Translate

30 Ekim 2016 Pazar

I. BÖLÜM



14)Sınıf Mücadelesinin Kavranışındaki Yanlışların Kapitalist Restorasyon Sürecine Etkisi
Komünizm, proletaryanın azami amacıdır. Ve biliyoruz ki proletarya, proleter devrimle bir çırpıda komünizme sıçrayamaz. Dolayısıyla, kapitalizmden komünizme geçiş uzun bir tarihsel/politik süreci gerektirir. Olgunlaşmamış komünizm olan sosyalizm, bu uzun tarihsel süreçte bir geçiş formasyonudur.
Proleter devrimin zaferi ve proletarya diktatörlüğü sınıf mücadelesinin sonu değil, sınıf mücadelesinin yeni koşullarda, yeni ve sert, daha karmaşık biçimler aldığı yeni bir başlangıçtır.
Sosyalizmden komünizme geçiş sürecinde sınıf mücadelesi, başlıca olarak, kapitalist yolla sosyalist yol arasında olacaktır. Sosyalist devrim, proletarya diktatörlüğü ve sosyalist inşa sürecinin tarihsel deneyimi de bunu göstermiştir.
Kapitalizmden komünizme geçişte temel çelişki, kapitalist yol ile sosyalist/komünist yol arasındadır. Gerçekte geçiş süreci, kesintisiz/sürekli bir devrim; devrimin iktisadi, siyasi, entelektüel bakımlardan bütünsel bir devrim süreci olarak derinleşmesi, genişlemesi sürecidir, süreci olmalıdır. Süreç, devrimci bir geçiş sürecidir. Ve söz konusu geçiş süreci, doğası gereği, ulusal ve uluslararası ölçekte özel mülkiyet ve kapitalist özel mülkiyet dünyasının her türlü etki ve baskısını bütün kökleriyle yok etme sürecidir. Süreç, bir ölüm kalım sürecidir. Ya proleter devrim kesintisiz derinleştirilerek genişletilerek komünizme yürünecek ya da geriye, kapitalizme. Ortası yok! Orta yol yok!
Emperyalist dünya ve baskısı, devrilmiş gericiliğin kalıntıları, eski dünyanın zihniyet ve alışkanlıkları, özel mülkiyet ve kalıntıları, tarihten devralınmış her türden eşitsizlikler (sınıfsal, ulusal, cinsel, kültürel, ekonomik vb.), antiMarksist-Leninist sapma ve çizgiler, yeni tip bürokrasi tehlikesi, tüm bunlar kapitalist yolu temsil eder, ona bağlanır.
Kapitalist yola karşı mücadele ise sosyalist yolu temsil eder. Geçiş sürecindeki her türlü sosyalist mücadele komünizm hedefine bağlanmıştır. İleriye doğru atılan her adım komünizme doğru ilerlemeyi ifade eder. Bu süreç salt ulusal ölçekte sosyalizmin inşası ve komünizme geçiş süreci değildir. Aksine dünya çapında komünizm amacına bağlanmış, uluslararası proleter sosyalist devrim mücadelesine bağlanmış, dünya devrim perspektif ve çıkarlarının yön verdiği bir mücadele sürecidir. Dolayısı ile proletaryanın sosyalizm-komünizm mücadelesi, doğası gereği, enternasyonalist bir mücadeledir, her koşulda küresel/uluslararası karakter taşır.
Kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde daha üst düzeyde, yeni koşullar içerisinde daha sert ve karmaşık biçimler alan ve alması kaçınılmaz olan sınıf mücadelesi tek biçime, tek yönteme, sadece içeriye veya sadece dışarıya karşı mücadeleye indirgenemez. O, ulusal ve uluslararası ölçekte sayısız biçimler alan karmaşık tek bir süreçtir. Döneme ve koşullara bağlı olarak şu veya bu biçim veya biçimler, görev ya da görevler öne çıkabilir ama diğer tüm biçimleri de kendisine tabi kılarak aynı devrimci geçiş sürecine bağlanır.
Şimdi sorunu SSCB bağlamında çeşitli yönleriyle daha yakından ele almaya çalışalım.
SSCB’de sosyalizmde sınıf mücadelesinin kavranışındaki yetersizlikler ve zaaflar giderek kapitalist restorasyona yol açmıştır. Bu yetersizliğin ve zafiyetin en temel biçimi, yeni tipten bürokrasi tehlikesinin köklü ve iç bütünlüklü bir tablo olarak bilince çıkarılamaması olmuştur. Bu olgu, SSCB’de ve SSCB önderliğindeki sosyalist kampta yeni tip revizyonist burjuva karşı devrimin galebe çalmasının, uluslararası proletarya devrimi açısından stratejik bir yenilgiye yol açarak etkileri uzun yıllara yayılarak sürecek olan derin bir tasfiyeci yıkıma yol açtı.
Tarihsel deneyin kanıtladığı gibi, tek bir ülkede sosyalizmin zaferi, özel mülkiyetin, sömürünün ortadan kaldırılması, hele de Rusya gibi büyük bir ülkede güçlü ve birleşik bir sosyalist ekonominin inşa edilmesi, iç ve dış gericiliğin yenilgiye uğratılması vb. tümüyle olanaklı ve daha kolaydır. Daha zor olan ve daha büyük tehlikeyi oluşturan şey ise, yeni türden bürokrasi ve bürokratik karşı-devrim tehlikesine karşı mücadeledir, bu mücadeleyi kazanmaktır. Açık düşmana karşı savaşmak her zaman için daha kolaydır. Ama gizli düşmana, kızıl mı kızıl kamuflaja bürünmüş düşmana karşı savaşmak her zaman için daha zordur.
Tarihi deneyim bu gerçeği kanıtlamıştır.
SSCB’de sosyalizmin inşa sürecinde sınıf mücadelesinin kavranışındaki bir diğer hata, zaaf ve eksiklik de ideolojik ve kültürel devrimin yeterince güçlü bir tarzda geliştirilememiş olmasıdır. SBKP(B) Tarihi’nde, konu hakkında şunlar yazılmaktadır:
“Genel eğitim mecburiyetinin kabul edilmesi ve yeni okulların inşasıyla halk kültürel bakımdan hızla kalkındı. Bütün ülkede çok sayıda okul yapıldı. İlk ve ortaokullardaki öğrencilerin sayısı 1914’de 8 milyondan, 1936-37 öğrenim yılında 28 milyona yükseldi. Üniversite öğrencilerinin sayısı aynı dönemde 112 binden 542 bine yükseldi
“Bu gerçek bir kültür devrimiydi.” (Stalin, Eserler Cilt 15, s. 386)
SSCB’de sosyalist inşa süreci, bir kültür devrimi süreciydi de. Evet, SSCB’de bir “kültür devrimi” başarılmıştı. Bu gelişme, dev bir gelişmedir, büyük bir tarihsel kazanımdır. Önemi asla küçümsenemez. Ama bu kültür devrimi ve genel olarak da inşa sürecinin devrimci atılımları kültür devriminin sadece ilk temel adımı olarak çekirdeğin filiz verip dal budak salmasıydı. SBKP(B) Tarihi’nde (Stalin Eserler C. 15) olduğu gibi kültür devrimi olarak tanımlanan olguya bundan daha ileri düzeyde anlam biçmek aşırı abartıdır. Evet, proletarya egemen sınıf olarak örgütlenmiştir. Halk sömürüden kurtulmuştur. Okuma yazma bilmeyen kimse kalmamıştır. Proletarya ve halk yeni bir dünya kurmak için pek çok sert deneyimden geçmiştir, ciddi bir şekilde kültür silahıyla da kuşanmıştır. Halktan gelme yeni bir aydın kuşağı da yetişmiştir; ama tüm bu ve benzeri olgulara karşın, kim ne derse desin, bizce yapılan şey, olsa olsa, proleter kültür devriminin temel bir atılımı, öncü bir olgusu, kültür devrimine öncü bir giriştir.
Kapitalizmden komünizme geçiş süreci yeni insanı yaratma sürecidir ve bir tüm olarak komünizme kilitlenmiş kesintisiz devrim ve inşa süreci, kesintisiz bir kültür devrimi sürecidir de.
Eski bin canlıdır. Yeni kurulduğunda da eski azami bir şekilde direnir. Kılık değiştirme, yeni içinde yeni bir biçimde tutunma, yeniyi yolundan saptırma eskinin direnme, canlanma biçimlerinden birisidir. Ve içerde ve dışarıda açık burjuva baskı, müdahale, işgal yöntemlerinden binlerce kez daha etkili olan, olabilen bir yol ve yöntemdir. Biz bunu, SSCB ile kıyaslayamayız, ama Marksist Leninist Komünistlerin Birlik Devrimi ve partileşme deneyinden, Birlik Devrimi’nden bu yana geçen tarihsel sürecin deneylerinden de net bir şekilde bilmekteyiz.
Evet, 36 Anayasası onaylanırken söylendiği gibi, SSCB tarihte ilk kez ortaya çıkan, yaşam bulan bir toplumdur; proletaryası, kolhozcu köylülüğü, aydınları yeni tarihsel koşulların ürünüdür. Ama SSCB toplumu, yeni sınıfsal- toplumsal bileşimiyle yeni toplum, henüz sadece yeninin çekirdeğidir. Henüz eskinin özellikle de entelektüel, kültürel yaşantıda, zihniyette etkisi güçlüdür. Henüz yeni proletarya mujikliğin canlı etkisi altındadır. Henüz kolhozcu köylülük bir tür mujik sayılır. Henüz SSCB mujikliğin canlı etkisi ve baskısı altındadır. Bir de tabloya, eskinin canlı etkisinin yanı sıra, 30’larda oluşan, gelişen, SSCB’yi bir kanser gibi saran uru, bürokratik dejenerasyon sürecini eklemeliyiz.
Bu öyle bir süreçtir ki sosyalizm adına sosyalizme yabancılaşan; çok dinli, pragmatik, kariyerist, oportünist, entrikacı, komplocu, içten pazarlıklı; kendini ayrıcalıklı gören, ayrıcalıkları doğal hakkı olarak lanse eden; yetkilerini çıkarları ve yandaşı için kullanan; övgü bekleyen ve övülmekten hoşlanan; ayrıcalıkları, hakları ve yetkileri kendisi için isteyen, yükümlülükleri, özeleştiriyi, denetimi, biatı vb. başkası için geçerli sayan,  makyavelist, egoist, narsist; sosyalizm, devrim, feda ruhu, bürokratizme karşı mücadele vb. değerleri ağzına sakız yapan dejenere insan tipini de yaratmıştır.
Bu aşağılık tipin sosyalizmle, yeni insan tipiyle, devrim ve sosyalizm sürecinde harikalar yaratan, bedel ödemekten kaçınmayan, büyük atılım ve zaferlerin altına imza atan, yeni insan tipini oluşturmaya başlayan Sovyet komünistleri ve emekçileriyle gerçekte hiçbir ilişkisi yoktur. Keza bu tipin, herhangi bir komünist partisinde de yeri olmaması gerektiği, ama özel mülkiyet dünyasının baskısı altında, komünist partilerdeki küçük burjuvazinin, partilerin zaafları sayesinde sık sık ortaya çıktığını, her türden gericilikten daha çok ve kıyaslanamaz derecede ağır zararlar verdiğini de biliyoruz. Komünist partilerdeki küçük burjuvaziye karşı mücadelenin, komünizm kılığına bürünmüş küçük burjuvaziye karşı mücadelenin sınıflar yok oluncaya dek mücadele edilmesi gereken büyük tehlike olduğu açık ve kesindir. Ki biz bunu kendi deneyimimizden de çok iyi biliyoruz.
Yukarıda vurguladığımız yeni tip yabancılaşmanın ürünü olan değerler sistemi ve insan tipi, tam da işçi ve emekçilerden, SBKP(B)’den gelme insanlardan oluşmuştur. Bunu görmezden gelemeyiz. Yani ilkeli ve işlevli bir Marksist-Leninist çizgi ve önderlik olmaksızın işçi ve emekçilerden gelmenin de tek başına bir şey ifade etmediğinin altı çizilmelidir.
Bu yeni tipten yabancılaşma Marksizm-Leninizm’in değil, yeni tipte bürokratik yozlaşma sürecinin eseridir. Ama bu süreç, aynı zamanda, gerçekte, yeni insan tipinin, ideolojik-kültürel devrimin artan oranda yüzeyselleşmesi, dejenere olması ve kesintiye uğraması anlamına da geliyordu.
Hatırlatmaya gerek var mı: İç Savaş’ın ve emperyalist müdahalenin ardından 20’li, 30’lu yıllar barışçıl ekonomik inşa dönemiydi. 40’lı yıllar savaş yıkım ve yeniden inşa yıllarıydı.
Bir bütün olarak ele alındığında inşa sürecinde ideolojik-kültürel devrimin ilk atılımlarını koruyamayarak gerilediğini, giderek kesintiye uğradığını söyleyebiliriz.
Kanımızca çıkarılacak temel ders, sosyalist inşa sürecinde özellikle de ekonomik inşanın temelleri atıldıktan sonra ideolojik- kültürel devrim halkasının devrimci inşa sürecinde, sıkıca tutulması ve öne çıkarılması gerektiği dersidir.
SSCB’de sınıf mücadelesine yaklaşımda bir diğer hata da 1936 Anayasası tartışmaları döneminde yapılan değerlendirmelerdir. SBKP(B) Tarihi’nde şunları okuyoruz:
“Bu duruma uygun olarak, dedi Stalin yoldaş raporunda, Sovyetler Birliği nüfusunun sınıf yapısı da değişmiştir… sadece, tasfiye edilen sömürücü sınıfların önemsiz kalıntıları vardı ve bunların tam olarak kaldırılması da çok yakın bir gelecekte gerçekleşecektir.
“Sovyetler Birliği emekçileri-işçiler, köylüler, aydınlar- sosyalizmin inşası döneminde derin bir değişim geçirmişlerdi.
“… İşçi sınıfı, artık eski dar anlamıyla proletarya olmaktan çıkmıştı. Devlet iktidarına sahip olan Sovyetler Birliği proletaryası tamamen yeni bir sınıf haline gelmişti. Sömürüden kurtulmuş, kapitalist iktisadi sınıfı yıkmış ve üretim araçları üzerinde sosyalist mülkiyeti kurmuş olan bir işçi sınıfı haline gelmişti. Bu yüzden, insanlık tarihinin daha önce benzerini görmediği bir işçi sınıfıydı.
“Sovyetler Birliği köylüsünün durumundaki değişme de daha az değildi … Şimdi Sovyetler Birliğinde tamamen yeni bir köylülük ortaya çıkmıştı … bu, yeni tip bir köylülük, her türlü sömürüden kurtulmuş bir köylülüktü, bu insanlık tarihinin daha önce benzerini görmediği bir köylülüktü
“Sovyetler Birliğinde aydınlar da değişime uğramıştı genel olarak tamamen yeni bir aydınlar zümresi haline gelmişti. Aydınların çoğunluğu işçi ve köylülerin saflarından geliyordu. … aydınlar sosyalist toplumun eşit bir öğesi haline gelmişlerdi. … bu halkın hizmetinde olan ve her türlü sömürüden kurtulmuş olan yeni tip bir aydınlar zümresiydi. Bu insanlık tarihinin daha önce benzerini görmediği aydınlar zümresiydi.
“Böylelikle Sovyetler Birliği emekçilerini birbirinden ayıran eski sınıf farkları silinmekteydi, eski sınıfların içine kapanıklığı ortadan kalkıyordu. İşçiler, köylüler ve aydınlar arasındaki iktisadi ve siyasi çelişmeler gitgide zayıflıyor ve ortadan siliniyordu. Toplumun manevi ve siyasi birliğinin temeli yaratılmıştı.
“Sovyetler Birliğinin yaşamındaki bu derin değişiklikler, Sovyetler Birliğinde sosyalizmin bu kesin zaferi, SSCB’nin yeni anayasasına yansıdı.
“Yeni anayasaya göre Sovyet toplumu, iki dost sınıftan, işçilerden ve köylülerden meydana gelmiştir; bu ikisi arasındaki sınıf farklılıkları devam etmektedir. Sosyalist Sovyet Cumhuriyetleri Birliği, işçilerin ve köylülerin sosyalist devletidir.” (Stalin, Eserler Cilt 15, s. 388-389)
Genel olarak tablo çarpıcı bir tarzda çizilmiştir.
Şu saptama doğrudur: “SSCB emekçilerini birbirinden ayıran eski sınıf farklılıkları” azalmaktaydı. “İktisadi ve siyasi çelişmeler gitgide” zayıflıyordu. “Toplumun manevi ve siyasi birliğinin temeli yaratılmıştı.”. ama işçi sınıfı ve köylülük arasında “bu ikisi arasındaki sınıf farklılıkları devam” etmekteydi.
Ancak bu bir şeydir söz konusu farklılıklar “ortadan silinmekteydi” demek farklı bir şeydir. Doğru olan farkların “gitgide” azalmasıydı. Dost da olsa hala iki ayrı sınıf mevcuttu. Ve bu farklılık hele de emperyalist kuşatma koşulları da dikkate alındığında daha uzun bir süre de devam edecekti. Tablo abartılı ve aşırı iyimser çizilmiştir. Bu analizlerin “tek ülkede”, SSCB’de “komünizme geçiş” teorisi ile bağı kurulduğunda ve komünizme geçişin hafife alınması zaafı ile bağ içerisinde değerlendirildiğinde, ki bu bağın mutlaka vurgulanması gerekir, bu durumda yapılan değerlendirmelerin aşırı abartılı değerlendirmeler olduğu daha açık görülebilir. Kuşkusuz bu zaaflı değerlendirmeler iç tehdidin küçümsenmesine yol açmıştır. Dahası, yeni tip iç tehdidin de gözde kaybolmasında belirgin bir rolü olmuştur.
Kuşkusuz ki daha da önemli olan şey, yeni tipten bürokratik küçük burjuva bir tabakanın doğuşu ve gelişimiydi. Bu tabaka, tam da 30’lu yıllarda oluşmaya, yükselmeye başlamış, 40’lı 50’li yıllarda ise açık bir kastlaşmaya dönüşmüştür.
Bu şu demektir: Yeni tipten bir ekonomik ve siyasi çelişkiler kategorisi oluşup gelişmeye başlamıştır. Yeni tip küçük burjuvazinin oluşup gelişimi süreciyle birlikte, yeni tip sınıf çelişmeleri gelişiyor, “toplumun manevi ve siyasi birliğinin temelini” içten içe kemiriyor, zayıflatıyor, çürütüyordu. Ama ne yazık ki bu olgu bilince çıkarılamamış, gerekli tedbirler de bütünlüklü bir tarzda alınamamıştır.
Stalin Anayasası, 1936’da VIII. Sovyet Kongresi’nde oybirliği ile kabul edilir. SBKP(B) Tarihi’nde 36 Anayasası ile ilgili şunlar yazılıyor:
“Anayasa bu yolla SSCB’nin yeni bir gelişme aşamasına, sosyalist toplumun inşasının tamamlanması ve toplum yaşamının yol gösterici ilkesinin ‘herkesten yeteneğine göre, herkesten ihtiyacına göre’ şeklindeki komünist ilke alacağı, komünist topluma tedricen geçiş aşamasına girmiş olduğunu belirtiyor ve yeni bir çağ açan bu olguya yasal bir nitelik kazandırıyordu.” (age., s. 391)
Bu saptamalar, yukarıdaki olgularla birlikte ele alındığında büyük bir devrimci iyimserliği, coşkuyu ifade ediyor. Ancak bu saptamalar, dost sınıflar arasındaki farklılıkların silinmeye başladığı, sosyalizmin inşasının tamamlandığı ve komünizme geçiş aşamasına girildiği vb. vurgularıyla birlikte ele alındığında ciddi bir abartıyı, SSCB’de komünizme tedricen geçişin de hafife alındığını gösteriyor. Bu bağlamda, tek ülkede, emperyalist kuşatma altında komünizme geçilebileceği ama devletin de var olmaya devam edeceği teziyle birlikte ele alındığında, zaaflı tablo, tamamlanmış oluyor.
Bizce doğru olan Lenin’in değerlendirme ve vurgularıdır; birkaç kuşakta komünizme geçilemez, bunun için birçok kuşağın geçmesi gerekecek. Peki, kaç kuşak? Bunu bilemeyiz. Buna tarih ve deneyler yanıt verecektir, aksi tartışmalar, spekülatif ve mücadelenin gereksinimlerine yanıt vermeyen boş entelektüalist gevezeliklerden ibaret kalacaktır.
Yaşam, her zaman için teoriden daha zengin ve karmaşıktır. Teori, yaşamı ancak yaklaşık olarak yansıtabilir. “Teori gri, yaşam ağacı yeşildir” sözlerini tam da burada anımsamakta ve üzerinde düşünmekte yarar vardır. Sosyalizmin tarihsel deneyimleri de bu gerçeği çok çarpıcı bir tarzda bir kez daha doğruladı. Yaşamı elbette ki ancak teori ile kavrayabiliriz, ama hiçbir zaman unutulmaması gereken bir temel gerçekte, yaşamın daima teoriden daha zengin olduğudur. Yaşamı doğru okuduğumuz, deneyin eleştirisini teoriyi geliştirmenin aracı olarak ele aldığımız oranda güçlü olacağımızı bir an için bile unutamayız ve unutmamalıyız.
DEVAM EDECEK

29 Ekim 2016 Cumartesi

BELGE...



 

30 Mayıs 2005

“Cehalet, çaresi ölüm olan bir hastalıktır.”
Suriye atasözü
Jozef Stalin konusu onyıllardır dünyanın dörtbir yanında hem burjuvazi ve hem de “ilerici kamuoyu” tarafından tartışılıyor. Sözkonusu tartışmanın ağırlık noktasını “Stalin eleştiri”lerinin oluşturduğu, Jozef Stalin’e yönelik negatif değerlendirme ve saldırıların deyim yerindeyse emperyalist burjuvaziden sol liberallere kadar uzanan çok geniş bir cephenin imzasını taşıdığı biliniyor. Başını emperyalist burjuvazinin çektiği anti-Stalinizm; azılı faşistleri, şoven milliyetçileri, Kruşçevcileri, Avrokomünistleri, Troçkistleri, dinci gericileri, Siyonistleri, sosyal-demokratları, anarşistleri, burjuva demokratlarını, pasifistleri, devrim döneklerini, ezilen ulus milliyetçilerini, reformistleri, liberalleri vb. buluşturan bir platform adeta. Bunun nedeniyse açık: Marks, Engels ve Lenin’in öğretisi ilk kez Jozef Stalin’in SBKP’nin başında bulunduğu dönemde ete kemiğe büründü ve yüzmilyonlarca işçi ve sömürülen emekçinin gözleri önünde sosyalizmin/ komünizmin kapitalizme üstün olduğunun canlı ve çürütülemez kanıtlarını sundu. Başında Jozef Stalin’in bulunduğu SBKP’nin yönetttiği Sovyet Rusya işçi sınıfı ve halkları adeta kesintisiz kuşatma, sabotaj, diplomatik ambargo, emperyalist/ faşist saldırı koşulları altında zaferden zafere koştular. 1924’te Stalin’in SBKP Genel Sekreterliğine getirildiği sırada Asya/ Avrupa’nın en geri ülkelerinden birisi olan Sovyetler Birliği 1953’de dünyanın ekonomik, siyasal ve askeri bakımdan ikinci büyük devleti haline gelmişti. Ama bu devasa yapıtı yaratabilmek için Sovyet halklarının ödediği akılalmaz bedeller, yaptığı inanılmaz özveriler, aştığı eşi görülmemiş engeller unutulabilir mi? Ne yazık ki, burjuvazinin, işçi sınıfının devrimci öncü güçlerine dayattığı tasfiye süreci bu gerçekten görkemli dönemin anı ve deneyimlerinin tümüyle değilse de, büyük ölçüde unutulmasını olanaklı kıldı.
Peki, burjuvazinin bu deneyimi unutması ve Stalin’i bağışlaması olanaklı mı? Elbette değil. O yüzdendir ki, sömürücü sınıfların temsilcileri ölümünün üzerinden geçen 52 yıl boyunca kesintisiz bir biçimde yaptıkları gibi, bugün de Jozef Stalin’e ve onun mirasına saldırmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar. Burjuvazinin, O’nun anısını dünya işçi ve emekçilerinin zihninden silmek, bu alçakgönüllü ve büyük insanı elikanlı bir tiran, paranoyak bir diktatör, acımasız bir canavar gibi göstermek için yürüttüğü ideolojik saldırı, herhalde tarihin bugüne kadar gördüğü en büyük dezenformasyon çalışması olsa gerek. Emperyalist burjuvazi, savaşların ve sınıf savaşımlarının önce zihinlerde kazanıldığını ve komünist hareketin ve devrimci işçi sınıfı hareketinin tasfiye edilmesi için kavranacak halkanın ideolojik alanda yürütülen ve yürütülmekte olan kavga olduğunu çok iyi biliyor. En son, İkinci Dünya Savaşının SSCB’nin ve anti-faşist kampın görkemli zaferiyle sona erişinin 60. yıldönümü kutlamaları, emperyalist burjuvazinin Stalin’e ve sosyalizme kinini bir kez daha kusmasına vesile oldu. Komünist ve devrimci demokratik güçlerin dünya ölçeğindeki zayıflığını bilen ve ataları işçi sınıfına ve SSCB’ne karşı Hitler’i, Mussolini’yi ve Hirohito’yu desteklemiş olan emperyalist burjuvazinin şefleri, Jozef Stalin’i Adolf Hitler’le kıyaslama biçimindeki geleneksel rezilliklerini sergilemenin yanısıra, 27 milyon insanını feda ederek dünyayı faşizmin boyunduruğundan kurtaran SSCB’nin Doğu Avrupa’yı, faşist blokunki kadar karanlık bir rejimin boyunduruğu altına soktuğunu ileri sürebildiler. Oysa bu alçakça yaygaraları koparanlar bugün tüm dünyayı, İkinci Dünya Savaşı döneminin faşizminden çok daha vahim bir emperyalist savaş, militarizm ve neo-faşizm girdabına sürüklüyorlar. Demek oluyor ki, emekçi insanlık, büyük devrimci Jozef Stalin’e, O’nun yaratıcı düşüncesine, ezilen ve sömürülen sınıfların davasına bağlılığına, örgütleme kapasitesine, stratejik öngörüsüne ve çelikten kararlılığına bugün her zamankinden daha fazla gereksinim duyuyor.
Bu alanda da, ülkemizdeki gelişmeler, dünyadaki gelişmelerle genel bir koşutluk gösteriyor. Bizde de, yaşanan zayıflama ve güç yitirme süreci, açık ya da örtük anti-Stalinizm eğiliminin giderek daha da derinleşmesine olanak veriyor. Bizde de, gerek Türkiye toplumu ve devrimi ve gerekse dünya komünist hareketinin deneyimleri ve buna bağlı olarak Jozef Stalin konusunda egemen olan geleneksel sığlık ve yüzeysellik, hatta cehalet, burjuvazinin bu alandaki kesintisiz ideolojik saldırısına karşı koymayı zorlaştırıyor. Bu koşullarda, Marksizm-Leninizmin aydınlatıcı ışığından yeterince nasiplenmeden ya da ondan yoksun bir biçimde yetişmekte olan genç devrimci kuşakların, son çözümlemede anti-komünizm demek olan anti-Stalinizmden hiç de küçümsenmeyecek düzeyde etkilenmeleri ve geçmişte esamesi bile okunmayan anarşizm, Troçkizm, sivil toplumculuk gibi akımların aldatıcı büyüsüne kapılmaları nesnelerin doğası gereğidir. Jozef Stalin’den ve onun partisinden öğrenmeden, Marksizm-Leninizmin sınanmış yoluna ve ilkelerine sımsıkı sarılmadan, çeşitli ulus ve milliyetlerden Türkiye proletaryasının ve yoksul emekçilerinin devasa devrimci potansiyeli seferber edilmeden, ulusal hareket gibi tasfiye sürecine çoktandır girmiş akımlara yaslanarak politika yapma yolu terkedilmeden ülkenin, bölgenin ve dünyanın sürüklenmekte olduğu yıkıma ve cehenneme çevrilmesine karşı koymak olanaksızdır.
Jozef Stalin konusundaki gerçekleri, bir ölçüde de olsa ortaya koyabilmek için, Britanya’daki Komünist Liga adlı Marksist-Leninist örgütün 13 Mart 2001’de yitirdiğimiz önderi William B. Bland’ın 1977’de kaleme almış olduğu “Stalin: Myth and Reality” adlı yazısının çevirisini sunuyorum.
Garbis Altınoğlu

STALİN: SÖYLENCE VE GERÇEKLİK
WILLIAM B. BLAND
(Komünist Liga –Britanya- Haftasonu Okulunda Verilen Konferans)
1977
Giriş
Bildiğiniz gibi Komünist Liga, Sovyetler Birliği tarihinin tümünü kapsayan bir dizi rapor yayımlama süreci içindedir ve bu raporlar, Sovyet Komünist Partisi’nin Genel Sekreteri orununu elinde tuttuğu uzun dönem boyunca Stalin’in oynadığı rolü tam olarak açıklığa kavuşturacaktır.
Ne var ki, yoldaşlar Stalin’in rolüne ilişkin bu konferansın verilmesini istediler. Bununla birlikte, bunun, ancak araştırma programının bu bölümünün bitirilmesine kadar geçerli olabilecek eğreti ve geçici bir analiz olacağını takdir edersiniz.
Başlarken, Komünist Liga’nın Stalin’in rolünü birinci derecede önemli bir sorun olarak görmediğini söylemeliyim.
Stalin’in Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ nin (SBKP) Genel Sekreteri olduğu dönem içinde –1922’den öldüğü 1953’e kadar- hem SBKP içinde hem de (1943’de dağıtılmasına kadar) Komünist Enternasyonal içinde bazı suç derekesinde hatalı politikalar izlendiğine şüphe yoktur. Bu politikaların yanlışlığını kabul etmemiz, onlardan gereken dersleri çıkarmamız ve bu dersleri Britanya’da sosyalist devrimin zaferi programıyla kaynaştırmamız, yaşamsal önem taşımaktadır.
Fakat, belirli bir bireyin -bu Stalin’inki gibi son derece önemli bir rol olsa bile- SBKP’nin –doğru ya da hatalı- politikalarındaki rolü, bizce birinci derecede önemli bir sorun değildir.
Gene de, kendilerini Marksizm-Leninizme sadık sayanlar ve revizyonist eğilimlere karşı çıkanlar arasında bile öylesine büyük bir kafakarışıklığı var ki, yoldaşların, araştırmamız bunu olanaklı kıldığı ölçüde Stalin’in rolünün kabataslak bir çiziminin sunulmasını istemeleri anlaşılabilir birşeydir.
“Kanasusamış Diktatör” Söylencesi
Jozef Stalin’in adının dünyadaki insanların büyük çoğunluğuna “kibirli, paranoyak, kanasusamış diktatör” imgesini çağrıştırdığını söylemek, sanırım haksızlık olmayacaktır.
İngiltere tarihinde buna en yakın tarihsel figür, belki de, III. Richard’dır. Okullarda okutulan tarih kitaplarından ve Şekspir’in anlattıklarından “öğrendiğimize” göre, III. Richard küçük prensleri kulelerde öldüren kambur bir canavar vb. idi.
Bu imgenin kaynaklandığı döneme ilişkin belgelerin hemen hemen tümünün Henry Tudor’un Richard’ı devirmesini ve yeni bir hanedan kurmasını izleyen yıllara ait olduğunu bazı tarihçiler daha son bir kaç yılda ortaya çıkardılar. Bu tarihçiler, Tudorların, iktidarı ele geçirmelerini “bir tirandan kurtulma” olarak sunmakta çıkarları olduğunu ve son zamanlara kadar hakiki tarih olarak kabul edilenin aslında siyasal propagandadan başka bir şey olmadığını, III. Richard’ın kendisine atfedilen suçları işlediğini ve onun diğer krallardan daha kötü ve sakat olduğunu gösteren hiç bir kanıt bulunmadığını kabul ettiler.
Demek ki, eğer Stalin’in rolünü objektif bir tarzda değerlendireceksek, genel olarak kabul gören tablonun dayandığı kanıtları çok dikkatli bir biçimde gözden geçirmeli ve bu tablonun hakikate uygun olup olmadığına, kısmen ya da tamamen siyasal propagandaya dayalı bir söylence olup olmadığına ondan sonra karar vermeliyiz.
Bu bağlamda, bu imgeyi ayakta tutmuş ve tutmakta olan öğelerin hepsinin de–burjuva tarihçileri, “sosyalizme barışçı parlamenter yoldan geçiş”i savunan revizyonist Komünist Partilerinin liderleri, tek ülkede sosyalizmin inşası olanağını reddeden troçkistler- Stalin’in dayandığı siyasal ilkelere karşı olduklarını unutmamalıyız.
Bilimsel sosyalistler, Marksist-Leninistler olarak bizim, eğer gerçekten işlenmişse, herhangi bir bireyin suçlarının üstünü örtmekten en küçük bir çıkarımız olmadığı tartışma götürmez.
Ama, eğer sosyalizmin inşasını olanaklı kılacak doğru, bilimsel bir programa sahip bir Marksist-Leninist parti kurmak istiyorsak, sosyalist bir toplumun inşa edilmiş ve şimdi yokolmuş olduğu Sovyetler Birliği’nde gerçekte neler olduğunu bilmek ve anlamak zorundayız. Böyle bir program, ancak hakikatı esas alarak oluşturulabilir.
Sovyetler Birliği’nin tarihine ilişkin tüm olguları bilemeyeceğimiz açıktır. Fakat, bazı olguları biliyoruz ve genel olarak kabul gören Stalin tablosu bu bilinen olgulara uymadığı takdirde, bu tabloyu reddetmek zorunda kalacağımız açıktır.
Hemen göze çarpan bir mantıksal çelişmeyle karşı karşıyayız.
Stalin’in, en azından yüzbinlerce dürüst sosyalist-zihniyetli yurttaşın öldürülmesi ve hapsedilmesinden sorumlu olduğu ileri sürülmektedir; eğer bu iddia doğruysa, ülkede bir üyesi, dostu ya da komşusu Stalin’in “keyfi diktatörlüğü”nün “kurbanı” olmayan tek bir aile bile olmamalıdır.
Ne var ki, Sovyet emekçi halkının genel kitlesinin Stalin’in ölümünü derinden ve içten bir üzüntüyle karşıladığı da bir gerçektir. Öyle ki, ardılları ancak ölümünden üç yıl sonra onun sözde “suçları”na karşı, saldırıya geçebildiler. Onu bile, ancak metni Sovyetler Birliği’nde bugüne kadar henüz yayımlanmamış bir gizli konuşma biçiminde yapabildiler.
“Kişiye Tapınma”
SBKP’nin, ölümünden üç yıl sonra 1956’da toplanan 20. Kongresi’nde Stalin’e kamu önünde yapılan tek eleştiri, “kişiye tapınma”da dile getirilen eleştiridir.
Yaşadığı dönemde, Stalin’in çevresinde bir “kişiye tapınma”nın inşa edilmiş olduğu doğrudur ve Marksist-Leninistler böylesi bir tapınmanın ilkesel olarak yanlış olduğunu söyleyenlerin başında gelirler.
Kruşçov, böylesi bir “kişiye tapınma”nın inşa edilmesini Stalin’in sözde “kibirliliği”yle açıklamaktadır.
Ancak başkaları tarafından övüldüklerinde mutlu olan kibirli kişiler, çok dar kafalı kişilerdir. Stalin’in bir devrimci olarak yaşamı, diğer özellikleri bir yana, onun asla dar kafalı olmadığını gösteren kanıtlarla dolup taştığına göre, burada gene bir mantıksal çelişmeyle karşı karşıyayız.
Peki, kendi çevresinde inşa edilen “kişiye tapınma” karşısında Stalin’in kendisinin açıkça dile getirdiği tutumu neydi? O, bunu yeniden ve yeniden mahkum etti, lanetledi ve alaya aldı. Stalin’in “tapınma”ya karşı çok sayıdaki yazı ve konuşmaları arasında yer alan bir mektuptan bir alıntı sunuyorum. Bu mektup, Şubat 1938’de, kendisine “Stalin’in Çocukluğuna İlişkin Öyküler” adlı kitabın taslağını gönderen Çocuk Yayımevi’ne hitaben yazılmıştı:
“Ben ‘Stalin’in Çocukluğuna İlişkin Öyküler’in yayımlanmasına şiddetle itiraz ediyorum. Bu kitap çok sayıda maddi çarpıtmalar, yalanlar, abartmalar ve hakedilmemiş övgülerle dolu. Yazar, peri masallarına meraklı olanlar tarafından yanlış yönlendirilmiş… Ama, asıl önemli olan bu değil. Asıl önemli olan, bu kitabın Sovyet halkına (ve genel olarak halka) liderlerin ve yanılmaz kahramanların kişiliklerine tapınma eğilimini aşılamasıdır. Bu, tehlikeli ve zararlıdır. ‘Kahramanlar ve güruh’ teorisi Bolşeviklere değil, Sosyalist-Devrimcilere özgüdür… Size bu kitabı çöpe atmanızı tavsiye ederim.”
Aslında revizyonistler de, Stalin’in kamu önünde “kişiye tapınma”ya sistemli bir biçimde karşı çıktığını kabul etmek zorunda kalmışlardır. Onlar, “tapınma”nın buna rağmen sürmesini, Stalin’in sözde “ikiyüzlülüğü”ne bağlamakta ve onun “tapınma”yı el altından “teşvik ettiği”ni ileri sürmektedirler.
Peki ama, Stalin’in mide bulandırıcı bir biçimde yüceltilmesi kimlerden kaynaklanıyordu? “Tapınma”nın kurucusu, 1937’deki açık yargılamasında ihanetini itiraf eden Karl Radek idi. “Tapınma”nın en ateşli ve tumturaklı savunucularından biri de, 1956’da “tapınma”yı lanetlemede baş rolü oynamakla görevlendirilen Nikita Kruşçov’du. Tabii, “tapınma”nın bir tür moda haline gelmesinden sonra bir çok dürüst komünist te bu akıma ayak uydurdu; fakat, örneğin Vyaçeslav Molotov’un konuşmalarında, Kruşçov’un Stalin’in sağlığında yaptığı konuşmalarda tipik olanın tersine, Stalin’e aşırı övgüler görülmez.
Bu bağlamda, Stalin’in Lion Feuchtwanger’e aktardığı, “kişiye tapınma”nın, ilerde kendisini gözden düşürmek için “yıkıcılar” tarafından kasıtlı olarak teşvik edildiği yolundaki keskin gözlemi son derece ilginçtir. Yaşanmış olan tam da budur. Ve eğer Stalin bu durumun farkında idiyse, o zaman onun kamu önünde “kişiye tapınma”ya karşı çıkışının bütünüyle içtenlikli olduğu dışındaki bir alternatif açıklama hemen hemen olanaksız hale gelir.
Dolayısıyla, olgular Stalin’in “tapınma”ya karşı çıkışında bütünüyle içtenlikli olduğu, ancak onun sürdürülmesini engelleyemediği vargısını dayatmaktadır!
Ama, eğer bu kaçınılmaz vargı doğru ise, bu vargıdan –pek çok insan içtenlikle öyle olduğuna inansa da- “diktatör” Stalin tablosunun bütünüyle bir söylence olduğu mantıksal sonucu çıkar. Bundan, Stalin ve siyasal olarak onu destekleyenlerin uzun bir dönem boyunca SBKP’nin yönetici organlarında azınlıkta ve onun siyasal muhaliflerinin ise çoğunlukta oldukları mantıksal sonucu çıkar. Bundan, “kişiye tapınma”nın Stalin’in çevresinde, onun muhalefetine rağmen, gerçek durumu gözlerden saklamak, Stalin’in devrimci prestijini, bir yandan onun karşı çıkabileceği politikaları meşru göstermek, bir yandan da ilerde onu gözden düşürmek için inşa edildiği mantıksal sonucu çıkar.
Kremlin Tutsağı
Stalin’i, SBKP liderliği içindeki gizli revizyonist çoğunluğun “tutsağı” olarak resmeden bu alışılmamış tabloyu ele alırken şu noktanın akılda tutulması gerekir: Marksist-Leninistler, işçi sınıfının genelkurmayı olan Marksist-Leninist Partinin –çoğunluk kararlarının aynı zamanda azınlık ve (Genel Sekreter de içinde olmak üzere) bireyler için de bağlayıcı olmasını içeren demokratik merkezselcilik örgütsel ilkesi aracılığıyla oluşturulan- bir politika birliğine dayanmasının zorunlu olduğu yolundaki ilkeye sımsıkı bağlıdırlar.
Kuşkusuz, bir Marksist-Leninist, ancak Parti esas olarak Marksizm-Leninizme ve işçi sınıfının çıkarlarına dayanmaya devam ettiği sürece kendisini demokratik merkezselcilik ilkelerine bağlı sayar. Bu bağlamda, SBKP’nin Stalin’in sağlığında, onun ölümünden sonra aldığı –şimdi Sovyetler Birliği’nde kapitalist ekonomik sistemin restorasyonuna yol açmış olan -türden önlemler almamış olması anlamlıdır. SBKP’nin, Stalin’in sağlığında siyasal bakımdan yanlış ve yeni bir devlet kapitalistleri sınıfının doğmasının temellerini atan kararlar da aldığı doğrudur. Ama bu kararlar, onun ölümünden sonra alınan kararlardan nitelik olarak farklıydı; bu kararlar bir Marksist-Leninistin kategorik olarak, “Artık SBKP Marksist-Leninist bir parti değil, revizyonist bir parti olduğu için bu durum beni demokratik merkezselciliği tanımamak ve kamu önünde bu partinin politikalarını mahkum etmek zorunda bırakıyor.” demesine yol açacak karakterde değildi.
SBKP Merkez Komitesi Siyasal Bürosunun bileşimine bakacak olursak 1934’ten sonraki dönemin geneli itibariyle, onun üyelerinin çoğunluğunun daha sonra revizyonist olduklarının açığa çıktığını görürüz. Tabii, bu kişilerin o dönemde Stalin’in gerçek bağlaşıkları oldukları, ancak onun ölümünden sonra onun siyasal karşıtları haline geldikleri de söylenebilir. Ama onların Stalin’e, çoktandır siyasal bakımdan muhalif olduklarını, ama bunu kamu önünde söylemeyi uygun görmediklerini bizzat kendi anlatımlarından biliyoruz.
Stalin’in uzun bir süre boyunca gizli-revizyonist çoğunluğun tutsağı olduğu yolundaki görüşün en çarpıcı kanıtını, Ocak 1934’te toplanan SBKP 17. Kongresi’nin olguları sunmaktadır. Görünüşte bu kongrede, Genel Sekreterin çevresinde tam bir oybirliği vardı. Daha önceki kongrelerin hiç birinde bu kadar çok sayıda konuşmacı “deha”sından ötürü Stalin’i övmemişlerdi. Açık muhalefet grupları hatalarını kabul etmiş, hiziplerini dağıtmaya söz vermiş ve Stalin’i ölçüsüz bir övgü yağmuruna tutanlara katılmışlardı. Ama, kongrede, 100 küsur kişilik yeni Merkez Komitesi için seçimler yapıldığında, adaylar arasında en az oy alan Stalin oldu.
SBKP’nin, 1956’dan değil 1934 gibi erken bir tarihten itibaren (o zaman gizli) revizyonistlerin egemenliği altında bulunduğu hipotezini doğrulamak için yeterli kanıt bulunduğu açıktır.
İşin aslına bakılırsa, ancak bu hipotez Sovyetler Birliği’nde yaşanan olayların mantıklı bir açıklamasını sunmaktadır.
Aşırı Ücret Farklılıkları
Örneğin, Lenin ve Stalin kamu önündeki tutumlarını her zaman, sosyalizm koşullarında işçilere yapılan ödemelerin işin nicelik ve niteliğine göre belirlenmesi, ancak ücret farklılıklarının kesinlikle sınırlanması ilkesine dayandırmışlardı. 1930’lara kadar bu ilkeye sıkıca uyulmuştu.
Bu pozisyonu değiştirme kampanyası, bazı fabrika yöneticileri ve sendika görevlilerinin bir dizi sektörde tüm işçiler için ücret eşitliğine gidilmesi uygulamasına gitmeleriyle başlatıldı. Stalin Haziran 1931’de ücretlerin eşitlenmesini haklı olarak mahkum etti.
1934’ten itibaren, SBKP’nin yönetici organlarındaki revizyonist çoğunluk bundan yola çıkarak, yani Stalin’in ücretlerin eşitlenmesini kınamasına ikiyüzlü bir tarzda göndermede bulunarak giderek daha fazla büyüyen bir ücret farklılaşması süreci başlattı. Sonunda yüksek bir devlet görevlisi bir işçinin kazandığının 40 katından fazlasını kazanır oldu; şoförünün sürdüğü ve hafta sonunda ailesini daça’sına götürmek için kullandığı arabası fiilen onun özel mülkü haline geldi. Bir fabrika menajeri, aylık ve primleriyle birlikte, fabrikasında çalışan işçinin ücretinin 30 katına kadar para kazanır oldu. Ve daha önce olduğu gibi, Parti üyeliği onuru nedeniyle mali bakımdan cezalandırılmak yerine SBKP üyeleri –ortalamanın üzerinde personelin çalışmasından ötürü kuyruğa girmenin gerekli olmadığı ve kamuya açık mağazalarda bulunmayan eşyanın bulunduğu özel mağazalardan yararlanma gibi- her türlü ayrıcalığa sahip oldular.
Bu aşırı farklılıklar, toplumsal sistemin sosyalist karakterini ortadan kaldırmadı. Fakat onlar, emekçi halk içinde yüksek ayrıcalıklara sahip bir katmanın – Stalin’in ölümünden sonra revizyonizmi ve kapitalist ilkeleri hevesle benimseyen bir katmanın- oluşmasının ve sonunda yeni bir devlet kapitalistleri sömürücü sınıfının ortaya çıkmasının temellerini attı.
Eğer Stalin, aşırı ücret farklılıkları konusunda fikrini değiştirmiş olsaydı, O’nun bunu dile getirmesi beklenirdi. Ancak ben, Stalin’in böyle bir açıklama yaptığına ilişkin hiç bir kayda rastlamadım. Öte yandan, bu politikaya karşı muhalefetini sürdürmesi ve çoğunluğun kararının kendisini de bağlaması halinde, onun kamu önünde bir açıklama yapmaması ve muhalefetini Parti organları içinde dile getirmekle yetinmesi nesnelerin doğası gereğiydi.
Böylelikle, “kişiye tapınma”nın, Partinin demokratik merkezselciliğiyle yanyana bulunması, Stalin’in son derece büyük ücret farklılıkları politikasını desteklediği, hatta kendisinin ücretlerde eşitlikçiliğe karşı çıktığı gözönüne alındığında, O’nun bu politikanın mimarı olduğunun ima edilmesini olanaklı kıldı.
Komünist Enternasyonal İçindeki Durum
Hipotezimize Komünist Enternasyonal’le ilişkisi içinde göz atalım.
Çizilen tipik Komintern tablosu bu örgütün, “Stalin’in denetiminde” bir alet olduğu ve onun politikalarının üç aşağı beş yukarı Stalin’in kavrayışına bağlı olarak sağa sola yalpaladığı biçimindedir.
Fakat bu tablo, bilinen olgularla uyuşmamaktadır.
Örneğin, Komünist Enternasyonal’in 1922’de toplanan 4. Kongresi sırasında, Lenin’in sağlığı daha o zaman o kadar kötüydü ki, kongrede esas rolü Troçki oynamıştı. Komünist Enternasyonal’e, -Komünist Partiden, sosyal-demokrat partiden ve kitlesel sendikalardan alınacak bakanlardan oluşacak ve daha sonra işçileri silahlandıracak, sermayenin iktidarını yıkacak, üretim araçları üzerinde işçilerin denetimini kuracak ve kapitalist devleti bir işçi devletine dönüştürecek- sözde “işçi hükümetleri” kurmak için çalışma revizyonist çizgisini, işte bu kongre dayatmıştı.
Stalin’in müdahalesi ilk kez Komünist Enternasyonal ’in 1924’te toplanan 5. Kongresi’nde oldu; bir önceki kongrenin –sosyalizme parlamenter yoldan geçiş yanılsamasını besleyen- revizyonist çizgisinin reddi ve kapitalist devletin devrimci yoldan yıkılması için işçilerin seferber edilmesi doğrultusunda çalışma biçimindeki doğru Marksist-Leninist çizginin kabulü, esas olarak Stalin’in inisiyatifiyle gerçekleştirildi.
Bunu izleyen dört yıllık sürede Stalin’in Komintern’in çalışmalarında öndegelen bir rol oynadığı kuşkusuzdur; O’nun bu döneme ilişkin “Yapıtları” Komintern’in gündemine ilişkin çok sayıda konuşma içermektedir. Fakat, Komintern’in 1928’de toplanan 6. Kongresi, bir dizi önemli sorunda Stalin’in şiddetle karşı çıktığı bir çizgi benimsedi; daha sonraki birkaç yıl boyunca Komünist Enternasyonal, uluslararası harekete -özellikle Komünist Enternasyonal’in Almanya Komünist Partisi’ne dayattığı çizginin, büyümekte olan faşizm tehlikesine karşı birleşik bir cephe inşa etme kilit görevini fiilen baltaladığı Almanya başta gelmek üzere- giderek daha fazla zarar veren ve zaman içinde daha da derinleşen “solcu” bir rotaya girdi. Fakat, 1928’den sonra artık, Stalin’in Komintern gündemine ilişkin konuşmalarına rastlanmaz; Stalin, Komintern’in yönetici organı olan Siyasal Sekretaryaya seçilmemişti. Komünist Enternasyonal’in denetimi, başını Dmitri Manuilski ile Georgi Dimitrov’un çektiği bir gizli revizyonistler grubunun eline geçmişti.
Bir başka deyişle, Komintern, Stalin’in bu örgütteki fiili etkisinin ortadan kaldırılmasından sonra Komünist Partilerine 1929-34 döneminin “solcu” taktiklerini; yani, Komünistlerin, ayrı ve küçük “kızıl” sendikalar kurmak üzere kitlesel sendikalardan ayrılması gerektiği, burjuva demokrasisi ile faşizm arasında esasa ilişkin hiç bir fark olmadığı, Almanya’da işçi sınıfının baş düşmanının faşizm değil de sosyal-demokrasi olduğu türünden -Almanya’da faşizmin zaferinde önemli bir rol oynayan- taktikleri dayattı.
Ve Komünist Enternasyonal’in 1935’de revizyonistlerin önderliğinde toplanan 7. Kongresi, 1922’de Troçki’nin inisiyatifiyle kabul edilen sağ revizyonizme, yani “parlamenter demokrasi” yoluyla, sözde seçimle işbaşına gelecek ve sermayenin iktidarı içinde devrimci mevziler elde edebilecek, üretim üzerinde işçi denetimi kurabilecek ve kapitalist devleti bir işçi devletine dönüştürebilecek olan Halk Cephesi hükümetlerinin kurulması çizgisine geri döndü.
Tabii, 1935’e gelindiğinde Stalin’in Marksist-Leninist ilkelerden koptuğu ileri sürülebilir. Ama, Stalin’e bu çizgiyi kamu önünde onaylatmak, Komünist Enternasyonal’in 7. (ve son) Kongresi’nin revizyonist çizgisinin savunucularına sadece yarar sağlardı. Böylesi bir onamanın asla gerçekleşmemiş olması, Stalin’in bu çizgiye kişisel muhalefetinin güçlü bir dolaylı kanıtını oluşturur.
SBKP İçindeki Açık Muhalefet
Şimdi Sovyetler Birliği’nin kendisine dönebiliriz.
Hem Lenin hem de Stalin, işçi sınıfının siyasal iktidarını kurmasından ve sosyalist bir toplumun inşasına girişmesinden sonra sınıf savaşımının süreceğinin her zaman altını çizdiler. Revizyonistler, Stalin’in bir yandan bunun böyle olduğunu ileri sürmek, bir yandan da kapitalist sınıfın ortadan kaldırılmış olduğunu söylemek suretiyle “kendi kendisiyle çeliştiğini” belirterek eleştirmeye bayılırlar.
Evet, bellibaşlı üretim araçları toplumsallaştırıldığında, kapitalist sınıf, emekçi halkı sömüren üretim araçları sahibi sınıf ortadan kaldırılmış olacaktır. Ancak, bu sabık sınıfın mensupları, çoğunlukla varolmaya devam ederler; parasal biriktirimleri tükendiğinde çalışmak ve işçi sınıfının bir parçası haline gelmek zorunda kalabilirler. Ama onlar bundan ötürü, kaçınılmaz olarak işçi sınıfının bakış açısını benimsemezler. Onlar, eski sistem koşullarında sahip oldukları mülk ve statüyü yeniden ele geçirmenin özlemiyle yanıp tutuşur ve kendilerinden “çalınan” şeyleri geri alabilmek için doğal olarak biraraya gelir ve komplolar kurar, ama bu arada, bütün bunları açgözlülük ve bencillik gibi motiflerle değil, “özgürlük”, “demokrasi” ve “uygarlık” yararına yaptıklarına inanırlar.
Asıl mülksüzleştirilen kapitalistlerin ölümüyle de bu siyasal muhalefet sona ermez. Onlar bakış açılarını kendi çocuklarına ve çocuklarının çocuklarına aktarabilmekte, onlara ailenin bir köşkünün ve hizmetçilerinin olduğu “o eski güzel günler”e özlem duymayı ve o günleri geri getirmek için çalışmayı öğretebilmektedirler.
Sovyet yönetiminin ilk günlerinde bu karşı-devrimci siyasal muhalefet, mensuplarının kapitalist ülkelerin çoğunun yabancı müdahale ordularının yardımını aldığı silahlı iç savaş biçimine büründü. Bu muhalefet, aynı zamanda, Sovyet iktidarını çökertmek amacıyla karşı-devrimi desteklediklerinden dolayı bastırılmalarına kadar geçen süre içinde, Kadetler, Menşevikler vb. pro-kapitalist siyasal partilerin siyasal muhalefeti biçimine büründü.
Burjuva partilerinin bastırılması nedeniyle, Komünist Partisinin biricik yasal parti haline gelmesini izleyen dönemde, Sovyet yönetimine karşı Komünist Partisi içindeki muhalefet hiziplerinin yürüttüğü siyasal muhalefet hala açık bir biçime bürünmekteydi. Tabii, Parti içindeki bu siyasal muhalefetlerin biçimi, anti-Bolşevik partilerin muhalefetlerininkinden farklıydı; bu muhalefetler kendilerini “sosyalist” ve “Marksist” olarak gösteriyor ve hatta Lenin ve Stalin’den daha iyi Marksist olduklarını ileri sürüyorlardı. Ama, birbirini izleyen her durumda Lenin ve Stalin’e muhalefetlerinde ortaya koydukları siyasal çizgi, yaşama geçirilmesi halinde sosyalizmin inşasını sekteye uğratacak nitelikteydi.
Elbette, Rusya Komünist Partisi içindeki bu hizip muhalefeti, büyük çoğunluğuna Parti üyeliğinin kapalı olduğu eski kapitalistler tarafından yürütülmemekteydi. Fakat, her Marksist-Leninist Partide, işçi sınıfının bakış açısına sahip üye kitlesi dışında, partiye küçük-burjuva bakış açısını -yani esas olarak burjuva karakter taşıyan bir bakış açısını- getiren ve muhafaza eden belli sayıda üyeler de bulunur. Öte yandan, kasıtlı olarak onu çökertmek amacıyla bu Partilere az sayıda gizli ajan da kaçınılmaz olarak sızacaktır: küçük-burjuva bakış açısına sahip Parti üyeleri ise, bu ajanların üzerinde etkinlik gösterdiği zemini sağlarlar.
Dolayısıyla, Marksist-Leninist bir Parti içindeki hizip savaşımları aslında, işçi sınıfıyla kapitalist (ya da sabık-kapitalist) sınıf arasındaki sınıf savaşımının bir yansımasından başka bir şey değildirler.
Örneğin, 1920’lerde SBKP içindeki muhalefetin çizgisinin kilit noktalarından biri, tek ülkede sosyalizmin inşasının olanaksız olduğu, bundan dolayı Sovyet hükümetinin “uluslararası devrimci görevi”ni, Kızılordu’yu, işçilerin kapitalizmi yıkmalarına “yardımcı olmak” üzere Batı Avrupa’ya göndermek suretiyle yerine getirmesi gerektiği biçimindeydi.
Uygulamaya konulması halinde, Sovyet Rusya’da işçi sınıfı iktidarının yıkılmasından başka bir sonuç veremeyecek olan bu suç derekesindeki hatalı politikaya karşı saldırıyı yöneten ve onun Partinin ezici çoğunluğu tarafından reddedilmesini sağlayan Stalin oldu.
“Komplocu ve Terörist Bir Örgüt”
Bu yenilgi ve öndegelen muhalefet lideri Leon Troçki’nin Sovyetler Birliği’nden kovulması, geriye kalan muhalefet üyelerini, Stalin’in çevresindeki önderliğin politikalarına karşı cepheden muhalefetin yakın gelecekte başarılı olma şansının olmadığını kabul etmek zorunda bıraktı. Bu yüzden onlar taktiklerini değiştirdiler; açıkça muhalefet yürütmekten vazgeçtiler; eski hatalarını mahkum ettiler ve her türlü hizip çalışmasını durduracaklarına söz verdiler. Kuruluşundan bu yana, (Rusya-ç. n.) Komünist Partisi’nde ilk kez siyasal oybirliği sağlanmış gözüküyordu.
Muhalefet, yeni taktikleri uyarınca üyelerini Parti ve devlet aygıtı içinde öndegelen ve etkili orunlara yerleştirmeye ve izlemek istedikleri revizyonist siyasal çizginin uzlaşmaz karşıtları saydıkları Parti üyelerini terörizm metotlarıyla ortadan kaldırmaya girişti. Siyasal muhalefet, Stalin’in anlatımıyla, “gizli ve terörist bir örgüt” haline geldi.
İstisnasız bütün devletlerde güvenlik polisi, devlet aygıtının önemli bir öğesini oluşturur. Bu bakımdan, muhalefetin komplo planlarının kilit noktalarından biri, güvenlik polisinin denetimini ele geçirmekti.
Sovyet güvenlik polisinin başı Vyaçeslav Menzhinski 1934’te öldü ve yerini eski yardımcısı Henrikh Yagoda’ya bıraktı. 1938’de ihanet suçlamasıyla yargılanması sırasında Yagoda, bir süredir gizli komplonun bir parçası olduğunu ve Menzhinski’nin, doğal nedenlere bağlı olarak gerçekleşmiş gibi gösterilerek öldürülmesini düzenlediğini itiraf etti.
Bunu izleyen dört yıllık süre içinde NKVD (“İçişleri Halk Komiserliği-ç. n.), ilk önce onu esas olarak muhalefet üyelerinin komplosuna katılanları korumak için kullanan muhalefetin elindeydi. Bu arada, muhalefet, uzlaşmaz karşıtları saydıkları Parti ve devlet liderlerine karşı kapsamlı bir cinayet kampanyasına girişmişti. Bu cinayetler için seçilen ana metot, adıgeçen yöneticilere eşlik eden doktorların –yani ya zaten muhalefet komplosunun üyeleri olan ya da baskı ya da şantaj yoluyla bu komploya hizmet etmeye zorlanan tıp görevlilerinin- kullanılmasıydı. Bir lider hastalandığında doktor çağrılıyor, yanlış tedavi uygulanıyor ve hasta ölüyor, ardından doktor hastanın doğal nedenlerle öldüğü yolunda bir ölüm sertifikası imzalıyordu. Muhalefet liderleri ise ölünün ardından gazetelere derin üzüntülerini anlatan abartılı taziye mesajları gönderiyorlardı.
Bu yolla ortadan kaldırılan önemli liderler arasında (Menzhinski’nin dışında) Valeryan Kuybişev (Yüksek Ekonomi Konseyi Başkanı ve Parti Siyasal Büro üyesi) ve yazar Maksim Gorki de vardı.
Artık Siyasal Büroda azınlığa düşmüş olan Stalin, (muhalefetin bu atağına-ç. n.) Parti Genel Sekreteri sıfatıyla sahip olduğu sınırlı iktidarı kullanarak, kişisel koruma birimini yeni baştan örgütlemek ve onu, kendi denetimi ve Aleksandr Poskrebişev’in yönetimi altında bir istihbarat servisine dönüştürmek suretiyle yanıt verdi.
Daha sonra, Aralık 1934’de Sergey Kirov (Leningrad Parti Sekreteri ve Parti Siyasal Büro üyesi), muhalefetin öndegelen üyelerinden olan –ve Ekim Devrimi’nin kararlaştırılan tarihini kapitalist basına açıklamış olmalarıyla tanınan- Grigori Zinovyev ile Lev Kamenev’in dostu olan Leonid Nikolayev adlı birisi tarafından vurularak öldürüldü. Başında Yagoda’nın bulunduğu NKVD, Kirov cinayetinden ötürü bir dizi eski aristokratı komplo düzenleme savıyla tutukladı.
Bununla birlikte, Stalin’in istihbarat servisi, O’nun kişisel denetimi altında Kirov cinayetini bağımsız olarak soruşturdu. Bu servis Nikolayev’in, başını Zinovyev ile Kamenev’in çektiği Leningrad’daki muhalefet çevresine üye olduğunu, Nikolayev’in cinayetten birkaç gün önce üzerinde bir tabanca ve Kirov’un bürosuna gidiş ve gelişinde kullandığı yolu gösteren bir harita olduğu halde NKVD tarafından yakalandığını ve ardından serbest bırakıldığını ortaya çıkardı. Genel Sekreterin istihbarat servisinin hazırladığı rapor üzerine, NKVD, Zinovyev ve Kamenev’in yanısıra yerel NKVD yöneticisini tutuklamak zorunda kaldı. Zinovyev ile Kamenev, Nikolayev’i cinayeti işlemeye teşvik eden bir atmosfer yaratmaktan suçlu bulundular ve kısa süreli bir hapis cezasına çarptırıldılar.
Ancak, Stalin’in istihbarat servisi Kirov cinayetine ilişkin soruşturmasını sürdürdü ve Zinovyev ile Kamenev’in cinayetten sadece “moral açıdan sorumlu” olmakla kalmadıklarını, onun planlamasında doğrudan yer aldıklarını ortaya çıkardı. Bunun üzerine onlar, bu daha ağır suçlama temelinde yeniden yargılandılar, suçluluklarını kabul ettiler ve ölüm cezasına mahkum edildiler.
1935-36’da Stalin, devlet güvenlik polisinin “beceriksizliği”ni bir kaç kez eleştirdi. Bunun üzerine NKVD’nin başı Yagoda (Eylül 1936’da) sonunda görevinden alındı ve yerine –daha sonra kendisinin de muhalefet komplosunun bir üyesi olduğu anlaşılacak olan- yardımcısı Nikolay Yezhov getirildi.
1937 ve 1938’de Yezhov’un yönetimindeki NKVD –Stalin’in eleştirisini dikkate almış gözükerek- son derece “aktif” bir rota izledi. O, gerçek komplocuları korurken çok sayıda tümüyle dürüst Komünisti sahte suçlamalarla tutukladı ve hapse attı.
Yargılamalar
1937 ve 1938 yıllarında Stalin’in istihbarat servisi bağımsız soruşturmalarını sürdürdü ve NKVD’ye, muhalefet komplosunun öndegelen isimlerinin –Karl Radek, Yuri Piyatakov ve (NKVD’nin sabık yöneticisi) Henrikh Yagoda’nın yanısıra içlerinde Genelkurmay Başkanı Mareşal Mikail Tukaçevski’nin de bulunduğu bir dizi Kızılordu üst düzey subayı- ihanetine ilişkin tartışma götürmez kanıtlar sunarak NKVD’yi onları tutuklamak ve mahkemeye çıkarmak zorunda bıraktı.
Sivil sanıklar açık duruşmalarda yargılandılar, suçluluklarını kabul ettiler ve ölüm ya da uzun hapis cezalarına çarptırıldılar.
NKVD’nin başındaki komplocular, kendi denetimleri dışındaki koşullara bağlı olarak sanıkların duruşmalara çıkarılmalarını önleyememekle birlikte, savcıların kayıtsız bakışları altında sanıkların mahkeme anlatımlarında, en basit bir denetimin bile yanlışlığını açığa çıkarabileceği bir-iki küçük hata yapmasına izin verdiler ve böylelikle duruşmaların güvenilirliği üzerine belirli bir şüphe gölgesi düşürülmesine yardımcı oldular. Örneğin, (Ağustos 1936’daki Zinovyev-Kamenev yargılamasının sanıklarından biri olan) Eduard Holtzmann Troçki’nin oğlu Lev Sedov ile komplo amaçlı bir görüşme yaptığını kabul etti; ama bu duruşmanın Kopenhag’daki Hotel Bristol’de gerçekleştiğini söyledi. Sürgündeki Troçki ise, Hotel Bristol’ün bu sözümona görüşmeden yıllarca önce yıkılmış olduğuna işaret etmek ve yargılamanın tümünün “adli sahtekarlık” olarak nitelemek suretiyle reddedilmesi gerektiğini ileri sürdü.
Kuşkusuz, bilindiği gibi uydurma kanıtlar oluşturulabilir, tanıklar yalan söyleyebilir; sahte suçlamalar ve “adli sahtekarlıklar” da görülmemiş şeyler değildir.
Ancak, bu yargılamaların önemli bir özelliği sanıkların, Alman ve Japon istihbarat servisleriyle işbirliği halinde casusluk da içinde olmak üzere ihanet komplosuna ilişkin suçlamaların tümünü kabul etmiş olmalarıdır. Troçki’nin, “iyi Komünistler” olan sanıkların “adli sahtekarlık kurbanı” oldukları yolundaki savının kabul edilmesini güçleştiren, her şeyden önce, işte bu itiraflardır.
Bu güçlüğü açıklamak için ileri sürülen teorilere bir göz atalım.
Birincisi, işkence. Bazı dürüst Komünistleri işkence yoluyla sahte ihanet itirafları yapmaya zorlamak elbette olanaklıdır. Fakat, mahkemede bunu sergileme olanağı bulunmaktaydı. Ne var ki, çok sayıda sanıktan hiç biri böyle bir girişimde bulunmadı; hatta, kendilerine açıkça, yargılama öncesinde herhangi bir baskıya uğrayıp uğramadıkları sorulanların hepsi de bu soruya olumsuz yanıt vermiştir.
İkincisi, ilaçlar. Ancak, tıp bilimi, insanları bir yandan tümüyle gerçekdışı suçlamaları itiraf etmeye zorlarken, bir yandan da diğer bütün bakımlardan tümüyle normal davranmalarını, hatta savcıyla karşılıklı tartışmaya girmelerini sağlayan bir ilacın varlığından habersizdir.
Üçüncüsü, sahte itiraflarda bulunmaları halinde bağışlanacakları vaadi. Bu teori, belki ilk yargılamalar bağlamında hesaba katılabilir. Fakat, Zinovyev ile Kamenev’in idam edilmelerinden sonraki yargılamalar için bu olasılık asla geçerli olamaz.
Dördüncüsü, Stalin’e sadakat. Sanıkların hemen hemen tümünün yıllardır Stalin’e karşı açıkça kampanya yürütmekte oldukları gözönüne alındığında bu, anılan teoriler arasında en az inandırıcı olanı olmaktadır.
Nisan 1937’de, Leon Troçki’yi Savunma Komitesi, o zaman Troçki’nin yaşamakta olduğu Meksika’da Sovyetler Birliği’ndeki yargılamalara ilişkin bir “Soruşturma Komisyonu” topladı. Eğer masum idilerse, dürüst kıdemli devrimcilerin açık mahkeme sürecinden masum olduklarını ilan etmek için yararlanmalarının neden gerekmediği yolundaki bir soruya Troçki sadece şu yanıtı verebildi:
“Bu tür soruları yanıtlamakla yükümlü değilim.”
Yargılamaları izleyen deneyimli gazetecilerin, avukatların ve diplomatların büyük çoğunluğunun mahkeme sürecinin güvenilirliği ve sanıkların suçluluğu konusunda hiç bir kuşkularının olmaması anlamlıdır. Örneğin, ABD’nin Moskova elçiliğine atanmadan önce kendisi de bir avukat olan Joseph Davies şöyle yazıyordu:
“Bu mahkeme süreci, insan doğasının bütün temel zaaf ve kusurlarını, kişisel ihtirasların en kötü örneklerini gözler önüne seriyor. O, bu hükümeti alaşağı etmeye çok yaklaşmış olan bir komplonun ana çizgilerini ortaya koyuyor…
Bence, Sovyet hukukuna göre siyasal sanıklar açısından, onların ihanetten mahkum edilmelerini haklı çıkaracak düzeyde suçların işlenmiş olduğu,… herhangi bir kuşkuya yer vermeyecek biçimde kanıtlanmıştır (…)… Yargılamayı en düzenli bir biçimde izleyen diplomatların kanısı, genel olarak, davanın, çok çetin bir siyasal muhalefetin ve son derece ciddi bir komplonun varlığını kanıtladığı doğrultusundaydı; bu da Sovyetler Birliği’nde son altı aydır yaşanmakta olan ve şimdiye kadar açıklanamayan olayların bir çoğunu diplomatlar açısından aydınlığa kavuşturuyordu.” (J. E. Davies, “Mission to Moscow”, Cilt 1, 1942, Londra, s. 177, 178-79)
Kanıtların askeri niteliği yüzünden Tukaçevski ve diğer öndegelen generaller savaş divanı tarafından gizli olarak yargılandılar. Dolayısıyla, son yıllarda “haksız yargılama” savları bu yargılama üzerinde odaklandı. Hem İngiliz hem de Çekoslovak istihbarat servislerinin, Tukaçevski’nin Nazi Almanyası hesabına hainane çalışmaları konusunda Moskova’ya uyarılarda bulundukları kabul edilmektedir; fakat bu durum, onun aslında Sovyet devletine sadık olduğu halde, Sovyetler Birliği’nin askeri gücünü zayıflatmak isteyen Alman istihbarat servisinin düzenlediği bir “oyunun” kurbanı olduğu teorisiyle “açıklanmaktadır.” Bu teorinin hesabına üzücü olmakla birlikte, Tukaçevski’nin yurtdışı gezilerinde pro-Nazi sempatisini gizlemediğinin yeterince kanıtı olduğu belirtilmelidir. Örneğin, Fransız gazetecisi Genevieve Tabouis, “They Called Me Cassandra” adlı kitabında şunları yazmıştı:
“Tukaçevski’yle son karşılaşmam Kral Beşinci George’un cenaze töreninden bir gün sonra olacaktı. Sovyet elçiliğinde verilen yemekte Rus generali çok konuşkandı… O, Almanya’ya yaptığı geziden daha yeni dönmüştü ve Nazilere ateşli övgüler yağdırıyordu. Sağ yanıma oturmuş olan Tukaçevski durmadan, ‘Onlar daha şimdiden yenilmezlik noktasına ulaşmışlar, Madame Tabouis!’ deyip duruyordu… O akşam onun bu coşkusundan dehşete kapılan tek kişi ben değildim.”
Özetlemek gerekirse, 1936-38 yargılamalarına ilişkin bilinen olguların, mahkemelerde yargılanan sanıkların aynen iddia makamınca ileri sürüldüğü gibi suçlu olmaları dışında hiç bir açıklaması yapılamamıştır. Bununla birlikte, öndegelen komplocuların ancak daha çok göze batanlarının, esas olarak açık muhalefet geçmişi bulunanlarının saptandığı ve etkisizleştirildiği şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Tutuklanan komplo mensuplarının, açığa çıkmamış suçortaklarını korumak amacıyla ancak yetkililerin keşfettiği verileri kabul etmeleri ve bunun ötesinde bir itirafta bulunmamaları konusunda aralarında önceden anlaştıkları kuşkusuzdur. Bu yüzdendir ki, Zinovyev ile Kamenev ilk yargılanmaları sırasında, konuşmalarının Kirov’un öldürülmesini teşvik eden bir atmosfer yarattığını kabul ettiler ve bundan ötürü çok üzgün olduklarını söylediler. Onlar, ancak ikinci yargılanmaları sırasında, yeni kanıtlar keşfedildikten sonra suça ortak olduklarını kabul ettiler.
Beria’nın Rolü
Kayıtlardan da görülebileceği gibi, 1937 ve 1938 yıllarında Stalin, sadece gerçek hainleri korumakla kalmadığını, ama aynı zamanda çok sayıda dürüst yoldaşı yasadışı bir tarzda tutukladığını ileri sürdüğü NKVD’yi eleştirmeye devam etti. Stalin’in kişisel inisiyatifi sonucunda Aralık 1938’de Yezhov NKVD Başkanlığı görevinden alındı ve yerine Stalin’in eski bir çalışma arkadaşı olan Lavrenti Beria getirildi.
Stalin’in ölümünden sonra SBKP’nin rakipsiz liderleri haline gelen revizyonistler, devlet güvenlik polisinin başı sıfatıyla iktidarı kötüye kullandığını ileri sürdükleri Beria’yı, Stalin’in ardından ikinci “baş suçlu” olarak sayıyorlardı.
Bununla birlikte, Beria’nın NKVD Başkanı orununda bulunduğu dönemin tümü boyunca -Aralık 1938’den Ocak 1946’ya kadar- güvenlik polisi tek bir öndegelen kişiyi bile tutuklamadı. Daha sonraki olayların ışığında baktığımızda, bunlardan bazılarının tutuklanmış olmalarının gerektiğini söyleyebiliriz. Ama aslında, Beria’nın yönetimi altındaki NKVD, savaşın patlak vermesine kadar geçen sürede Yagoda ve Yezhov dönemlerinde tutuklanan tüm mahkumların dosyalarını yeniden soruşturmakla uğraşıyordu. Bunun sonucunda, (o zaman İngiliz gazetelerinin muhabirlerinin de tanıklık etmiş oldukları gibi) binlerce siyasal mahkum aklandı ve evlerine dönmek üzere tahliye edildi.
Gerçekten de hakikat, Kruşçov’un SBKP’nin 20. Kongresi’ndeki gizli konuşmasında çizdiği Beria tablosundan bütünüyle farklıdır. Ama, büyük anti-sosyalist komplonun açığa çıkarılamamış öğeleri oldukları dikkate alındığında, SBKP’nin Stalin-sonrası liderlerinin, komplocuların planlarını yaşama geçirmelerini engellemede Stalin’e yardımcı olan Beria’ya ve her ikisine karşı neden bu denli büyük nefret besledikleri anlaşılabilir.
Stalin’in çevresinde “kişiye tapınma”nın inşa edilmesi revizyonistlere büyük avantajlar sağlamakla birlikte, bu durum onlar açısından iki önemli dezavantaj da yaratmaktaydı.
Birincisi, bu koşullar, SBKP’nin yönetici organlarında çoğunluğa sahip olsalar da, Stalin sağ ve siyasal bakımdan aktif olduğu sürece revizyonistlerin sosyalist toplumun temellerini açıkça zayıflatacak, kapitalist toplumun özelliklerinden herhangi birini açıkça restore edecek önlemler almalarını fiilen önledi. Bu koşullar revizyonistlerin böyle davranmalarına izin vermedi; çünkü bu tür önlemler alan bir partinin artık Marksist-Leninist bir parti olmadığı ortaya çıkacak ve bu durumda demokratik merkezselciliğin gereği olan disiplin Marksist-Leninistler bakımından bağlayıcı olmaktan çıkacaktı. O zaman “kişiye tapınma” sonuç itibariyle, Stalin’in başını çektiği Marksist-Leninist azınlığın revizyonist çoğunluğu kınamasına büyük bir ağırlık kazandıracak ve sosyalist toplumu yokolmaktan kurtarmak amacıyla partinin Marksist-Leninist çizgide yenibaştan kuruluşu için Sovyet emekçi halkına yapılabilecek herhangi bir çağrıyı daha güçlü kılacaktı.
Bu bağlamda, Sovyet toplumunda işçi sınıfının önder rolünü zayıflatan ilk belirgin önlemlerin –Stalin’in 1952’de kaleme aldığı “SSCB’nde Sosyalizmin Ekonomik Sorunları” adlı yapıtında mahkum ettiği adımın, yani Devlet Makine ve Traktör İstasyonlarının kollektif çiftliklere devri kampanyasının- Stalin’in geriye kalan Marksist-Leninist çalışma arkadaşlarının –Vyaçeslav Molotov, Lazar Kaganoviç ve Lavrenti Beria- tüm etkili orunlardan atılmalarından (ya da Beria’nın durumunda vurulmasından) sonra alınmış olması anlamlıdır.
İkincisi, Stalin’in, Partinin Genel Sekreteri sıfatıyla kendisini küçük, ama etkili bir güç aygıtıyla kuşatmış olması, onun ancak bir tür askeri darbeyle görevinden alınabileceği anlamına geliyordu. Revizyonistlerin, Stalin’in çevresinde bir “kişiye tapınma” inşa etmiş olmaları, böylesi bir askeri darbeye belirgin bir karşı-devrimci darbe karakteri kazandıracaktı. Böylesi bir darbenin Sovyet emekçi halk yığınlarının desteğini kazanması, ancak onların Stalin’e karşı nefret ve öfkeyle dolmalarına yol açacak olağanüstü bir bunalım koşullarında olanaklı olabilirdi.
Muhalefet komplosunun planlarının, Almanya’yla yaklaşmakta olan savaş bağlamında tam da bu türden koşulları oluşturmak amacıyla biçimlendirildiğini gösteren yeterince kanıt bulunmaktadır.
Mart 1938’de Nikolay Buharin ve diğerlerinin yargılanması sırasında sanıklar, Almanya’nın Sovyetler Birliği’ne saldırısı üzerine Sovyet Yüksek Komutanlığının cepheyi Alman ordularına açması ve onların hızla Moskova kapılarına kadar ilerlemelerine izin vermesi konusunda Nazi Almanyası’nın istihbarat servisiyle anlaştıklarını itiraf ettiler. Revizyonistler tam da o sırada, SBKP’nin yönetici organlarındaki revizyonist çoğunluğun destekleyeceği bir askeri darbe yapacaklardı. “Kişiye tapınma” ya göre her şeyi kişisel olarak denetlediği varsayıldığı için Stalin ile diğer öndegelen Marksist-Leninistler Sovyetler Birliği’nin savunmasını sabote ettikleri suçlamasıyla tutuklanacaklardı. Daha sonra, yeni Sovyet hükümeti, ödül olarak Ukrayna ve Belarusya’yı ilhak edecek olan Almanya ile bir barış anlaşması yapacak, dahası bunu yaparken Lenin’in 1918’de Brest-Litovsk Anlaşması sırasında başvurduğu taktikleri, bu adımın Leninist öncelleri olarak sunacaktı. Daha sonra, yeni Sovyet hükümeti, Sovyetler Birliği’nin geriye kalan bölümünde, Stalin döneminin “suçları”nı “sergileyecek”, “sosyalizm” bayrağını muhafaza ederken, sosyalist ekonomiyi bir çeşit devlet kapitalizmine dönüştürecek “reformlar” gerçekleştirecekti.
1938 yargılamasının sanıklarına göre plan böyleydi. Şimdi bunu 1941’de gerçekten olup bitenlerle karşılaştıralım.
1941
O yılın ilkbaharında Alman Yüksek Komutanlığı Sovyet sınırına milyonlarca asker yığdı. Sovyet istihbarat elemanları, işgalin başlayacağı gün de içinde olmak üzere Hitler’in tasarladığı “Barbarossa Operasyonu”nun ayrıntılarını Moskova’ya, tümüyle doğru bir biçimde bildirdiler. İngiliz ve diğer yabancı istihbarat servisleri hemen hemen benzer uyarılarda bulundular. Ama gene de Sovyet hükümeti Sovyet silahlı kuvvetlerini seferber etmek için tek bir adım bile atmadı; hatta sınır birliklerini bile alarm haline geçirmedi.
Bunun sonucunda, 22 Haziran 1941’de Almanya’nın kitlesel işgali başladığında Sovyet birlikleri tümüyle gafil avlandılar ve düşmanın sayısal üstünlüğü karşısında ezildiler. Sovyet hava kuvvetlerinin büyük bir bölümü daha havalanamadan yokedildi. Batı Avrupa’nın tümünün sanayisi tarafından donatılmış bulunan Alman ordusu, gerçekten de kısa bir süre içinde Moskova’nın kapılarını dövmeye başladı.
Olayların bu doğrultuda gelişimi, “yetersizlik”le açıklanamaz. Bu, ancak ihanetle açıklanabilir. Bu gelişmeler, komplocuların Mart 1938 yargılamasında açıkladıkları planlarla tam bir uyum göstermekteydi.
Bu analiz, İkinci Dünya Savaşının en büyük gizlerinden birini, yani, kuşkusuz son derece yetenekli olan Alman silahlı kuvvetlerinin Sovyetler Birliği’ne sırtlarında kışlık giysileri ve araçlarında antifriz olmaksızın gitmelerinin –ki, her ikisi de bu kuvvetlerin 1941-42 kışında uğradıkları askeri felakete katkıda bulundu- ardında yatan nedeni açıklamaktadır. Salt askeri açıdan bakıldığında, bir onbaşı bile Almanya’nın Sovyetler Birliği’nin engin topraklarını kış gelmeden zaptedeceğini umamazdı. Ama tabii, eğer bütün planlar, savaşın patlak vermesinden birkaç hafta sonra Moskova’da bir askeri darbenin meydana gelmesi ve ardından bir ateşkes ve bir barış anlaşmasının imzalanması beklentisine göre düzenlenmiş ise, o zaman her şey ilk kez yerli yerine oturur.
Şimdi Sovyet Partisi ve devletine egemen olan revizyonistler, Sovyet ordusunun Haziran 1941’de uğradığı bozgundan ötürü Stalin’i suçlamaktadırlar. Büyük Yurtsever Savaş’ın resmi tarihine göre, Stalin “siyasal açıdan o denli saf” idi ki, Sovyetler Birliği’yle 1939 sonbaharında imzaladıkları saldırmazlık paktı nedeniyle Nazilere “güvenilebileceği” gerekçesiyle Alman planlarına ilişkin bütün istihbarat raporlarını reddetti.
Fakat, bu açıklama da bilinen olgularla uyuşmamaktadır. Başka özellikleri ne olursa olsun, Stalin asla “siyasal açıdan saf” bir kişi değildi. Stalin 1931’de Sovyet halkını, Sovyetler Birliği’nin kaçınılmaz olarak yaklaşan savaşta yok edilmek istemiyorsa Sovyet ağır sanayisini on yıl içinde inşa etmesi gerektiğini söyleyerek uyarmıştı. O, SBKP’nin 1939’daki 18. Kongresi’nde, Batı Avrupa emperyalist devletlerinin, Sovyetler Birliği’ne karşı bir Alman saldırısını kışkırtmayı hedefleyen “yatıştırma politikası”nı bir bütün olarak doğru bir analize tabi tuttu. 1941 ilkbaharında, esas olarak Kızılordu subaylarına hitaben bir dizi konuşma yapan Stalin onları Alman saldırısının yakınlığı konusunda uyardı. Örneğin O, 5 Mayıs 1941’de askeri akademilerin mezunlarının bir toplantısında yaptığı konuşmada, 1942’ye kadar bir Alman saldırısının “hemen hemen kaçınılmaz” olduğunu, “bu andan Ağustos 1941’e kadar olan dönemin” ise en tehlikeli dönem olduğunu söyledi.
Eğer bu analiz doğruysa –ki, ben bu analizin bilinen olgularla uyuşan tek analiz olduğunu düşünüyorum- o zaman, Sovyetler Birliği’nin 1941’de uğradığı korkunç yenilgilerden sorumlu olan komplocuların neden planlarını mantıksal sonucuna, yani bir askeri darbeye kadar götürmedikleri sorusu sorulmalıdır. Bence, bu sorunun yanıtı, o günlerin tüm Sovyetler Birliği gözlemcilerinin oybirliğiyle tanıklık ettikleri bir olguda, yani yenilgilerin şokunun Sovyet emekçi halkında bu yenilgilere ülke içinde bir günah keçisi arama isteği, ne pahasına olursa olsun barışa kavuşma isteği yaratmamış olması olgusunda aranmalıdır. Bu yenilgilerin tiksinti, öfke ve nefret duyguları doğurduğu kesin; ama bu duygular Stalin’e değil, Alman işgal güçlerine yönelmişti. Bu duygular o denli yaygın ve yoğundu ki, halk Stalin’i tutuklamaya ve barış dilenmeye kalkacak herhangi bir politikacı ya da subay grubunu çıplak elleriyle parçalardı.
Savaşın ilk onbeş günü boyunca Stalin kamuya hiç bir açıklama yapmadı ve halkın önüne çıkmadı. 1956 yılında yaptığı gizli konuşmada Kruşçov bunun Stalin’in, yaşanan askeri felaketin derinliği yüzünden “demoralize” olmasından kaynaklandığını ileri sürdü. Fakat, gerek bu dönemden önce ve gerekse sonra Stalin’in tutumunda, O’nun ne denli ağır olursa olsun güçlükler karşısında demoralize olduğu savını destekleyen hiçbir veri bulunmamaktadır.
Ancak, savaşın bu ilk iki haftasında Stalin’in kamusal yaşamdan uzak durmasının, bilinen olgularla Stalin’in “demoralizasyonu” teorisinden çok daha iyi uyuşan bir başka olanaklı açıklaması vardır. Bu açıklama şudur: Durumu çok doğru bir tarzda değerlendirmiş olan ve revizyonist çoğunluğun bizzat kendisinin yol açtığı durumda kamunun önüne geçilemez selinin basıncı altında O’nun ve diğer Marksist-Leninistlerin yardımını isteyen ve bu işbirliğinin karşılığı olarak savaşın yönetiminin SBKP liderliğine egemen olan revizyonist çoğunluktan Marksist-Leninistlerin egemen olacağı bir organa devrini dayatan Stalin deyim yerindeyse “grevde” idi.
Dolayısıyla, Kruşçov’un 1956 yılında yaptığı gizli konuşmada Stalin’in ancak, SBKP liderliğinden bir temsilciler kurulunun yanına gitmesinden sonra, çekilmiş olduğu köşeden çıktığı yolundaki açıklamasına inanmamak için herhangi bir neden yoktur.
Her halükarda, 30 Haziran 1941’de Sovyetler Birliği’nde tüm iktidar, savaş süresi boyunca küçük ve olağanüstü bir komiteye, başında Stalin’in bulunduğu ve çoğunluğu onun güvenilir Marksist-Leninist çalışma arkadaşlarından –Vyaçeslav Molotov, Lazar Kaganoviç ve Lavrenti Beria- oluşan Devlet Savunma Komitesi‘ne devredildi. Bundan kısa bir süre sonra da Stalin Sovyet silahlı kuvvetlerinin başkomutanlığına getirildi.
3 Temmuz 1941’de, yani savaşın patlak vermesinden 12 gün sonra Stalin radyodan ülkeye seslenen bir konuşma –siyasal muhaliflerinin bile, yaşamının en iyi konuşması olarak niteledikleri konuşmasını- yaptı. O ağır askeri durumun bir özetini yaptı; geri çekilme halinde düşmanın eline geçmesini önlemek için her binanın, her yiyecek kırıntısının yokedilmesini gerektiren “kavrulmuş toprak” politikasını anlattı; düşman hatlarının gerisinde gerilla birliklerinin oluşturulmasına ve tehdit altında bulunan Batı’daki tüm savaş fabrikalarının tuğla tuğla güvenli Sibirya’ya taşıma muazzam görevine başlanmasına ilişkin direktiflerini verdi. Ve O, kaçınılmaz olarak yapılması gerekecek özverileri ve çekilecek acıları zerrece azımsamaksızın, sakin bir özgüvenle zaferin Sovyet halkına ait olacağını söyledi.
Konstantin Simonov’un “Yaşayanlar ve Ölüler” adlı romanı 1958’de, yani Sovyet entellektüellerinin Stalin’e saldırı konusunda hemen hemen tam bir oybirliği içinde oldukları bir tarihte yazılmıştı. Dolayısıyla, Simonov’un kitabında, Stalin’in konuşmasının cepheye yakın bir sahra hastanesi üzerindeki etkisini betimlediği pasajı not etmek ilginç olacak:
“Stalin sakin, yavaş bir sesle ve güçlü bir Gürcü aksanıyla konuşuyordu…
“O düzgün sesle, onun sözünü ettiği trajik durum arasında büyük bir uyumsuzluk vardı ve bu uyumsuzlukta güç yatıyordu. Ama insanlar şaşırmamışlardı. Onlar Stalin’den zaten bunu bekliyorlardı.
“Onlar onu farklı tarzlarda seviyorlardı,.. bazıları ise onu hiç sevmiyordu. Ama hiç kimse, onun cesareti ve demirden iradesinden kuşku duymuyordu. Ve tam da şimdi, savaş halindeki ülkenin başındaki insanda bulunmasına her zamankinden daha çok gereksinim duyulan işte bu iki özellikti.
“Stalin durumu trajik olarak tanımlamadı; onun böyle bir sözcük kullanmasını beklemek gerçekçi olmazdı… Onun anlattığı hakikat acı bir hakikattı; ama en azından bu hakikat açıkça söylenmişti ve insanlar artık yere daha sağlam biçimde basmakta olduklarını duyumsuyorlardı…
“Ve Stalin’in her zamanki tarzıyla, büyük, ama aşılamaz olmayan güçlüklerin aşılması zorunluluğundan söz etmiş olmasına gelince, bu da zayıflığı değil, tersine büyük bir gücü çağrıştırıyordu.”
Stalin ve onun en yakın çalışma arkadaşlarının 1941-45 savaşı sırasında, bu savaşın yürütülmesinin sorumluluğunu üstlenmeye çağrılmış oldukları tartışma götürmez bir gerçeklik olduğuna göre, ona savaş bağlamında yöneltilen eleştirilerin bazılarına bir göz atalım.
Kruşçov, 20. Kongrede yaptığı gizli konuşmada Stalin’in Sovyet ordusunun askeri operasyonlarını “bir küre”ye bakarak yönettiğini ileri sürdü. Savaş sırasında kendisiyle birlikte çalışmış olan bütün yabancı askeri uzmanlar, Stalin’in askeri konuların ayrıntılarını nasıl sımsıkı kavradığına tanıklık ettikleri dikkate alındığında, tümden hayal ürünü olan bu tür açıklamaların beş paralık değeri olmadığı anlaşılır.
Kruşçov’un, bunun dışında Stalin’in askeri yönetimi konusunda yaptığı tek eleştiri, Sovyet ordusunun yitirdiği tekil bir muharebeye yaptığı göndermedir. Sovyet ordusunun Alman ordusunu (Büyük Yurtsever- ç. n.) savaşta yenmiş olması ise “Parti liderliği”nin başarısı olarak gösterilmektedir. Ama, hem öyle hem böyle diyemezsiniz. Eğer Stalin fiilen askeri operasyonlara komuta ediyorduysa, yitirilen tekil çatışmalar gibi, savaştaki zafer de onun hanesine yazılmalıdır.
Aslında Stalin, askeri stratejiyi derinden kavrama yetisini, daha Parti Merkez Komitesi adına “sorun çözücü” sıfatıyla bir cepheden öbürüne koştuğu 1919-20 İç Savaşı sırasında kanıtlamıştı. O, askerlik bilimine önemli katkılar yaptığı 1941-45 savaşı sırasında bu kavrayışını daha da geliştirdi. O, bu savaşta geliştirdiği stratejiyi şöyle detaylandırıyordu:
“Kuvvet bakımından daha üstün bir düşmanla karşılaştığımızda, eğer savaşmak için geniş topraklara sahipsek, doğru strateji, bir stratejik geri çekilme gerçekleştirmek ve bu geri çekilme sırasında düşmana yararlı olabilecek ve taşıyamayacağımız her şeyi yoketmek, geri çekilme sırasında düşman kuvvetlerine ağır kayıplar verdirmek, kendi haberleşme hatlarımızı kısaltırken düşmanınkilerin uzamasını sağlamak, düşmanı bilmediği ve dost-olmayan bir arazide savaşmak zorunda bırakırken bizim dost ve bildiğimiz arazide savaşmamızı sağlamak biçiminde olmalıdır. Daha sonra, kuvvetlerimizin güçlenmesi ve düşman kuvvetlerinin zayıflamasına bağlı olarak artık düşmanın kuvvet bakımından bizden daha zayıf olduğu bir noktaya ulaştığımızda, kararlı bir karşı-saldırıyla düşman kuvvetlerini kuşatmamız ve yoketmemiz gerekir.”
Sovyetler Birliği’nin savaşta zafer kazanmasını sağlayan, işte bu stratejiydi.
Gene Stalin, emperyalist bir devlete karşı savaşan sosyalist bir devletin önderi sıfatıyla, asıl vurguyu devrimci sosyalist sloganlardan çok yurtsever sloganlara yaptığı ve Rus ulusal duygularını “okşadığı” için eleştirilmektedir.
Ama, Stalin ve Sovyet Marksist-Leninistleri –Stalin savaşı yürütme görevini devraldığında SSCB’nin diğer önemli uluslarını oluşturan Ukraynalılar ve Belaruslar Alman işgali altında olduklarından- Rus halkının tümünü seferber etmelerini gerektiren bir savaşı sürdürme göreviyle karşı karşıya bulunuyorlardı. Rus halkının ana kitlesi, devrimci bilinçli işçilerden değil, çoğunlukla devrimci sosyalist bilince sahip olmaktan uzak küçük-burjuva köylülerden oluşuyordu. Bununla birlikte onlar ateşli yurtseverler idiler; Rus ulusunun “ırksal geriliği”ni alaya alan Nazi propagandasına büyük bir tepki duyuyorlardı. Ben, belirli ölçülerde bir revizyonist dejenerasyonun zaten meydana gelmiş bulunduğu 1941-45 dönemi Sovyetler Birliği’nin koşullarında, bu siyasal çizginin doğru olduğu kanısındayım.
Savaş dönemi Sovyet liderliğine getirilen bir başka eleştiri, onun emperyalist bağlaşıklarıyla –Britanya ve ABD- Avrupa’nın askeri nüfuz bölgelerine bölünmesine ilişkin bir anlaşma yapmış olmasıdır. Fakat bir savaşta bağlaşıklara sahip olmak çok istenir bir şeydir; ve bir ülkenin, bağlaşıklarıyla ortaklaşa çalıştığı ve düşmanı işgale uğramış olan topraklarının ötesinde kovalamaya devam ettiği koşullarda, askeri nedenlerden ötürü her bir ordunun operasyonlarını yürüteceği farklı alanlar üzerinde karşılıklı bir anlaşmaya varmanın mutlak bir gereklilik olduğu da açıktır.
Son bir eleştiri, Doğu Avrupa’nın Sovyet askeri işgali altına giren bölgelerinde, içlerinde muhafazakar öğelerin de bulunduğu hükümetlerin onaylanmasına ilişkindir. Ama Marksist-Leninistler her zaman, sosyalizmin bir ülkeden bir başka ülkeye kuvvet yoluyla ihraç edilemeyeceğini, herhangi bir ülkede sosyalizmin, ancak o ülkenin işçi sınıfı siyasal olarak bunu yapmaya hazır olduğunda kurulabileceğini savunmuşlardır. Bu yüzdendir ki, Kasım 1941 gibi erken bir tarihte Stalin şöyle diyordu:
“Bizim, kendi irademizi ve rejimimizi Avrupa’nın Slav ya da başka köleleştirilmiş uluslarına dayatma türünden savaş amaçlarımız yoktur ve olamaz… Bizim amacımız, Hitler’in tiranlığına karşı kurtuluş savaşımlarında bu uluslara yardım etmek ve kendi topraklarında kendi yaşamlarını istedikleri gibi örgütlemekte onları bütünüyle özgür bırakmaktır!” (J. V. Stalin, 6 Kasım 1941 Konuşması)
Sovyet ordusunun işgali altına giren ülkelerde bu yol izlendi. Nazilerle işbirliği yapmayan bütün siyasal partilerin içinde yer aldığı ulusal hükümetler kuruldu; fakat fiili devlet iktidarı, Sovyet ordusu aracılığıyla Sovyet devletinin elinde bulunuyordu. Ellerinde herhangi bir gerçek devlet iktidarı bulunmayan muhafazakar politikacılar görece kısa bir süre içinde sergilendiler ve yerlerini bu ülkelerin ilerici güçlerine bıraktılar. Böylece kendi halklarının inisiyatifiyle bu ülkeler, bir dönem işçi sınıfının önder siyasal rol oynadığı Halk Demokrasilerine dönüştüler.
Savaş- Sonrası Dönemi
Savaşın bitimiyle birlikte, Devlet Savunma Komitesi ortadan kaldırıldı ve Sovyet devletinin fiili yönetimi, bir kez daha hala gizli revizyonistlerin egemen olduğu SBKP liderliğinin eline geçti.
Savaştan sonraki ilk Parti Kongresi, 1952’de toplanan 19. Kongre, bu değişikliği tuhaf ve hiç görülmemiş bir biçimde yansıttı; Merkez Komitesi’nin Raporunu Genel Sekreter Stalin değil, Georgi Malenkov sundu.
Hatta SBKP’nin fiili liderliği, Stalin’in çalışmalarını, 1950’de yayımlanan “Dilbilimin Sorunları” gibi, dilin ve onun gelişiminin bilimsel incelenmesine önemli bir katkı oluşturmakla birlikte Sovyet toplumunun temel güncel sorunlarıyla doğrudan ilişkili olmayan makaleler yazma türünden görevlerle kısıtlamaya çabaladı.
Daha sonra Stalin’e gene, tasarlanan siyasal ekonomi ders kitabının bir eleştirisini hazırlama gibi “zararsız” gözüken bir başka görev verildi. Ama 1952’de bu eleştiri, “SSCB’nde Sosyalizmin Ekonomik Sorunları” adı altında kitap halinde yayımlandığında, daha o zaman Sovyet entellektüelleri tarafından açıkça ileri sürülmekte olan revizyonist düşüncelerin bir çoğunun sergilenmesi biçimine büründü.
Fakat uluslararası alanda, Stalin ve Marksist-Leninist azınlık revizyonizme karşı savaşım cephesinde daha başarılı olabildiler. 1947’de Komünist Enformasyon Bürosu’nun (Kominform) oluşturulmasının, revizyonistler tarafından 1943’de dağıtılan Komünist Enternasyonal’in yeniden kurulması doğrultusunda atılan bu önemli adımın Stalin’in inisiyatifiyle gerçekleştirildiği yolunda yeterince kanıt bulunmaktadır.
Stalin’in, Komintern’in son yıllarındaki revizyonist çizgisini –ana öğeleri Komünist Enternasyonal’in 7. Kongresi’nde benimsenen sosyalizme parlamenter yoldan geçiş çizgisi- desteklemiş olması “gerektiğine” inanmak isteyenler için, o yıllarda Komintern’in öndegelen liderleri olan Dmitri Manuilski ile Georgi Dimitrov’un yeni uluslararası örgütte herhangi bir görev almaya çağrılmadıklarını ve bu örgütte öndegelen rolün Stalin’in yakın Marksist-Leninist çalışma arkadaşlarından Andrey Zhdanov’a verildiğini not etmek yerinde olacaktır. Ayrıca, Kominform’un ilk eylemlerinin, Fransa, İtalya, Japonya ve Yugoslavya Komünist Partilerinin (ki, bu sonuncusu, Yugoslavya’da kapitalizmi restore etmeye yönelmiş revizyonist bir parti olduğu için 1948’de Kominform’dan atıldı) revizyonist çizgilerini sert bir biçimde eleştiren yazılar yayımlamak olmuş olması da anlamlıdır.
Bu dönemde, revizyonist çoğunluğun sahte sosyalist görüntülerini sürdürmek zorunda olmalarından yararlanarak Sovyetler Birliği’nde sanat ve kültür alanında revizyonistlerin teşvik ettiği burjuva eğilimlere karşı sosyalist kültür devrimine önderlik eden de Zhdanov oldu. Zhdanov’un kültür sorunlarına ve sosyalist realizme ilişkin konuşma ve yazıları, bu önemli alanda Marksist-Leninist bakış açısını önemli ölçüde ilerletti.
Bu arada Stalin’in istihbarat servisi, SBKP liderliğine egemen olan öğelerin aktiviteleriyle ilgili soruşturmalarını sürdürüyordu. Kruşçov’un, Stalin’in “kuşkuculuğu” konusundaki savları, elbette temelsiz değildi. Bu soruşturmaların sonundadır ki, 1952’nin sonunda Kremlin’de çalışan bir dizi doktor tutuklandı ve son bir kaç yılda aralarında Zhdanov’un da bulunduğu bir dizi Parti liderini 1930’larda kullanılan metotların aynısını kullanarak öldürmekle suçlandı. Sovyet Tıp Birliği’ne bağlı bir komisyon bu liderlere uygulanan “tedavi”yi soruşturdu ve bu vakaların hepsinde de uygulanan tedavinin kasıtlı cinayete eşdeğer olduğu yolunda bir rapor hazırladı. Yabancı basın muhabirleri, bu suçlamaların öndegelen Sovyet kişiliklerine uzandığı konusunda düşünce birliği içindeydiler.
Fakat doktorların yargılaması başlamadan, Stalin –tam da bu “öndegelen kişiliklerin” işine gelecek biçimde- birdenbire öldü.
Birkaç gün içinde, Genel Sekreterin Kişisel Sekretaryası dağıtıldı, eski başı Poskrebişev ortadan kaybolurken Sekretaryanın kayıtlarına da elkondu. Ardından “Pravda”da, tutuklanan doktorların “masum” olduklarını ve serbest bırakıldıklarını duyuran bir açıklama yayımlandı. Temmuza gelindiğinde Beria da ortadan kayboldu ve Kruşçov’un rastgele bir açıklamasına göre ölümünden sonra yargılandı.
Sonuç
Bugüne kadarki araştırmalarımızın Stalin’in rolüne ilişkin ortaya çıkardıklarının kısa özeti budur. Bu, objektif dünya koşulları sonunda bu savaşımı başarısız kılmış olsa da yaşamı boyunca revizyonizme karşı tutarlı bir tarzda savaşım vermiş olan öndegelen bir Marksist-Leninistin rolüdür.

* Bu belge, Garbis Altınoğlu’nun bloğundan (Turkishmarxist) alınarak tarafımızdan yayınlanmıştır.
Yazı dizimiz devam ederken arada bu vb. belgeler, yazılar da yayınlamaya devam edeceğiz. Bu yöntemin sorunları inceleyecek okura katkı yapacağını düşünüyoruz. Bu yöntemi kullanırken ölçütümüz yayınladığımız yazılarla fikir birliği içinde olma ölçütü değildir ve olmayacaktır. Biz düşüncelerimizi 2011 yılında yayınlanmış olan kitabımızda ortaya koymuştuk. Keza bloğumuzda yayınlamaya devam ettiğimiz dizide de ortaya koymaya devam edeceğiz.

26 Ekim 2016 Çarşamba

I. BÖLÜM



13)Büyük Temizlik Operasyonu ve Çarpıtılan Tarihsel Gerçekler
Burada, 30’lu yıllarda örgütlenen büyük “temizlik kampanyası” üzerinde bazı bakımlardan durmak istiyoruz.
Bilindiği gibi uluslararası sermayenin sözcüleri, burjuva tarihçileri ve yandaşı her renkten revizyonist akım 30’lu yılları değerlendirirken, bu tarih kesitini “Stalinci terör dönemi”, bir “zorbalık, barbarlık, kan içicilik, işkence, işkenceyle itiraflara zorlama, on milyonları yok etme, kişisel çekişmeler, komplolar” vs. dönemi olarak anmak ve propagandasını yapmaktan özel bir haz duyarlar. Buna, Marksizm-Leninizm’in, devrim ve komünizmin tescilli düşmanı Troçkizm de dâhildir. Dahası Troçki ve Troçkist propaganda, demagoji ve manipülasyon dünya burjuvazisinin ve yedeğindeki her tür akımın en önemli iftira kaynaklarından biri olmuştur ve olagelmiştir. Aynı alçakça rolü Titoizm ve Kruşçev’le açılan tarihsel dönemle birlikte başta Sovyet modern revizyonizmi olmak üzere modern revizyonist cenah da oynamış; üstelik kendi özgün pozisyonundan aynı oyunu daha etkin ve sistemli bir şekilde sürdürmüştür.
Kuşkusuz ki bu kirli propaganda ve doludizgin gerici psikolojik savaş burjuvazinin sınıf çıkarları eksenine ve amaçlarına dayanmaktadır. Bu gerici savaş, dünya sermayesinin ve yıkılmış gericiliğin ve yedeğindeki her türden oportünist vb. akımın proletarya ve sosyalizme duyduğu dizginsiz sınıf kinini ve Makyavelist saldırganlığını ifade etmektedir. Söz konusu kin ve saldırının temelinde, sosyalizmin SSCB’de zafer kazanması; sosyalizmin NEPMAN’ları ve sonra da kulakları (kır burjuvazisini) ikinci bir Ekim Devrimi ile yok etmesi; özel mülkiyetçi üretim ilişkilerinin son biçimi olan küçük çaplı mülkiyetin, küçük burjuvazinin iktisadi ve sınıfsal temelinin ikna, örnekleme ve kendi öz deneyimlerine dayalı bir şekilde emekçi köylülüğün sosyalist kolhozcu köylülüğe dönüştürülmesiyle tasfiye edilmiş ve böylece tarihte ilk defa özel mülkiyetin ortadan başarıyla kaldırılmış olması yatmaktadır.
Bu tarihsel ve toplumsal devrimci dönüşümle, sosyalizmin insana, insanın karakterine aykırı olduğu; özel mülkiyetin, sömürünün önsüz olduğu kadar sonsuz olduğu burjuva demagojisinin maskesi de yırtılmıştır. Ezilen dünyaya, işçi ve emekçilere yeni bir dünyanın, sosyalist bir dünyanın tümüyle mümkün olduğu gösterilmiştir.  “Ayaktakımı”nın böyle bir dünyayı devrimci komünist iradeyle kazanabileceği ve kurabileceği berrak bir şekilde, söz götürmez bir şekilde kanıtlanmıştır. Böylece SBKP, SSCB, Stalin tüm dünya işçi ve emekçilerinin eline yepyeni bir silah verirken doğal olarak sınıf düşmanının sınırsız nefretini kazanmıştır.
İşte uluslararası burjuvazinin, yeni tip burjuvazinin ve bağlaşığı akımların sınırsız nefretinin, bilinçli kirli propagandasının nedeni bu tarihsel ve toplumsal gerçekte yatmaktadır.
30’lu yıllarda kazanan tek ülkede sosyalizmin zaferiydi. Kaybedenler ise, burjuvazi ve yedeğindeki sosyal demokrat akım, Troçkizm vbg. akımlardı. Doğal olarak, sosyalizmin kent ve kırda iktisadi temelinin yaratılıp sağlamlaştırılması, tek ülkede, SSCB’de sosyalizmin kuruluşunu imkânsız gören ve gösteren her türden engelin (özel mülkiyetin, devrilmiş gericiliğin, kır burjuvazisinin, küçük burjuva eğilimlerin, SBKP içerisinde ortaya çıkan antiMarksist-Leninist eğilim, akım, hizip ve önderlerin) yenilgisini ve tasfiyesini getirdi. Yani burada yaşanan şey, 1917 Ekim Devrimi’nden sonra da süregelen proletarya ile burjuvazi, kapitalizm ile sosyalizm, oportünizm ile Bolşevizm arasındaki mücadelenin pratik-politik bir sorun olarak çözümü; bir tarihsel aşamanın sonuçlanması, yerini, sınıf mücadelesinin yeni bir düzeyine bırakması/sıçramasıdır. Dolayısıyla, 30’lu yılların dünyasının ve dış koşullarının bütünlüğü içinde değerlendirilmesi gereken ve sınıf mücadelesi ekseninde açıklanması gereken bir olguyla (“Temizlik Kampanyası”, “Terör dönemi”) karşı karşıya olunduğunun bilince çıkarılması gerekir.
Eğer bu temel eksen ve temel eksen etrafında doğan, büyüyen ve sonuçlanan o aşamanın somut gerçekleri kavranmazsa, olan biten bütün gelişmeler bu temelde analiz edilmezse, doğal olarak, o zaman sorunlar ve olaylar kişisel ihtiraslarla, komplolarla, terörizmle vb. izah edilmeye çalışılır ve burjuva gericiliğin kuyruğuna takılmak kaçınılmaz hale gelir. Soruna biraz daha yakından bakalım hep birlikte.
Sahte ve amaçlı burjuva, Troçkist, burjuva revizyonist, sosyal-demokrat propaganda ve ajitasyona göre, 30’lu yıllarda, SSCB’de, “Stalinci terör rejimi” milyonlarca, on milyonlarca köylüyü yok etmiştir. SSCB’de öylesine kanlı bir  “Stalinci diktatörlük” var ki, faşist ülkeler, SSCB karşısında nerdeyse melek gibi kalır!
“Stalinci terör” dönemi üzerine demagoji ve manipülasyon yapan akım ve aydınlar özellikle 1930’lu yılları öne çıkarmaktadırlar. 30’lu yılların kırda sosyalist devrimin (“İkinci Ekim Devrimi”) zafer kazandığı yıllar olduğunu biliyoruz. Hatırlatmak isteriz:  30’larda SSCB’nin nüfusu 180 milyondur. Oysa toplam kulak sayısı toplam nüfusun küçük bir bölümünü oluşturmaktaydı.
Anna Strong, 30’lu yıllarda gerçekleştirilen kulakların (kır burjuvazisinin) tasfiyesi sosyalist eyleminden etkilenenlerin sayısının 600 bin olduğu bilgisini verir.
Stalin’in Dimitrov’la yaptığı bir görüşmede ise söylenen şey şudur:
“Biz kulakların ve burjuvazinin seçimlere katılma hakkını elinden aldık. Bizde yalnız emekçilerin seçme ve seçilme hakkı vardı. İki milyon kulağın kuzeye göçürülmesi gerekti ve kulaklar sınıf olarak ortadan kaldırıldıktan sonra, herkese seçme ve seçilme hakkı verdik…” (G. Dimitrov GÜNLÜK-3, 6 Mayıs 1945-6 Şubat 1949, s. 248-249, TÜSTAV Yay.)
Stalin bu açıklamayı proletarya diktatörlüğünün biçimleri ve halk demokrasisi sorununu Dimitrov’a anlatırken yapar.
Molotov’un açıklamaları ise şöyledir:
“-Kolektifleştirmeyi pek fena yapmadık. Kolektifleştirme başarısını Büyük Anayurt Savaşı’ında kazanılmış önemli bir zafer olarak görüyorum. Ama eğer kolektifleştirme işini gerçekleştirmeseydik savaşı kazanamazdık. Savaş başlamadan önce ekonomisi, sanayisiyle güçlü sosyalist devletimiz vardı artık…
“Kulakların tehcir bölgelerini bizzat ben belirledim…
“400 bin kulak tehcir edildi. Komisyonum çalışıyordu…” (Molotov Anlatıyor, s. 412)
“-Stalin 10 milyon kulakı sürgün ettiğimizi söyledi. Aslında 20 milyonunu sürgün etmiştik. Benim kanımca gerçekleştirmiş olduğumuz kolektifleştirme çok büyük bir başarıydı.” (age., s. 422)
Örneğin Gorbaçov’un baş danışmanı, çıplak kapitalizmden yana olan ve Stalin’in kanını içse bile doymayacak denli azgın bir karşı-devrimci olan A. Yakovlev ise, şunları yazıyor:
“Stalin, kendi halkının bir bölümüne karşı savaş açtı, bu bir olgu… Ülke o dönemde büyük ölçüde köylülerden oluşuyordu. Oysa hızla sanayileşmek gerekiyordu. O zaman ahlaki ve siyasi açıdan kabul edilemez bir iş yapıldı: Köylüler zorla göç ettirildi; beşyüz bin kişi bundan etkilendi. Sibirya, Urallar vb. gibi, sanayi merkezi kurulması düşünülen bölgelere sürüldüler. Bu, zoraki kolektifleştirmenin hem öncesinde hem sonrasında yapıldı. Kulaklarla mücadeleye gelince, o da aynı davaya hizmet ediyor sayıldı.  Bir kulak’ın yani çoğu zaman iki ineğinden başka bir şeyi olmayan köylünün, bitkin düşürülünceye kadar kovalanması buradan kaynaklandı.” (Sovyetler Birliği’nde Ne Yapmak İstiyoruz?, s. 37, iba., AFA 21.Yüzyıla Doğru Dizisi 14)
Yukarıda aktardığımız alıntılarda kolektivizasyondan etkilenen kulak sayısı ile ilgili değişik rakamlar verilmektedir. Bunu sadece hatırlatarak geçiyoruz.
Yakovlev’in çarpıtma ve demagojisine rağmen birinci olarak, Stalin kendi halkının bir bölümüne değil halk içerisinde yer almayan (ki bu Yakovlev’in “bir bölüm” saptaması önemlidir) kırların sömürücü sınıfı olan kapitalist sınıfa karşı bu savaşı verdi.
İkincisi, kulaklar Yakovlev’in adi bir demagog olarak ileri sürdüğü gibi, “iki ineğinden başka bir şeyi olmayan” yoksul ya da emekçi köylü değil aksine kırların kapitalist sömürücü gücüydü; yoksul, küçük ve orta köylülüğü sömüren, ezen zengin köylülüktü. Kırda sosyalizmin iktisadi dönüşümüne bağlı olarak zengin köylülük iktisadi olarak proletarya diktatörlüğünün, partinin, proletaryanın önderliği ve desteğinde emekçi köylülerin devrimci başkaldırı ve devrimci terörüyle tasfiye edilmiş, sınıfsal bakımdan varlığına son verilmiştir.
Üçüncü olarak, konumuzla bağlı olarak, burjuva ve Troçkist propagandistlerin on milyonlarca emekçi köylünün zorla kolektifleştirmeyle imha edildiği demagojisinin (ki emperyalist dünya öyle akıl almaz rakamlar veriyor ki, inanacak olursak Stalin o yıllarda nerdeyse SSCB nüfusunun üçte ikisini yok etmiş!!!) tabii ki aslı ve astarı yoktur. Buradaki Makyavelist Göbelsçi faşist mantık belli: Bir yalanı on kez söylersen yalan olarak kalır ama bir yalanı yüz kez, bin kez, milyon kez söylersen o yalan gerçek kabul edilir. (Zat-ı muhteremin verdiği 500 bin rakamı da emperyalizm ve burjuvazinin yalanlarını açığa çıkarıyor.) Burada asıl önemli olan rakamlar değildir, asıl önemli olanın toplumun onda dokuzunun toplumun küçücük bir azınlığını oluşturan, diyelim ki onda birine karşı, tümüyle meşru olan devrimci şiddeti ve eylemidir. Ayrıca imha edilen kulaklar, kulak sınıfının çok ama çok küçük bir parçasıdır. Sosyalizm, kulakların elindeki ekonomik güce el koyma yoluyla sınıf olarak varlığına son vermiştir. Burjuva propaganda aygıtı bilinçli olarak, kulakların sınıf olarak tasfiyesini kulakların topyekûn öldürülüp çukurlara gömülmesi olarak lanse etmektedir. Oysa kurşuna dizilenler sadece karşı-devrimci ayaklanmalara vs. girişen kulak elebaşları ve kanlı katilleri olmuştur.
Bu sınıf mücadelesidir. Bu, çatışan devrimle karşı devrimin hesaplaşmasıdır. Bu kavgada proletaryanın döktüğü kan, sömürücü sınıfların kanıdır ve tarihte burjuvazi ve kapitalizmin döktüğü kanın yanında sözü bile edilemez. Kaldı ki proletaryanın dökmek zorunda kaldığı kanın sorumlusu da burjuvazidir. Çünkü kendi sınıf egemenliğini yeniden kurmak için her türlü yıkıcı ve yok edici savaşı başlatıp geliştiren, sömürünün ortadan kalkmaması için her türlü gerici beyaz teröre vb. başvuran, böylece proletaryanın demir yumruğunun tepelerine inmesine açık davetiye çıkaran yine emperyalistler, burjuvazi, kulaklar vs. olmuştur. Bu temel tarihsel ve politik gerçeği aklımızdan asla çıkarmamalı ve bu halkanın elimizden kaçmasına izin vermemeliyiz.
30’lu yıllarda tarımı kolektifleştirmek ve aygıtlarda da “temizlik” kaçınılmazdı. Bu iki görev de iç içe geçmişti. Sosyalizmin inşasının ve sınıf mücadelesinin ulaştığı gelişme aşamasında ilerleyebilmek için bu görevlerin çözümü kaçınılmaz bir tarihsel ve politik zorunluluktu. Üstelik bu görevlerin çözümü olağanüstü somut tarihsel koşullar, zorluklar ve kuşatılmışlık altında gerçekleştirilmek zorundaydı. Pek çok önemli ve sınıf mücadelesine zarar veren hata ve zaaflar, bu koşularla da bağlıydı…
Bu gerçekleri ifade ederken şu olguları bir kez daha vurgulamak isteriz: Sosyalizmin tarihte ilk defa inşa edildiği, tek başına, emperyalist kuşatma altında inşa edildiği; iç ve dış gericiliğin sosyalizmi yıkmak için her türlü kirli savaşı yürüttüğü; parti ve devlete geniş çaplı sızmaların yaşandığı, sızmaların ÇEKA (GPU/NKDV) ve Genelkurmaya kadar uzandığı* kır burjuvazisinin ortadan kaldırıldığı; dünya devrim dalgasının göreli olarak geri çekilmeye başladığı; faşist kampın yükseldiği, emperyalist bir genel savaşın patlak vereceğinin belli olduğu ve hızla yaklaştığı, emperyalizm ve faşizmin bu ortamdan ve patlak verecek savaştan da yararlanarak SSCB’yi yıkma faaliyetlerinin doruğu ulaştığı koşullarda parti ve devlette örgütlenen “temizlik operasyonu” kaçınılmaz bir hesaplaşmaydı. Sosyalizm, iç cepheyi temizleyerek sağlamlaştırmak zorundaydı. “Temizlik harekâtı”, önlememiş olan aşırılıkların eleştirilmesini ve dersler çıkarılmasını unutmadan, tümüyle yasal ve meşruydu. Bundan kaçınmak demek, sosyalizmin yıkılışına davetiye çıkarmak demekti. Elbette ki Stalin ve Parti, buna asla izin veremezdi. Ve nitekim verilmedi de!
Tuhaçevskiy’in yargılanıp kurşuna dizilmesiyle ve Kızıl Ordu’daki temizlikle ilgili Litov’un sorularına yanıt veren Benediktov II. Emperyalist Dünya Savaşı’nın hızla yaklaşmakta olduğunu, “işin özünde sosyalizmin ve halkın kaderinin masaya” yatırılmış olduğunu söyler ve haklı olarak, şöyle devam eder: “Savaşın en kritik anlarında, ülkesine ihanet etmiş bir general-Vlasov- (Hitler’in saflarına geçen general-bn.) yerine onlarca general olsaydı, hem de öylesine etkili mevkilerde olsalardı olayların nasıl gelişeceğini tahmin etmek mümkündür! Bu insanların ‘Stalinist rejimi’, ‘ideolojik sebepler’ uğruna arkadan vurmaları neyi değiştirirdi ki! Sonuç aynı olurdu.” (agk., s. 46-47)
Kuşkusuz ki faşist ve emperyalist savaşa karşı, iç cephesini sağlamca düzenlememiş/yapılandırmamış bir ordu daima kaybetmeye mahkûmdur. Stalin ve SBKP (B) bunun tam olarak bilincindeydiler. Gerek tarımın kolektifleştirilmesi olsun gerekse de parti ve devletteki kitlesel temizlik ve “beşinci kol”un tasfiyesi olsun, aynı zamanda savaş öncesi “iç cephe”nin sağlamlaştırılmasından başka bir şey değildi.
Ortaya çıkan yeni arşiv belgeleri, inşa sürecinde yapılan sorgulamalarla ilgili yeni çalışmalar gittikçe Troçkist, faşist, emperyalist, modern revizyonist demagojisinin örtülerini yırtmaya, gerçeklerin aydınlanmasına daha fazla katkı yapıyor. Bu vb. yeni çalışmaların da artacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Sosyalizmin, SSCB’nin, Stalin’in sınıf bilinçli düşmanı Amerikan emperyalizmin SSCB’deki elçisi Davies’in aşağıya aktaracağımız değerlendirmeleri de konu hakkında oldukça aydınlatıcıdır.
“Amerika elçisi Davies, yabancı diplomatlarla mahkemelerle ilgili yaptığı görüşmeler üzerine yazdığı mektubunda şunları yazmaktadır:
“ ‘Ben buradaki diplomatik çevrelerin hepsiyle de olmasa çoğuyla konuştum, bir istisna dışında hepsi siyasi komplonun, devlet düşmanı bir komplonun açıkça var olduğu düşüncesinde birleşmektedir.’” (Aktaran, Stalin Üzerine Gerçekler, Almanya Komünist Partisi-ML, s. 52)
Aynı elçiye, bir üniversite kulübünde konuşurken, bir soru sorulur. Elçi Davies’i dinleyelim:
“Bu, Hitler’in Rusya’ya saldırısının üçüncü günüydü: Dinleyicilerden biri ‘ Rusya’daki Beşinci Kolun durumu nedir?’ diye sordu. Düşünmeden cevapladım: Böyle bir ‘Kol’ yoktur. Hepsi öldürüldü.
“Bugün trende, bu düşünce kafama takıldı. Bu konu üzerine, düşünmek için biraz çaba sarf edildiğinde, Nazilerin yeni olan istilasında, Sovyet sınırlarının arkasında hiçbir saldırıdan bahsedilmemesi oldukça tuhaftı.
“Rusya’nın içlerinde, Alman Genelkurmay’ın emriyle bağlantılı olarak, adı geçen böyle bir saldırı yoktu. 1939’da Çekoslavakya’ya yapılan ilerleme, faşist Henlein örgütünün aktif askeri yardımıyla yapılıyordu. Aynı durum, Almanların Norveç’e ilerlemeleri için de geçerliydi.
“Ama, şu anki Rusya tablosunda, diğer ülkelerin içlerinde olduğu gibi, Südetli Henleinler, Slovak Tisos’ları, Belçika Degres’leri ve Norveç Quislingleri yoktur.” (aktaran age., s. 53-54)
Stalin’in 30’lu yıllarda on milyonları öldürdüğü, parti ve devletin, ordunun en seçme kesimlerini tasfiye ederek ülkeyi zayıf düşürdüğü, böylece Hitler’e yardım ettiği çarpıtma ve manipülasyonu tümüyle kötü niyetlidir. Birlikte okumaya devam edelim:
“Oysa Mareşal Mikhail N. Tuhaçevski’nin gerici ve anti-sosyalist eğilimi ve onun bilimsel sosyalizmi ve Bolşevizmi bir Yahudi komplosu olarak değerlendirdiği gerçeği, daha 1928’de kendisinin kısa bir biyografisini yazmış olan ünlü Fransız gazeteci Remy Roure’ın (Le Chef de Larmée Rouge: Mikhail Toukatchevski, Paris, Fasquelle, 1928) kitabında açıkça dile getirilmişti. Daha da önemlisi, Tuhaçevski ve kafadarlarını savunan emperyalist propaganda odakları onun bu özelliklerini, pro-Nazi duygularını ve bir askerî darbe tezgâhlama planlarını VE Alman Genelkurmayının, Kızılordu Genelkurmayı ile ilişkilerini kullanarak Sovyet iktidarını devirme planları yaptığını daha o günlerde biliyorlardı. (1)
Şunu da ekleyeyim: Tanınmış Marksist araştırmacı Prof. Grover Furr’ın 1986’da kaleme aldığı “New Light On Old Stories About Marshall Tukhachevskii: Some Documents Reconsidered” (=“Mareşal Tuhaçevski’ye İlişkin Eski Öykülere Yeni Bir Bakış: Bazı Belgelerin Yeniden Değerlendirilmesi”) başlıklı yazısında aktardığına göre Hitler’in en yakın çalışma arkadaşlarından ve kötü ünlü SS örgütünün şefi Heinrich Himmler 4 Ekim 1943’te Posen’de yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu:
“Moskova’da, sanırım 1937 ya da 1938’de o büyük göstermelik yargılamalar olduğu ve sonradan Bolşevik bir general olan eski Çar ordusu askerî öğrencisi Tuhaçevski ve diğer generaller idam edildiği zaman, biz (Nazi) Partisi ve SS’dekiler de içinde olmak üzere Avrupa’da herkes, Bolşevik sistemin ve Stalin’in, en büyük hatalarından birini işlediği kanısına varmıştık. Biz durumu böyle değerlendirmekle kendimizi adamakıllı aldatmış olduk. Bunu içtenlik ve güvenle söyleyebiliriz. Bence, eski Çarlık yanlısı generallerini muhafaza etmiş olması halinde –şimdi savaşın üçüncü yılında bulunan- Rusya asla iki yıldan fazla dayanamazdı.” (Trial of the Major War Criminals before the International Military Tribunal [Nuremberg, 1949], Cilt. 29, s. 111)
Hitler’in bir başka yakın çalışma arkadaşı ve Nazi Almanyası’nın Propaganda Bakanı Goebbels, güncesine 8 Mayıs 1943’te düştüğü bir notta Führer’in de Himmler’in değerlendirmesini paylaştığını belirtiyordu:
“Führer Tuhaçevski olayını anımsadı ve Kızılorduya o şekilde davranmak suretiyle Stalin’in onu mahvettiğine inanmakta tamamen hatalı olduğumuz yolunda görüş belirtti. Oysa, bunun tersi doğruydu: Stalin Kızılordu içindeki bütün muhalefetin kökünü kazıdı böylelikle yenilgiciliğe son verdi.” (Joseph Goebbels, The Goebbels Diaries: 1942-1943, editör & çevirmen Louis P. Lochner (Garden City, New York, Doubleday, 1948), s. 355)” (J. Stalin: Söylence ve Gerçek adlı kitaba Önsöz, Garbis Altınoğlu)
Açık ki Stalin, Parti ve proletarya devleti, iç cepheyi arınma yoluyla sağlamlaştırmıştır. Bunu, sınıf düşmanı da itiraf etmektedir. Yine açık ki, Stalin’in, SBKP (B)’nin, sosyalist devletin, sosyalist inşanın tarihini zulme, kitlesel katliamlara, halka karşı teröre, entrikaya indirgeyen ve bu algıyı oluşturmayla biçimlenen ideolojik ve psikolojik kirli savaşla “toplumsal algı inşa” eden cephe, kuşkusuz ki gericilik cephesidir. “Ben, gerçekte, Stalinizmi kötü bir nitelik olarak kabul ediyorum.” (Kruşçev’in Anıları, s. 22, Milliyet Yayınları Tarih Dizisi, Birinci Baskı, Şubat 1971), Stalin “halkın en iyi evlatlarını ortadan kaldır”dı, “bir kitle katili”dir (s. 28-29), “İşçi sınıfına, köylülere, aydınlara, Sovyetler Birliği’nin ve diğer sosyalist ülkelerin emekçilerine yaptığı kötülüğün tekrarlanmasını önlemek için onun suçlarını açıklıyorum.” (s.26) diyen; “Stalin’in kurbanlarının hepsinin yeniden ‘itibarlarını iade etme’”nin dışında “başka çare yoktur” (s. 27), bunlar “şehit olarak ilan edilmelidir.” (s. 117 ) diyen; “kesin olan… Stalin tipi kolektifleştirme bize üzüntü ve vahşetten başka bir şey getirmemiştir.” (s. 98), “Bugün bile Stalin yolunun sosyalizmi kurmak için tek doğru yol olduğunu düşünen insanlara rastlayabilirsiniz. Bana kalırsa bu, halkın başlarında eli kamçılı biri olmadıkça çalışamayacaklarını sanan ilkel köle düşüncesini yansıtıyor.” (s. 100) diyen; “1930’ların sonunda Hitler saldırısını hazırlıyor ve askeri liderliğimizi altüst etmek için gereken her şeyi yapıyordu. Yönetici kadrolarımızın, Parti liderliğinin, bilim adamlarımızın en kaymak tabakasını yok ederek biz de ona her türlü yardımda bulunuyorduk.”  (s. 100), “Kızılordu’nun üst tabakası tasfiye edilmemiş olsaydı faşist istilasını çok daha kolay püskürteceğimiz şüphesizdi.” (s. 206), Stalin’in “bir dünya yuvarlağı üzerinde parmağı ile cephelerdeki askeri birliklerin harekatını” izliyordu (s. 232) diyerek demagoji yapan; mareşal unvanını almak için film çeviren ama tüm Sovyet generallerinin karşı çıkmasıyla bu isteğine ulaşamayan; toplu temizlik sürecinde işledikleri suçlardan dolayı Stalin MK tarafından suçları açığa çıkarılarak cezalandırılan, başta güvenlik bürokrasisinin bütün şeflerini, devlet ve parti yöneticilerini iyi adam ilan eden; “temizliğin” bütün olumsuz yükünü Stalin’e fatura eden Kruşçev’in durduğu yer bellidir.  Üstelik kendisi Stalin kültü yaratmada en önde koşanlardan birisidir. Üstelik ortaya çıkan arşiv belgelerinden de artık net bir biçimde görüldüğü gibi, “Temizlik”in en ateşli taraftarıdır. “Temizlik” sürecinde, en zalim, en fazla ileri giden iki kişiden birisidir sahtekâr Kruşçev. “Moskova’da ve Ukrayna’da-Hruşçov burada, halk arasında ‘terörün mimarı’ ünvanını kazanmıştı.-“ (G. Furr, age., s. 205)
Ancak, bu temizlik harekâtının aşırıya kaçtığını, kurunun yanında yaşın da yandığını bilmeliyiz. Bunun parti yaşantısını, devlet yaşantısını, kitlelerin önemli bir bölümüyle parti arasındaki bağı önemli derecede olumsuz yönde etkilediğine de inanıyoruz. Stalin de bunu (örneğin “Leninizmin Sorunları” adlı yapıtında özeleştiri eşliğinde) kabul eder. Ki bu durumun parti içi eleştiri ve tartışma özgürlüğünü baskı altına aldığını, bürokratikleşme sürecini ivmelemede nesnel olarak önemli bir rol oynadığını da kabul etmek gerekir.
Burjuva emperyalist, burjuva revizyonist ve Troçkist propagandaya inanacak olursak SSCB işçi ve halkları “Temizlik operasyonu” ile birlikte korku içinde tir tir titriyormuş, her an yok edilme korku ve yılgınlığı ile yaşıyormuş! Bilinçli bir kapitalizm savunucusu ve Stalin düşmanı olan Yakovlev’in anlatımları bile tek başına bu propagandanın sahteliğini kanıtlamaktadır.
Burada, bir de Stalin döneminde Tarım Bakanlığı yapmış olan Benediktov’a kulak kabartmak yararlı olacaktır ki Benediktov, tıpkı Molotov gibi zamanın tanığı olarak konuşmaktadır ve döneminin de önemli devlet yöneticilerinden birisidir.
“O dönem hakkında ne derse desinler, o zamanki atmosferi, düzeni belirleyen şey korku, baskı ve terör değildi. Aksine, uzun yüzyıllardan beri ilk kez kendilerini hayatın efendileri olarak hisseden, ülkeleri, partileriyle samimi olarak gurur duyan, yöneticilerine derin bir inanç besleyen halk kitlelerinin devrimci coşkusunun güçlü dalgasıydı.” (Stalin ve Hruşçov Hakkında- İvan Aleksandroviç Benediktov İle Söyleşi, s. 26)
Ana gerçek, üstü ısrarla örtülmek istenen temel gerçek de budur zaten.
Aynı karşı-devrimci propaganda aygıtının yürüttüğü psikolojik harbe göre Stalin kan dökmekten zevk alan bir despottu!
30’lu yıllardaki “Temizlik kampanyası” sürecinde Stalin’in durumu hakkında Benediktov bizlere şu bilgileri verir:
“Sabotajcılıkla suçlanan insanların kaderi konusunda Stalin o zamanki Politbüro’da liberal olarak ün yapmıştı. Kural olarak, suçlananların tarafında olur ve aklanmalarını sağlamaya çalışırdı, ancak tabii ki istisnalar da olurdu. Stalingrad parti oblast komitesi eski birinci sekreteri Çuyanov anılarında bütün bunları çok güzel yazdı. Ayrıca bizzat ben de birkaç kez Stalin’in bu konuda “şahin” sayılan Kaganoviç ve Andreyev ile çatışmalarına tanık oldum. Stalin bu konudaki sözlerinin özeti, halk düşmanları ile mücadelede bile yasallık zemininden çıkmamak gerektiği idi.” (age., s. 32, iba.)
Benediktov’la röportajı yapan gazeteci Litov şu soruyu sorar:
“Affedersiniz ama Stalin’in dürüst insanlara yapılan haksızlıklarda parmağının olmadığı yolundaki sözleriniz ikna edici değil. Eğer öyle olsaydı bile, bu durumda birincisi, bütün halkın önünde dürüstçe ve açıkça işlenen kanunsuzlukları itiraf etmeliydi; ikincisi, adaletsizce cezalandırılanları rehabilite etmeli ve üçüncü olarak, bundan sonra benzer kanunsuzlukların olmaması için önlem almalıydı. Fakat bunlar hiç yapılmadı…”
Benediktov, Litov’u şöyle yanıtlar:
“Siz herhalde konuya pek vakıf değilsiniz. Birincisi ve ikincisi hakkında, VKP (b)-SBKP’in o zamanki adı- MK Ocak 1938 plenumu dürüst komünistlere ve partisizlere karşı işlenen kanunsuz eylemleri açıkça kabul etti ve bu konuda bütün merkezi gazetelerde yayınlanan özel bir karar aldı. 1939 yılında yapılan VKP (b) 18. kongresinde de yine aynı şekilde, bütün ülkenin önünde temelsiz baskıların verdiği zarardan açıkça söz edildi.
“Ocak 1938 MK plenumundan hemen sonra, suçsuz yere baskı görmüş binlerce insan ve bunların arasında bulunan önde gelen komutanlar hapis yerlerinden geri dönmeye başladılar. Hepsine resmen itibarları iade edildi, bazılarından ise Stalin şahsen özür diledi.” (age., s. 40-41)
Litov’un bir başka sorusunu yanıtlayan Benediktov’un şu yanıtı da Stalin’in kitlesel arınma kampanyasındaki duruşuna ışık tutmaktadır:
Yaygın kanıya rağmen, o yıllarda bütün sorunlar, bunların içinde önde gelen parti, devlet ve ordu görevlilerinin atanmaları ve görevden alınmaları da, Politbüro’da kolektif tarzda kararlaştırılıyordu. Bizzat Politbüro toplantılarında sık sık tartışmalar, kavgalar ateşleniyor, temel parti sorunları çerçevesinde farklı, çoğu zaman birbirine tamamen ters görüşler ifade ediliyordu. Sessiz ve itirazsız hemfikirlilik yoktu, Stalin ve yanındakilerin buna tahammülü yoktu. Bunu söylemeye tam hakkım var çünkü Politbüro toplantılarında birçok kez bulundum.
Evet, kural olarak Stalin’in görüşü kazanıyordu. Ama bunun sebebi onun sorunları daha nesnel, daha çok yönlü olarak düşünmesi, başkalarından daha uzağı ve derini görmesiydi. İnsan doğası; yavaş yavaş buna alıştılar ve en az direnç çizgisini izleyerek görüşlerini sonuna dek savunmaktan vazgeçtiler. Stalin burada ortaya çıkan tehlikenin farkındaydı….30’lu yılların sonlarında Politbüro’nun çalışmasındaki kolektiflik yeterince net bir biçimde kendini gösteriyordu: Doğrusu nadir olarak Stalin’in oylamada azınlıkta kaldığı durumlar oluyordu. Bu özellikle temizlikle ilgili durumlardı, bu noktada Stalin, daha önce söylediğim gibi, Politbüro’nun bir dizi öteki üyelerine göre daha ‘yumuşak’ konumlar alıyordu.” (age., s. 44-45, iba.)
Benediktov, “Temizlik kampanyası”nda binlerce, on binlerce insanın haksızlığa uğradığını açıkça belirtir. İkinci bir kampanyanın da birincisini takip ettiğini, bu ikinci kampanyanın ise “kanunsuzluk yapan ve görevini kötüye kullananlara karşı” olduğunu vurgular. Benediktov’un şu açıklaması da tabloyu anlamamıza hizmet etmektedir:
“Kuşkusuz Stalin’in temizlikler esnasında meydana gelen keyfilik ve kanunsuzluklardan haberi vardı ve işlenen aşırılıkların düzeltilmesi, dürüst insanların hapisten kurtulması için somut önlemler aldı. Bu arada o zamanlar iftiracı ve ihbarcılara nazik davranılmıyordu. Bunların çoğu birçoğu açığa çıkarılıp kendileri de kurbanlarını gönderdikleri kampları boyladılar. Paradoks şurada ki, bunlardan Hruşçovcu ‘buzların çözülmesi’ döneminde serbest bırakılan birçoğu herkesten daha gürültülü bir biçimde Stalin’in kanunsuzluklarından dem vurmaya başladı ve hatta bu konuda anılar yayınlamayı bile akıl ettiler.” (age., s. 40)
Litov’un üçüncü sorusunu da yanıtlayan Benediktov, SBKP’nin 1939 yılında yapılan 18. Parti Kongresi’in artık kitlesel arınma yöntemini terk ettiğini söyler. Ki Benediktov, “Şahsen ben, bunun yanlış bir karar olduğunu düşünüyorum.” der ve “kitlesel baskıların partiye verdiği zarardan kaygılanan Stalin”in “öteki uca kaydığı”nı ve bunun için “bariz bir şekilde acele” ettiğini vurgular ve partinin kitlesel temizlik yöntemini terk etmesinin partiye ve devlete pahalıya mal olduğunu belirtir.
Burjuva, Troçkist ve revizyonist propagandaya göre “Temizlik hareketi” kamuoyundan gizlenerek gerçekleştirilmiştir.  Bu yalan rüzgârı dili kafasından daha çok çalışanlar da dâhil olmak üzere geniş bir kesimi etkileyebilmiştir. Zamanın tanığı olarak Benediktov bunu yalanlar ve mahkemelerin halka ve dünyaya açık yapıldığını söyler. “ ‘Despotik’ 30’lu yıllarda siyasal davaların stenografları açıkça yayınlanıyordu ve bunlarda resmi görüşler ve versiyonlara ters giden sözler olmasına rağmen herkes bunlara gerçekten ulaşabiliyordu. Açıklık’, ve ‘glastnos’ yanlısı Hruşçov zamanında ise bütün bunlar hizmet içi ve gizli fonlara kondu. Acaba bunlar resmi olarak sunulan ve yorumlanan ‘olguların’ ‘barizliği’ne ters düştüğü için olmasın?” (age., s. 48, iba.) vurgusuyla da Kruşçev modern revizyonizmi etrafında kenetlenen uluslararası sermayenin, Troçkistlerin vb. maskesinin düşmesine katkıda bulunur.
Konu hakkında Molotov da şunları söyler:
 “-Doğru dedi Molotov. Bizde her şey halka açık olmuştu. Sadece askerlerin davası kapalı yürütüldü. Savunma sırları nedeniyle. Sovyet rejimi düşmanlarının olayları anlatmadaki hayal gücü de çok geniş. Halka açık bir duruşma dünya gazetecilerinin önünde 12 gün sürer, hepsi de çok tanınmış olan yirmi bir kişi yargılanır. Düşmanlarımız da salondadır.”  (Molotov Anlatıyor, s. 435)
 “…Bugün o davaları ayaklar altına almaya uğraşıyorlar, tutanakları yayınlamıyorlar. Oysa hepsi yayımlanmıştı. Salonda yabancı gazeteciler, burjuva basını-sol ve Hitlerci- diplomatlar, hatta büyük elçiler vardı…” (age., s. 433)
Benediktov, ilerici bilim insanlarının, sanatçıların, aydınların emperyalizm ve faşizmin sahte propagandasına boyun eğmediklerini, “Stalin ve arkadaşlarının çizgisini destekledikleri”ni, “Siyasette ‘güce dayanan yöntemlere’ pek itibar etmeyen Einstein’in bile temizlikleri mahkûm eden çağrıya imza etmeyi reddet”iğini söyler. Devamla, “Batılı entelijensiyanın ilerici ve hümanist ideallere sadakatini kanıtlamış olan en iyi kesiminin ‘Stalin’in caniliklerin”nin ifşası yönündeki çığırtkan kampanyadan uzak durduğu, bir olgudur. Tersinden bakınca da, bu ideallere ihanet etmiş, faşizm ve gericilikle işbirliğine kadar alçalmış ikiyüzlüler ve çığırtkanlar ‘Stalinist terör’ hakkında herkesten daha çok gırtlak paraladılar. Bu da üzerinde düşünmek için iyi bir sebeptir…” (age., s. 48, iba.) der çok haklı olarak.
Fransız Komünist Partisi’nde uzun yıllar yöneticilik yapmış olan Garaudy ise (ki bir revizyonisttir), şunları yazar:
“ Kruşçev’in XX. Kongre’ye verdiği gizli rapor ile Stalinciliğin kınanmasını izleyen ilk aylarda yayınlanan ve fizikçi Saharov tarafından toplanan raporlardaki belirtilere bakılacak olursa, 1936’dan 1939’a kadar bir buçuk milyondan fazla parti üyesi;-yaklaşık olarak bütün üyelerin yarıya yakın bir kısmı- hapsedilmiş, 1936 yılından itibaren de on milyondan fazla, Sovyet vatandaşı hapishanelerde ya da kamplarda ölmüştür.” (Sosyalizmin Büyük Dönemeci, s. 90, Milliyet Yay.)
Kimdir bu Saharov? Kısacası, emperyalist dünyanın bir uzantısı, bir Hitler-Nazi sempatizanı, Franco faşizminin destekçisi, bir CIA devşirmesi… Garaudy gibilere emperyalistlerin, Troçkistlerin, Kruşçevcilerin demagoji ve manipülasyonu yön veriyor ve yön vermektedir. 36-39 arası SBKP’nin üyelerinin yarısına yakınının hapsedildiği açık bir yalan olduğu gibi on milyon insanın toplama kamplarında öldüğü de bir diğer aşağılık yalandır. Konu hakkında düşünebilmek için, II. Dünya Savaşı yıllarında SSCB’nin verdiği toplam şehit sayısının 20 milyon olduğunu hatırlamakta yarar var… Benediktov da “Sovyet iktidarının düşmanlar”nın “toplamı herhalde birkaç milyondu, elbette halkın içinde bariz bir azınlığı oluşturuyordu” sözleriyle gerçeğe işaret eder. Ve çok iyi biliniyor ki proletarya diktatörlüğünün hedefi, halk değil söz konusu karşı devrimci gericilikti.
Benediktov haklı olarak sözlerine şöyle devam eder: “Ancak işgal ettikleri makamların önemi, daha yüksek entelektüel, eğitim, bilgi düzeylerini dikkate alınca, bunları sosyalizme potansiyel tehdit olarak hesaba katmamak suç işlemek olurdu, ciddi bir siyasetçi için affedilemez bir düşüncesizlik olurdu. Düşmanlığını gizlemeyen kapitalist kuşatma ve yaklaşan faşizmle ölümüne kapışma koşullarında, ülkenin önderliği, ülkeyi içerden gelmesi olası darbelerden korumak, potansiyel ‘beşinci kolu’ silahsızlandırmak ve parti, devlet, ordu yönetim saflarında maksimum birliği sağlamak için kararlı, büyük ölçekli önlemler almak zorundaydı tabii.” (age., s. 35-36)
Vurgulamak gerekir ki, proletarya diktatörlüğü söz konusu karşı-devrimci gericiliğin organik, aktif kesimlerini hedef alarak yargılamış, sadece somut suçları işlemiş olan kesiminin bir bölümünü yargılayarak ya kurşuna dizmiş ya da daha geniş kesimlerine de hapis cezası vermekle yetinmiştir. Sosyalizme ve sosyalist demokrasi rejimine boyun eğen ve eğmek zorunda kalan daha geniş bir kesimi ise, sosyalizm sağlamlaştığı için, Stalin anayasasıyla birlikte eşit yurttaşlık haklarından yararlanmıştır. “Stalinci anayasa” ile geçmişte oy kullanmaktan mahrum edilmiş eski sömürücü sınıfların bireylerine de seçimlerde oy kullanma hakkı tanınarak, eski kısıtlamaya da son verilmiştir.
Bu bağlamda, sosyalist demokrasiyi geliştirme bağlamında, parti ve devlet bürokrasisinden gelen aşırı baskıya karşı Stalin önderliğindeki çekirdeğin mücadelesini, kimi kez azınlıkta kalışını, hatta dahası, çok önemli sorunlarda Stalin’in azınlıkta kalışının öyküsünü, eleştirel bakışı yitirmeden ve yazarının burjuva demokratik kimliğini ve kendince yorumlarını atlamadan “Öteki Stalin” kitabından inceleyebiliriz. Şu bilgi ve verileri de aşağı aktarmayı yararlı görüyoruz:
“… 01.03.1936 tarihi itibariyle, çoğu bütün ülkede Üç Başak Yasası diye bilinen 07.08.1932 tarihli yasaya göre ceza almış 768.989 kişinin mahkumiyetleri ve ek olarak, 5 yıl süreyle seçimlere  katılmalarını engelleyen hak mahrumiyetleri de kaldırılmıştı. “ ( s. 187)
Vurgulamak gerekir ki, Beria dönemi, aşırıya kaçan baskıları düzeltmenin, yasaların ihlaline karşı etkili mücadele vermenin dönemidir. Bu durum Stalin önderliğindeki çekirdeğin etkin ve güçlü müdahalesinin ürünüydü. Jukov’un kitabı da bunu doğruluyor. Kruşçev haini, tüm “Stalinizm” düşmanlığına ve her şeyi çarpıtmasına karşın, Anılar kitabında, dolaylı ama açıkça, hem “Temizlik” sürecinde en ılımlı olanın, aşırılıkların üstüne gidenin Stalin olduğunu, hem de baskıların Beria ile azaldığını itiraf etmek durumunda kalıyor. Keza Kruşçev’in kurulmasına önderlik ettiği (ve sunduğu raporu da “Stalinizme karşı mücadele” silahına çevirdiği) “Pospelov Komisyonu raporuna” göre de “tutuklanmalar önemli ölçüde azaldı; 1939-1940 yıllarındaki tutuklanma sayısı 1937-1938 yıllarına oranla yüzde 90 azaldı. 1939-1940 yıllarındaki idam sayısı 1937-1938 yıllarındakinin %1’i kadardı.” (Grover Furr, Hruşçov’un Yalanları, s. 87)  
Devam edelim.
“1956’da Hruşçov, Stalin’in, parti önderleri üzerinde baskı kurmuş olduğu iddiasına odaklandı ve 17. Parti Kongresi’nin delegelerinin yarısı ile Merkez Komitesi’nin yüzde 70’inin öldürülmüş olduğunu iddia etti. Stalin biyografisini yazan Ken Cameron ‘Hruşçov’un verdiği rakamların doğru olduğuna inanmanın zor’ olduğu sonucuna ulaştı. (Yakın zamanda açılan Sovyet arşivlerini kullanan araştırmacılar 1921 ile 1953 yılları arasında toplam 799. 455 kişinin idam edildiğini belirledi. Bu sayı Robert Canpuest, Roy Medveyev ve diğer antisovyetik araştırmacıların iddia ettiği milyonların çok altındadır.)” (Roger Keeran, Thomas Kenny, İhanete Uğrayan Sosyalizm Sovyetler Birliği’nin Çöküşünün Arka Planı, s. 50, Yazılama Yay.)
Yukarıdaki yazarların belirttiği bu; ancak yukarıdaki alıntıyı okurken, ifade edilen rakamların 1921-53 arası kesitte, iç savaşlar, emperyalist-faşist işgal süreci ile birlikte “okunması”nda yarar vardır. Ayrıca eklemek ve vurgulamak isteriz ki, bu rakamların ne ölçüde objektif rakamlar olduğunu denetlemek de zordur. SSCB’ye ve SBKP’ye ait orijinal arşivlere ulaşmadan da nihai, denetlenebilir verilere ulaşmak pek olanaklı olmayacaktır. Ancak her halükarda emperyalist, faşist, Troçkist, modern revizyonist vb. kuvvet ve akımların açıklamalarına inanmak için hiç ama hiçbir neden bulunmamaktadır. Bunu unutmamakta yarar vardır. Ancak bu konu gittikçe daha çok aydınlanmaya başlamıştır. Arşiv bilgilerine ulaşıldıkça Troçkist, emperyalist, modern revizyonist demagojinin gerçek yüzü daha fazla aydınlanmaya başlamıştır.
Kısacası, Troçkist, emperyalist, Nazist vb. gerici psikolojik savaş makinesinin yalanlarının aksine, ne milyonlar katledilmiştir ne de on milyonlar toplama kamplarında toplanmıştır. Kapitalizmin ve burjuvazinin tasfiyesi tarihsel eylemi, uluslararası sermaye ve yandaşları tarafından bir insanlık suçu ve kırımı olarak lanse edilerek sosyalizm, Marksizm-Leninizm, Stalin, SSCB alçakça gözden düşürülmek istenmiştir. Mesele bundan ibarettir.
SBKP (B) MK, 1933 yılında, partiye üyelik alımlarını dondurur. Çünkü partinin üye kitlesi aşırı derecede şişmiştir. Partinin oportünist, kariyerist, bürokrat, hain, çıkarcı küçük burjuva unsurlardan arınması gerekmektedir. 1 Aralık 1934’te Kirov Leningrad’da Smolny’de, çalışma odasında tabancayla alçakça katledilir. Bu cinayet parti için yüksek alarm işlevini görür. “Bu dönemin çok önemli olaylarından biri de, 1933’ten itibaren Parti saflarının tesadüfî ve yabancı unsurlardan temizlenmesi, özellikle Kirov yoldaşın alçakça katlinden sonra Parti üye kayıtlarının dikkatle tahkiki ve eski Parti kartlarının yenilenmesiydi.” (Bkz Stalin ESERLER, C. 15, s. 372) Partinin niteliğinin düşmesine, sağlıksız unsurlarla şişmesine yol açan ve iç ve dış düşmanların daha kolay sızmasına hizmet eden bu duruma son vermek için parti, arınmaya karar verir. “Arkasından 1937 yılına kadar tüm üyelerin yüzde 25’ini oluşturan 800 bin üye partiden atılır, bu adım partinin tam bir temizliğine kadar devam ettirildi.”
30’lu yıllar son sömürücü sınıf olan kulakların sınıf olarak tasfiye edildiği, küçük meta ekonomisinin yerini kolektif tarıma bıraktığı, dışarıda emperyalist savaş tehlikesinin ve SSCB etrafında faşist kuşatmanın da yoğunlaştığı bir tarih kesitiydi. Stalin önderliğindeki parti ve proletarya diktatörlüğünün ve sosyalizmin devasa atılımlarına karşı devrilmiş gericiliğin kalıntıları ve kulaklar ve parti içerisindeki oportünist kliklerin direnişinin uluslararası gericiliğin organik aktif destek ve yönlendirilmesiyle birleşerek ölümüne bir karşı saldırıya geçtiği ve canhıraş direndiği bir tarih kesitiydi. Karşı-devrimci terörün devrimci terörle ezilmesi gerekiyordu. Bu, doğal ve kaçınılmazdı. Nitekim ezildi de; bir yanda kulaklar sınıf olarak tasfiye edildi, öte yandan da parti sağlıksız unsurlardan büyük bir oranda arındı. Ve tedbirlerden biri de “yeni üyelerin Partiye toptan alınmaması”ydı.
Kirov’un katledilmesinden sonra Politbüro üyesi V.V. Kuibşev, ardından MK üyesi, NKVD Başkanı I. Menzhinski katledilir.
“1935 yılında şiddetli bir mücadele başladı. Mahkeme dosyalarında yüzden fazla üst düzeyde devlet ve parti yöneticisinin suikastlar ve diğer terör olayları aracılığıyla öldürüldükleri ve binin üzerinde sabotaj eylemi kayıtlara geçmiştir.” Parti ve devlet karşı saldırıya geçer ve büyük bir temizlik kampanyası örgütlenir. “Sovyetler Birliği’nde, 1935-38 yılları arasında 140 bin insan mahkemeye çıkartılmıştır. Bunların 40 bini Parti üyesiydi. Diğer bir anlatımla, partiden atılan 800 bin üye içinde her 20 kişiden biri mahkemeye çıkartılmıştır.
“ ‘Stalinist terör dalgasının’ ne kadar yalan olduğunun anlaşılması için, o zamanlar SSCB’de 180 milyon insanın yaşadığını bilmek gerekir. Mahkemeye çıkartılanların nüfusa oranı ancak yüzde 0,6’dır. Öte yandan daha önceleri, sömürücü sınıfın halkın yüzde 3’ünü oluşturduğu, göz önüne alındığı zaman-ki bu yaklaşık 6 milyondur; bu duruşmaların o dönem komploları organize eden, eski sömürücü sınıfa ve onların temsilcilerine karşı yöneldiği, kolayca anlaşılabilir.
“Mahkemeye çıkartılanların yaklaşık yüzde 80’i üst düzeyde parti, devlet ve Kızıl Ordu yöneticileriydi, yine 2 bini Sovyet Cumhuriyetleri’nde üst düzey yetkililerdi.” (Stalin Üzerine Gerçekler, Hazırlayan: Alman Komünist Partisi (Marksist-Leninist), s. 40, Yediveren Yay.)  36-38 arası üç büyük davadan ve bir de Kızıl Ordu’nun başında olan ve yargılanan Tuhaçevsky’i olmak üzere (Tuhaçevsky’in davası askeri mahkemede görülmüş ve kamuoyuna kapalı yapılan tek dava olmuştur) dört büyük mahkemede alınan karar gereği, “66 sanıktan 50’si kurşuna dizilmeye mahkum edilmiş, diğerleri ise ömür boyu hapis cezasına çarptırılmışlar”dır. (age., s. 41)
Bir de Y. Jukov’u dinleyelim:
“Hatırlayalım, Yejov’un Haziran plenumunda açıkladığı verilere göre, Mayıs 1936 itibariyle, sadece dört yıllık tasfiyeler ve parti üyelik kartı değiştirme sürecinde partiden 200 bin kişi ihraç edilmişti. Malenkov ise, MK değerlendirme toplantısında farklı bir rakam vermişti. 306 bin. Başka bir deyişle, 2 milyonun biraz üzerinde ye ve aday üyeden oluşan parti, yüzde 10-15 düzeyinde ‘temizlenmişti’ ve ihraçların çoğu, tüzük ihlali gibi salt formalite sayılabilecek nedenlerle ilgiliydi; üyelik aidatlarının zamanında ödenmeyişi, ‘pasiflik’, yani toplantılara ve etkinliklere katılmama. Burada asıl ilginç olan rakam, ihraç edilmiş 306 bin kişi arasında yer alan ve sıradan nedenlerle partiden atılmış ilçe düzeyindeki sekreter sayısıydı: 1.610
“İhraç edilen 306 bin kişi içinde, ciddi, yani açıkça siyasi nedenlerle ‘temizlenmiş’ olanlarla ilgili veriler şöyledir: ‘casuslar ve yardakçıları’: 50 kişi; ‘Troçkistler ve Zinovyevciler: 306 kişi; ‘düzenbazlar ve sahtekarlar’: 723 kişi; kökenlerini veya geçmişlerini gizli tutan eski Beyaz Ordu mensupları ve kulaklar: 1.666 kişi. Fakat bu gayet doğal oranlar, Haziran plenumunun hemen ardından, yani yeni anayasa tasarısı yayınlandıktan sonra, açıkça fark edilir şekilde değişmeye başladı. Sonraki iki buçuk ay içinde, partiden atılan ‘sol’cuların sayısı aniden yirmi misli arttı ve 6.844’e yükseldi. Lakin bu ani artış bununla da bitmedi. Eylül sonu itibari ile, ‘talimat’ onaylandığı sırada, ihraç edilen Trotskiyciler ve Zinovyevcilerin sayısı artık 9.602’ye yükselmişti.” ( age., s. 265-66)
Konu babında bir-iki veri ve değerlendirme daha aktarmak yararlı olacaktır.
“Sovyetler Birliği’nin Dağılmasının En Temel Nedeni” hakkında yaptığı değerlendirmede Çin Sosyal Bilimler Akademisi Başkan Yardımcısı Li Shenming şunları söyler:
“Karşı devrimcilerin bertaraf edilmesi kampanyasının çapının genişletilmesi son derece talihsiz bir trajediydi. Öte yandan bu kampanyanın kendisi zorunluydu. Batı’da ve eski Sovyetler Birliği’nde Stalin’in dönemde öldürülen kurbanların sayısının 20 milyon, 25 milyon ve hatta 45 milyon olduğunu iddia eden bazı kişilerin kasıtlı abartmalarına karşı uyanık olmalıyız. Zira Kruşçev tarafından hazırlattırılan ve İçişleri Bakanlığı tarafından düzenlenen rapor taslağına göre 1921 ila 1938 arasında karşı-devrimci suçlar nedeniyle ölüm cezasına çarptırılan toplam sayısı 640.000 idi. (Wu 2007, 120)
KGB’nin 1990 yılında yayınladığı istatistiklere göre 3.77 milyon kişi siyasi nedenlerle mahkum olmuş, bunlardan 780.000’i ölüm cezasına çarptırılmıştı (Wu 2007, 117-21). Yeltsin tarafından imzalanan ‘Politik Baskıların Kurbanlarının İtibarlarının İadesi” Yasasının kriterlerine göre dahi bunların önemli bir bölümü haksız değildi, dolayısıyla itibarlarının iadesi yapılmamıştır. (Wu 2007, 176).” (Çevirisi Cem Kızıler tarafından yapılmış kitabın tanıtımı amacıyla bize gönderilmiş olan bölümden)
SBKP eski başkanı Oleg Shenin’in, Brüksel’de 2-4 Mayıs 2007 tarihinde yapılan uluslar arası bir toplantıya sunduğu metin/yaptığı konuşmadan ilgili bölümü aşağıya aktarıyoruz:
VII.3  Kruşcevden başlayıp Gorbaceve kadar giden afaki  anti-Sovyet propagandada ‘baskı ve yıldırmalar’ temaları kullanılmaktaydı. Bu propaganda  gerçekte  1920ler ve 30’ larda parti içinde faal olan  anti-Leninist grupların aklanmasına yol açtı; bu gruplar   sonunda terör yöntemleri kullanmaktan vazgeçmiş ve ideolojik mücadele yöntemleri ile  sistemi aşındırma yolunu seçmişlerdi . Bu propaganda  aynı zamanda Devrimden Hemen sonra Beyaz teröre karışmış insanların aklanmasına da yol açmıştı. Bu sözde eleştiri kampanyası sadece resmen belgelenen rakamlar gore 1918-21 arasında  17 kat  daha fazla  kurbanlar verilmesine yol açmış olan beyaz terör ile  kızıl terörü  aynı kefeye koyuyordu .Doğrular ile yanlışlar bilinçli olarak birbirine karışıtırılıyordu .  
“Çok iyi bilinen  olgular  genel kamuoyundan gizleniyordu: 1921 ila 1954 arasında Alman faşist  saldırısında ve beyaz terör ve dış  müdahale güçleri dahil olmak üzere tüm yargı  cezasına çarptırılanlar  3.8 milyon idi. 1917 ila 1990 arasında yaklaşık 828.000 kişi ölüm cezasına çarptırılmıştı. Ve bu olaylar 50 yıl içinde üç devrim iki dünya savaşı ;1 iç savaş ve birkaç bölgesel savaş yaşamış olan bir ülkede cereyan etmişti! İki  nesil Sovyet halkına bu gerçekler anlatılmak yerine onlara GULAG  korkusu  bilinçli olarak verildi.” (SBKP Dosyası, Çeviren Cem Kızıler, bize gönderilmiş metinden)
Yukarıdaki veriler gerçek durumu anlamamıza ışık tutmaktadır.
Vurgulamak gerekir ki, parti ve Sovyet devleti, parti içi muhalefete, fikirlerinden ve bu fikirlerini partili sınırlar ve sosyalist yasallık içerisinde kalarak mücadele ettikleri sürece herhangi bir biçimde yargılamamış, cezalandırmamıştır. “Muhalefet” sayısız kez partiyi tartışmaya zorlamış ve her seferinde de ağır yenilgiler almıştır. Proletarya, daha önce değil, aksine “Muhalefet”in illegaliteye, hizipçiliğe geçmesinden, sosyalizmin temellerini yıkma ve tasfiye etmek amacıyla harekete geçmesinden, terörist eylemlere girişmesinden, sosyalist yasallığı bilerek ve isteyerek çiğnemesinden sonra, işte o zaman harekete geçerek proletarya diktatörlüğünün demir yumruğunu “muhalefet”in tepesine indirmiştir. Örneğin, SBKP (B) Tarihi’ni ve Sovyet kaynaklarını güven verici bulmayan okur,  SBKP (B) Tarihi’ni inceleyerek ve hemen ardından Isaac Deutscher’in Stalin üzerine yazmış olduğu iki ciltlik eseri okuyarak karşılaştırdığında sözünü ettiğimiz gerçekleri görecektir. I. Deutscher’in ünlü bir Troçkist aydın olduğunu da geçerken hatırlatmak isteriz…
Enver Hoca’nın vurguladığı gibi “Tüm hainler halka açık olarak yargılandılar. Suçlulukları o zaman da çürütülemez kanıtlarla ve en inandırıcı bir biçimde kanıtlandı.”  (Enver Hoca Stalin’i Anlatıyor, s. 12, Yurt Yay.)
Anti-Stalinist bakış açısına, emperyalist ve Troçkist iftiralara dayanmasına karşın Georg Fülberth de temizlik harekâtının “halka açık mahkemeler”de yapıldığını ifade etmek zorunda kalmıştır. (Büyük Deneme Komünist Hareketin ve Sosyalist Devletlerin Tarihi, s. 105, Doruk Yay.)
Ayrıca sıcak bir dost sesi olan “Stalin” kitabının yazarı J.T. Murphy’in,  açıklamalarından da bu görülebilir.
Büyük temizlik operasyonu döneminde eskiden Bolşevik olan, Bolşevik Parti’nin kurucuları ve önderleri durumunda olan, Ekim Devrimi ve sosyalizmin kurulması döneminde yer alan şahsiyetlerin (Zinoviev, Buharin, Radek, Rikov, Piyatakov vb.) ve bir kısım parti ileri gelenlerinin yargılandığı davalar (1936, 1937), ayrıca bir dizi ihanet şebekesinin ortaya çıkarılması vb.** tüm bunların parti yaşantısında güçlü bir sarsıntıya da yol açtığını düşünüyoruz.
SBKP (B) MK Plenumu’nun, Ocak 1938 tarihli “Olağanüstü Plenum Duyurusu”nda, partinin kitlesel arınma sürecinde işlenen hatalar ve zaaflarla ilgili kararları ilan edilir. Duyuruda, “SBKP (B) MK Plenumu, sağcı ve faşist Troçki yanlısı ajanların temizlenmesinde yürütülen çalışmalarda, birtakım hata ve tahriklerin partinin asalak, ikiyüzlü ve casuslardan arındırılmasını engellediğini, parti örgüt ve yöneticilerinin bunları dikkate almaları gerektiğini düşünmektedir. SBKP (B) MK’nın tüm emir ve uyarılarına rağmen, parti örgütleri pek çok durumda, özellikle komünistlerin partiden çıkartılmalarında, son derece hatalı, acımasız ve düşüncesizce davranmıştır.”, denmektedir.
Plenum, 5 Mart 1937 tarihli MK Plenum kararına dikkat çeker ve söz konusu kararı yeni “duyuru”ya ekler. 5 Mart tarihli kararda şunlar yer almaktadır:
“Parti yöneticilerimiz insanlara, parti üyelerine ve çalışanlara gereken önemi vermemektedir. İşçileri tanımaya çalışmayarak, onların nasıl yaşadıklarına, nasıl yetiştirildiklerine kayıtsız kalıyorlar ve kısacası kendi kadrolarını tanımamazlıktan geliyorlar. Parti üyelerine ve parti çalışanlarına farklı biçimlerde davranılmamaktadır. Örgüt çalışmalarımızda kişilere ayrıcalıklı davranmak çok önemli bir meseledir. Parti üyelerini ve parti çalışanlarını değerlendirirken de farklı bir tavır yoktur, genelde düşüncesizce davranılarak onları ya rastgele övüyorlar ya da yıpratıyorlar ve belli bir neden olmaksızın binlerce, hatta on binlerce insanı partiden çıkartıyorlar. Parti yöneticilerimiz on binlerce insanı teker teker düşünmeyip, onların kaderini göz önüne almadan, hepsini aynı kefeye koyuyorlar. ‘Bizim partimiz büyük, on binlerce insanın partiden çıkarılması partiyi etkilemez’ düşüncesiyle binlerce, hatta on binlerce insanı partiden atabilmenin kolay olduğunu zannediyorlar. Aslında parti üyelerine böyle davranan kişiler son derece parti karşıtı insanlardır.
“İnsanlara, parti üyeleri ve parti çalışanlarına böylesine insafsızca davranmak, doğal olarak partinin bazı kesimlerinde hoşnutsuzluğa ve kızgınlığa yol açmaktadır.
“Troçkizm yanlısı ikiyüzlülerin, partiye küskün yoldaşları büyük bir ustalıkla kendi saflarına çekerek, onları Troçkist sabotajın bataklığına sürükledikleri anlaşılmaktadır.” (SBKP (B) 18. Kongresinde Tüzük Değişiklikleri, A. Jdanov, s. 10-11, Evrensel Yay.)
Ocak 1938 tarihli “duyuru”da Plenum şu kararları alır:
1) Bölge, il komiteleri, birlik komünist partileri MK’leri ve tüm parti örgütleri bir gerekçe olmadan partiden kitlelerin çıkartılmalarını kararlı bir şekilde durdurmalıdır. Partiden ihraç edilenlerin, haklarını geri verme meseleleri görüşülürken bireysel ve müsamahakâr davranılmalıdır.
2) Bölge, il komiteleri ve birlik komünist partileri MK’leri, SBKP (B) MK emirlerini yerine getirmeyen, parti üyelerine keyfi davranan ve tüm belgeleri yeterince incelemeden SBKP (B) adaylarını ve üyelerini partiden ihraç eden parti yöneticilerini görevden alıp haklarında soruşturma açmalıdır.
3) SBKP (B) MK KPK parti kurulları, bölge, il komiteleri ve birlik komünist partileri MK’leri, partiden ihraç edilenlerin bir üst mahkemeye başvurulan dava dosyalarının incelenmesini üç ay içinde bitirmelidir.
4) Tüm parti komiteleri, komünistlerin partiden ihraç edilmesine yol açan gerekçeleri ve alınan kararları, parti üst organlarının tam ve açık bir şekilde inceleyebilmesi için açıklamalıdır. İl, şehir, bölge komiteleri ya da birlik komünist partileri MK’leri her kararı yazılı olarak yayınlamak zorundadır.
5) Parti organları, yerel parti organları tarafından haksızca partiden ihraç edilen parti üyelerinin haklarını geri vermeyi sağlayarak, verecekleri kararlarda SBKP (B)’ye bağlı hangi il ve bölge komitelerinin, yeniden partiye alınanlara, parti belgelerini dağıtması gerektiğini belirtmelidirler.
6) Parti il ve bölge komiteleri, partiye yeniden alınanlara parti belgelerini hemen teslim edip, onların parti çalışmalarına katılımını sağlayarak, parti taban örgütlerinin tüm üyelerine, SBKP (B) saflarında partiye yeniden alınanların Bolşevik eğitiminden sorumlu olduklarını anlatmalıdır.
7) Parti örgütleri, parti üyelerine iftira eden suçlu kişiler hakkında soruşturma açarak, iftiraya uğramış parti üyelerini tamamen temize çıkarmalıdır. Önceden basında çıkan ve parti üyelerinin itibarını düşüren belgeler hakkında kararlar alıp, bunları yayınlamalıdırlar.
8) Bir komünistin bir üst mahkemede davasına bakılmadan ve kesin olarak partiden ihracına karar verilmeden partiden atılması olayının listeye kaydedilmesi parti örgütlerine yasaklanmıştır.
9) SBKP (B)’den atıldıktan sonra görevinden ya da işinden alınan kişilerin hatalı ve zararlı çalışmalar yapmaları yasaklanmıştır.
SBKP (B)’den atılması gerekli görülen kişilere başka bir iş sağlandığı takdirde görevlerinden hemen uzaklaştırılmalıdır.
10) Bölge, il komiteleri ve birlik komünist partileri MK’leri 15 Şubat 1938 tarihine kadar gerekli Sovyet ve ekonomik organların aracılığı ile SBKP (B)’den çıkartılanların işe alınmasını sağlayarak SBKP (B)’den atılanların işsiz kalmalarına izin verilmemelidir.” (age., s. 21-22)
Bu kitabın incelenmesini okura özellikle öneriyoruz. Bu kaynakta, konu bağlamında, parti ve önderliğinin tavrını birçok açıdan görmek tümüyle olanaklı. Partinin hassasiyeti bakımından şu açıklamalar da oldukça önemli:
“Tüm bunlar, bölge, il komiteleri ve birlik komünist partileri MK’lerinin aslında yerel parti örgütlerinin yönetimine dikkat etmedikleri, özellikle parti üyelerinin kaderini ilgilendiren önemli ve titiz konularda işlerin oluruna bırakılarak, keyfi hareket edildiği anlamına gelmektedir.
“Bölge, il komiteleri ve birlik komünist partileri MK’leri, bir gerekçeye dayanmadan partiden atılmalara göz yummuş ve komünistlere keyfi davranmaya izin veren parti yöneticilerini saf dışı bırakmamışlardır.
“Şunu kavramak gerekir;
“ ‘Parti, parti üyesi için çok ciddi ve bir büyük meseledir, partide üyelik ya da partiden atılma insanın hayatında önemli bir dönüm noktasıdır.’
“Şunu kavramak gerekir;
“ ‘Partide, parti üyeliği saflarında bulunmak ya da partiden çıkarılmak bir ölüm kalım meselesidir.’ (Stalin)” (s. 20)
“Temizlik” döneminde çok ciddi tahribatların ortaya çıktığı kesindir. Jdanov imzalı kitaptan da bunu çok açık görebiliyoruz.
Temizlik operasyonlarının parti içerisinde nesnel olarak, tek yanlı bir güvensizlik yaratarak geliştirdiğini, iç demokrasiyi, iç ideolojik mücadeleyi, teorik üretimi, kolektif aklı, tabanın denetim ve söz hakkını, Bolşevik eleştiri ve özeleştiriyi, denetimi vb. yaraladığını da düşünüyoruz. Partide bürokratik merkeziyetçiliğin gelişimini ivmelediğini, küçük burjuva bürokrat unsurların, kariyeristlerin, ilkesiz insanların, nabza göre şerbet veren ve sadakat üzerine fırtınalar koparırken durumdan yararlananların, temizlik kampanyasının en büyük taraftarı gözükerek prestij kazanmaya çalışan belkemiksiz oportünist öğelerin vb. vb. çeşitli biçimlerde ve önemli oranda öne çıktıklarına inanıyoruz. Küçük burjuva bürokratik bir tabakanın gelişmekte olduğu o koşullarda bu saptamaları bir tarafa atamayız. “Durumun baskısı” altında kalmanın, sızan bazı önemli şahsiyetlerin sahte ve yanlış yönlendirmelerinin (örneğin GPU başkanının) ve küçük burjuva bürokrat kesimlerin yönlendirmelerinin burada söz konusu aşırılıkların oluşmasında başta gelen nedenleri oluşturduğunu düşünüyoruz.
Ancak her şeye rağmen, temelde, söz konusu temizlik operasyonlarının sosyalizmi sağlamlaştırmada önemli katkılar yaptığına inanıyoruz. Parti ve devlet yaşantısında doğan ciddi güvensizliklerin, negatif etkileri tümden aşılmamış olsa da, aşıldığına da şahit oluyoruz. Faşist Hitler canavarının SSCB’yi işgal etmesine karşı verilen mücadele ve gösterilen kahramanlıkların bunun açık kanıtı olduğunu düşünüyoruz.
Yargılamalar, devrimle karşı devrim arasında yaşanan keskin bir sınıf mücadelesi, sınıf mücadelesinin bir alanıydı. Kazanan proletarya olmuştur. Stalin’i sevmeyen ve Stalin’e ve sosyalizme karşı mücadele yürütenlere ait olan kaynakları incelediğimizde de görüyoruz ki, gerçekten de, eğer “iç cepheyi sağlamlaştırma” operasyonu başarıyla örgütlenmemiş olsaydı, SSCB dünya savaşını kaybedebilir veya çok daha ağır kayıplar vb. verebilirdi.
Kazanımlarının yanı sıra yarattığı tahribatların da nispeten yüksek olduğu “Temizlik kampanyası” gibi yöntemlerin bir dizi ülkede sosyalizmin birlikte inşa edildiği koşullarda, özellikle de emperyalist kuşatmanın yerini sosyalist kuşatmaya bıraktığı koşullarda görece daha yumuşak biçimler alacağını ve alması gerektiğini düşünmekteyiz. Bu bir sınıf mücadelesi yöntemidir. Belli tarihsel koşul ve dönemeçlerde uygulanabilecek bir yöntemdir. Temel ve sürekli bir yönetim yöntemi olamaz ve olmamalıdır. Sosyalizmin ilk kez, geri bir ülkede ve üstelik tek başına inşa edilmek zorunda kalınmış olmasının bu bakımdan da negatif bir etkisi olduğu gerçeğini bilince çıkarmalıyız. Sosyalizmin tarihsel deneyimlerinin eleştirel incelenmesinden bu bakımdan da çıkarılacak dersler ışığında, bu yöntem, daha dikkatli ve özenli kullanmalıdır. Bu yöntemin özellikle de bürokratizme, bürokratik önderlik ve çalışma tarzına, bürokratik merkeziyetçiliğe, bürokratik kadro politikasına, yeni tip bürokratik bir tabakanın oluşmasına karşı mücadele temelinde ele alınması da gerektiği ve bunun da yaşamsal önemde bir sorun olduğunun bilince çıkarılması gerekmektedir.

SSCB’DE Kapitalizmin Restorasyonu, Sosyalizmin Sorunları,  Tarihi Dersler kitabımızda da bir ek olarak yayınlanmış olan “Sovyetler Birliği Hakkında Söylenen Yalanlar” başlıklı İsveç Komünist Partisi[eski KPML(r)] üyesi Mario Sousa tarafından 1998 yılında kaleme alınmış belgenin özenle incelenmesini de okura salık veririz.

 

*Ki bu konuda okuyucunun “Büyük Komplo”, “Moskova Yargılamaları”, keza Molotov ve Benediktov’la yapılan röportajlardan oluşan kitapları, “Öteki Stalin”, “Hruşçov’un Yalanları”, İngiliz komünist Wıllıam B. Bland’ın çalışmalarını, “Stalin: Söylence ve Gerçeklik” yapıtını incelemesi gerektiğine inanıyoruz.

:** Ki, tüm davalar kamuoyuna açık yapılmıştır ve suçlular suçlarını mahkemelerde açıkça dünya kamuoyunun gözleri önünde itiraf etmişlerdir; ancak suçluların bir kısmının burjuva sınıf kininden kaynaklanan “aşırı itiraflar” taktiği ile davalar hakkında kuşku ve güvensizlikler yayma taktiğine de başvurduklarını vurgulamak gerekmektedir.

DEVAM EDECEK