrime dönüştürmek suretiyle o,
dünya ölçeğinde önem taşıyan bir katkıda bulunmuştur. Mao Zedung, Kruşçov’a ve daha sonra Brejnev’in revizyonizmine karşı koymuştur. O, tarihte ilk kez kitleleri parti içindeki yozlaşma eğilimlerine karşı savaşa çekme yolunda girişimde bulundu.”    
Biz, bu koşullarda uluslararası komünist hareketin herhangi bir birliğinin sağlanabileceğini düşünmüyoruz. Bu birlik, asla diplomatik pazarlık ve değişik eğilimler arasında karşılıklı ideolojik ödünler verilmesi yoluyla sağlanamaz. Lenin, “Ne Yapmalı?” adlı yapıtında, Alman Sosyal-Demokrat İşçi Partisi önderlerinin Lassalle’in Alman İşçileri Ulusal Birliği’yle birleşme konusunda eleştiren Marks’a göndermede bulunurken şöyle diyordu:  
“Eğer birleşmek zorundaysanız, diye yazıyordu parti liderlerine Marks, hareketin pratik amaçlarını karşılayacak anlaşmalara girin, ama ilkeler konusunda herhangi bir pazarlığa izin vermeyin, teorik ‘ödünler’ vermeyin.” (Selected Works, Cilt 1, Moskova, Foreign Languages Publishing House, 1956, s. 226-27) Dolayısıyla, yukarıda adı geçen belgelerin yazarlarına bir kez daha sormak istiyoruz: Uluslararası komünist hareketi kurmak ya da yeniden kurmak için kimlerle birleşeceksiniz?    
Ardından, egemen sınıfların onbinlerce komünist, devrimci ve demokratı öldürdüğü 1976 askeri-faşist darbesini desteklemiş olan Arjantin Komünist Partisi ile mi?    
Kamboçya’nın 1975’de ABD emperyalizminin pençelerinden kurtulmasından sonra bir terör yönetimi kuran, milyonlarca insanı zorla kırsal bölgelere yollayan ve en azından bir milyon işçi, köylü ve aydını katleden Kızıl Kmerlerle mi?    
Doğu Alman işçileri ve emekçilerini Rus ve Doğu Alman bürokratik burjuvazisi adına sömüren, Sovyet sosyal-emperyalistleri ve Küba revizyonistleriyle birlikte Etiyopya ve Eritre halklarının kanını döken, Kruşçov ve Brejnev kliklerini destekleyen ve Stalin’e saldıran Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin yöneticisi SED (Sosyalist Birlik Partisi)’in doğrudan ardılı PDS (Demokratik Sosyalizm Partisi) ile mi?    
1962’de Hindistan ile Çin arasındaki sınır çatışmasında açıkça Hint büyük burjuvazisi ve toprak ağalarından yana çıkan, Sovyet modern revizyonizmini destekleyen ve iktidara geldiği eyaletlerde egemen sınıfların ajanı rolünü oynayan Hindistan Komünist Partisi ile mi?    
ANC (Afrika Ulusal Kongresi) ile el ele Güney-Afrika halklarına ihanet eden, emperyalizme ve beyaz burjuvaziye teslim olan, Kruşçov, Brejnev ve Gorbaçov’u destekleyen ve Stalin’e saldıran Güney Afrika Komünist Partisi ile mi?    
Küba ekonomisini Sovyetler Birliği ekonomisinin bir eklentisi durumuna getiren, Çekoslovakya, Afganistan ve Etiyopya’ya yönelik Rus saldırısını destekleyen, Etiyopya ve Eritre halklarına karşı savaşan, Kruşçov, Brejnev ve Gorbaçov kliklerini destekleyen ve Stalin’e saldıran Küba Komünist Partisi ile mi? (1)    
1980 askeri-faşist darbesinden önce, devrimci harekete karşı saldırısında açıkça büyük burjuvazi ve toprak ağalarıyla birlikte saf tutan, legal günlük gazetesinde devrimci militanların adlarını, adreslerini ve bulundukları yerleri açıklayan, Eylül 1980 askeri-faşist darbesini destekleyen ve halihazırda Türk ordusunun Kuzey Irak’ı işgalini açıkça savunan Türkiye’deki İşçi Partisi (eskiden Sosyalist Parti) ile mi?    
Görkemli ulusal kurtuluş savaşında kazanılan zaferden sonra Sovyet modern revizyonizminin izinden giden, Sovyet sosyal-emperyalistlerinin kışkırtmasıyla 1979’da Kamboçya’yı işgal eden ve orada kukla Heng Samrin rejimini kuran ve revizyonist blokun çöküşünden sonra “özgür” girişimin “erdemleri”ni keşfeden ve uluslararası finans kapitale ve IMF’ye (Uluslararası Para Fonu) teslim olan Vietnam İşçi Partisi ile mi?   
Bu konuyu gerçekten iyi düşünmelidirler.                                    
                                             *          *          *          *          *   
Belirli koşullar altında bu platform, anti-emperyalist ve anti-faşist bir forum işlevi görebilir. Fakat bunu yapabilmesi için bu forumun, bazı durumlarda, tüm devrimci güçlere karşı burjuvazi, gericilik ve emperyalizmle açık işbirliğine girecek kadar yozlaşan revizyonizme karşı çetin bir ideolojik savaşım sürecinden geçmesi gerekir. Böylesi parti ve gruplar bu platformdan dışlanmalı ve bu ve benzer platformlara kabul edilmemelidirler. Bu noktada, bütün komünistlere ve içtenlikli devrimcilere, yukarıda adı geçen belgelerin yazarlarının ima ettiğinin tersine, Sovyet modern revizyonizminin sonunun hiçbir biçimde tüm revizyonizmin sonu anlamına gelmediğini anımsatmak isteriz. Doğallıkla biz, Sovyet blokunun, sonuçlarından biri revizyonizmin en etkili kaynaklarından birinin yıkımı olan, çöküşünün ve sosyal-emperyalist Sovyet imparatorluğunun dağılmasının -olumlu ve olumsuz- etkilerini küçümsemiyoruz. Fakat sorun, yazarlarımızın, revizyonizmin kaynağı ve doğasını ve onun, kapitalizmin yapısı içinde sahip olduğu derin kökleri kavrayamamasında yatmaktadır. Tersine onlar revizyonizmi, değişik komünist parti ve örgütlere dışarıdan, bu durumda Sovyet revizyonist kliği tarafından empoze edilmiş dışsal bir olgu olarak algılamışlardır. Onları, Sovyet modern revizyonizminin çöküşünün, bütün komünist ve devrimci parti ve grupların birleştirilmesi için son derece elverişli bir fırsat sunduğunu düşünmeye iten boş beklentinin asıl nedeni budur. Toplumsal bir boşlukta varolmaktan uzak olan proletarya, diğer sınıflarla yanyana yaşamaktadır. Finans kapital, burjuvazi ve küçük burjuvazi varolduğu, sınıflar ve sınıf savaşımı varolduğu sürece, proletarya, işçi sınıfı hareketi ve komünist hareket, şu ya da bu ölçüde, bu proleter-olmayan sınıfların ideolojik etki ve nüfuzuna açık olacaktır. Bu, bireylerin, grupların ve partilerin iradesinden bağımsız nesnel bir olgudur. Dolayısıyla, işçi sınıfının öncü birlikleri olan komünist partileri, oportünizm ve revizyonizmin tüm varyantlarına karşı savaşı sürdürmekle yükümlüdürler ve onlar bu savaşımın çok karmaşık, uzun süreli ve kritik bir savaşım, komünizme değin sürecek bir savaşım olduğunu bir an bile unutamazlar.                                                                                                                                      
DİPNOTLAR
(1) Fidel Castro şöyle demişti:  
“Gorbaçov’un amacının sosyalizmi geliştirmek olduğundan herhangi bir kuşkum olmadığı için, onun, Sovyetler Birliği’nin yıkımında bilinçli bir rol oynadığını söyleyemem.” (Fidel Castro, Guardian, 30 Mayıs 1992, s. 25) Öte yandan o, Stalin’e şu sözlerle gözü dönmüşcesine saldırıyordu:  
“Stalin, iktidarını büyük ölçüde kötüye kullandı. Bana öyle geliyor ki, toprağı çok küçük bir tarihsel dönem içinde şiddet yoluyla toplumsallaştırma girişimi, ekonomik ve insansal açıdan çok pahalıya mal olmuştur…  
“O, ünlü Molotov-Ribbentrop Paktı’nı imzaladı. Ben aynı zamanda, kesinlikle savaşın patlak vermesine yol açtığı için saldırmazlık paktının ona zaman kazandırmaktan çok, onun zamanını azalttığını düşünüyorum.  
“Ve orada bence bir başka önemli hata işlendi. Polonya saldırıya uğradığında, o, nüfusu bilmiyorum Rus mu, Ukraynalı mı olduğu için tartışmalı olan toprakları işgal etmek için askeri birlikler yolladı.  
“Ben, Finlandiya’ya karşı savaşın, hem ilkeler açısından, hem de uluslararası hukuk açısından bir başka devasa hata olduğunu düsünüyorum…  
“Son olarak, Stalin’in karakteri, onun her seye karşı duyduğu korkunç güvensizlik, onun daha başka ağır hatalar işlemesine yol açti: Bunlardan biri… savaşın öngününde silahlı kuvvetleri korkunç ve kanlı bir biçimde arındırmaya girişmesi ve Sovyet ordusunu fiilen sakat bırakmasıydı.” (F. Castro, Aynı yerde, s. 25)

23 Kasım 2019 Cumartesi

PROLETARYA PARTİSİ VE İŞÇİ SINIFI HAREKETİ
I
Proletarya partileri proletarya sınıfının temsilcileri, proletaryanın sınıf örgütlenmesinin en yüksek biçimi, proleter devrimde komünist önderliğin örgütlenmesidir. Bu partiler, proletaryanın nihai amacına ulaşmak için birer araçtır. Amaç değil, araç! Bir araç da olsa önemi yaşamsaldır; çünkü sınıfın komünist önderlikten yoksunluğu, proletaryayı burjuvazi karşısında güçsüz ve yenilmeye mahkum eder. Bundan dolayıdır ki, Lenin, haklı olarak, “Tarihte hiçbir sınıf, kendi içinden hareketi örgütleme ve yönetme yeteneğinde olan kendi politik önderlerini, kendi öncü savaşçılarını yaratmadan egemenliğe ulaşmamıştır.” ve ''komünist öncüden yoksun bir işçi hareketi, ne ölçüde gelişmiş olursa olsun, başarısızlığa mahkumdur.” (Marx – Engels – Lenin, Anarşizm ve Anarko -Sendikalizm, Sol Yay. , s.246) der.
Komünist parti(ler) dinsel bir hareket, kutsal mezhepler hareketi vs. değildir. Böyle bir muamele Marksizm-Leninizm'e, komünist partilerin nesnel doğasına ve politik çizgisine aykırı olduğu gibi partileri ölüme mahkum eder. Komünist partileri (ve yöneticilerini) idealize eden (fetişleştiren) her zihniyet burjuva, küçük burjuva gerici karaktere sahiptir. Büyük ve vazgeçilmez değerine karşın, hiçbir parti Marksizm-Leninizm'in üstünde değildir ve olamaz. Partiler proletaryanın ideolojisine bağlı kaldıkça anlamlıdırlar, aksi durumda varlıkları tümüyle gereksizdir.
Marksizm-Leninizm proletaryanın dünya görüşü, proletaryanın dünyayı değiştirmesinin aracıdır. Marksizm-Leninizm kutsal bir dogma, tüm bilgilerin doruk noktası, ansiklopedik bir kaynak değildir; bir bilim olarak sürekli gelişmek ve zenginleşmek zorundadır. Marksizm-Leninizm'e kutsal bir din, Marksist Leninist klasiklere kutsal kitap(lar) muamelesi yapılamaz. Bunu Marksizm'in Marksizm-Leninizm aşamasına yükselmesinden; örneğin, başta SSCB olmak üzere sosyalist kampın tarihsel deneyiminden çıkarılması gereken eleştirel derslerle Bilimsel Sosyalizm'in zenginleştirilmesi gereksiniminden; toplumsal tarihin hareketinin ortaya çıkardığı yeni unsurlarla, bilim ve teknoloji alanındaki gelişmelerden hareketle, felsefenin, politik-ekonominin, sosyalizm ve sınıf mücadelesi öğretilerinin geliştirilmesi gereğinden görmekteyiz. Hareket, doğanın olduğu gibi, toplumların, düşünce dünyasının ve bilimin de varoluş biçimidir. Çelişki yasası diyalektiğin temel yasasıdır ve evrensel hareketin, değişmenin, gelişmenin kaynağıdır. Çelişki yasası, yani, karşıtların birliği ve mücadelesi her türlü gelişmenin kaynağıdır ve sonsuz bir varoluş biçimidir. Bu bağlamda, bilimin, bilimsel bir öğreti, biricik bilimsel sosyoloji olan Bilimsel Sosyalizm'in gelişimi de eleştirel yenilenerek gelişmek, böylece zenginleşerek ilerlemek zorundadır. Kuşkusuz ki bu yenilenme, zenginleşme, pratikleşme görevi, değişik renk ve tondan oportünist akımlara, post-Marksistlere, ezilencilere, halkçılara bırakılamaz; ki onların asli işlevi burjuvazinin yedeği olarak Marksizm-Leninizm'i bozmak, gözden düşürmek, dişi, tırnağı çekilmiş bir aslana çevirmek, proletaryayı burjuvazinin uysal bir uzantısı haline getirmektir...
Proletaryanın kurtuluş hareketinin teorisi; doğaya, tarihe, topluma, düşünceye bakış açısı olan Marksizm-Leninizm'e hiçbir, tekrarlıyoruz, hiçbir kutsallık atfedilemez. Ancak onu içselleştirmeden, diyalektik materyalist yöntemini kullanmadan da proletaryanın nihai amacına ulaşılamaz. Oportünizm, revizyonizm, reformizm proletarya sosyalizmi, Marksizm-Leninizm değildir. Bernsteincılık, Kautsykcilik, Troçkizm, Maoizm, orta yolculuk, postMarksist ezilencilik vb. savunuları, Leninizm'in reddi, Uluslararası Komünist Hareket'in ve başta SSCB olmak üzere sosyalist ülkelerin tarihsel deneyimlerinin yadsınması enternasyonal proletaryayı temsil etmez, aksine, bu değerlerin red ve inkarı temeli üzerinde yükselir. Teorinin yenilenmesi, bazı eskimiş ya da yetersizliği açığa çıkmış (örneğin sosyalizmin zaferi ve kesin zaferi teorisinde olduğu gibi, önder-parti-devlet kültü/fetişi, yeni tip küçük burjuva tabakaların ortaya çıkması, yeni tipten burjuva bürokratik karşı devrim yolu deneyiminin gösterdikleri) unsurlarının eleştirel aşılması; tarihsel, toplumsal, bilimsel, teknolojik alandaki gelişmelerin ışığında Marksizm-Leninizm'i zengileştirerek geliştirmek ise güncel bir görev olarak dünya komünistlerinin önünde durmaktadır. Fakat, bu görev, Marksizm-Leninizm'den küçük burjuva demokrasisine, postMarksizme vb. yönelerek yerine getirilemez. Bu gerçeğin altı tekrar tekrar çizilmelidir.
Parti kültü, birey kültü, etkin birey kültü, yönetici kültü, önder kültü (SSCB'de kapitalizmin restorasyonu deneyimlerinin çok çarpıcı bir şekilde ortaya çıkardığı gibi) Marksizm-Leninizm'le ve proletaryanın nihai amacı komünizmle (sınıfsız toplum) bağdaşmaz; bu tür zaafların gelişmeye başladığı, giderek teori katına yükseldiği (örneğin, tipik bir burjuva elitisizmi ve bürokratizmi olan ''stratejik önderlik'' teorisi ve pratiği gibi) koşullarda niteliksel yitim kaçınılmazdır. Bu vb. eleştiriler ve değerlendirmeler yapıldığı zaman öfkeyle ayağa sıçrayan zihniyet Uluslararası Komünist Hareket'in tarihinden gerekli bilimsel komünist eleştirel dersler çıkaramadığına ayna tutmaktadır sadece.
II
Komünist parti, proletarya hareketiyle komünist hareketin birleşmesidir. Sınıfı da partiyi de güçlü kılacak ana şey, bu birliktir öncelikle. Komünist hareketi de proletarya hareketini de zayıf düşüren ana zaaf buradadır. Bu bakımdan Türkiye komünist hareketinin tarihsel ana başarısızlıklarından birisi de bu birleşmenin gerçekleştirilmemiş olması; bunun da bir sonucu olarak, bu sonucun da bir nedene dönüşerek proletaryanın öncülüğü iddiasından vazgeçme yoluna sürüklenmiş olmasıdır. Ki bu durum, ezilenlerin başına işçi sınıfı eklenmesinde, proletaryaya herhangi bir ezilen sınıf muamelesi yapılmasında, proletaryaya önderlik anlayışının ideolojik önderlik düzeyine indirgenmesinde, sınıfın genelkurmayı olması gereken komünist partilerin ''öncü feda bölüğü'' olarak teorize edilmesinde, bu teorik ve pratik sapma ekseninde, sosyalist mücadele ve görevlerin ikincil plana itilmiş olmasında somutlaşmaktadır. Birlik Devrimi'nin perspektifiyle ilişkisi olmayan bu durumu anlamak için yapılacak en iyi şey Belgeleri (TKİH ve TKP/ML Hareketi Birlik Kongre Belgeleri) yeni baştan incelemek* ve öz deneylerin ışığında sorunları eleştirel çözerek yürümektir.
Birlik öncesi dönemde parti kuruluşunu idealize eden, partinin kuruluşunu bilinmez bir geleceğe bırakan bir perspektif vardı. Bu kendiliğindenci ve mükemmeliyetçi perspektif Birlik Devrimi ile teorik ve pratik olarak aşıldı; özeleştirisi de kamuoyu nezdinde yapıldı.
Birlik Devrimi belgelerinde, parti, komünist hareketle işçi sınıfı hareketinin birleşmesi olarak tanımlanıyor ve komünist işçi hareketinin yaratılması en yakıcı görev olarak saptanıyordu. İlk yıllarda bu perspektife bağlı ve son derece değerli olan yönelim ve yüksek duyarlılık giderek (2003 dönemeç alınabilir) tersine döndü. Bu kez, partinin komünist hareketle işçi sınıfının birliği olduğu, sorunun çözümünün yalnız ilkesel değil, pratik-siyasal bir sorun ve zorunluluk olduğu politikası, giderek yerini, ezilenciliğe, kolay yoldan gelişme yönelimine, nerede hareket orada bereket yoluna (öyle ya, önemli olan güç olmaktır, iğneyle kuyu kazmayı gerektiren işçi sınıfı çalışması gibi ağır zahmete neden katlanılsın ki!) bıraktı.
Oysa Belgelerde politik özgürlük kavgasının da, bu bağlamda bütün emekçi sınıf ve tabakaların, Kürt ulusal sorununun ve Kürt ulusal demokratik devrimi karşısında partinin yükümlülüklerinin, ulusal topluluklar, ezilen cins, ezilen inançlar vb. gibi tüm sorunların çözümünün (proleter perspektiften devrimci çözümünün de) ön koşulu komünist işçi hareketi yaratmaktan geçtiği vurgulanmıştı. Ancak bu perspektif, içerde ve küresel alanda esen burjuva liberal rüzgarların ve komünist hareketin geçmişinde yatan zaafların da etkisi ve birleşmesiyle (ilk anda görünmese de birleşerek) birlikten bir müddet sonra ortaya çıkarak gelişmeye, öncüyü silahsızlandırmaya başladı. Bu bağıntıda ortaya çıkan ''bakış açısı yorgunluğu'', ideolojik ve örgütsel ''görüş açısı yorgunlu''ğu Marksizm-Leninizm'den uzaklaşmaya ve proletaryadan umutların kesilmesi eşliğinde Birlik Devrimi'nin zihniyetinden, çizgisinden, yenilenme gücünden sapmaya gidişi koşulladı...
Bu teorik ve pratik sapma, komünist hareketi yolundan savurdu. Birliğin temellerini ve ruhunu kemirdi. Teorimizin ve pratiğimizin merkezinde duran proletaryayı temel alma, halkların ve ezilenlerin hareketini de bu perspektife bağlı ele alma politik çizgisi giderek yerini, ilke ve istikrardan yoksun tasfiyeci postMarksist, halkçı devrimcilik yoluna doğru bırakmaya başladı. Bu sapmanın düzeltilmediğini ve gelişmeye devam ettiğini, özeleştirel bir tutum takınılmadığını biliyoruz. Küçük burjuva demokrasisinin ideolojik ve pratik ağır tahribatını ifade eden söz konusu zaafiyet eğer özeleştirel düzeltilmiş olsaydı, kamuoyuna gerekli açıklama yapılmış, böylece bizler de bu gelişmeyi öğrenmiş olacaktık. Fakat bugüne dek kamuoyu böyle bir özeleştirel açıklamaya tanık olmadı. Kanımızca komünistler, halkçı tasfiyeci oportünist sapmayla ideolojik olarak hesaplaşmadan böyle bir özeleştiri de olmayacaktır. Belli ki bu hamur daha çok su götürecek.
Bir elini proletaryaya ve Marksizm-Leninizm'e diğer elini küçük burjuvaziye ve oportünizme uzatan eklektisizmle komünist öncü tarihsel ve güncel görevlerini yerine getiremez. Orta yolculuktan, eklektisizmden özeleştirel arınmanın ve ilkeli, tutarlı bir pratik-siyasal gelişme yoluna girmenin tek doğru tutum olacağına inanıyoruz. Eğri cetvelden doğru çizgi çıkmayacağını yeniden hatırlatıyoruz.
Bu sorunlar, uzun zamandan beri, ilkelerin ve teorinin, programın tartışmasına dönüşmüştür; dolayısıyla eleştiri ve tartışmalar kaçınılmaz olarak teori-ilke-ideolojik alanda/düzeyde cisimleşmektedir; sorunun ve sorunların öncelikle teorik, politik düzeyde çözülmesi zorunludur. Sorun, işçi sınıfı çalışmasına yoğunlaşmış, komünist işçi hareketi yaratmayı çalışmasının merkezine koymuş bir partinin sorunları değildir, bu konumdan çoktan uzaklaşılmıştır ve Birlik Devrimi'nin perspektifinden ve ilk yıllardaki deneyimlere dayanan bir işçi sınıfı çalışması da ortada görünmemektedir. Komünist basın bunun aynasıdır. Bu bir. İki, sorun program, strateji, taktiklerin, örgütsel strateji ve taktiksel gelişmenin merkezinde ezilenlerin mi proletaryanın mı duracağı sorununa gelip dayanmıştır. Böyle olunca, sorunların bu düzeyde öne çıkması kaçınılmazdır. Sorunun siyasal çözüm gücü olarak pratikleşebilmesi için değişik renkleri bulunan ve eklektisizmle birlikte belli bir içsel bütünlüğe sahip sapmanın aşılması gerekiyor. Bu gerçek bilince çıkarılmadan da gerçek ve istikrarlı bir gelişme sağlanamayacaktır. Eleştirilerin görüngülerle, görünebilen olgularla sınırlı çerçevede kalması ise, (ki bu pozitivizmdir) tarihsel bağlam ve gerçek nedenlerin derinlemesine açığa çıkarılmasıyla birleşmediği için gerçek bir komünist yenilenmenin önünü açmayacaktır. Hastalık teşhiş edilecek, nedenleri saptanacak, tedavi yöntemleri bütünsel ve istikrarlı uygulanacaktır. Mesele burada zaten...
Gerek dünyada, gerekse de Türkiye coğrafyasında ciddi bir işçi hareketi gelişmeden de eleştiregeldiğimiz sapma kolay kolay aşılamayacaktır. İdeolojik krizin Marksist Leninist temelde köklü aşılması sorunu yakıcı bir sorundur. Kriz dünya çapındadır, bir bütünselliğe sahiptir. Gerisinde bir tarih yatıyor ve özellikle 90'lar sonrası dünya çapındaki köklü altüst oluşlarla da bağlıdır. Bu sorun dünya çapında dişe dokunur bir komünist hareketin, komünist işçi hareketinin olmaması gerçeğinde de somutlaşmaktadır. Krize karşın krizin aşılması olanaklıdır, krizin aşılması için dünya çapındaki gelişmeleri beklemek gerekmiyor. Ancak böyle bir çözümün gelişebilmesinin önündeki ana engelde, Marksist Leninist teorinin içselleştirilmemiş, teorik bütünlüğün yıkılmış olması, tarihsel deneyimlerle donanmış bütünsel bir niteliğin geliştirilememesi, burjuva, küçük burjuva sosyalizminin derin etkisi yatmaktadır. En kötüsü de bu durumun teorisinin yapılmasıdır.
III
Burada durup, Lenin'in proletarya partisi hakkındaki bazı analizlerini birlikte okumak yararlı olacaktır.
''Siyasi bir parti sınıfın sadece bir azınlığından oluşabilir, aynı şekilde, herhangi bir kapitalist toplumda gerçekten sınıf bilincinde olan işçiler, bütün işçilerin ancak çok küçük bir azınlığını oluşturabilirler. Bu nedenle, ancak sınıf bilinçli azınlığın en geniş işçi kitlelerinin öncülüğünü yapabileceğini ve onları yönlendirebileceğini kabul etmek zorundayız.
''Nedir bu örgütlü azınlık? Eğer bu azınlık gerçekten sınıf bilincine sahipse, kitlelere öncülük edebiliyorsa ve eğer ortaya çıkan her güncel soruna cevap verebiliyorsa, o zaman gerçekte bu bir partidir.''
''Bizim İstediğimiz yeni ve farklı partilerdir. Biz kitlelerle sürekli ve gerçek bağlantıları olan ve bu kitlelere öncülük edebilecek olan partileri istiyoruz.
''… yani işçi sınıfının azınlığıyla gerideki tüm işçiler arasında bir bağlantı görevini görmeleri üzerinde kesinlikle ısrar ediyoruz. Eğer bu azınlık kitlelere öncülük edemiyor ve kitlelerle sıkı bağlar kuramıyorsa, o zaman bir parti değildir, ve genel olarak hiçbir değeri yoktur'' (Komünist Partisinin Rolü Üzerine Konuşma, 23 Temmuz 1920, Komintern 2. Kongresi, abç)
Komünist öncünün Lenin'in perspektifinin ışığında kendisini sorgulaması, özeleştirel aşması gerekmez mi! Oportünist hoşgörü ve küçük burjuva dar kafalılığı ideolojik olarak komünistçe aşılmadan böyle bir özeleştirel yenilenme gerçekleştirilebilir mi?!
Bütün sömürülen ve ezilen sınıf ve tabakaların, cinslerin, cinsel yönelimlerin, ulus ve ulusal toplulukların, toplumsal kültürlerin ve inançların vb. sorunlarına ve mücadelesine sahip çıkabilmenin, onlarla bağlaşma kurabilmenin, giderek proletarya önderliğine kazanabilmenin ön koşulu ve temeli teorik ve pratik çalışmaların merkezine proletaryayı koymakla, proletarya hareketine bağlanmakla, bu eksende ciddi bir politik güç olmakla olanaklı olabilir. Marksizm-Leninizm'le ilkeli bir ilişkilenme olmadan da bu başarılamaz. Çağımızın ve topraklarımızın merkezinde duran, geleceği elde tutan, kurtuluş ''koşulu tüm sınıfların ortadan kalkması”na dayanan proletaryaya dayanan bir sınıf bilinci ve pratiği olmadan komünizm ve sınıf adına bir gelecek kazanılamaz. Lenin'in çarpıcı anlatımıyla meselenin özü şu gerçeği kavramaktan ibarettir;
''Komünist parti, proletaryanın ve bütün emekçi kitlelerin öncüsünü toplayıp birleştirebilecek ve eğitebilecek ve örgütleyebilecek tek partidir... Yani siyasal olarak proletaryayı yönetebilecek ve onun aracılığıyla bütün emekçi kitlelere klavuzluk edebilecek tek partidir.'' (abç)
Ve Lenin vurgular;
Partideki tartışmalı ve baş ağrısı verici sorunları bizzat incelemek, bu sorunlar üzerinde bizzat karar vermek isteyen her işçi, her şeyden önce kendi başına bir araştırma yaparak…gerçeği özümsemelidir. Sadece ve sadece sorunları ve kendi partilerinin kaderi üzerine düşünen, bunları dikkatle araştırıp inceleyenler parti üyesi kimliğine ve işçi partisinin kurucuları olmaya hak kazanırlar.” (Lenin, Tasfiyecilik Üzerine, s. 258, iLa, Sol Yay.)
IV
Kesintisiz Devrim ve İktidar Sorunu başlıklı kitabımızın Önsöz'ünde şunları yazmıştık;
''Eğer komünist partiler “ezilenler” içerisinde, ezilenleri de kurtuluşa götürecek sonuna kadar tek tutarlı devrimci sınıf olan proletaryaya dayanmazsa; salt teoride değil, daha önemlisi, pratik bir hareket olarak sınıf hareketine bağlanmaz ve dayanmazsa, bu iddiasını pratik olarak terk eder(ler)se; teorisi ile pratiği bir tutarlılıkla yaşam bulmazsa,  bu misyonunu da oynayamazlar; oynamak bir yana, kaçınılmaz olarak “ezilen”ci oportünizmin, post-Marksist pragmatizmin esiri haline gelirler.
''Kuşkusuz ki bu rolün reddi, onun ideolojisinin, partisinin, tarihsel başarılarının; kendisinin dışındaki sömürüden, zulümden, toplumsal adaletsizlikten acı çeken tüm toplumsal kesimlerle ilişkileniş tarzının da ret ve mahkum edilmesidir. Yani sorun, asıl ve belirleyici sorun, devrimci proletaryanın sosyalist bir sınıf olarak tarihsel rolünün ve tüm ezilen, sömürülen, toplumsal sınıf ve tabakaların, ezilen ulusların ve ulusal toplulukların, ezilen cinsin, ezilen kültürlerin, ezilen inançların, ezilen sosyal kategorilerin demokratik öz taşıyan mücadelelerinin de öncüsü olarak proletaryanın tarihsel rolünün ve güncel önderliğinin tasfiye edilmesidir. Tüm bu saldırıların ana nedeni işte, tamda bu gerçekte yatmaktadır
''Komünist hareketin temel ve bağlayıcı belgelerinde vurgulandığı gibi: “İşçi hareketinin dışında doğan komünist hareket, bütün gelişim evreleri boyunca teorisinin proleter sınıf karakterine ve programının odağında proletarya durmasına karşın, proleter sınıf hareketine dayanan bir politik güç olamamıştır. Bu çelişkili durum komünist hareketi kesin bir yol ayrımına getirmiştir. Ya teorisi ile programı ile eylemi arasındaki devrimci tutarlığı sağlayarak, proletarya hareketine sıkı sıkıya bağlı, öncü politik hareketi, devrimin önderi gerçek bir politik sınıf partisi olarak gelişecek ya da başka yola girecektir. Bütün tarihi boyunca yaşadığı çelişki, en keskin biçimde kendini göstermekte ve çözümünü dayatmaktadır. Komünist hareket bu çelişkiyi, teori ve programının gösterdiği yolda çözecek devrimci iradeyi ortaya koyma görüş açısı ve kararlılığına sahiptir.” “Stratejik planımızın öncelikli hedefi, işçi sınıfı içinde gerçek bir çekim merkezi haline gelmek, komünist partisini inşa etmek, devrimci bir işçi hareketi yaratmaktır. İlk öncelik budur. Stratejinin diğer tüm sorunlarını ancak buna bağlı çözümleyebiliriz.”  “…burada bir kez daha, işçi sınıfı saflarındaki komünist çalışmanın güçlenmesinin aynı zamanda stratejik önderliğin en önemli sorunlarının da çözüm anahtarı olduğu gerçeğine geliriz. Stratejik önderliğin geliştirilmesi bakımından da, sınıf içinde yoğunlaşma hattında ilerlemeliyiz.” “Bugün taktik planımızı saptarken, en temel sorunun, tıpkı stratejik planda olduğu gibi, işçi sınıfı hareketi içinde belirli ve az çok politik bir gücü elinde bulunduran komünist bir partinin henüz bulunmaması olduğu açıktır.” Bu sözler yaklaşık yirmi yıl önce (bugüne dek ise 25 yıl!) söylenmiştir. Birlik devrimi ve partileşme atılımıyla bunu başarabilecek ve başarmak için de yeni bir sürece girmiş olan hareket, bu misyon ve iddiasının arkasında duramadı. “Komünistler, ana güçlerinin kesin bir kararlılıkla ve duraksamaksızın işçi sınıfı içerisinde çalışmaya teksif etmekle yükümlü oldukları halde, bunu yapamamışlardır.” “Bu noktadaki her tereddüdün, her yalpalamanın, her zikzakın, davaya çok büyük ve onarılamaz zararlar vereceğinin bilinç ve sorumluluğuyla hareket edeceklerdir. Komünist hareket programı ve teorisinde vurgulanan öncülük iddiasını, tamamen bilinçli ve iradi bir biçimde sınavdan geçirecektir.” gibi son derece net, güçlü, parlak, çarpıcı vurgulara karşın, söz ile eylemi arasında bir tutarlılık sağlayamamıştır. Bu, açıkça sınıfta kalmadır. Vurgulanan irade sınavdan geçmiş ve yeni dönemin ilk evresinde, güçlü ve olumlu olan yönelim, giderek terk edilmiş ve yeni dönemin deneyimi de pratik bakımdan açıkça başarısız olmuştur.
''Stalin’in şu sözleri yol göstermelidir bizlere: “Yoldaşlar, belli bir grubun, belli bir eğilimin, belli bir partinin devrimci ruhu, sözler ve yaptığı açıklamalarla sınanamaz. Belli bir grubun, belli bir eğilimin, belli bir partinin ruhu, yaptığı işlerle, patiği ile, pratik planları ile sınanır. Ne kadar çarpıcı olursa olsunlar, yapılan işlerle desteklenmemişlerse, uygulamaya konulmamışlarsa, sözlere ve açıklamalara inanılamaz.” Ele aldığımız konuda, aradan geçen iki on yıla yaklaşan (ekliyoruz, bugün 25. yıl) tarihsel deneyimlerimiz, belgelerde ortaya konulan çarpıcı ve parlak perspektifi fiilen büyük bir oranda, esasen terk ettiğimizi, bu kararlılığa sahip olmadığımızı keskin bir tarzda ortaya koymuştur. Sağa sola çekilecek bir yanı da yok bu tablonun. Teori ile pratiğin tutarlılığı üzerine söz söylerken, söz ile eylemin bu kadar açılmasının, ortada bir parti tarzı olmadığını, böyle bir tarz geliştirilemediğini çok çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu, bir sonuçtur. Asıl sorun, buna yol açan önderlik anlayışı, çalışma tarzı, zihniyet vb.nin eleştirel açığa çıkarılması ve giderilmesidir. Bir atasözünde dille geldiği gibi: “Çıngıraklı deve kaybolmaz.” Gerçek durumun anlaşılmasını, bilince çıkarılmasını, dersleriyle donanmayı engelleyen zihniyetler, hangi biçim altında ortaya çıkarsa çıksın, artık gözden kaçamaz. Tarihsel deneyim bir kez daha kanıtlamıştır ki, dar pratikçi, idareimaslahatçı bir önderlik anlayışı ve çalışma tarzıyla da bu ve benzeri sorunlar çözülemez. Biçimsel kalan, tutarlılıkla yolunu açmayan özeleştiriler de durumu kurtaramaz. Yeni tip tutuculuğun, yedi, hatta yetmiş yedi canlı, eskinin yeni dönemde, yeni içinde tutunarak kendini üretmesinin ve baskın hale gelmesinin ve kendini örtülemesinin ifadesi olan ajitatif “parti tarzı” söylemiyle de, “doktrinerizm”e, “dogmatizm”e çatarak da artık durumu kurtarmak olanaklı değildir.'' (2014)
Bu bağlamda yapılacak eleştiri ve değerlendirmelerde şu temel tarihsel gerçeklerin de görülmemesi esaslı bir zaaf olacaktır; Türkiye Komünist Hareketi, devrimci-demokratik geçmişini aşma sürecine ön gelen evrelerde çok istikrarsız bir gelişme sergiledi ve aşarken de teorik temelleri zayıftı ve zayıf kaldı. İdeolojik, programatik, stratejik bakımdan istikrarlı bir bütünsellik üzerinde şekillenmedi. Kısa süre sonra 12 Eylül askeri faşist darbesiyle açılan yenilgi ve gericilik yıllarında tasfiyeciliğe kapaklandı. Bir yandan halkçılığın (Maoizm'le hesaplaşma ve kopma sürecini hatırlayalım) derin etkileri, öte yandan tasfiyecilik komünist hareketteki niteliksel zayıflığın, istikrarsız gelişmenin çarpıcı verilerini sunmaktadır. Tasfiyecilikle ve Mao Zedung Düşüncesi ile (bu reddin program, strateji bağlamındaki hesaplaşmaya dek geliştirilememiş olmanın yarattığı sorunlar) hesaplaşma sürecinden çıkış komünist hareketin teorik temellerinin (teori, program, strateji) sağlamlaşması bakımından (1985-86 dönemeç olarak ele alınabilirse) çok önemli gelişmeler kaydetmesine yol açtı. Birlik Devrimi atılımı bu temellerin göreli geliştirilmesi üzerinde şekillendi aynı zamanda; fakat sürecin açığa çıkardığı gibi, bu temeller hala sağlamlaşmamıştır. Giderek Birlik Devrimi'nin, halkçılık, bürokratizm, legalizm, ekipçilik, kendiliğindencilik, idare-i maslahatçılık, ideolojik birliğin çözülmesi yoluna girmesi ve ilerlemeye başlaması, farklı yönelimlere sürüklenmesi de bu olgunun kanıtıdır.
Bu bağlamda, komünist hareketin bir kesiminin (geçmiş şekillenmesinde) çevrecilikten grup düzeyine yeni geçmiş sayılabilecek, tüzüklü örgütsel işlerlik ve geleneğin yeterince oluşmadığı ya da oturmadığı; kollektivizmin, kollektif işlerlik ve önderlik anlayışının henüz oturmadığı, bürokratik kendini beğenmişlikten kopamamış, kişisel ilişkilerin ekipçi zihniyetle derin bir şekilde biçimlendiği, dar zihniyetli ekipçi kadro politikası ile biçimlenmiş, iç demokrasi ve partili mücadele yöntemlerinin az geliştiği vb. zaafların Birlik Devrimi sonrası yeni biçimler alarak ortaya çıkışı, gelişimi, tahribatları da hesaba katılıp bilince çıkarılamadan da sağlıksız gelişmelerin nedenleri yeterince anlaşılamaz. Birlik Devrimi'nin bir atılımı ile geçmişin bu vb. kalıntılarından kurtulacağını düşünmek ise diyalektik değildir...
Bu durumu anlayabilmek için birliğe karşı tavır alan TKİB örneğini verebiliriz. Bir tüzükleri (ve programları) olmasına karşın örgütsel yaşantılarında, örgüt içi işlerlikte, yönetme yönetilme ilişkilerinde, kadro politikasında, önderlik anlayışlarında, çalışma tarzında çevreci, ekipçi, sekter bürokratik yönetim tarzından hiçbir zaman kopamamışlardır; Selim Açan'ın iki ciltlik yayınlanan anılar kitabı da bu konuda yeni veriler sunmaktadır. Ayrıca bu konuda, Proleter Doğrultu, Sayı 17 / Temmuz-Ağustos 1998 'de yayınlanmış olan “Üçüncü Konferans” Aynasında TİKB Gerçeği '' yazısını da incelemekte yarar vardır. Bu yazıyı incelerken o gün haklı olarak eleştirdiğimiz pekçok zaafın partide de geliştiğini göreceğiz. Dün dündür, bugün bugündür diyemeyiz.
Birlik Devrimi gibi tarihsel ve politik anlamı büyük olan yenilenme ve atılımın giderek zayıflaması, yolundan sapması, rastlantılarla izah edilemeyeceği görülmelidir.
Tarihsel bağlamdan, yapısal sorunlardan, nedenlerden kopararak yapılacak değerlendirmelerin yüzeysel, tek yanlı vb. olacağı açıktır. Tarihsel bağlamı ve nedenleri atlayarak, görüngüleri sıralamakla da meseleler anlaşılamaz. Bu vb. yaklaşımlar diyalektik değildir, materyalist değildir, teorik olarak yanlıştır, Bolşevik eleştiri, özeleştiri anlayışına da aykırıdır.
Türkiye Komünist Hareketi'nin bütün politik tarihine baktığımızda istikrarlı, tutarlı bir hatta yürüyemediğini görüyoruz.
Bu olgunun iç ve uluslararası nedenlerini yeniden eleştirel incelemekte yarar vardır.


*
  • MLKP PROGRAMI
STRATEJİK PLANIMIZIN ANA ÖZELLİKLERİ
  • ÖRGÜTLENME PLANININ GENEL ÇERÇEVESİ
  • SINIFA YÖNELİK ÇALIŞMALAR ve SENDİKALAR POLİTİKASI