Roter Oktober / Kızıl Ekim*
Beiträge eines deutsch-türkischen Marxisten
“Stalinizm” – Antikomünist bir Antikavram
Alman
Marksist-Leninist teorisyen Prof. Hans Heinz Holz’un bu yazısı 2011 yılında
Alman günlük Marksist gazetesi ‘junge Welt’te yayınlanmıştır. Bu metnin
bulunduğu kitap daha sonra yayınlaştırılmıştır.
“Stalinizm”
– Antikomünist bir Antikavram
Masum Göstermek Değil, Açıklamak**
Günümüzde
“Stalinizm” her zamankinden çok antikomünist bir antikavramdır, özellikle,
demokratik yenilenmeyi bahane ederek, tutarlı komünist bir sosyalizm anlayışına
saldırmak için kullanıldığında.
Bu
kavram buna oldukça müsait. Çünkü bir kişinin ismini çoğul bir ek ile
ilişkilendirmek, sosyalizm inşasının bir aşamasını, komünist toplumun bir
sistem biçimini (Systemgestalt), Marksizm’in özel bir teorik biçimini ya da
devlet iktidarının kişisel bir tarz ile uygulanışını keyfi bir şekilde
isimlendirmeyi ve böylece Ekim Devrimi ve Doğru Avrupa sosyalist toplumlarının
çöküşü arasındaki dönemde komünizmin çeşitli yönelimlerini, aralarında ayrım
yapmaksızın itibarsızlaştırarak bir araya getirmeyi mümkün kılıyor. “Stalinizm”
kavramı, 20. parti kongresinde alınan sözde destalinizasyon kararından sonra
gelişen toplumsal sürecin örgütlenmesi ve dünya komünist hareketinde daha sonra
oluşan bir dizi olguyu kapsadığı için yanıltıcıdır.
Sistematik
sorunların kişiselleştirilmesi ve bir “felâket figürü”ne yansıtılması,
komünistler arasında, sonradan oluşan yanlış gelişmeleri daha önce meydana
gelen bir nedenle ilişkilendirmeyi hedefleyen bir aklama stratejisi olarak
kullanılabilinir. Bu aklama stratejisi, komünizm tarihinin tarihsel-materyalist
anlayışını engeller ve sonuçta (birçok yoldaşın niyet ve beklentilerinin
aksine) düşmanın propagandasına yarar.
“Stalinizm”
yerine “Stalin zamanı” kavramının kullanılması, bilgilenmek açısından bir
ilerleme değildir. “Stalin zamanı”, ekonomik, teknik ve eğitim açısından az
gelişmiş, çok geniş bir ülkede, sosyalizmin inşasında devasa başarılarının
gerçekleştirildiği bir zamandır. Bu başarılarının temel iki görünümü,
(altyapının oluşturulması dâhil) sanayileşme ve kapitalist olmayan mülkiyet
ilişkilerinin kurulmasıdır. Bunlar geniş yığınların yaşam koşullarında
olağanüstü bir ilerlemeyi de kapsıyor. Bu başarıların, Sovyetler Birliği’nin
kuruluşundan beri kapitalist güçlerin, saldırgan, askeri, ekonomik ve ideolojik
müdahaleleri temel alan politikalarına karşı elde edildiği gerçeği, genel
tablonun bir parçasıdır ve bu başarıları daha da büyük ve önemli kılmaktadır.
Ayrıca,
“Stalin zamanı” takdire değer halk eğitimi ve kültür faaliyetlerinin yapıldığı,
okuma yazma bilmeyen büyük orandaki bir nüfusun okuma yazmayı öğrendiği,
federatif birliğin çerçevesinde ulusal kültürlerin teşvik edildiği, burjuva
anayasa teorisine göre de demokratik sayılabilecek bir anayasanın elde edildiği
(bunu ifade etmekle, uygulama hakkında herhangi bir değerlendirilme yapılmasa
da, [Sovyetler Birliği’nce] buradaki vurgu arzu edilen gelişme eğilimi
hakkındadır) bir zamandır. Tüm dünyanın işçi sınıfının, o dönem Sovyetler
Birliği’ni kendi yurdu olarak görmesi herhalde bir yanlış anlaşılmaya
dayanmıyordu!
Son
olarak, “Stalin zamanı” sadece komünistlerin değil, tüm Sovyet halkının faşizme
karşı ve Ekim Devrimi ile Alman istilasının arasında geçen 20 yıldan fazla bir
zamanda elde edilen ve başarılan sonuçları savunmak için verdiği kahramanca
mücadelenin zamanıdır.
Yapılan
haksızlıkları, suçları ve yanlış gelişmeleri tespit etmeden ve onların
sebeplerini araştırmaya başlamadan önce, bu dönemi değerlendirirken, bütün
bunları hesaba katmak gerekiyor; yoksa genel tablo çarpıtılır ve komünistlerin
tarihin hangi geleneğinden geldiklerinin üzeri örtülür. Sadece bu başarıları
kabul edersek, utangaç ve çıtkırıldım değil, samimi ve özeleştirisel bir
şekilde, o dönemin başarılarıyla eş zamanlı gerçekleşen büyük hatalar ile
yüzleşebiliriz.
Kurtuluş ve Şiddet
Sonuçlara
ulaşmak isteyen kişinin, bir şeyin tehlikesiz ya da güzel göstermeye veya
örtbas etmeye çalışmasından şüphelenilir. Fakat burada sorun, ders çıkarabilmek
için çelişkilerden doğan sonuçları anlamaktır. Bu, sonuçları onaylamak anlamına
gelmez. Tarihi süreçlerin açıklanması ve onların ahlaki açıdan değerlendirilmesinin
birbirinden ayrı tutulması gerekir. Tarihi durumlarda ahlak önemli, vazgeçilmez
bir unsur olsa da, ahlak öğütleri vermek tarihe tarihsel-materyalist bir bakış
açısı değildir. Willi Gerns ve Robert Steigerwald’ın söylediklerine
katılıyorum: “Karşıdevrimin şiddeti ve terörünün devrimci şiddet ile
cevaplanması, bizim için sorun değildir. Devrimcilerin karşıdevrimin terörü
önünde teslim olmaması için büyük devrimde [Ekim Devrimi – Ç.N.] bu
gerekliydi.”
Tarih,
iki tarafta da büyük kayıplara yol açan şiddetli sınıf savaşları örnekleri ile
doludur. Bu, tabii ki korkunçtur ve insancıl bir politikanın tüm gücüyle bu tür
şiddetin baş göstermesini engellemesi ya da sınırlandırması gerekmektedir.
Fakat ezilenler, uysallık ve ahlaklılıklarından dolayı, gerekli olduğunda kendi
kurtuluşları için şiddetli bir şekilde diş geçirmekten vazgeçerlerse,
iktidardakilerin şiddetinin savunmasız kurbanları olurlar. Kurt Gossweiler,
şunları yazarken haklı: “Ezilen sınıfın, ezen sınıfın boyunduruğundan
kurtuluşunu, devrimci kurtuluş savaşının yapılması ve karşıdevrimci restorasyon
girişimlerine karşı mücadele sırasında pek çok suçsuz kişinin ölümüne yol
açmadan gerçekleştirdiği tarihte görülmüş bir şey değildir”.
Zaten
“Stalinizm” suçlamasındaki esas mesele şiddetin geçici ve sınırlı uygulanışı
değil, devlet aygıtlarının terörü uyguladığı zamanda hala
devrimci-karşıdevrimci bir durumun olup olmaması ve terörün aşırı boyutuna
nelerin yol açtığı sorusudur. Sözde Stalin zamanının eleştiricileri, [SBKP’nin]
20. parti kongresinin başlattığı ideolojik çizgisini devam ettirerek,
Stalin’in, sosyalizmin bir ülkedeki zaferinden sonra sınıf savaşının
keskinleştiği tezinin yanlış olduğunu iddia ediyorlar. Fakat bu iddia, tüm
tarihi gerçekler ve mantık ile çelişiyor.
Bir
düşünün: kapitalizm için, dünyanın altıda birinde sosyalizmin inşasının
başlatılmasıyla, ilk defa dışsal, devlet olarak örgütlenmiş bir düşman oluşuyor
ve aynı zamanda [kapitalizmin] içinde sosyal çelişkiler büyüyor ve sınıf savaşı
keskinleşiyor; [kapitalizmin içindeki] işçi hareketi ve dış düşman olan
Sovyetler Birliği doğal müttefikler idi. Bu koşullar altında, Sovyetler
Birliği’ni korkutmak, güç kazanmasını engellemek ve mümkün olduğunda
sosyalizmin gelişimini engellemek, kapitalist devletler için en uygun strateji
idi. Bunun, kapitalist devletlerin dış ve askeri politikalarının genel çizgisi
olduğunu hem fiilen hem de belgelerle ispatlamak mümkündür. Sosyalizmi yıkmayı
hedefleyen strateji, Sovyetler Birliği’nin komünist partisini içeriden
çürütmeyi, parti içi yönelim kavgalarıyla felç etmeyi ve sosyalist olmayan ve
anti-sosyalist güç ve davranış tarzlarını desteklemeyi de içeriyordu.
Ekim
Devrimi, Sovyet Rusya’da (ve sonra SSCB’de) sınıfların kaldırılmasına yol
açmadı. Hala, sosyolojik kriterlere göre tanımlanabilen, birçok ilişkide
(mesela aile, kilise, her çeşitten topluluklarda) korunan, hayat tarzlarını,
beklentilerini, değer yargılarını vs. koruyan ve çocuklarına aktaran ve böylece
inşa edilen yeni oluşum ile (hakkında sık sık konuşulmayan) toplumsal ve
ideolojik çelişkiye sahip toplumsal tabakalar bulunmaktaydı. Bu tabakalar,
kısmen (fakat tamamen değil) kendi bilinçli, ulusal bağlılıklarıyla belirlenmiş
isteklerine karşı, sosyalizmin inşasında iç çürüme belirtilerinin taşıyıcıları
olma durumunda kaldılar ve bu tabakaların üyeleri bunun için alet de
olabiliyorlardı.
İçeride
ve dışarıda sınıf savaşı sürmekteydi ve dışsal baskılar ve müdahale tehditleri
ile acil, tehlikeli bir hal aldı (aynı şekilde, bileşik kaplar gibi, Fransız
Devrimi’nde, “terreur” [terör] ve [karşıdevrimci devletlerin] istilası
birbirleriyle bağlantılıydı). Hem bireysel hem grup çıkarlarında bazı yakın
hedefler diş geçirdikleri ve diğer yakın hedeflerinin üstesinden geldikleri
için, prensip ve strateji tartışmalarının gerçek seyrinde bir dizi yalpalama ve
taraf değiştirme meydana geldi. Yükselen dışsal tehlike (faşizmin güçlenmesi,
Anti-Komintern Paktı, İspanya’da Franco darbesi, Japonya’nın Çin’e saldırması)
de eklenince, bu iç tartışmalar genç sosyalizmin ağır bir darbe yeme, hatta
çökme tehlikesini yaratıyordu.
Keskinleşmiş Sınıf Savaşı
Bu
koşullar göze alınırsa, Ekim Devrimi zaferinin ardından sınıf savaşımının
keskinleştiği değerlendirmesi yanlış değildir. Partideki fraksiyon
tartışmalarını aşmak veya durdurmak, hatta gerekirse bertaraf etmek ve mülkiyet
ve üretim ilişkilerinin değiştirilmesinin hızlanması ile toplumun [bir kısmında
olan] sosyalist olmayan bilincin maddi temelini ortadan kaldırmak, bu
değerlendirmeden çıkan sonuç olmalıydı. Bu programın, baskıcı şiddet olmaksızın
gerçekleştirilemeyeceği aşikârdır.
Sosyalist
normların ihlali sorusu, ancak burada ortaya çıkıyor. Sadece yeni devletin
etkin düşmanları değil, çok sayıda suçsuz kişinin, hatta birçok sadık yoldaşın
da baskıların kurbanı oldukları şüphesizdir. Bu, Rusya’nın, Ekim Devrimi (ve
Sovyet devletinin kuruluşu) koşulları ele alınarak kolayca açıklanabilinir.
Rusya’da, batı Avrupa’da (Roma hukukundan beri) iki bin sene zarfında yavaş
yavaş (ve hep büyük gerilemeler ile) gelişen hukuk devleti gelenekleri yoktu. Hatta [Rusya’da] o zamana kadar hep
bir baskı düzeni olan hukuk düzeninin gereksinimi olan formalizme karşı derin
şüpheler vardı. İyi örgütlenmiş ve geniş kapsamlı siyasi polise sahip olan
otoriter çarlık devletinin eski alışkanlıkları devam etmekteydi. Eski devrimci
kadrolarının değiştirilmesi ve tasfiye edilmesini, kendi yükselişlerinin
fırsatı olarak gören oportünist ve kariyerist unsurlar, SBKP’nin hızlıca
büyümesi ile partiye sızdı. Nesnel olarak dışsal ve içsel tehlikelerin
varlığını, şüphe yaratarak, denetim dışı güç yapılarına mazeret göstermek ve
onları ele geçirmek için kullandılar. Böyle bir ortamda, ihbarcılık yeşerir.
Bütün
bunların tabii ki sosyalizmle alakası yoktur, aksine bu, özel Rus koşullarının
temelinde oluşan bir toplumsal gelişmedir. Koskoca ülkede küçük tohumlardan
nispeten hızlıca yetiştirilen ve yeterince eğitimli olmayan güçler [kadrolar]
ile donatılmış parti örgütleri, bu gelişmeyi kontrol altında tutabilmek için
henüz çok zayıflardı; gelişmeler tarafından sürüklendiler. (Ve hiçbir illüzyona
kanmayalım: nerede sosyalizm az gelişmiş bir ülkenin temelinde inşa edilirse,
aynı yanlış gelişmelerin oluşma tehlikesi vardır. Tam da bundan dolayı basit
suçlamalar yapmak yerine sebepleri araştırmak son derece önemlidir.)
Dış
tehdit ve içerideki sınıf savaşı, ekonomik-teknik azgelişmişlik, eğitim
eksikliği, burjuva-demokratik düşünce tarzlarının yokluğu ve otoriter düşünce
tarzlarının devam etmesi koşulları altında, sosyalizmin inşası sırasında ciddi
yanlış gelişmelerin nasıl meydana geldiğini “Sosyalizmin Yenilgisi ve Geleceği”
kitabımın dördüncü bölümünde kısaca izah ettim: Leninist parti kurallarına
riayet edilmemesi, parti ve devlet aygıtının bürokratlaşması, baskıcı iktidar
biçimlerinin kurumsallaşması ve – özeleştiri prensibinin başarısızlığı için
önemli olan – teorinin önce duraksaması ve sonrasında da çökmesi. Sosyalist
itki, toplumsal yaşamın örgütlenme biçimleri düzeyinde gelişmedi. Bundan dolayı
“sosyalizmin deformasyonu” kavramını kullanmak istemiyorum, çünkü deformasyona
uğrayabilen gerçekleşmiş bir sosyalizm daha henüz yoktu; onun yerine,
sosyalizmi kurma denemesinde ortaya çıkan iç çelişkiler ve hatalı gelişimlerden
bahsediyorum. Parti yönetimi, gerçekten, bu hatalı gelişimi durdurmak için
birçok hamle yapmaya çalıştı (örneğin, parti ve devlet görevlerini birbirinden
ayırmak bir kaç kere denendi, fakat bunun uygulanması için yeterine vasıflı
kadro olmadığı için yine de görevlerde bir çeşit şahsi birleşme ortaya çıktı).
Böylece, [devlet] aygıtının toyluğu ve ağırkanlılığı, bunun yanında maddi
önkoşulları bulunmayan programların gerçekleştirilmesinin nesnel
imkânsızlığından dolayı [parti yönetimi] başarısızlığa uğradı.
Savaşın
patlaması, ülkenin yıkımı ve müthiş insani kayıpların yaşandığı dört korkunç
senenin getirdiği olağanüstü durum ve 1945’ten sonraki “tekrar baştan başlama
zorunluluğu”nun yaşandığı yıllar, zaten yapısal toplumsallaşma sürecinin
kesintiye uğramasına neden olmuştu. Ve Sovyet halklarının insanüstü savunma
başarısı (özellikle Rus) ulusal ideolojinin seferberliği ile de
gerçekleştirildi; bu, yurtsever ve komünist düşüncenin özdeşleşmesinden dolayı
komünist hareketin enternasyonalizmine zarar verdi.
Benim
değerlendirmeme göre Stalin, hayatının son senelerinde – özellikle, 20. parti
kongresinin sonucunda kayda alınmayan ekonomi ve (dil bilimi örneğinde) teorik
temeller hakkındaki geç yapıtları ile – bahsedilen hatalı gelişimleri
düzeltmeyi hedeflemiştir; bunu, dikkatli bir şekilde ve savaştan dolayı
zayıflatılmış ve ABD’nin saldırgan anti-sovyetik politikası ile tekrar tahrik
edilen Sovyetler Birliği’ni sarsmadan yapmak istedi. Bu değerlendirmenin doğru
olup olmadığını, sadece Stalinci geç dönemin (şu ana kadar sorunun
açıklanmasında neredeyse tamamıyla gözden kaçan) duygular ile çarpıtılmamış bir
analizi belirleyebilir. “Stalinizm” tartışmaları, böylesi duygulardan
arındırılmış bir analiz için pek uygun değiller.
Teorinin Deformasyonu mu?
Gerns
ve Steigerwald’ın savunduğu “Teorinin deformasyonu” tezini yanlış bulduğumun
altını çizmek istiyorum. Gerns ve Steigerwald’ın tezlerini (benim de çok saygı
duyduğum) komünist olmayan sosyolog Werner Hofmann’ın değerlendirmelerine
dayandırmaları, fakat bunu yaparken, Hoffmann’ın izah ettiği sebep analizine
başvurmamaları, önemli bir belirtidir. Böylece çarpık – ve ikinci el – bir
tablo ortaya çıkıyor.
Stalin,
teorik çalışmalarıyla – özellikle SBKP Tarihi Kısa Dersi’ndeki tarihsel ve
diyalektik materyalizm üzerindeki bölümler ile – bilhassa, ilk defa eğitim
çalışmalarının kapsamına giren geniş yığınlara hitap ediyordu. Stalin, takdire
değer didaktik bir hünerle, bilimsel meselelerde tamamen acemi olan okuyucular
için de anlaşılabilen bir şekilde diyalektik bir felsefenin ve toplum
teorisinin zor konularını izah edebildi. Bunu yaparken, kaba basitleştirmelerin
yapılması gerektiğini, ders kitapları ile çalışan ya da onları yazan herkes
bilir. Ayrıca, diyalektik hareket biçiminin, sistematik bir özet ile maddeleşmesi
lazım. Marksist felsefe temellerinin Stalinci sistematikleştirilmesinin Leninci
örneklere çok benzediğinden, özellikle, Lenin’in, Hegel okumasını özetlediği(1)
diyalektiğin onaltı maddesinin, Stalinci ana maddeler ile tamamen
örtüştüğünden, başka bir yerde(2) bahsettim. Otuzlu senelerin başında,
Stalin’in yazısından önce, komünist dünya hareketinin genelinde diyalektik ve
tarihsel materyalizmin derslere uygun özetlerine ihtiyaç duyulduğunda, Batı
Avrupa’da önemli Marksist filozoflar (neredeyse kullanılan kelimelerin bile
benzeştiği) aynı sistem taslaklarını hazırladılar – mesela Max Raphael (1934)
ve Georges Politzer (1935).
Stalin’in
teori için önemli olan yazılarının şu ana kadar yapılan analizi istisnasız aynı
tabloyu çiziyordu: ağır, karmaşık konuları en önemli, çekirdek olgulara
indirgeme ve berraklaştırma yeteneği; maddenin berrak olmadığı yerlerde
ilişkileri gösterebilmek; başka görüşlere karşı kendi durduğu yeri açık bir
şekilde belirtebilmek.
Stalinci
(ve de Leninci) özet taslakları ve “elementaria”ların [temel unsurlar] Sovyet
bilimi tarafından yapılan tartışma ve ek araştırmalar için bir temel olarak
değil de, teorik çalışmalarının dogmatik sınırı olarak ele alınmaları, bu
yazıların kendilerine yüklenemez; bu daha çok eğitimsel ve bilimsel sosyolojik
bir sorundur (ve Werner Hoffmann meseleyi böyle ele alıyor). Bu dogmatizm ve
(siyasi oportünizm ile eşzamanlı) temel meselelerdeki hareketsizlik, esasen
Stalin sonrası dönemde Sovyet biliminin ağır basan özelliği oldu. “Sovyet
Bilimi” dergisinin, 1948 ve 1952 arasındaki ilk yayınlarında, çok daha açık ve
tartışmalara sıcak bakan bir bilim görülebilir.
Tabii
ki bu teori çöküşü parti ve devlet aygıtının bürokratlaşması ile bağlantılıdır,
fakat aynı zamanda kökleri, devrim öncesi Rusya’da bilim ve bilim gelenekleri
temelinin çok dar olması, bu temelin devrim sonrası burjuva bilim adamlarının
göç etmesi ile daha da zayıflaması ve bu eksikliğinin yeni yetişen eğitimli
tabakalar ile sadece yavaş yavaş giderilebildiği gerçeğine dayanıyor. Bilimsel
kültürün gelişimi için birçok nesle ihtiyaç vardı – ve Sovyetler Birliği’nin
böylesi uzun bir zamanı yoktu. Bir dünya görüşünün erken dönemlerinde dogmatik
çocukluk hastalıkları – Hristiyanlığın dogma tarihini düşününüz – tarihte nadir
rastlanan olaylar değildir. Toplum eğer genel olarak kendini dengeleyebilirse,
karakteristik oluşum özelliklerine [Formationstypik] göre gelişirse ve
farklılaşırsa, uzun vadeli tarihi süreçlerle [bu çocukluk hastalıkları] genelde
aşılır.
Gelişimde Kırılma
Böylesi
uzun vadeli bir gelişme 20. parti kongresi ile kesintiye uğramıştır. Önceki
senelerde yapılan hataların, hukuk dışı davranışların ve suçların eleştirisi,
(az gelişmiş) bir ülkede sosyalizm inşasında mevcut nesnel çelişkilerin ve
onların sübjektif yansımalarının tarihsel-materyalist analizi sonucu olarak
aktarılmadı, aksine, son kertede tek bir kişiye, zalim Stalin’e karşı
yönlendirilen ahlaki suç isnadı olarak yapıldı. Stalin’in eleştiricileri olan
kendi elemanları, (eski, Tevrat’taki usullere göre) ortak sorumluluklarını bir
günah keçisine yüklemek istediler. 20. parti kongresinden başlamak üzere,
komünistler arasında “Stalinizm” eleştirisinin daima kendi başarısızlıklarına
bir mazeret üretme özelliği de vardır; Stalin’in ölümünden 36 sene sonra,
1989’da ve sonrasında hâlâ Sovyetler Birliğin’deki bütün hatalı gelişmelerden
“Stalinizm” sorumlu tutuluyorsa, bu eleştiricilere, [Stalin’in ölümünden sonra]
partinin devrimci ruhunun yenilenmesi için gerçekten yeterince zaman ve
imkânları olmasına rağmen bu 36 yıl içerisinde kendi yaptıkları hataların
hesabını sormak daha mantıklıdır.
Artan Oportünizm
20.
parti kongrenin politikasının Leninci rotadan saptığı kırılma noktalarının
tespit edilmesi, daha kapsamlı bir araştırmanın konusu olmalı.(3) Her
halükarda, Hruşçov ile SBKP içinde oportünist (yani revizyonist) bir çizginin
hakimiyet kazandığı değerlendirmesini doğru buluyorum. Oportünizmi, kısa vadeli
ekonomik menfaatler uğruna kapitalist tedarikçi ülkelere bağlı kalmayı göze
alan; “sevgili barış uğruna” düşmana, sistemi tehlikeye atan tavizler vermeye
hazır olan; sosyalist kampın bütünleşme sürecini tek taraflı olarak hâkim gücün
özel çıkarlarına tabii kılan; bilimsel sosyalizm teorisinin yabancı teorik
konseptlerin sızmasıyla yavaşça bir revizyona uğramasına eleştirisiz tahammül
eden ve Marksizm’in eleştirisel potansiyelinin saf bir savunmaya [Apologetik]
sefilleşerek dönüşmesine izin veren bir politika olarak tanımlıyorum. Yani
kısacası, sınıf savaşı coşkusunun gevşemesini ve reformist görüşlerin ve
stratejilerin yayılmasını beraberinde getiren tüm olgular.
1956’dan
itibaren Sovyet politikasında oportünizmin eğilim olarak gitgide arttığı
tezinin doğruluğunun, olguların araştırılması ve değerlendirilmesi ile
sınanması lazım. Ona basitçe “stalinist” denilerek iftira edilemez. […]
“Stalinizm
– Antistalinizm” klişesinden uzaklaşmamız lazım. Zengin ve çelişki dolu
tarihimizi bunun gibi ön yargılara kanmadan araştırmamız gerekiyor. Tarihi
araştırmamızın sebeplerinin de geleceği daha güzel kılmak, kalıplarını
bildiğimiz hataları yapmamak ve kapitalist sömürü ve zulüm toplumunun
alternatifini insanlığın kurtuluş biçimlerine dönüştürmek olduğunu
unutmamalıyız.
Dipnotlar
1
LW 38, S.212–214 [Lenin eserlerinin Almancası, 38. cilt, s. 212-214]
2
Dialektik als offenes System, Paul Rugenstein Verlag, Köln 1986, S. 16-20 [Açık
Sistem Olarak Diyalektik, Paul Rugenstein Yayınevi, Köln 1986, s. 16-20]
3
Hans Heinz Holz: »Niederlage und Zukunft des Sozialismus«, Neue Impluse Verlag,
Essen 1992, S.102–104 [Hans Heinz Holz: “Sosyalizmin Yenilgisi ve Geleceği”,
Neue Impulse Yayınevi, Essen 1992, s. 102-104]
* Kaynak:
İnternet
** Yazı
dizimiz devam ederken arada bu vb. belgeler yayınlamaya devam edeceğiz. Bu
yöntemin sorunları inceleyecek okura katkı yapacağını düşünüyoruz. Bu yöntemi
kullanırken ölçütümüz yayınladığımız yazılarla fikir birliği içinde olma ölçütü
değildir ve olmayacaktır. Biz düşüncelerimizi 2011 yılında yayınlanmış olan
kitabımızda ortaya koymuştuk. Keza bloğumuzda yayınlamaya devam ettiğimiz
dizide de ortaya koymaya devam edeceğiz. Ki, yazı dizimiz genelde ya da
ağırlıklı olarak kitabımıza dayanmaktadır. Kitabımızın çıkmasından sonra konu
bağlamında incelediğimiz materyallerin çoğu şimdilik bize bağlı olmayan
nedenlerle elimizde bulunmamaktadır. Koşullar elverişli hale geldiği zaman konu
bağlamında daha etkin üretimlerimiz olacaktır.