Translate

29 Ekim 2016 Cumartesi

BELGE...



 

30 Mayıs 2005

“Cehalet, çaresi ölüm olan bir hastalıktır.”
Suriye atasözü
Jozef Stalin konusu onyıllardır dünyanın dörtbir yanında hem burjuvazi ve hem de “ilerici kamuoyu” tarafından tartışılıyor. Sözkonusu tartışmanın ağırlık noktasını “Stalin eleştiri”lerinin oluşturduğu, Jozef Stalin’e yönelik negatif değerlendirme ve saldırıların deyim yerindeyse emperyalist burjuvaziden sol liberallere kadar uzanan çok geniş bir cephenin imzasını taşıdığı biliniyor. Başını emperyalist burjuvazinin çektiği anti-Stalinizm; azılı faşistleri, şoven milliyetçileri, Kruşçevcileri, Avrokomünistleri, Troçkistleri, dinci gericileri, Siyonistleri, sosyal-demokratları, anarşistleri, burjuva demokratlarını, pasifistleri, devrim döneklerini, ezilen ulus milliyetçilerini, reformistleri, liberalleri vb. buluşturan bir platform adeta. Bunun nedeniyse açık: Marks, Engels ve Lenin’in öğretisi ilk kez Jozef Stalin’in SBKP’nin başında bulunduğu dönemde ete kemiğe büründü ve yüzmilyonlarca işçi ve sömürülen emekçinin gözleri önünde sosyalizmin/ komünizmin kapitalizme üstün olduğunun canlı ve çürütülemez kanıtlarını sundu. Başında Jozef Stalin’in bulunduğu SBKP’nin yönetttiği Sovyet Rusya işçi sınıfı ve halkları adeta kesintisiz kuşatma, sabotaj, diplomatik ambargo, emperyalist/ faşist saldırı koşulları altında zaferden zafere koştular. 1924’te Stalin’in SBKP Genel Sekreterliğine getirildiği sırada Asya/ Avrupa’nın en geri ülkelerinden birisi olan Sovyetler Birliği 1953’de dünyanın ekonomik, siyasal ve askeri bakımdan ikinci büyük devleti haline gelmişti. Ama bu devasa yapıtı yaratabilmek için Sovyet halklarının ödediği akılalmaz bedeller, yaptığı inanılmaz özveriler, aştığı eşi görülmemiş engeller unutulabilir mi? Ne yazık ki, burjuvazinin, işçi sınıfının devrimci öncü güçlerine dayattığı tasfiye süreci bu gerçekten görkemli dönemin anı ve deneyimlerinin tümüyle değilse de, büyük ölçüde unutulmasını olanaklı kıldı.
Peki, burjuvazinin bu deneyimi unutması ve Stalin’i bağışlaması olanaklı mı? Elbette değil. O yüzdendir ki, sömürücü sınıfların temsilcileri ölümünün üzerinden geçen 52 yıl boyunca kesintisiz bir biçimde yaptıkları gibi, bugün de Jozef Stalin’e ve onun mirasına saldırmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar. Burjuvazinin, O’nun anısını dünya işçi ve emekçilerinin zihninden silmek, bu alçakgönüllü ve büyük insanı elikanlı bir tiran, paranoyak bir diktatör, acımasız bir canavar gibi göstermek için yürüttüğü ideolojik saldırı, herhalde tarihin bugüne kadar gördüğü en büyük dezenformasyon çalışması olsa gerek. Emperyalist burjuvazi, savaşların ve sınıf savaşımlarının önce zihinlerde kazanıldığını ve komünist hareketin ve devrimci işçi sınıfı hareketinin tasfiye edilmesi için kavranacak halkanın ideolojik alanda yürütülen ve yürütülmekte olan kavga olduğunu çok iyi biliyor. En son, İkinci Dünya Savaşının SSCB’nin ve anti-faşist kampın görkemli zaferiyle sona erişinin 60. yıldönümü kutlamaları, emperyalist burjuvazinin Stalin’e ve sosyalizme kinini bir kez daha kusmasına vesile oldu. Komünist ve devrimci demokratik güçlerin dünya ölçeğindeki zayıflığını bilen ve ataları işçi sınıfına ve SSCB’ne karşı Hitler’i, Mussolini’yi ve Hirohito’yu desteklemiş olan emperyalist burjuvazinin şefleri, Jozef Stalin’i Adolf Hitler’le kıyaslama biçimindeki geleneksel rezilliklerini sergilemenin yanısıra, 27 milyon insanını feda ederek dünyayı faşizmin boyunduruğundan kurtaran SSCB’nin Doğu Avrupa’yı, faşist blokunki kadar karanlık bir rejimin boyunduruğu altına soktuğunu ileri sürebildiler. Oysa bu alçakça yaygaraları koparanlar bugün tüm dünyayı, İkinci Dünya Savaşı döneminin faşizminden çok daha vahim bir emperyalist savaş, militarizm ve neo-faşizm girdabına sürüklüyorlar. Demek oluyor ki, emekçi insanlık, büyük devrimci Jozef Stalin’e, O’nun yaratıcı düşüncesine, ezilen ve sömürülen sınıfların davasına bağlılığına, örgütleme kapasitesine, stratejik öngörüsüne ve çelikten kararlılığına bugün her zamankinden daha fazla gereksinim duyuyor.
Bu alanda da, ülkemizdeki gelişmeler, dünyadaki gelişmelerle genel bir koşutluk gösteriyor. Bizde de, yaşanan zayıflama ve güç yitirme süreci, açık ya da örtük anti-Stalinizm eğiliminin giderek daha da derinleşmesine olanak veriyor. Bizde de, gerek Türkiye toplumu ve devrimi ve gerekse dünya komünist hareketinin deneyimleri ve buna bağlı olarak Jozef Stalin konusunda egemen olan geleneksel sığlık ve yüzeysellik, hatta cehalet, burjuvazinin bu alandaki kesintisiz ideolojik saldırısına karşı koymayı zorlaştırıyor. Bu koşullarda, Marksizm-Leninizmin aydınlatıcı ışığından yeterince nasiplenmeden ya da ondan yoksun bir biçimde yetişmekte olan genç devrimci kuşakların, son çözümlemede anti-komünizm demek olan anti-Stalinizmden hiç de küçümsenmeyecek düzeyde etkilenmeleri ve geçmişte esamesi bile okunmayan anarşizm, Troçkizm, sivil toplumculuk gibi akımların aldatıcı büyüsüne kapılmaları nesnelerin doğası gereğidir. Jozef Stalin’den ve onun partisinden öğrenmeden, Marksizm-Leninizmin sınanmış yoluna ve ilkelerine sımsıkı sarılmadan, çeşitli ulus ve milliyetlerden Türkiye proletaryasının ve yoksul emekçilerinin devasa devrimci potansiyeli seferber edilmeden, ulusal hareket gibi tasfiye sürecine çoktandır girmiş akımlara yaslanarak politika yapma yolu terkedilmeden ülkenin, bölgenin ve dünyanın sürüklenmekte olduğu yıkıma ve cehenneme çevrilmesine karşı koymak olanaksızdır.
Jozef Stalin konusundaki gerçekleri, bir ölçüde de olsa ortaya koyabilmek için, Britanya’daki Komünist Liga adlı Marksist-Leninist örgütün 13 Mart 2001’de yitirdiğimiz önderi William B. Bland’ın 1977’de kaleme almış olduğu “Stalin: Myth and Reality” adlı yazısının çevirisini sunuyorum.
Garbis Altınoğlu

STALİN: SÖYLENCE VE GERÇEKLİK
WILLIAM B. BLAND
(Komünist Liga –Britanya- Haftasonu Okulunda Verilen Konferans)
1977
Giriş
Bildiğiniz gibi Komünist Liga, Sovyetler Birliği tarihinin tümünü kapsayan bir dizi rapor yayımlama süreci içindedir ve bu raporlar, Sovyet Komünist Partisi’nin Genel Sekreteri orununu elinde tuttuğu uzun dönem boyunca Stalin’in oynadığı rolü tam olarak açıklığa kavuşturacaktır.
Ne var ki, yoldaşlar Stalin’in rolüne ilişkin bu konferansın verilmesini istediler. Bununla birlikte, bunun, ancak araştırma programının bu bölümünün bitirilmesine kadar geçerli olabilecek eğreti ve geçici bir analiz olacağını takdir edersiniz.
Başlarken, Komünist Liga’nın Stalin’in rolünü birinci derecede önemli bir sorun olarak görmediğini söylemeliyim.
Stalin’in Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ nin (SBKP) Genel Sekreteri olduğu dönem içinde –1922’den öldüğü 1953’e kadar- hem SBKP içinde hem de (1943’de dağıtılmasına kadar) Komünist Enternasyonal içinde bazı suç derekesinde hatalı politikalar izlendiğine şüphe yoktur. Bu politikaların yanlışlığını kabul etmemiz, onlardan gereken dersleri çıkarmamız ve bu dersleri Britanya’da sosyalist devrimin zaferi programıyla kaynaştırmamız, yaşamsal önem taşımaktadır.
Fakat, belirli bir bireyin -bu Stalin’inki gibi son derece önemli bir rol olsa bile- SBKP’nin –doğru ya da hatalı- politikalarındaki rolü, bizce birinci derecede önemli bir sorun değildir.
Gene de, kendilerini Marksizm-Leninizme sadık sayanlar ve revizyonist eğilimlere karşı çıkanlar arasında bile öylesine büyük bir kafakarışıklığı var ki, yoldaşların, araştırmamız bunu olanaklı kıldığı ölçüde Stalin’in rolünün kabataslak bir çiziminin sunulmasını istemeleri anlaşılabilir birşeydir.
“Kanasusamış Diktatör” Söylencesi
Jozef Stalin’in adının dünyadaki insanların büyük çoğunluğuna “kibirli, paranoyak, kanasusamış diktatör” imgesini çağrıştırdığını söylemek, sanırım haksızlık olmayacaktır.
İngiltere tarihinde buna en yakın tarihsel figür, belki de, III. Richard’dır. Okullarda okutulan tarih kitaplarından ve Şekspir’in anlattıklarından “öğrendiğimize” göre, III. Richard küçük prensleri kulelerde öldüren kambur bir canavar vb. idi.
Bu imgenin kaynaklandığı döneme ilişkin belgelerin hemen hemen tümünün Henry Tudor’un Richard’ı devirmesini ve yeni bir hanedan kurmasını izleyen yıllara ait olduğunu bazı tarihçiler daha son bir kaç yılda ortaya çıkardılar. Bu tarihçiler, Tudorların, iktidarı ele geçirmelerini “bir tirandan kurtulma” olarak sunmakta çıkarları olduğunu ve son zamanlara kadar hakiki tarih olarak kabul edilenin aslında siyasal propagandadan başka bir şey olmadığını, III. Richard’ın kendisine atfedilen suçları işlediğini ve onun diğer krallardan daha kötü ve sakat olduğunu gösteren hiç bir kanıt bulunmadığını kabul ettiler.
Demek ki, eğer Stalin’in rolünü objektif bir tarzda değerlendireceksek, genel olarak kabul gören tablonun dayandığı kanıtları çok dikkatli bir biçimde gözden geçirmeli ve bu tablonun hakikate uygun olup olmadığına, kısmen ya da tamamen siyasal propagandaya dayalı bir söylence olup olmadığına ondan sonra karar vermeliyiz.
Bu bağlamda, bu imgeyi ayakta tutmuş ve tutmakta olan öğelerin hepsinin de–burjuva tarihçileri, “sosyalizme barışçı parlamenter yoldan geçiş”i savunan revizyonist Komünist Partilerinin liderleri, tek ülkede sosyalizmin inşası olanağını reddeden troçkistler- Stalin’in dayandığı siyasal ilkelere karşı olduklarını unutmamalıyız.
Bilimsel sosyalistler, Marksist-Leninistler olarak bizim, eğer gerçekten işlenmişse, herhangi bir bireyin suçlarının üstünü örtmekten en küçük bir çıkarımız olmadığı tartışma götürmez.
Ama, eğer sosyalizmin inşasını olanaklı kılacak doğru, bilimsel bir programa sahip bir Marksist-Leninist parti kurmak istiyorsak, sosyalist bir toplumun inşa edilmiş ve şimdi yokolmuş olduğu Sovyetler Birliği’nde gerçekte neler olduğunu bilmek ve anlamak zorundayız. Böyle bir program, ancak hakikatı esas alarak oluşturulabilir.
Sovyetler Birliği’nin tarihine ilişkin tüm olguları bilemeyeceğimiz açıktır. Fakat, bazı olguları biliyoruz ve genel olarak kabul gören Stalin tablosu bu bilinen olgulara uymadığı takdirde, bu tabloyu reddetmek zorunda kalacağımız açıktır.
Hemen göze çarpan bir mantıksal çelişmeyle karşı karşıyayız.
Stalin’in, en azından yüzbinlerce dürüst sosyalist-zihniyetli yurttaşın öldürülmesi ve hapsedilmesinden sorumlu olduğu ileri sürülmektedir; eğer bu iddia doğruysa, ülkede bir üyesi, dostu ya da komşusu Stalin’in “keyfi diktatörlüğü”nün “kurbanı” olmayan tek bir aile bile olmamalıdır.
Ne var ki, Sovyet emekçi halkının genel kitlesinin Stalin’in ölümünü derinden ve içten bir üzüntüyle karşıladığı da bir gerçektir. Öyle ki, ardılları ancak ölümünden üç yıl sonra onun sözde “suçları”na karşı, saldırıya geçebildiler. Onu bile, ancak metni Sovyetler Birliği’nde bugüne kadar henüz yayımlanmamış bir gizli konuşma biçiminde yapabildiler.
“Kişiye Tapınma”
SBKP’nin, ölümünden üç yıl sonra 1956’da toplanan 20. Kongresi’nde Stalin’e kamu önünde yapılan tek eleştiri, “kişiye tapınma”da dile getirilen eleştiridir.
Yaşadığı dönemde, Stalin’in çevresinde bir “kişiye tapınma”nın inşa edilmiş olduğu doğrudur ve Marksist-Leninistler böylesi bir tapınmanın ilkesel olarak yanlış olduğunu söyleyenlerin başında gelirler.
Kruşçov, böylesi bir “kişiye tapınma”nın inşa edilmesini Stalin’in sözde “kibirliliği”yle açıklamaktadır.
Ancak başkaları tarafından övüldüklerinde mutlu olan kibirli kişiler, çok dar kafalı kişilerdir. Stalin’in bir devrimci olarak yaşamı, diğer özellikleri bir yana, onun asla dar kafalı olmadığını gösteren kanıtlarla dolup taştığına göre, burada gene bir mantıksal çelişmeyle karşı karşıyayız.
Peki, kendi çevresinde inşa edilen “kişiye tapınma” karşısında Stalin’in kendisinin açıkça dile getirdiği tutumu neydi? O, bunu yeniden ve yeniden mahkum etti, lanetledi ve alaya aldı. Stalin’in “tapınma”ya karşı çok sayıdaki yazı ve konuşmaları arasında yer alan bir mektuptan bir alıntı sunuyorum. Bu mektup, Şubat 1938’de, kendisine “Stalin’in Çocukluğuna İlişkin Öyküler” adlı kitabın taslağını gönderen Çocuk Yayımevi’ne hitaben yazılmıştı:
“Ben ‘Stalin’in Çocukluğuna İlişkin Öyküler’in yayımlanmasına şiddetle itiraz ediyorum. Bu kitap çok sayıda maddi çarpıtmalar, yalanlar, abartmalar ve hakedilmemiş övgülerle dolu. Yazar, peri masallarına meraklı olanlar tarafından yanlış yönlendirilmiş… Ama, asıl önemli olan bu değil. Asıl önemli olan, bu kitabın Sovyet halkına (ve genel olarak halka) liderlerin ve yanılmaz kahramanların kişiliklerine tapınma eğilimini aşılamasıdır. Bu, tehlikeli ve zararlıdır. ‘Kahramanlar ve güruh’ teorisi Bolşeviklere değil, Sosyalist-Devrimcilere özgüdür… Size bu kitabı çöpe atmanızı tavsiye ederim.”
Aslında revizyonistler de, Stalin’in kamu önünde “kişiye tapınma”ya sistemli bir biçimde karşı çıktığını kabul etmek zorunda kalmışlardır. Onlar, “tapınma”nın buna rağmen sürmesini, Stalin’in sözde “ikiyüzlülüğü”ne bağlamakta ve onun “tapınma”yı el altından “teşvik ettiği”ni ileri sürmektedirler.
Peki ama, Stalin’in mide bulandırıcı bir biçimde yüceltilmesi kimlerden kaynaklanıyordu? “Tapınma”nın kurucusu, 1937’deki açık yargılamasında ihanetini itiraf eden Karl Radek idi. “Tapınma”nın en ateşli ve tumturaklı savunucularından biri de, 1956’da “tapınma”yı lanetlemede baş rolü oynamakla görevlendirilen Nikita Kruşçov’du. Tabii, “tapınma”nın bir tür moda haline gelmesinden sonra bir çok dürüst komünist te bu akıma ayak uydurdu; fakat, örneğin Vyaçeslav Molotov’un konuşmalarında, Kruşçov’un Stalin’in sağlığında yaptığı konuşmalarda tipik olanın tersine, Stalin’e aşırı övgüler görülmez.
Bu bağlamda, Stalin’in Lion Feuchtwanger’e aktardığı, “kişiye tapınma”nın, ilerde kendisini gözden düşürmek için “yıkıcılar” tarafından kasıtlı olarak teşvik edildiği yolundaki keskin gözlemi son derece ilginçtir. Yaşanmış olan tam da budur. Ve eğer Stalin bu durumun farkında idiyse, o zaman onun kamu önünde “kişiye tapınma”ya karşı çıkışının bütünüyle içtenlikli olduğu dışındaki bir alternatif açıklama hemen hemen olanaksız hale gelir.
Dolayısıyla, olgular Stalin’in “tapınma”ya karşı çıkışında bütünüyle içtenlikli olduğu, ancak onun sürdürülmesini engelleyemediği vargısını dayatmaktadır!
Ama, eğer bu kaçınılmaz vargı doğru ise, bu vargıdan –pek çok insan içtenlikle öyle olduğuna inansa da- “diktatör” Stalin tablosunun bütünüyle bir söylence olduğu mantıksal sonucu çıkar. Bundan, Stalin ve siyasal olarak onu destekleyenlerin uzun bir dönem boyunca SBKP’nin yönetici organlarında azınlıkta ve onun siyasal muhaliflerinin ise çoğunlukta oldukları mantıksal sonucu çıkar. Bundan, “kişiye tapınma”nın Stalin’in çevresinde, onun muhalefetine rağmen, gerçek durumu gözlerden saklamak, Stalin’in devrimci prestijini, bir yandan onun karşı çıkabileceği politikaları meşru göstermek, bir yandan da ilerde onu gözden düşürmek için inşa edildiği mantıksal sonucu çıkar.
Kremlin Tutsağı
Stalin’i, SBKP liderliği içindeki gizli revizyonist çoğunluğun “tutsağı” olarak resmeden bu alışılmamış tabloyu ele alırken şu noktanın akılda tutulması gerekir: Marksist-Leninistler, işçi sınıfının genelkurmayı olan Marksist-Leninist Partinin –çoğunluk kararlarının aynı zamanda azınlık ve (Genel Sekreter de içinde olmak üzere) bireyler için de bağlayıcı olmasını içeren demokratik merkezselcilik örgütsel ilkesi aracılığıyla oluşturulan- bir politika birliğine dayanmasının zorunlu olduğu yolundaki ilkeye sımsıkı bağlıdırlar.
Kuşkusuz, bir Marksist-Leninist, ancak Parti esas olarak Marksizm-Leninizme ve işçi sınıfının çıkarlarına dayanmaya devam ettiği sürece kendisini demokratik merkezselcilik ilkelerine bağlı sayar. Bu bağlamda, SBKP’nin Stalin’in sağlığında, onun ölümünden sonra aldığı –şimdi Sovyetler Birliği’nde kapitalist ekonomik sistemin restorasyonuna yol açmış olan -türden önlemler almamış olması anlamlıdır. SBKP’nin, Stalin’in sağlığında siyasal bakımdan yanlış ve yeni bir devlet kapitalistleri sınıfının doğmasının temellerini atan kararlar da aldığı doğrudur. Ama bu kararlar, onun ölümünden sonra alınan kararlardan nitelik olarak farklıydı; bu kararlar bir Marksist-Leninistin kategorik olarak, “Artık SBKP Marksist-Leninist bir parti değil, revizyonist bir parti olduğu için bu durum beni demokratik merkezselciliği tanımamak ve kamu önünde bu partinin politikalarını mahkum etmek zorunda bırakıyor.” demesine yol açacak karakterde değildi.
SBKP Merkez Komitesi Siyasal Bürosunun bileşimine bakacak olursak 1934’ten sonraki dönemin geneli itibariyle, onun üyelerinin çoğunluğunun daha sonra revizyonist olduklarının açığa çıktığını görürüz. Tabii, bu kişilerin o dönemde Stalin’in gerçek bağlaşıkları oldukları, ancak onun ölümünden sonra onun siyasal karşıtları haline geldikleri de söylenebilir. Ama onların Stalin’e, çoktandır siyasal bakımdan muhalif olduklarını, ama bunu kamu önünde söylemeyi uygun görmediklerini bizzat kendi anlatımlarından biliyoruz.
Stalin’in uzun bir süre boyunca gizli-revizyonist çoğunluğun tutsağı olduğu yolundaki görüşün en çarpıcı kanıtını, Ocak 1934’te toplanan SBKP 17. Kongresi’nin olguları sunmaktadır. Görünüşte bu kongrede, Genel Sekreterin çevresinde tam bir oybirliği vardı. Daha önceki kongrelerin hiç birinde bu kadar çok sayıda konuşmacı “deha”sından ötürü Stalin’i övmemişlerdi. Açık muhalefet grupları hatalarını kabul etmiş, hiziplerini dağıtmaya söz vermiş ve Stalin’i ölçüsüz bir övgü yağmuruna tutanlara katılmışlardı. Ama, kongrede, 100 küsur kişilik yeni Merkez Komitesi için seçimler yapıldığında, adaylar arasında en az oy alan Stalin oldu.
SBKP’nin, 1956’dan değil 1934 gibi erken bir tarihten itibaren (o zaman gizli) revizyonistlerin egemenliği altında bulunduğu hipotezini doğrulamak için yeterli kanıt bulunduğu açıktır.
İşin aslına bakılırsa, ancak bu hipotez Sovyetler Birliği’nde yaşanan olayların mantıklı bir açıklamasını sunmaktadır.
Aşırı Ücret Farklılıkları
Örneğin, Lenin ve Stalin kamu önündeki tutumlarını her zaman, sosyalizm koşullarında işçilere yapılan ödemelerin işin nicelik ve niteliğine göre belirlenmesi, ancak ücret farklılıklarının kesinlikle sınırlanması ilkesine dayandırmışlardı. 1930’lara kadar bu ilkeye sıkıca uyulmuştu.
Bu pozisyonu değiştirme kampanyası, bazı fabrika yöneticileri ve sendika görevlilerinin bir dizi sektörde tüm işçiler için ücret eşitliğine gidilmesi uygulamasına gitmeleriyle başlatıldı. Stalin Haziran 1931’de ücretlerin eşitlenmesini haklı olarak mahkum etti.
1934’ten itibaren, SBKP’nin yönetici organlarındaki revizyonist çoğunluk bundan yola çıkarak, yani Stalin’in ücretlerin eşitlenmesini kınamasına ikiyüzlü bir tarzda göndermede bulunarak giderek daha fazla büyüyen bir ücret farklılaşması süreci başlattı. Sonunda yüksek bir devlet görevlisi bir işçinin kazandığının 40 katından fazlasını kazanır oldu; şoförünün sürdüğü ve hafta sonunda ailesini daça’sına götürmek için kullandığı arabası fiilen onun özel mülkü haline geldi. Bir fabrika menajeri, aylık ve primleriyle birlikte, fabrikasında çalışan işçinin ücretinin 30 katına kadar para kazanır oldu. Ve daha önce olduğu gibi, Parti üyeliği onuru nedeniyle mali bakımdan cezalandırılmak yerine SBKP üyeleri –ortalamanın üzerinde personelin çalışmasından ötürü kuyruğa girmenin gerekli olmadığı ve kamuya açık mağazalarda bulunmayan eşyanın bulunduğu özel mağazalardan yararlanma gibi- her türlü ayrıcalığa sahip oldular.
Bu aşırı farklılıklar, toplumsal sistemin sosyalist karakterini ortadan kaldırmadı. Fakat onlar, emekçi halk içinde yüksek ayrıcalıklara sahip bir katmanın – Stalin’in ölümünden sonra revizyonizmi ve kapitalist ilkeleri hevesle benimseyen bir katmanın- oluşmasının ve sonunda yeni bir devlet kapitalistleri sömürücü sınıfının ortaya çıkmasının temellerini attı.
Eğer Stalin, aşırı ücret farklılıkları konusunda fikrini değiştirmiş olsaydı, O’nun bunu dile getirmesi beklenirdi. Ancak ben, Stalin’in böyle bir açıklama yaptığına ilişkin hiç bir kayda rastlamadım. Öte yandan, bu politikaya karşı muhalefetini sürdürmesi ve çoğunluğun kararının kendisini de bağlaması halinde, onun kamu önünde bir açıklama yapmaması ve muhalefetini Parti organları içinde dile getirmekle yetinmesi nesnelerin doğası gereğiydi.
Böylelikle, “kişiye tapınma”nın, Partinin demokratik merkezselciliğiyle yanyana bulunması, Stalin’in son derece büyük ücret farklılıkları politikasını desteklediği, hatta kendisinin ücretlerde eşitlikçiliğe karşı çıktığı gözönüne alındığında, O’nun bu politikanın mimarı olduğunun ima edilmesini olanaklı kıldı.
Komünist Enternasyonal İçindeki Durum
Hipotezimize Komünist Enternasyonal’le ilişkisi içinde göz atalım.
Çizilen tipik Komintern tablosu bu örgütün, “Stalin’in denetiminde” bir alet olduğu ve onun politikalarının üç aşağı beş yukarı Stalin’in kavrayışına bağlı olarak sağa sola yalpaladığı biçimindedir.
Fakat bu tablo, bilinen olgularla uyuşmamaktadır.
Örneğin, Komünist Enternasyonal’in 1922’de toplanan 4. Kongresi sırasında, Lenin’in sağlığı daha o zaman o kadar kötüydü ki, kongrede esas rolü Troçki oynamıştı. Komünist Enternasyonal’e, -Komünist Partiden, sosyal-demokrat partiden ve kitlesel sendikalardan alınacak bakanlardan oluşacak ve daha sonra işçileri silahlandıracak, sermayenin iktidarını yıkacak, üretim araçları üzerinde işçilerin denetimini kuracak ve kapitalist devleti bir işçi devletine dönüştürecek- sözde “işçi hükümetleri” kurmak için çalışma revizyonist çizgisini, işte bu kongre dayatmıştı.
Stalin’in müdahalesi ilk kez Komünist Enternasyonal ’in 1924’te toplanan 5. Kongresi’nde oldu; bir önceki kongrenin –sosyalizme parlamenter yoldan geçiş yanılsamasını besleyen- revizyonist çizgisinin reddi ve kapitalist devletin devrimci yoldan yıkılması için işçilerin seferber edilmesi doğrultusunda çalışma biçimindeki doğru Marksist-Leninist çizginin kabulü, esas olarak Stalin’in inisiyatifiyle gerçekleştirildi.
Bunu izleyen dört yıllık sürede Stalin’in Komintern’in çalışmalarında öndegelen bir rol oynadığı kuşkusuzdur; O’nun bu döneme ilişkin “Yapıtları” Komintern’in gündemine ilişkin çok sayıda konuşma içermektedir. Fakat, Komintern’in 1928’de toplanan 6. Kongresi, bir dizi önemli sorunda Stalin’in şiddetle karşı çıktığı bir çizgi benimsedi; daha sonraki birkaç yıl boyunca Komünist Enternasyonal, uluslararası harekete -özellikle Komünist Enternasyonal’in Almanya Komünist Partisi’ne dayattığı çizginin, büyümekte olan faşizm tehlikesine karşı birleşik bir cephe inşa etme kilit görevini fiilen baltaladığı Almanya başta gelmek üzere- giderek daha fazla zarar veren ve zaman içinde daha da derinleşen “solcu” bir rotaya girdi. Fakat, 1928’den sonra artık, Stalin’in Komintern gündemine ilişkin konuşmalarına rastlanmaz; Stalin, Komintern’in yönetici organı olan Siyasal Sekretaryaya seçilmemişti. Komünist Enternasyonal’in denetimi, başını Dmitri Manuilski ile Georgi Dimitrov’un çektiği bir gizli revizyonistler grubunun eline geçmişti.
Bir başka deyişle, Komintern, Stalin’in bu örgütteki fiili etkisinin ortadan kaldırılmasından sonra Komünist Partilerine 1929-34 döneminin “solcu” taktiklerini; yani, Komünistlerin, ayrı ve küçük “kızıl” sendikalar kurmak üzere kitlesel sendikalardan ayrılması gerektiği, burjuva demokrasisi ile faşizm arasında esasa ilişkin hiç bir fark olmadığı, Almanya’da işçi sınıfının baş düşmanının faşizm değil de sosyal-demokrasi olduğu türünden -Almanya’da faşizmin zaferinde önemli bir rol oynayan- taktikleri dayattı.
Ve Komünist Enternasyonal’in 1935’de revizyonistlerin önderliğinde toplanan 7. Kongresi, 1922’de Troçki’nin inisiyatifiyle kabul edilen sağ revizyonizme, yani “parlamenter demokrasi” yoluyla, sözde seçimle işbaşına gelecek ve sermayenin iktidarı içinde devrimci mevziler elde edebilecek, üretim üzerinde işçi denetimi kurabilecek ve kapitalist devleti bir işçi devletine dönüştürebilecek olan Halk Cephesi hükümetlerinin kurulması çizgisine geri döndü.
Tabii, 1935’e gelindiğinde Stalin’in Marksist-Leninist ilkelerden koptuğu ileri sürülebilir. Ama, Stalin’e bu çizgiyi kamu önünde onaylatmak, Komünist Enternasyonal’in 7. (ve son) Kongresi’nin revizyonist çizgisinin savunucularına sadece yarar sağlardı. Böylesi bir onamanın asla gerçekleşmemiş olması, Stalin’in bu çizgiye kişisel muhalefetinin güçlü bir dolaylı kanıtını oluşturur.
SBKP İçindeki Açık Muhalefet
Şimdi Sovyetler Birliği’nin kendisine dönebiliriz.
Hem Lenin hem de Stalin, işçi sınıfının siyasal iktidarını kurmasından ve sosyalist bir toplumun inşasına girişmesinden sonra sınıf savaşımının süreceğinin her zaman altını çizdiler. Revizyonistler, Stalin’in bir yandan bunun böyle olduğunu ileri sürmek, bir yandan da kapitalist sınıfın ortadan kaldırılmış olduğunu söylemek suretiyle “kendi kendisiyle çeliştiğini” belirterek eleştirmeye bayılırlar.
Evet, bellibaşlı üretim araçları toplumsallaştırıldığında, kapitalist sınıf, emekçi halkı sömüren üretim araçları sahibi sınıf ortadan kaldırılmış olacaktır. Ancak, bu sabık sınıfın mensupları, çoğunlukla varolmaya devam ederler; parasal biriktirimleri tükendiğinde çalışmak ve işçi sınıfının bir parçası haline gelmek zorunda kalabilirler. Ama onlar bundan ötürü, kaçınılmaz olarak işçi sınıfının bakış açısını benimsemezler. Onlar, eski sistem koşullarında sahip oldukları mülk ve statüyü yeniden ele geçirmenin özlemiyle yanıp tutuşur ve kendilerinden “çalınan” şeyleri geri alabilmek için doğal olarak biraraya gelir ve komplolar kurar, ama bu arada, bütün bunları açgözlülük ve bencillik gibi motiflerle değil, “özgürlük”, “demokrasi” ve “uygarlık” yararına yaptıklarına inanırlar.
Asıl mülksüzleştirilen kapitalistlerin ölümüyle de bu siyasal muhalefet sona ermez. Onlar bakış açılarını kendi çocuklarına ve çocuklarının çocuklarına aktarabilmekte, onlara ailenin bir köşkünün ve hizmetçilerinin olduğu “o eski güzel günler”e özlem duymayı ve o günleri geri getirmek için çalışmayı öğretebilmektedirler.
Sovyet yönetiminin ilk günlerinde bu karşı-devrimci siyasal muhalefet, mensuplarının kapitalist ülkelerin çoğunun yabancı müdahale ordularının yardımını aldığı silahlı iç savaş biçimine büründü. Bu muhalefet, aynı zamanda, Sovyet iktidarını çökertmek amacıyla karşı-devrimi desteklediklerinden dolayı bastırılmalarına kadar geçen süre içinde, Kadetler, Menşevikler vb. pro-kapitalist siyasal partilerin siyasal muhalefeti biçimine büründü.
Burjuva partilerinin bastırılması nedeniyle, Komünist Partisinin biricik yasal parti haline gelmesini izleyen dönemde, Sovyet yönetimine karşı Komünist Partisi içindeki muhalefet hiziplerinin yürüttüğü siyasal muhalefet hala açık bir biçime bürünmekteydi. Tabii, Parti içindeki bu siyasal muhalefetlerin biçimi, anti-Bolşevik partilerin muhalefetlerininkinden farklıydı; bu muhalefetler kendilerini “sosyalist” ve “Marksist” olarak gösteriyor ve hatta Lenin ve Stalin’den daha iyi Marksist olduklarını ileri sürüyorlardı. Ama, birbirini izleyen her durumda Lenin ve Stalin’e muhalefetlerinde ortaya koydukları siyasal çizgi, yaşama geçirilmesi halinde sosyalizmin inşasını sekteye uğratacak nitelikteydi.
Elbette, Rusya Komünist Partisi içindeki bu hizip muhalefeti, büyük çoğunluğuna Parti üyeliğinin kapalı olduğu eski kapitalistler tarafından yürütülmemekteydi. Fakat, her Marksist-Leninist Partide, işçi sınıfının bakış açısına sahip üye kitlesi dışında, partiye küçük-burjuva bakış açısını -yani esas olarak burjuva karakter taşıyan bir bakış açısını- getiren ve muhafaza eden belli sayıda üyeler de bulunur. Öte yandan, kasıtlı olarak onu çökertmek amacıyla bu Partilere az sayıda gizli ajan da kaçınılmaz olarak sızacaktır: küçük-burjuva bakış açısına sahip Parti üyeleri ise, bu ajanların üzerinde etkinlik gösterdiği zemini sağlarlar.
Dolayısıyla, Marksist-Leninist bir Parti içindeki hizip savaşımları aslında, işçi sınıfıyla kapitalist (ya da sabık-kapitalist) sınıf arasındaki sınıf savaşımının bir yansımasından başka bir şey değildirler.
Örneğin, 1920’lerde SBKP içindeki muhalefetin çizgisinin kilit noktalarından biri, tek ülkede sosyalizmin inşasının olanaksız olduğu, bundan dolayı Sovyet hükümetinin “uluslararası devrimci görevi”ni, Kızılordu’yu, işçilerin kapitalizmi yıkmalarına “yardımcı olmak” üzere Batı Avrupa’ya göndermek suretiyle yerine getirmesi gerektiği biçimindeydi.
Uygulamaya konulması halinde, Sovyet Rusya’da işçi sınıfı iktidarının yıkılmasından başka bir sonuç veremeyecek olan bu suç derekesindeki hatalı politikaya karşı saldırıyı yöneten ve onun Partinin ezici çoğunluğu tarafından reddedilmesini sağlayan Stalin oldu.
“Komplocu ve Terörist Bir Örgüt”
Bu yenilgi ve öndegelen muhalefet lideri Leon Troçki’nin Sovyetler Birliği’nden kovulması, geriye kalan muhalefet üyelerini, Stalin’in çevresindeki önderliğin politikalarına karşı cepheden muhalefetin yakın gelecekte başarılı olma şansının olmadığını kabul etmek zorunda bıraktı. Bu yüzden onlar taktiklerini değiştirdiler; açıkça muhalefet yürütmekten vazgeçtiler; eski hatalarını mahkum ettiler ve her türlü hizip çalışmasını durduracaklarına söz verdiler. Kuruluşundan bu yana, (Rusya-ç. n.) Komünist Partisi’nde ilk kez siyasal oybirliği sağlanmış gözüküyordu.
Muhalefet, yeni taktikleri uyarınca üyelerini Parti ve devlet aygıtı içinde öndegelen ve etkili orunlara yerleştirmeye ve izlemek istedikleri revizyonist siyasal çizginin uzlaşmaz karşıtları saydıkları Parti üyelerini terörizm metotlarıyla ortadan kaldırmaya girişti. Siyasal muhalefet, Stalin’in anlatımıyla, “gizli ve terörist bir örgüt” haline geldi.
İstisnasız bütün devletlerde güvenlik polisi, devlet aygıtının önemli bir öğesini oluşturur. Bu bakımdan, muhalefetin komplo planlarının kilit noktalarından biri, güvenlik polisinin denetimini ele geçirmekti.
Sovyet güvenlik polisinin başı Vyaçeslav Menzhinski 1934’te öldü ve yerini eski yardımcısı Henrikh Yagoda’ya bıraktı. 1938’de ihanet suçlamasıyla yargılanması sırasında Yagoda, bir süredir gizli komplonun bir parçası olduğunu ve Menzhinski’nin, doğal nedenlere bağlı olarak gerçekleşmiş gibi gösterilerek öldürülmesini düzenlediğini itiraf etti.
Bunu izleyen dört yıllık süre içinde NKVD (“İçişleri Halk Komiserliği-ç. n.), ilk önce onu esas olarak muhalefet üyelerinin komplosuna katılanları korumak için kullanan muhalefetin elindeydi. Bu arada, muhalefet, uzlaşmaz karşıtları saydıkları Parti ve devlet liderlerine karşı kapsamlı bir cinayet kampanyasına girişmişti. Bu cinayetler için seçilen ana metot, adıgeçen yöneticilere eşlik eden doktorların –yani ya zaten muhalefet komplosunun üyeleri olan ya da baskı ya da şantaj yoluyla bu komploya hizmet etmeye zorlanan tıp görevlilerinin- kullanılmasıydı. Bir lider hastalandığında doktor çağrılıyor, yanlış tedavi uygulanıyor ve hasta ölüyor, ardından doktor hastanın doğal nedenlerle öldüğü yolunda bir ölüm sertifikası imzalıyordu. Muhalefet liderleri ise ölünün ardından gazetelere derin üzüntülerini anlatan abartılı taziye mesajları gönderiyorlardı.
Bu yolla ortadan kaldırılan önemli liderler arasında (Menzhinski’nin dışında) Valeryan Kuybişev (Yüksek Ekonomi Konseyi Başkanı ve Parti Siyasal Büro üyesi) ve yazar Maksim Gorki de vardı.
Artık Siyasal Büroda azınlığa düşmüş olan Stalin, (muhalefetin bu atağına-ç. n.) Parti Genel Sekreteri sıfatıyla sahip olduğu sınırlı iktidarı kullanarak, kişisel koruma birimini yeni baştan örgütlemek ve onu, kendi denetimi ve Aleksandr Poskrebişev’in yönetimi altında bir istihbarat servisine dönüştürmek suretiyle yanıt verdi.
Daha sonra, Aralık 1934’de Sergey Kirov (Leningrad Parti Sekreteri ve Parti Siyasal Büro üyesi), muhalefetin öndegelen üyelerinden olan –ve Ekim Devrimi’nin kararlaştırılan tarihini kapitalist basına açıklamış olmalarıyla tanınan- Grigori Zinovyev ile Lev Kamenev’in dostu olan Leonid Nikolayev adlı birisi tarafından vurularak öldürüldü. Başında Yagoda’nın bulunduğu NKVD, Kirov cinayetinden ötürü bir dizi eski aristokratı komplo düzenleme savıyla tutukladı.
Bununla birlikte, Stalin’in istihbarat servisi, O’nun kişisel denetimi altında Kirov cinayetini bağımsız olarak soruşturdu. Bu servis Nikolayev’in, başını Zinovyev ile Kamenev’in çektiği Leningrad’daki muhalefet çevresine üye olduğunu, Nikolayev’in cinayetten birkaç gün önce üzerinde bir tabanca ve Kirov’un bürosuna gidiş ve gelişinde kullandığı yolu gösteren bir harita olduğu halde NKVD tarafından yakalandığını ve ardından serbest bırakıldığını ortaya çıkardı. Genel Sekreterin istihbarat servisinin hazırladığı rapor üzerine, NKVD, Zinovyev ve Kamenev’in yanısıra yerel NKVD yöneticisini tutuklamak zorunda kaldı. Zinovyev ile Kamenev, Nikolayev’i cinayeti işlemeye teşvik eden bir atmosfer yaratmaktan suçlu bulundular ve kısa süreli bir hapis cezasına çarptırıldılar.
Ancak, Stalin’in istihbarat servisi Kirov cinayetine ilişkin soruşturmasını sürdürdü ve Zinovyev ile Kamenev’in cinayetten sadece “moral açıdan sorumlu” olmakla kalmadıklarını, onun planlamasında doğrudan yer aldıklarını ortaya çıkardı. Bunun üzerine onlar, bu daha ağır suçlama temelinde yeniden yargılandılar, suçluluklarını kabul ettiler ve ölüm cezasına mahkum edildiler.
1935-36’da Stalin, devlet güvenlik polisinin “beceriksizliği”ni bir kaç kez eleştirdi. Bunun üzerine NKVD’nin başı Yagoda (Eylül 1936’da) sonunda görevinden alındı ve yerine –daha sonra kendisinin de muhalefet komplosunun bir üyesi olduğu anlaşılacak olan- yardımcısı Nikolay Yezhov getirildi.
1937 ve 1938’de Yezhov’un yönetimindeki NKVD –Stalin’in eleştirisini dikkate almış gözükerek- son derece “aktif” bir rota izledi. O, gerçek komplocuları korurken çok sayıda tümüyle dürüst Komünisti sahte suçlamalarla tutukladı ve hapse attı.
Yargılamalar
1937 ve 1938 yıllarında Stalin’in istihbarat servisi bağımsız soruşturmalarını sürdürdü ve NKVD’ye, muhalefet komplosunun öndegelen isimlerinin –Karl Radek, Yuri Piyatakov ve (NKVD’nin sabık yöneticisi) Henrikh Yagoda’nın yanısıra içlerinde Genelkurmay Başkanı Mareşal Mikail Tukaçevski’nin de bulunduğu bir dizi Kızılordu üst düzey subayı- ihanetine ilişkin tartışma götürmez kanıtlar sunarak NKVD’yi onları tutuklamak ve mahkemeye çıkarmak zorunda bıraktı.
Sivil sanıklar açık duruşmalarda yargılandılar, suçluluklarını kabul ettiler ve ölüm ya da uzun hapis cezalarına çarptırıldılar.
NKVD’nin başındaki komplocular, kendi denetimleri dışındaki koşullara bağlı olarak sanıkların duruşmalara çıkarılmalarını önleyememekle birlikte, savcıların kayıtsız bakışları altında sanıkların mahkeme anlatımlarında, en basit bir denetimin bile yanlışlığını açığa çıkarabileceği bir-iki küçük hata yapmasına izin verdiler ve böylelikle duruşmaların güvenilirliği üzerine belirli bir şüphe gölgesi düşürülmesine yardımcı oldular. Örneğin, (Ağustos 1936’daki Zinovyev-Kamenev yargılamasının sanıklarından biri olan) Eduard Holtzmann Troçki’nin oğlu Lev Sedov ile komplo amaçlı bir görüşme yaptığını kabul etti; ama bu duruşmanın Kopenhag’daki Hotel Bristol’de gerçekleştiğini söyledi. Sürgündeki Troçki ise, Hotel Bristol’ün bu sözümona görüşmeden yıllarca önce yıkılmış olduğuna işaret etmek ve yargılamanın tümünün “adli sahtekarlık” olarak nitelemek suretiyle reddedilmesi gerektiğini ileri sürdü.
Kuşkusuz, bilindiği gibi uydurma kanıtlar oluşturulabilir, tanıklar yalan söyleyebilir; sahte suçlamalar ve “adli sahtekarlıklar” da görülmemiş şeyler değildir.
Ancak, bu yargılamaların önemli bir özelliği sanıkların, Alman ve Japon istihbarat servisleriyle işbirliği halinde casusluk da içinde olmak üzere ihanet komplosuna ilişkin suçlamaların tümünü kabul etmiş olmalarıdır. Troçki’nin, “iyi Komünistler” olan sanıkların “adli sahtekarlık kurbanı” oldukları yolundaki savının kabul edilmesini güçleştiren, her şeyden önce, işte bu itiraflardır.
Bu güçlüğü açıklamak için ileri sürülen teorilere bir göz atalım.
Birincisi, işkence. Bazı dürüst Komünistleri işkence yoluyla sahte ihanet itirafları yapmaya zorlamak elbette olanaklıdır. Fakat, mahkemede bunu sergileme olanağı bulunmaktaydı. Ne var ki, çok sayıda sanıktan hiç biri böyle bir girişimde bulunmadı; hatta, kendilerine açıkça, yargılama öncesinde herhangi bir baskıya uğrayıp uğramadıkları sorulanların hepsi de bu soruya olumsuz yanıt vermiştir.
İkincisi, ilaçlar. Ancak, tıp bilimi, insanları bir yandan tümüyle gerçekdışı suçlamaları itiraf etmeye zorlarken, bir yandan da diğer bütün bakımlardan tümüyle normal davranmalarını, hatta savcıyla karşılıklı tartışmaya girmelerini sağlayan bir ilacın varlığından habersizdir.
Üçüncüsü, sahte itiraflarda bulunmaları halinde bağışlanacakları vaadi. Bu teori, belki ilk yargılamalar bağlamında hesaba katılabilir. Fakat, Zinovyev ile Kamenev’in idam edilmelerinden sonraki yargılamalar için bu olasılık asla geçerli olamaz.
Dördüncüsü, Stalin’e sadakat. Sanıkların hemen hemen tümünün yıllardır Stalin’e karşı açıkça kampanya yürütmekte oldukları gözönüne alındığında bu, anılan teoriler arasında en az inandırıcı olanı olmaktadır.
Nisan 1937’de, Leon Troçki’yi Savunma Komitesi, o zaman Troçki’nin yaşamakta olduğu Meksika’da Sovyetler Birliği’ndeki yargılamalara ilişkin bir “Soruşturma Komisyonu” topladı. Eğer masum idilerse, dürüst kıdemli devrimcilerin açık mahkeme sürecinden masum olduklarını ilan etmek için yararlanmalarının neden gerekmediği yolundaki bir soruya Troçki sadece şu yanıtı verebildi:
“Bu tür soruları yanıtlamakla yükümlü değilim.”
Yargılamaları izleyen deneyimli gazetecilerin, avukatların ve diplomatların büyük çoğunluğunun mahkeme sürecinin güvenilirliği ve sanıkların suçluluğu konusunda hiç bir kuşkularının olmaması anlamlıdır. Örneğin, ABD’nin Moskova elçiliğine atanmadan önce kendisi de bir avukat olan Joseph Davies şöyle yazıyordu:
“Bu mahkeme süreci, insan doğasının bütün temel zaaf ve kusurlarını, kişisel ihtirasların en kötü örneklerini gözler önüne seriyor. O, bu hükümeti alaşağı etmeye çok yaklaşmış olan bir komplonun ana çizgilerini ortaya koyuyor…
Bence, Sovyet hukukuna göre siyasal sanıklar açısından, onların ihanetten mahkum edilmelerini haklı çıkaracak düzeyde suçların işlenmiş olduğu,… herhangi bir kuşkuya yer vermeyecek biçimde kanıtlanmıştır (…)… Yargılamayı en düzenli bir biçimde izleyen diplomatların kanısı, genel olarak, davanın, çok çetin bir siyasal muhalefetin ve son derece ciddi bir komplonun varlığını kanıtladığı doğrultusundaydı; bu da Sovyetler Birliği’nde son altı aydır yaşanmakta olan ve şimdiye kadar açıklanamayan olayların bir çoğunu diplomatlar açısından aydınlığa kavuşturuyordu.” (J. E. Davies, “Mission to Moscow”, Cilt 1, 1942, Londra, s. 177, 178-79)
Kanıtların askeri niteliği yüzünden Tukaçevski ve diğer öndegelen generaller savaş divanı tarafından gizli olarak yargılandılar. Dolayısıyla, son yıllarda “haksız yargılama” savları bu yargılama üzerinde odaklandı. Hem İngiliz hem de Çekoslovak istihbarat servislerinin, Tukaçevski’nin Nazi Almanyası hesabına hainane çalışmaları konusunda Moskova’ya uyarılarda bulundukları kabul edilmektedir; fakat bu durum, onun aslında Sovyet devletine sadık olduğu halde, Sovyetler Birliği’nin askeri gücünü zayıflatmak isteyen Alman istihbarat servisinin düzenlediği bir “oyunun” kurbanı olduğu teorisiyle “açıklanmaktadır.” Bu teorinin hesabına üzücü olmakla birlikte, Tukaçevski’nin yurtdışı gezilerinde pro-Nazi sempatisini gizlemediğinin yeterince kanıtı olduğu belirtilmelidir. Örneğin, Fransız gazetecisi Genevieve Tabouis, “They Called Me Cassandra” adlı kitabında şunları yazmıştı:
“Tukaçevski’yle son karşılaşmam Kral Beşinci George’un cenaze töreninden bir gün sonra olacaktı. Sovyet elçiliğinde verilen yemekte Rus generali çok konuşkandı… O, Almanya’ya yaptığı geziden daha yeni dönmüştü ve Nazilere ateşli övgüler yağdırıyordu. Sağ yanıma oturmuş olan Tukaçevski durmadan, ‘Onlar daha şimdiden yenilmezlik noktasına ulaşmışlar, Madame Tabouis!’ deyip duruyordu… O akşam onun bu coşkusundan dehşete kapılan tek kişi ben değildim.”
Özetlemek gerekirse, 1936-38 yargılamalarına ilişkin bilinen olguların, mahkemelerde yargılanan sanıkların aynen iddia makamınca ileri sürüldüğü gibi suçlu olmaları dışında hiç bir açıklaması yapılamamıştır. Bununla birlikte, öndegelen komplocuların ancak daha çok göze batanlarının, esas olarak açık muhalefet geçmişi bulunanlarının saptandığı ve etkisizleştirildiği şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Tutuklanan komplo mensuplarının, açığa çıkmamış suçortaklarını korumak amacıyla ancak yetkililerin keşfettiği verileri kabul etmeleri ve bunun ötesinde bir itirafta bulunmamaları konusunda aralarında önceden anlaştıkları kuşkusuzdur. Bu yüzdendir ki, Zinovyev ile Kamenev ilk yargılanmaları sırasında, konuşmalarının Kirov’un öldürülmesini teşvik eden bir atmosfer yarattığını kabul ettiler ve bundan ötürü çok üzgün olduklarını söylediler. Onlar, ancak ikinci yargılanmaları sırasında, yeni kanıtlar keşfedildikten sonra suça ortak olduklarını kabul ettiler.
Beria’nın Rolü
Kayıtlardan da görülebileceği gibi, 1937 ve 1938 yıllarında Stalin, sadece gerçek hainleri korumakla kalmadığını, ama aynı zamanda çok sayıda dürüst yoldaşı yasadışı bir tarzda tutukladığını ileri sürdüğü NKVD’yi eleştirmeye devam etti. Stalin’in kişisel inisiyatifi sonucunda Aralık 1938’de Yezhov NKVD Başkanlığı görevinden alındı ve yerine Stalin’in eski bir çalışma arkadaşı olan Lavrenti Beria getirildi.
Stalin’in ölümünden sonra SBKP’nin rakipsiz liderleri haline gelen revizyonistler, devlet güvenlik polisinin başı sıfatıyla iktidarı kötüye kullandığını ileri sürdükleri Beria’yı, Stalin’in ardından ikinci “baş suçlu” olarak sayıyorlardı.
Bununla birlikte, Beria’nın NKVD Başkanı orununda bulunduğu dönemin tümü boyunca -Aralık 1938’den Ocak 1946’ya kadar- güvenlik polisi tek bir öndegelen kişiyi bile tutuklamadı. Daha sonraki olayların ışığında baktığımızda, bunlardan bazılarının tutuklanmış olmalarının gerektiğini söyleyebiliriz. Ama aslında, Beria’nın yönetimi altındaki NKVD, savaşın patlak vermesine kadar geçen sürede Yagoda ve Yezhov dönemlerinde tutuklanan tüm mahkumların dosyalarını yeniden soruşturmakla uğraşıyordu. Bunun sonucunda, (o zaman İngiliz gazetelerinin muhabirlerinin de tanıklık etmiş oldukları gibi) binlerce siyasal mahkum aklandı ve evlerine dönmek üzere tahliye edildi.
Gerçekten de hakikat, Kruşçov’un SBKP’nin 20. Kongresi’ndeki gizli konuşmasında çizdiği Beria tablosundan bütünüyle farklıdır. Ama, büyük anti-sosyalist komplonun açığa çıkarılamamış öğeleri oldukları dikkate alındığında, SBKP’nin Stalin-sonrası liderlerinin, komplocuların planlarını yaşama geçirmelerini engellemede Stalin’e yardımcı olan Beria’ya ve her ikisine karşı neden bu denli büyük nefret besledikleri anlaşılabilir.
Stalin’in çevresinde “kişiye tapınma”nın inşa edilmesi revizyonistlere büyük avantajlar sağlamakla birlikte, bu durum onlar açısından iki önemli dezavantaj da yaratmaktaydı.
Birincisi, bu koşullar, SBKP’nin yönetici organlarında çoğunluğa sahip olsalar da, Stalin sağ ve siyasal bakımdan aktif olduğu sürece revizyonistlerin sosyalist toplumun temellerini açıkça zayıflatacak, kapitalist toplumun özelliklerinden herhangi birini açıkça restore edecek önlemler almalarını fiilen önledi. Bu koşullar revizyonistlerin böyle davranmalarına izin vermedi; çünkü bu tür önlemler alan bir partinin artık Marksist-Leninist bir parti olmadığı ortaya çıkacak ve bu durumda demokratik merkezselciliğin gereği olan disiplin Marksist-Leninistler bakımından bağlayıcı olmaktan çıkacaktı. O zaman “kişiye tapınma” sonuç itibariyle, Stalin’in başını çektiği Marksist-Leninist azınlığın revizyonist çoğunluğu kınamasına büyük bir ağırlık kazandıracak ve sosyalist toplumu yokolmaktan kurtarmak amacıyla partinin Marksist-Leninist çizgide yenibaştan kuruluşu için Sovyet emekçi halkına yapılabilecek herhangi bir çağrıyı daha güçlü kılacaktı.
Bu bağlamda, Sovyet toplumunda işçi sınıfının önder rolünü zayıflatan ilk belirgin önlemlerin –Stalin’in 1952’de kaleme aldığı “SSCB’nde Sosyalizmin Ekonomik Sorunları” adlı yapıtında mahkum ettiği adımın, yani Devlet Makine ve Traktör İstasyonlarının kollektif çiftliklere devri kampanyasının- Stalin’in geriye kalan Marksist-Leninist çalışma arkadaşlarının –Vyaçeslav Molotov, Lazar Kaganoviç ve Lavrenti Beria- tüm etkili orunlardan atılmalarından (ya da Beria’nın durumunda vurulmasından) sonra alınmış olması anlamlıdır.
İkincisi, Stalin’in, Partinin Genel Sekreteri sıfatıyla kendisini küçük, ama etkili bir güç aygıtıyla kuşatmış olması, onun ancak bir tür askeri darbeyle görevinden alınabileceği anlamına geliyordu. Revizyonistlerin, Stalin’in çevresinde bir “kişiye tapınma” inşa etmiş olmaları, böylesi bir askeri darbeye belirgin bir karşı-devrimci darbe karakteri kazandıracaktı. Böylesi bir darbenin Sovyet emekçi halk yığınlarının desteğini kazanması, ancak onların Stalin’e karşı nefret ve öfkeyle dolmalarına yol açacak olağanüstü bir bunalım koşullarında olanaklı olabilirdi.
Muhalefet komplosunun planlarının, Almanya’yla yaklaşmakta olan savaş bağlamında tam da bu türden koşulları oluşturmak amacıyla biçimlendirildiğini gösteren yeterince kanıt bulunmaktadır.
Mart 1938’de Nikolay Buharin ve diğerlerinin yargılanması sırasında sanıklar, Almanya’nın Sovyetler Birliği’ne saldırısı üzerine Sovyet Yüksek Komutanlığının cepheyi Alman ordularına açması ve onların hızla Moskova kapılarına kadar ilerlemelerine izin vermesi konusunda Nazi Almanyası’nın istihbarat servisiyle anlaştıklarını itiraf ettiler. Revizyonistler tam da o sırada, SBKP’nin yönetici organlarındaki revizyonist çoğunluğun destekleyeceği bir askeri darbe yapacaklardı. “Kişiye tapınma” ya göre her şeyi kişisel olarak denetlediği varsayıldığı için Stalin ile diğer öndegelen Marksist-Leninistler Sovyetler Birliği’nin savunmasını sabote ettikleri suçlamasıyla tutuklanacaklardı. Daha sonra, yeni Sovyet hükümeti, ödül olarak Ukrayna ve Belarusya’yı ilhak edecek olan Almanya ile bir barış anlaşması yapacak, dahası bunu yaparken Lenin’in 1918’de Brest-Litovsk Anlaşması sırasında başvurduğu taktikleri, bu adımın Leninist öncelleri olarak sunacaktı. Daha sonra, yeni Sovyet hükümeti, Sovyetler Birliği’nin geriye kalan bölümünde, Stalin döneminin “suçları”nı “sergileyecek”, “sosyalizm” bayrağını muhafaza ederken, sosyalist ekonomiyi bir çeşit devlet kapitalizmine dönüştürecek “reformlar” gerçekleştirecekti.
1938 yargılamasının sanıklarına göre plan böyleydi. Şimdi bunu 1941’de gerçekten olup bitenlerle karşılaştıralım.
1941
O yılın ilkbaharında Alman Yüksek Komutanlığı Sovyet sınırına milyonlarca asker yığdı. Sovyet istihbarat elemanları, işgalin başlayacağı gün de içinde olmak üzere Hitler’in tasarladığı “Barbarossa Operasyonu”nun ayrıntılarını Moskova’ya, tümüyle doğru bir biçimde bildirdiler. İngiliz ve diğer yabancı istihbarat servisleri hemen hemen benzer uyarılarda bulundular. Ama gene de Sovyet hükümeti Sovyet silahlı kuvvetlerini seferber etmek için tek bir adım bile atmadı; hatta sınır birliklerini bile alarm haline geçirmedi.
Bunun sonucunda, 22 Haziran 1941’de Almanya’nın kitlesel işgali başladığında Sovyet birlikleri tümüyle gafil avlandılar ve düşmanın sayısal üstünlüğü karşısında ezildiler. Sovyet hava kuvvetlerinin büyük bir bölümü daha havalanamadan yokedildi. Batı Avrupa’nın tümünün sanayisi tarafından donatılmış bulunan Alman ordusu, gerçekten de kısa bir süre içinde Moskova’nın kapılarını dövmeye başladı.
Olayların bu doğrultuda gelişimi, “yetersizlik”le açıklanamaz. Bu, ancak ihanetle açıklanabilir. Bu gelişmeler, komplocuların Mart 1938 yargılamasında açıkladıkları planlarla tam bir uyum göstermekteydi.
Bu analiz, İkinci Dünya Savaşının en büyük gizlerinden birini, yani, kuşkusuz son derece yetenekli olan Alman silahlı kuvvetlerinin Sovyetler Birliği’ne sırtlarında kışlık giysileri ve araçlarında antifriz olmaksızın gitmelerinin –ki, her ikisi de bu kuvvetlerin 1941-42 kışında uğradıkları askeri felakete katkıda bulundu- ardında yatan nedeni açıklamaktadır. Salt askeri açıdan bakıldığında, bir onbaşı bile Almanya’nın Sovyetler Birliği’nin engin topraklarını kış gelmeden zaptedeceğini umamazdı. Ama tabii, eğer bütün planlar, savaşın patlak vermesinden birkaç hafta sonra Moskova’da bir askeri darbenin meydana gelmesi ve ardından bir ateşkes ve bir barış anlaşmasının imzalanması beklentisine göre düzenlenmiş ise, o zaman her şey ilk kez yerli yerine oturur.
Şimdi Sovyet Partisi ve devletine egemen olan revizyonistler, Sovyet ordusunun Haziran 1941’de uğradığı bozgundan ötürü Stalin’i suçlamaktadırlar. Büyük Yurtsever Savaş’ın resmi tarihine göre, Stalin “siyasal açıdan o denli saf” idi ki, Sovyetler Birliği’yle 1939 sonbaharında imzaladıkları saldırmazlık paktı nedeniyle Nazilere “güvenilebileceği” gerekçesiyle Alman planlarına ilişkin bütün istihbarat raporlarını reddetti.
Fakat, bu açıklama da bilinen olgularla uyuşmamaktadır. Başka özellikleri ne olursa olsun, Stalin asla “siyasal açıdan saf” bir kişi değildi. Stalin 1931’de Sovyet halkını, Sovyetler Birliği’nin kaçınılmaz olarak yaklaşan savaşta yok edilmek istemiyorsa Sovyet ağır sanayisini on yıl içinde inşa etmesi gerektiğini söyleyerek uyarmıştı. O, SBKP’nin 1939’daki 18. Kongresi’nde, Batı Avrupa emperyalist devletlerinin, Sovyetler Birliği’ne karşı bir Alman saldırısını kışkırtmayı hedefleyen “yatıştırma politikası”nı bir bütün olarak doğru bir analize tabi tuttu. 1941 ilkbaharında, esas olarak Kızılordu subaylarına hitaben bir dizi konuşma yapan Stalin onları Alman saldırısının yakınlığı konusunda uyardı. Örneğin O, 5 Mayıs 1941’de askeri akademilerin mezunlarının bir toplantısında yaptığı konuşmada, 1942’ye kadar bir Alman saldırısının “hemen hemen kaçınılmaz” olduğunu, “bu andan Ağustos 1941’e kadar olan dönemin” ise en tehlikeli dönem olduğunu söyledi.
Eğer bu analiz doğruysa –ki, ben bu analizin bilinen olgularla uyuşan tek analiz olduğunu düşünüyorum- o zaman, Sovyetler Birliği’nin 1941’de uğradığı korkunç yenilgilerden sorumlu olan komplocuların neden planlarını mantıksal sonucuna, yani bir askeri darbeye kadar götürmedikleri sorusu sorulmalıdır. Bence, bu sorunun yanıtı, o günlerin tüm Sovyetler Birliği gözlemcilerinin oybirliğiyle tanıklık ettikleri bir olguda, yani yenilgilerin şokunun Sovyet emekçi halkında bu yenilgilere ülke içinde bir günah keçisi arama isteği, ne pahasına olursa olsun barışa kavuşma isteği yaratmamış olması olgusunda aranmalıdır. Bu yenilgilerin tiksinti, öfke ve nefret duyguları doğurduğu kesin; ama bu duygular Stalin’e değil, Alman işgal güçlerine yönelmişti. Bu duygular o denli yaygın ve yoğundu ki, halk Stalin’i tutuklamaya ve barış dilenmeye kalkacak herhangi bir politikacı ya da subay grubunu çıplak elleriyle parçalardı.
Savaşın ilk onbeş günü boyunca Stalin kamuya hiç bir açıklama yapmadı ve halkın önüne çıkmadı. 1956 yılında yaptığı gizli konuşmada Kruşçov bunun Stalin’in, yaşanan askeri felaketin derinliği yüzünden “demoralize” olmasından kaynaklandığını ileri sürdü. Fakat, gerek bu dönemden önce ve gerekse sonra Stalin’in tutumunda, O’nun ne denli ağır olursa olsun güçlükler karşısında demoralize olduğu savını destekleyen hiçbir veri bulunmamaktadır.
Ancak, savaşın bu ilk iki haftasında Stalin’in kamusal yaşamdan uzak durmasının, bilinen olgularla Stalin’in “demoralizasyonu” teorisinden çok daha iyi uyuşan bir başka olanaklı açıklaması vardır. Bu açıklama şudur: Durumu çok doğru bir tarzda değerlendirmiş olan ve revizyonist çoğunluğun bizzat kendisinin yol açtığı durumda kamunun önüne geçilemez selinin basıncı altında O’nun ve diğer Marksist-Leninistlerin yardımını isteyen ve bu işbirliğinin karşılığı olarak savaşın yönetiminin SBKP liderliğine egemen olan revizyonist çoğunluktan Marksist-Leninistlerin egemen olacağı bir organa devrini dayatan Stalin deyim yerindeyse “grevde” idi.
Dolayısıyla, Kruşçov’un 1956 yılında yaptığı gizli konuşmada Stalin’in ancak, SBKP liderliğinden bir temsilciler kurulunun yanına gitmesinden sonra, çekilmiş olduğu köşeden çıktığı yolundaki açıklamasına inanmamak için herhangi bir neden yoktur.
Her halükarda, 30 Haziran 1941’de Sovyetler Birliği’nde tüm iktidar, savaş süresi boyunca küçük ve olağanüstü bir komiteye, başında Stalin’in bulunduğu ve çoğunluğu onun güvenilir Marksist-Leninist çalışma arkadaşlarından –Vyaçeslav Molotov, Lazar Kaganoviç ve Lavrenti Beria- oluşan Devlet Savunma Komitesi‘ne devredildi. Bundan kısa bir süre sonra da Stalin Sovyet silahlı kuvvetlerinin başkomutanlığına getirildi.
3 Temmuz 1941’de, yani savaşın patlak vermesinden 12 gün sonra Stalin radyodan ülkeye seslenen bir konuşma –siyasal muhaliflerinin bile, yaşamının en iyi konuşması olarak niteledikleri konuşmasını- yaptı. O ağır askeri durumun bir özetini yaptı; geri çekilme halinde düşmanın eline geçmesini önlemek için her binanın, her yiyecek kırıntısının yokedilmesini gerektiren “kavrulmuş toprak” politikasını anlattı; düşman hatlarının gerisinde gerilla birliklerinin oluşturulmasına ve tehdit altında bulunan Batı’daki tüm savaş fabrikalarının tuğla tuğla güvenli Sibirya’ya taşıma muazzam görevine başlanmasına ilişkin direktiflerini verdi. Ve O, kaçınılmaz olarak yapılması gerekecek özverileri ve çekilecek acıları zerrece azımsamaksızın, sakin bir özgüvenle zaferin Sovyet halkına ait olacağını söyledi.
Konstantin Simonov’un “Yaşayanlar ve Ölüler” adlı romanı 1958’de, yani Sovyet entellektüellerinin Stalin’e saldırı konusunda hemen hemen tam bir oybirliği içinde oldukları bir tarihte yazılmıştı. Dolayısıyla, Simonov’un kitabında, Stalin’in konuşmasının cepheye yakın bir sahra hastanesi üzerindeki etkisini betimlediği pasajı not etmek ilginç olacak:
“Stalin sakin, yavaş bir sesle ve güçlü bir Gürcü aksanıyla konuşuyordu…
“O düzgün sesle, onun sözünü ettiği trajik durum arasında büyük bir uyumsuzluk vardı ve bu uyumsuzlukta güç yatıyordu. Ama insanlar şaşırmamışlardı. Onlar Stalin’den zaten bunu bekliyorlardı.
“Onlar onu farklı tarzlarda seviyorlardı,.. bazıları ise onu hiç sevmiyordu. Ama hiç kimse, onun cesareti ve demirden iradesinden kuşku duymuyordu. Ve tam da şimdi, savaş halindeki ülkenin başındaki insanda bulunmasına her zamankinden daha çok gereksinim duyulan işte bu iki özellikti.
“Stalin durumu trajik olarak tanımlamadı; onun böyle bir sözcük kullanmasını beklemek gerçekçi olmazdı… Onun anlattığı hakikat acı bir hakikattı; ama en azından bu hakikat açıkça söylenmişti ve insanlar artık yere daha sağlam biçimde basmakta olduklarını duyumsuyorlardı…
“Ve Stalin’in her zamanki tarzıyla, büyük, ama aşılamaz olmayan güçlüklerin aşılması zorunluluğundan söz etmiş olmasına gelince, bu da zayıflığı değil, tersine büyük bir gücü çağrıştırıyordu.”
Stalin ve onun en yakın çalışma arkadaşlarının 1941-45 savaşı sırasında, bu savaşın yürütülmesinin sorumluluğunu üstlenmeye çağrılmış oldukları tartışma götürmez bir gerçeklik olduğuna göre, ona savaş bağlamında yöneltilen eleştirilerin bazılarına bir göz atalım.
Kruşçov, 20. Kongrede yaptığı gizli konuşmada Stalin’in Sovyet ordusunun askeri operasyonlarını “bir küre”ye bakarak yönettiğini ileri sürdü. Savaş sırasında kendisiyle birlikte çalışmış olan bütün yabancı askeri uzmanlar, Stalin’in askeri konuların ayrıntılarını nasıl sımsıkı kavradığına tanıklık ettikleri dikkate alındığında, tümden hayal ürünü olan bu tür açıklamaların beş paralık değeri olmadığı anlaşılır.
Kruşçov’un, bunun dışında Stalin’in askeri yönetimi konusunda yaptığı tek eleştiri, Sovyet ordusunun yitirdiği tekil bir muharebeye yaptığı göndermedir. Sovyet ordusunun Alman ordusunu (Büyük Yurtsever- ç. n.) savaşta yenmiş olması ise “Parti liderliği”nin başarısı olarak gösterilmektedir. Ama, hem öyle hem böyle diyemezsiniz. Eğer Stalin fiilen askeri operasyonlara komuta ediyorduysa, yitirilen tekil çatışmalar gibi, savaştaki zafer de onun hanesine yazılmalıdır.
Aslında Stalin, askeri stratejiyi derinden kavrama yetisini, daha Parti Merkez Komitesi adına “sorun çözücü” sıfatıyla bir cepheden öbürüne koştuğu 1919-20 İç Savaşı sırasında kanıtlamıştı. O, askerlik bilimine önemli katkılar yaptığı 1941-45 savaşı sırasında bu kavrayışını daha da geliştirdi. O, bu savaşta geliştirdiği stratejiyi şöyle detaylandırıyordu:
“Kuvvet bakımından daha üstün bir düşmanla karşılaştığımızda, eğer savaşmak için geniş topraklara sahipsek, doğru strateji, bir stratejik geri çekilme gerçekleştirmek ve bu geri çekilme sırasında düşmana yararlı olabilecek ve taşıyamayacağımız her şeyi yoketmek, geri çekilme sırasında düşman kuvvetlerine ağır kayıplar verdirmek, kendi haberleşme hatlarımızı kısaltırken düşmanınkilerin uzamasını sağlamak, düşmanı bilmediği ve dost-olmayan bir arazide savaşmak zorunda bırakırken bizim dost ve bildiğimiz arazide savaşmamızı sağlamak biçiminde olmalıdır. Daha sonra, kuvvetlerimizin güçlenmesi ve düşman kuvvetlerinin zayıflamasına bağlı olarak artık düşmanın kuvvet bakımından bizden daha zayıf olduğu bir noktaya ulaştığımızda, kararlı bir karşı-saldırıyla düşman kuvvetlerini kuşatmamız ve yoketmemiz gerekir.”
Sovyetler Birliği’nin savaşta zafer kazanmasını sağlayan, işte bu stratejiydi.
Gene Stalin, emperyalist bir devlete karşı savaşan sosyalist bir devletin önderi sıfatıyla, asıl vurguyu devrimci sosyalist sloganlardan çok yurtsever sloganlara yaptığı ve Rus ulusal duygularını “okşadığı” için eleştirilmektedir.
Ama, Stalin ve Sovyet Marksist-Leninistleri –Stalin savaşı yürütme görevini devraldığında SSCB’nin diğer önemli uluslarını oluşturan Ukraynalılar ve Belaruslar Alman işgali altında olduklarından- Rus halkının tümünü seferber etmelerini gerektiren bir savaşı sürdürme göreviyle karşı karşıya bulunuyorlardı. Rus halkının ana kitlesi, devrimci bilinçli işçilerden değil, çoğunlukla devrimci sosyalist bilince sahip olmaktan uzak küçük-burjuva köylülerden oluşuyordu. Bununla birlikte onlar ateşli yurtseverler idiler; Rus ulusunun “ırksal geriliği”ni alaya alan Nazi propagandasına büyük bir tepki duyuyorlardı. Ben, belirli ölçülerde bir revizyonist dejenerasyonun zaten meydana gelmiş bulunduğu 1941-45 dönemi Sovyetler Birliği’nin koşullarında, bu siyasal çizginin doğru olduğu kanısındayım.
Savaş dönemi Sovyet liderliğine getirilen bir başka eleştiri, onun emperyalist bağlaşıklarıyla –Britanya ve ABD- Avrupa’nın askeri nüfuz bölgelerine bölünmesine ilişkin bir anlaşma yapmış olmasıdır. Fakat bir savaşta bağlaşıklara sahip olmak çok istenir bir şeydir; ve bir ülkenin, bağlaşıklarıyla ortaklaşa çalıştığı ve düşmanı işgale uğramış olan topraklarının ötesinde kovalamaya devam ettiği koşullarda, askeri nedenlerden ötürü her bir ordunun operasyonlarını yürüteceği farklı alanlar üzerinde karşılıklı bir anlaşmaya varmanın mutlak bir gereklilik olduğu da açıktır.
Son bir eleştiri, Doğu Avrupa’nın Sovyet askeri işgali altına giren bölgelerinde, içlerinde muhafazakar öğelerin de bulunduğu hükümetlerin onaylanmasına ilişkindir. Ama Marksist-Leninistler her zaman, sosyalizmin bir ülkeden bir başka ülkeye kuvvet yoluyla ihraç edilemeyeceğini, herhangi bir ülkede sosyalizmin, ancak o ülkenin işçi sınıfı siyasal olarak bunu yapmaya hazır olduğunda kurulabileceğini savunmuşlardır. Bu yüzdendir ki, Kasım 1941 gibi erken bir tarihte Stalin şöyle diyordu:
“Bizim, kendi irademizi ve rejimimizi Avrupa’nın Slav ya da başka köleleştirilmiş uluslarına dayatma türünden savaş amaçlarımız yoktur ve olamaz… Bizim amacımız, Hitler’in tiranlığına karşı kurtuluş savaşımlarında bu uluslara yardım etmek ve kendi topraklarında kendi yaşamlarını istedikleri gibi örgütlemekte onları bütünüyle özgür bırakmaktır!” (J. V. Stalin, 6 Kasım 1941 Konuşması)
Sovyet ordusunun işgali altına giren ülkelerde bu yol izlendi. Nazilerle işbirliği yapmayan bütün siyasal partilerin içinde yer aldığı ulusal hükümetler kuruldu; fakat fiili devlet iktidarı, Sovyet ordusu aracılığıyla Sovyet devletinin elinde bulunuyordu. Ellerinde herhangi bir gerçek devlet iktidarı bulunmayan muhafazakar politikacılar görece kısa bir süre içinde sergilendiler ve yerlerini bu ülkelerin ilerici güçlerine bıraktılar. Böylece kendi halklarının inisiyatifiyle bu ülkeler, bir dönem işçi sınıfının önder siyasal rol oynadığı Halk Demokrasilerine dönüştüler.
Savaş- Sonrası Dönemi
Savaşın bitimiyle birlikte, Devlet Savunma Komitesi ortadan kaldırıldı ve Sovyet devletinin fiili yönetimi, bir kez daha hala gizli revizyonistlerin egemen olduğu SBKP liderliğinin eline geçti.
Savaştan sonraki ilk Parti Kongresi, 1952’de toplanan 19. Kongre, bu değişikliği tuhaf ve hiç görülmemiş bir biçimde yansıttı; Merkez Komitesi’nin Raporunu Genel Sekreter Stalin değil, Georgi Malenkov sundu.
Hatta SBKP’nin fiili liderliği, Stalin’in çalışmalarını, 1950’de yayımlanan “Dilbilimin Sorunları” gibi, dilin ve onun gelişiminin bilimsel incelenmesine önemli bir katkı oluşturmakla birlikte Sovyet toplumunun temel güncel sorunlarıyla doğrudan ilişkili olmayan makaleler yazma türünden görevlerle kısıtlamaya çabaladı.
Daha sonra Stalin’e gene, tasarlanan siyasal ekonomi ders kitabının bir eleştirisini hazırlama gibi “zararsız” gözüken bir başka görev verildi. Ama 1952’de bu eleştiri, “SSCB’nde Sosyalizmin Ekonomik Sorunları” adı altında kitap halinde yayımlandığında, daha o zaman Sovyet entellektüelleri tarafından açıkça ileri sürülmekte olan revizyonist düşüncelerin bir çoğunun sergilenmesi biçimine büründü.
Fakat uluslararası alanda, Stalin ve Marksist-Leninist azınlık revizyonizme karşı savaşım cephesinde daha başarılı olabildiler. 1947’de Komünist Enformasyon Bürosu’nun (Kominform) oluşturulmasının, revizyonistler tarafından 1943’de dağıtılan Komünist Enternasyonal’in yeniden kurulması doğrultusunda atılan bu önemli adımın Stalin’in inisiyatifiyle gerçekleştirildiği yolunda yeterince kanıt bulunmaktadır.
Stalin’in, Komintern’in son yıllarındaki revizyonist çizgisini –ana öğeleri Komünist Enternasyonal’in 7. Kongresi’nde benimsenen sosyalizme parlamenter yoldan geçiş çizgisi- desteklemiş olması “gerektiğine” inanmak isteyenler için, o yıllarda Komintern’in öndegelen liderleri olan Dmitri Manuilski ile Georgi Dimitrov’un yeni uluslararası örgütte herhangi bir görev almaya çağrılmadıklarını ve bu örgütte öndegelen rolün Stalin’in yakın Marksist-Leninist çalışma arkadaşlarından Andrey Zhdanov’a verildiğini not etmek yerinde olacaktır. Ayrıca, Kominform’un ilk eylemlerinin, Fransa, İtalya, Japonya ve Yugoslavya Komünist Partilerinin (ki, bu sonuncusu, Yugoslavya’da kapitalizmi restore etmeye yönelmiş revizyonist bir parti olduğu için 1948’de Kominform’dan atıldı) revizyonist çizgilerini sert bir biçimde eleştiren yazılar yayımlamak olmuş olması da anlamlıdır.
Bu dönemde, revizyonist çoğunluğun sahte sosyalist görüntülerini sürdürmek zorunda olmalarından yararlanarak Sovyetler Birliği’nde sanat ve kültür alanında revizyonistlerin teşvik ettiği burjuva eğilimlere karşı sosyalist kültür devrimine önderlik eden de Zhdanov oldu. Zhdanov’un kültür sorunlarına ve sosyalist realizme ilişkin konuşma ve yazıları, bu önemli alanda Marksist-Leninist bakış açısını önemli ölçüde ilerletti.
Bu arada Stalin’in istihbarat servisi, SBKP liderliğine egemen olan öğelerin aktiviteleriyle ilgili soruşturmalarını sürdürüyordu. Kruşçov’un, Stalin’in “kuşkuculuğu” konusundaki savları, elbette temelsiz değildi. Bu soruşturmaların sonundadır ki, 1952’nin sonunda Kremlin’de çalışan bir dizi doktor tutuklandı ve son bir kaç yılda aralarında Zhdanov’un da bulunduğu bir dizi Parti liderini 1930’larda kullanılan metotların aynısını kullanarak öldürmekle suçlandı. Sovyet Tıp Birliği’ne bağlı bir komisyon bu liderlere uygulanan “tedavi”yi soruşturdu ve bu vakaların hepsinde de uygulanan tedavinin kasıtlı cinayete eşdeğer olduğu yolunda bir rapor hazırladı. Yabancı basın muhabirleri, bu suçlamaların öndegelen Sovyet kişiliklerine uzandığı konusunda düşünce birliği içindeydiler.
Fakat doktorların yargılaması başlamadan, Stalin –tam da bu “öndegelen kişiliklerin” işine gelecek biçimde- birdenbire öldü.
Birkaç gün içinde, Genel Sekreterin Kişisel Sekretaryası dağıtıldı, eski başı Poskrebişev ortadan kaybolurken Sekretaryanın kayıtlarına da elkondu. Ardından “Pravda”da, tutuklanan doktorların “masum” olduklarını ve serbest bırakıldıklarını duyuran bir açıklama yayımlandı. Temmuza gelindiğinde Beria da ortadan kayboldu ve Kruşçov’un rastgele bir açıklamasına göre ölümünden sonra yargılandı.
Sonuç
Bugüne kadarki araştırmalarımızın Stalin’in rolüne ilişkin ortaya çıkardıklarının kısa özeti budur. Bu, objektif dünya koşulları sonunda bu savaşımı başarısız kılmış olsa da yaşamı boyunca revizyonizme karşı tutarlı bir tarzda savaşım vermiş olan öndegelen bir Marksist-Leninistin rolüdür.

* Bu belge, Garbis Altınoğlu’nun bloğundan (Turkishmarxist) alınarak tarafımızdan yayınlanmıştır.
Yazı dizimiz devam ederken arada bu vb. belgeler, yazılar da yayınlamaya devam edeceğiz. Bu yöntemin sorunları inceleyecek okura katkı yapacağını düşünüyoruz. Bu yöntemi kullanırken ölçütümüz yayınladığımız yazılarla fikir birliği içinde olma ölçütü değildir ve olmayacaktır. Biz düşüncelerimizi 2011 yılında yayınlanmış olan kitabımızda ortaya koymuştuk. Keza bloğumuzda yayınlamaya devam ettiğimiz dizide de ortaya koymaya devam edeceğiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder