Translate

27 Kasım 2016 Pazar

Çeviri-Belge



Roter Oktober / Kızıl Ekim*

Beiträge eines deutsch-türkischen Marxisten

image

“Stalinizm” – Antikomünist bir Antikavram

Alman Marksist-Leninist teorisyen Prof. Hans Heinz Holz’un bu yazısı 2011 yılında Alman günlük Marksist gazetesi ‘junge Welt’te yayınlanmıştır. Bu metnin bulunduğu kitap daha sonra yayınlaştırılmıştır.

“Stalinizm” – Antikomünist bir Antikavram

Masum Göstermek Değil, Açıklamak**
Günümüzde “Stalinizm” her zamankinden çok antikomünist bir antikavramdır, özellikle, demokratik yenilenmeyi bahane ederek, tutarlı komünist bir sosyalizm anlayışına saldırmak için kullanıldığında.
Bu kavram buna oldukça müsait. Çünkü bir kişinin ismini çoğul bir ek ile ilişkilendirmek, sosyalizm inşasının bir aşamasını, komünist toplumun bir sistem biçimini (Systemgestalt), Marksizm’in özel bir teorik biçimini ya da devlet iktidarının kişisel bir tarz ile uygulanışını keyfi bir şekilde isimlendirmeyi ve böylece Ekim Devrimi ve Doğru Avrupa sosyalist toplumlarının çöküşü arasındaki dönemde komünizmin çeşitli yönelimlerini, aralarında ayrım yapmaksızın itibarsızlaştırarak bir araya getirmeyi mümkün kılıyor. “Stalinizm” kavramı, 20. parti kongresinde alınan sözde destalinizasyon kararından sonra gelişen toplumsal sürecin örgütlenmesi ve dünya komünist hareketinde daha sonra oluşan bir dizi olguyu kapsadığı için yanıltıcıdır.
Sistematik sorunların kişiselleştirilmesi ve bir “felâket figürü”ne yansıtılması, komünistler arasında, sonradan oluşan yanlış gelişmeleri daha önce meydana gelen bir nedenle ilişkilendirmeyi hedefleyen bir aklama stratejisi olarak kullanılabilinir. Bu aklama stratejisi, komünizm tarihinin tarihsel-materyalist anlayışını engeller ve sonuçta (birçok yoldaşın niyet ve beklentilerinin aksine) düşmanın propagandasına yarar.
“Stalinizm” yerine “Stalin zamanı” kavramının kullanılması, bilgilenmek açısından bir ilerleme değildir. “Stalin zamanı”, ekonomik, teknik ve eğitim açısından az gelişmiş, çok geniş bir ülkede, sosyalizmin inşasında devasa başarılarının gerçekleştirildiği bir zamandır. Bu başarılarının temel iki görünümü, (altyapının oluşturulması dâhil) sanayileşme ve kapitalist olmayan mülkiyet ilişkilerinin kurulmasıdır. Bunlar geniş yığınların yaşam koşullarında olağanüstü bir ilerlemeyi de kapsıyor. Bu başarıların, Sovyetler Birliği’nin kuruluşundan beri kapitalist güçlerin, saldırgan, askeri, ekonomik ve ideolojik müdahaleleri temel alan politikalarına karşı elde edildiği gerçeği, genel tablonun bir parçasıdır ve bu başarıları daha da büyük ve önemli kılmaktadır.
Ayrıca, “Stalin zamanı” takdire değer halk eğitimi ve kültür faaliyetlerinin yapıldığı, okuma yazma bilmeyen büyük orandaki bir nüfusun okuma yazmayı öğrendiği, federatif birliğin çerçevesinde ulusal kültürlerin teşvik edildiği, burjuva anayasa teorisine göre de demokratik sayılabilecek bir anayasanın elde edildiği (bunu ifade etmekle, uygulama hakkında herhangi bir değerlendirilme yapılmasa da, [Sovyetler Birliği’nce] buradaki vurgu arzu edilen gelişme eğilimi hakkındadır) bir zamandır. Tüm dünyanın işçi sınıfının, o dönem Sovyetler Birliği’ni kendi yurdu olarak görmesi herhalde bir yanlış anlaşılmaya dayanmıyordu!
Son olarak, “Stalin zamanı” sadece komünistlerin değil, tüm Sovyet halkının faşizme karşı ve Ekim Devrimi ile Alman istilasının arasında geçen 20 yıldan fazla bir zamanda elde edilen ve başarılan sonuçları savunmak için verdiği kahramanca mücadelenin zamanıdır.
Yapılan haksızlıkları, suçları ve yanlış gelişmeleri tespit etmeden ve onların sebeplerini araştırmaya başlamadan önce, bu dönemi değerlendirirken, bütün bunları hesaba katmak gerekiyor; yoksa genel tablo çarpıtılır ve komünistlerin tarihin hangi geleneğinden geldiklerinin üzeri örtülür. Sadece bu başarıları kabul edersek, utangaç ve çıtkırıldım değil, samimi ve özeleştirisel bir şekilde, o dönemin başarılarıyla eş zamanlı gerçekleşen büyük hatalar ile yüzleşebiliriz.
Kurtuluş ve Şiddet
Sonuçlara ulaşmak isteyen kişinin, bir şeyin tehlikesiz ya da güzel göstermeye veya örtbas etmeye çalışmasından şüphelenilir. Fakat burada sorun, ders çıkarabilmek için çelişkilerden doğan sonuçları anlamaktır. Bu, sonuçları onaylamak anlamına gelmez. Tarihi süreçlerin açıklanması ve onların ahlaki açıdan değerlendirilmesinin birbirinden ayrı tutulması gerekir. Tarihi durumlarda ahlak önemli, vazgeçilmez bir unsur olsa da, ahlak öğütleri vermek tarihe tarihsel-materyalist bir bakış açısı değildir. Willi Gerns ve Robert Steigerwald’ın söylediklerine katılıyorum: “Karşıdevrimin şiddeti ve terörünün devrimci şiddet ile cevaplanması, bizim için sorun değildir. Devrimcilerin karşıdevrimin terörü önünde teslim olmaması için büyük devrimde [Ekim Devrimi – Ç.N.] bu gerekliydi.”
Tarih, iki tarafta da büyük kayıplara yol açan şiddetli sınıf savaşları örnekleri ile doludur. Bu, tabii ki korkunçtur ve insancıl bir politikanın tüm gücüyle bu tür şiddetin baş göstermesini engellemesi ya da sınırlandırması gerekmektedir. Fakat ezilenler, uysallık ve ahlaklılıklarından dolayı, gerekli olduğunda kendi kurtuluşları için şiddetli bir şekilde diş geçirmekten vazgeçerlerse, iktidardakilerin şiddetinin savunmasız kurbanları olurlar. Kurt Gossweiler, şunları yazarken haklı: “Ezilen sınıfın, ezen sınıfın boyunduruğundan kurtuluşunu, devrimci kurtuluş savaşının yapılması ve karşıdevrimci restorasyon girişimlerine karşı mücadele sırasında pek çok suçsuz kişinin ölümüne yol açmadan gerçekleştirdiği tarihte görülmüş bir şey değildir”.
Zaten “Stalinizm” suçlamasındaki esas mesele şiddetin geçici ve sınırlı uygulanışı değil, devlet aygıtlarının terörü uyguladığı zamanda hala devrimci-karşıdevrimci bir durumun olup olmaması ve terörün aşırı boyutuna nelerin yol açtığı sorusudur. Sözde Stalin zamanının eleştiricileri, [SBKP’nin] 20. parti kongresinin başlattığı ideolojik çizgisini devam ettirerek, Stalin’in, sosyalizmin bir ülkedeki zaferinden sonra sınıf savaşının keskinleştiği tezinin yanlış olduğunu iddia ediyorlar. Fakat bu iddia, tüm tarihi gerçekler ve mantık ile çelişiyor.
Bir düşünün: kapitalizm için, dünyanın altıda birinde sosyalizmin inşasının başlatılmasıyla, ilk defa dışsal, devlet olarak örgütlenmiş bir düşman oluşuyor ve aynı zamanda [kapitalizmin] içinde sosyal çelişkiler büyüyor ve sınıf savaşı keskinleşiyor; [kapitalizmin içindeki] işçi hareketi ve dış düşman olan Sovyetler Birliği doğal müttefikler idi. Bu koşullar altında, Sovyetler Birliği’ni korkutmak, güç kazanmasını engellemek ve mümkün olduğunda sosyalizmin gelişimini engellemek, kapitalist devletler için en uygun strateji idi. Bunun, kapitalist devletlerin dış ve askeri politikalarının genel çizgisi olduğunu hem fiilen hem de belgelerle ispatlamak mümkündür. Sosyalizmi yıkmayı hedefleyen strateji, Sovyetler Birliği’nin komünist partisini içeriden çürütmeyi, parti içi yönelim kavgalarıyla felç etmeyi ve sosyalist olmayan ve anti-sosyalist güç ve davranış tarzlarını desteklemeyi de içeriyordu.
Ekim Devrimi, Sovyet Rusya’da (ve sonra SSCB’de) sınıfların kaldırılmasına yol açmadı. Hala, sosyolojik kriterlere göre tanımlanabilen, birçok ilişkide (mesela aile, kilise, her çeşitten topluluklarda) korunan, hayat tarzlarını, beklentilerini, değer yargılarını vs. koruyan ve çocuklarına aktaran ve böylece inşa edilen yeni oluşum ile (hakkında sık sık konuşulmayan) toplumsal ve ideolojik çelişkiye sahip toplumsal tabakalar bulunmaktaydı. Bu tabakalar, kısmen (fakat tamamen değil) kendi bilinçli, ulusal bağlılıklarıyla belirlenmiş isteklerine karşı, sosyalizmin inşasında iç çürüme belirtilerinin taşıyıcıları olma durumunda kaldılar ve bu tabakaların üyeleri bunun için alet de olabiliyorlardı.
İçeride ve dışarıda sınıf savaşı sürmekteydi ve dışsal baskılar ve müdahale tehditleri ile acil, tehlikeli bir hal aldı (aynı şekilde, bileşik kaplar gibi, Fransız Devrimi’nde, “terreur” [terör] ve [karşıdevrimci devletlerin] istilası birbirleriyle bağlantılıydı). Hem bireysel hem grup çıkarlarında bazı yakın hedefler diş geçirdikleri ve diğer yakın hedeflerinin üstesinden geldikleri için, prensip ve strateji tartışmalarının gerçek seyrinde bir dizi yalpalama ve taraf değiştirme meydana geldi. Yükselen dışsal tehlike (faşizmin güçlenmesi, Anti-Komintern Paktı, İspanya’da Franco darbesi, Japonya’nın Çin’e saldırması) de eklenince, bu iç tartışmalar genç sosyalizmin ağır bir darbe yeme, hatta çökme tehlikesini yaratıyordu.
Keskinleşmiş Sınıf Savaşı
Bu koşullar göze alınırsa, Ekim Devrimi zaferinin ardından sınıf savaşımının keskinleştiği değerlendirmesi yanlış değildir. Partideki fraksiyon tartışmalarını aşmak veya durdurmak, hatta gerekirse bertaraf etmek ve mülkiyet ve üretim ilişkilerinin değiştirilmesinin hızlanması ile toplumun [bir kısmında olan] sosyalist olmayan bilincin maddi temelini ortadan kaldırmak, bu değerlendirmeden çıkan sonuç olmalıydı. Bu programın, baskıcı şiddet olmaksızın gerçekleştirilemeyeceği aşikârdır.
Sosyalist normların ihlali sorusu, ancak burada ortaya çıkıyor. Sadece yeni devletin etkin düşmanları değil, çok sayıda suçsuz kişinin, hatta birçok sadık yoldaşın da baskıların kurbanı oldukları şüphesizdir. Bu, Rusya’nın, Ekim Devrimi (ve Sovyet devletinin kuruluşu) koşulları ele alınarak kolayca açıklanabilinir. Rusya’da, batı Avrupa’da (Roma hukukundan beri) iki bin sene zarfında yavaş yavaş (ve hep büyük gerilemeler ile) gelişen hukuk devleti gelenekleri yoktu. Hatta [Rusya’da] o zamana kadar hep bir baskı düzeni olan hukuk düzeninin gereksinimi olan formalizme karşı derin şüpheler vardı. İyi örgütlenmiş ve geniş kapsamlı siyasi polise sahip olan otoriter çarlık devletinin eski alışkanlıkları devam etmekteydi. Eski devrimci kadrolarının değiştirilmesi ve tasfiye edilmesini, kendi yükselişlerinin fırsatı olarak gören oportünist ve kariyerist unsurlar, SBKP’nin hızlıca büyümesi ile partiye sızdı. Nesnel olarak dışsal ve içsel tehlikelerin varlığını, şüphe yaratarak, denetim dışı güç yapılarına mazeret göstermek ve onları ele geçirmek için kullandılar. Böyle bir ortamda, ihbarcılık yeşerir.
Bütün bunların tabii ki sosyalizmle alakası yoktur, aksine bu, özel Rus koşullarının temelinde oluşan bir toplumsal gelişmedir. Koskoca ülkede küçük tohumlardan nispeten hızlıca yetiştirilen ve yeterince eğitimli olmayan güçler [kadrolar] ile donatılmış parti örgütleri, bu gelişmeyi kontrol altında tutabilmek için henüz çok zayıflardı; gelişmeler tarafından sürüklendiler. (Ve hiçbir illüzyona kanmayalım: nerede sosyalizm az gelişmiş bir ülkenin temelinde inşa edilirse, aynı yanlış gelişmelerin oluşma tehlikesi vardır. Tam da bundan dolayı basit suçlamalar yapmak yerine sebepleri araştırmak son derece önemlidir.)
Dış tehdit ve içerideki sınıf savaşı, ekonomik-teknik azgelişmişlik, eğitim eksikliği, burjuva-demokratik düşünce tarzlarının yokluğu ve otoriter düşünce tarzlarının devam etmesi koşulları altında, sosyalizmin inşası sırasında ciddi yanlış gelişmelerin nasıl meydana geldiğini “Sosyalizmin Yenilgisi ve Geleceği” kitabımın dördüncü bölümünde kısaca izah ettim: Leninist parti kurallarına riayet edilmemesi, parti ve devlet aygıtının bürokratlaşması, baskıcı iktidar biçimlerinin kurumsallaşması ve – özeleştiri prensibinin başarısızlığı için önemli olan – teorinin önce duraksaması ve sonrasında da çökmesi. Sosyalist itki, toplumsal yaşamın örgütlenme biçimleri düzeyinde gelişmedi. Bundan dolayı “sosyalizmin deformasyonu” kavramını kullanmak istemiyorum, çünkü deformasyona uğrayabilen gerçekleşmiş bir sosyalizm daha henüz yoktu; onun yerine, sosyalizmi kurma denemesinde ortaya çıkan iç çelişkiler ve hatalı gelişimlerden bahsediyorum. Parti yönetimi, gerçekten, bu hatalı gelişimi durdurmak için birçok hamle yapmaya çalıştı (örneğin, parti ve devlet görevlerini birbirinden ayırmak bir kaç kere denendi, fakat bunun uygulanması için yeterine vasıflı kadro olmadığı için yine de görevlerde bir çeşit şahsi birleşme ortaya çıktı). Böylece, [devlet] aygıtının toyluğu ve ağırkanlılığı, bunun yanında maddi önkoşulları bulunmayan programların gerçekleştirilmesinin nesnel imkânsızlığından dolayı [parti yönetimi] başarısızlığa uğradı.
Savaşın patlaması, ülkenin yıkımı ve müthiş insani kayıpların yaşandığı dört korkunç senenin getirdiği olağanüstü durum ve 1945’ten sonraki “tekrar baştan başlama zorunluluğu”nun yaşandığı yıllar, zaten yapısal toplumsallaşma sürecinin kesintiye uğramasına neden olmuştu. Ve Sovyet halklarının insanüstü savunma başarısı (özellikle Rus) ulusal ideolojinin seferberliği ile de gerçekleştirildi; bu, yurtsever ve komünist düşüncenin özdeşleşmesinden dolayı komünist hareketin enternasyonalizmine zarar verdi.
Benim değerlendirmeme göre Stalin, hayatının son senelerinde – özellikle, 20. parti kongresinin sonucunda kayda alınmayan ekonomi ve (dil bilimi örneğinde) teorik temeller hakkındaki geç yapıtları ile – bahsedilen hatalı gelişimleri düzeltmeyi hedeflemiştir; bunu, dikkatli bir şekilde ve savaştan dolayı zayıflatılmış ve ABD’nin saldırgan anti-sovyetik politikası ile tekrar tahrik edilen Sovyetler Birliği’ni sarsmadan yapmak istedi. Bu değerlendirmenin doğru olup olmadığını, sadece Stalinci geç dönemin (şu ana kadar sorunun açıklanmasında neredeyse tamamıyla gözden kaçan) duygular ile çarpıtılmamış bir analizi belirleyebilir. “Stalinizm” tartışmaları, böylesi duygulardan arındırılmış bir analiz için pek uygun değiller.
Teorinin Deformasyonu mu?
Gerns ve Steigerwald’ın savunduğu “Teorinin deformasyonu” tezini yanlış bulduğumun altını çizmek istiyorum. Gerns ve Steigerwald’ın tezlerini (benim de çok saygı duyduğum) komünist olmayan sosyolog Werner Hofmann’ın  değerlendirmelerine dayandırmaları, fakat bunu yaparken, Hoffmann’ın izah ettiği sebep analizine başvurmamaları, önemli bir belirtidir. Böylece çarpık – ve ikinci el – bir tablo ortaya çıkıyor.
Stalin, teorik çalışmalarıyla – özellikle SBKP Tarihi Kısa Dersi’ndeki tarihsel ve diyalektik materyalizm üzerindeki bölümler ile – bilhassa, ilk defa eğitim çalışmalarının kapsamına giren geniş yığınlara hitap ediyordu. Stalin, takdire değer didaktik bir hünerle, bilimsel meselelerde tamamen acemi olan okuyucular için de anlaşılabilen bir şekilde diyalektik bir felsefenin ve toplum teorisinin zor konularını izah edebildi. Bunu yaparken, kaba basitleştirmelerin yapılması gerektiğini, ders kitapları ile çalışan ya da onları yazan herkes bilir. Ayrıca, diyalektik hareket biçiminin, sistematik bir özet ile maddeleşmesi lazım. Marksist felsefe temellerinin Stalinci sistematikleştirilmesinin Leninci örneklere çok benzediğinden, özellikle, Lenin’in, Hegel okumasını özetlediği(1) diyalektiğin onaltı maddesinin, Stalinci ana maddeler ile tamamen örtüştüğünden, başka bir yerde(2) bahsettim. Otuzlu senelerin başında, Stalin’in yazısından önce, komünist dünya hareketinin genelinde diyalektik ve tarihsel materyalizmin derslere uygun özetlerine ihtiyaç duyulduğunda, Batı Avrupa’da önemli Marksist filozoflar (neredeyse kullanılan kelimelerin bile benzeştiği) aynı sistem taslaklarını hazırladılar – mesela Max Raphael (1934) ve Georges Politzer (1935).
Stalin’in teori için önemli olan yazılarının şu ana kadar yapılan analizi istisnasız aynı tabloyu çiziyordu: ağır, karmaşık konuları en önemli, çekirdek olgulara indirgeme ve berraklaştırma yeteneği; maddenin berrak olmadığı yerlerde ilişkileri gösterebilmek; başka görüşlere karşı kendi durduğu yeri açık bir şekilde belirtebilmek.
Stalinci (ve de Leninci) özet taslakları ve “elementaria”ların [temel unsurlar] Sovyet bilimi tarafından yapılan tartışma ve ek araştırmalar için bir temel olarak değil de, teorik çalışmalarının dogmatik sınırı olarak ele alınmaları, bu yazıların kendilerine yüklenemez; bu daha çok eğitimsel ve bilimsel sosyolojik bir sorundur (ve Werner Hoffmann meseleyi böyle ele alıyor). Bu dogmatizm ve (siyasi oportünizm ile eşzamanlı) temel meselelerdeki hareketsizlik, esasen Stalin sonrası dönemde Sovyet biliminin ağır basan özelliği oldu. “Sovyet Bilimi” dergisinin, 1948 ve 1952 arasındaki ilk yayınlarında, çok daha açık ve tartışmalara sıcak bakan bir bilim görülebilir.
Tabii ki bu teori çöküşü parti ve devlet aygıtının bürokratlaşması ile bağlantılıdır, fakat aynı zamanda kökleri, devrim öncesi Rusya’da bilim ve bilim gelenekleri temelinin çok dar olması, bu temelin devrim sonrası burjuva bilim adamlarının göç etmesi ile daha da zayıflaması ve bu eksikliğinin yeni yetişen eğitimli tabakalar ile sadece yavaş yavaş giderilebildiği gerçeğine dayanıyor. Bilimsel kültürün gelişimi için birçok nesle ihtiyaç vardı – ve Sovyetler Birliği’nin böylesi uzun bir zamanı yoktu. Bir dünya görüşünün erken dönemlerinde dogmatik çocukluk hastalıkları – Hristiyanlığın dogma tarihini düşününüz – tarihte nadir rastlanan olaylar değildir. Toplum eğer genel olarak kendini dengeleyebilirse, karakteristik oluşum özelliklerine [Formationstypik] göre gelişirse ve farklılaşırsa, uzun vadeli tarihi süreçlerle [bu çocukluk hastalıkları] genelde aşılır.
Gelişimde Kırılma
Böylesi uzun vadeli bir gelişme 20. parti kongresi ile kesintiye uğramıştır. Önceki senelerde yapılan hataların, hukuk dışı davranışların ve suçların eleştirisi, (az gelişmiş) bir ülkede sosyalizm inşasında mevcut nesnel çelişkilerin ve onların sübjektif yansımalarının tarihsel-materyalist analizi sonucu olarak aktarılmadı, aksine, son kertede tek bir kişiye, zalim Stalin’e karşı yönlendirilen ahlaki suç isnadı olarak yapıldı. Stalin’in eleştiricileri olan kendi elemanları, (eski, Tevrat’taki usullere göre) ortak sorumluluklarını bir günah keçisine yüklemek istediler. 20. parti kongresinden başlamak üzere, komünistler arasında “Stalinizm” eleştirisinin daima kendi başarısızlıklarına bir mazeret üretme özelliği de vardır; Stalin’in ölümünden 36 sene sonra, 1989’da ve sonrasında hâlâ Sovyetler Birliğin’deki bütün hatalı gelişmelerden “Stalinizm” sorumlu tutuluyorsa, bu eleştiricilere, [Stalin’in ölümünden sonra] partinin devrimci ruhunun yenilenmesi için gerçekten yeterince zaman ve imkânları olmasına rağmen bu 36 yıl içerisinde kendi yaptıkları hataların hesabını sormak daha mantıklıdır.
Artan Oportünizm
20. parti kongrenin politikasının Leninci rotadan saptığı kırılma noktalarının tespit edilmesi, daha kapsamlı bir araştırmanın konusu olmalı.(3) Her halükarda, Hruşçov ile SBKP içinde oportünist (yani revizyonist) bir çizginin hakimiyet kazandığı değerlendirmesini doğru buluyorum. Oportünizmi, kısa vadeli ekonomik menfaatler uğruna kapitalist tedarikçi ülkelere bağlı kalmayı göze alan; “sevgili barış uğruna” düşmana, sistemi tehlikeye atan tavizler vermeye hazır olan; sosyalist kampın bütünleşme sürecini tek taraflı olarak hâkim gücün özel çıkarlarına tabii kılan; bilimsel sosyalizm teorisinin yabancı teorik konseptlerin sızmasıyla yavaşça bir revizyona uğramasına eleştirisiz tahammül eden ve Marksizm’in eleştirisel potansiyelinin saf bir savunmaya [Apologetik] sefilleşerek dönüşmesine izin veren bir politika olarak tanımlıyorum. Yani kısacası, sınıf savaşı coşkusunun gevşemesini ve reformist görüşlerin ve stratejilerin yayılmasını beraberinde getiren tüm olgular.
1956’dan itibaren Sovyet politikasında oportünizmin eğilim olarak gitgide arttığı tezinin doğruluğunun, olguların araştırılması ve değerlendirilmesi ile sınanması lazım. Ona basitçe “stalinist” denilerek iftira edilemez. […]
“Stalinizm – Antistalinizm” klişesinden uzaklaşmamız lazım. Zengin ve çelişki dolu tarihimizi bunun gibi ön yargılara kanmadan araştırmamız gerekiyor. Tarihi araştırmamızın sebeplerinin de geleceği daha güzel kılmak, kalıplarını bildiğimiz hataları yapmamak ve kapitalist sömürü ve zulüm toplumunun alternatifini insanlığın kurtuluş biçimlerine dönüştürmek olduğunu unutmamalıyız.
Dipnotlar
1 LW 38, S.212–214 [Lenin eserlerinin Almancası, 38. cilt, s. 212-214]
2 Dialektik als offenes System, Paul Rugenstein Verlag, Köln 1986, S. 16-20 [Açık Sistem Olarak Diyalektik, Paul Rugenstein Yayınevi, Köln 1986, s. 16-20]
3 Hans Heinz Holz: »Niederlage und Zukunft des Sozialismus«, Neue Impluse Verlag, Essen 1992, S.102–104 [Hans Heinz Holz: “Sosyalizmin Yenilgisi ve Geleceği”, Neue Impulse Yayınevi, Essen 1992, s. 102-104]

* Kaynak: İnternet
** Yazı dizimiz devam ederken arada bu vb. belgeler yayınlamaya devam edeceğiz. Bu yöntemin sorunları inceleyecek okura katkı yapacağını düşünüyoruz. Bu yöntemi kullanırken ölçütümüz yayınladığımız yazılarla fikir birliği içinde olma ölçütü değildir ve olmayacaktır. Biz düşüncelerimizi 2011 yılında yayınlanmış olan kitabımızda ortaya koymuştuk. Keza bloğumuzda yayınlamaya devam ettiğimiz dizide de ortaya koymaya devam edeceğiz. Ki, yazı dizimiz genelde ya da ağırlıklı olarak kitabımıza dayanmaktadır. Kitabımızın çıkmasından sonra konu bağlamında incelediğimiz materyallerin çoğu şimdilik bize bağlı olmayan nedenlerle elimizde bulunmamaktadır. Koşullar elverişli hale geldiği zaman konu bağlamında daha etkin üretimlerimiz olacaktır.

23 Kasım 2016 Çarşamba

TÜRKİYE NEREYE GİDİYOR?



DİNCİ FAŞİST CUNTANIN LİDERLİĞİNDE TÜRKİYE NEREYE GİDİYOR?
Türkiye ekonomik bir krize gidiş sürecini yaşıyor. İşbirlikçi kapitalist ekonomi durgunluk içinde ve kırılgan bir zeminde duruyor. Büyüme oranı giderek küçülmektedir. Büyüme oranları giderek küçülen bir Türkiye (ekonomik büyüme) tablosu var karşımızda. Bu süreç yeni bir ekonomik krize dönüşebilir. IMF’nin son raporunda Türkiye’nin 2016 büyüme hızının yüzde 3’ün altına ineceği açıklaması; iktisatçı Mustafa Sönmez’in, “2016 için revize hedef olan yüzde 3.2 büyüme bile gerçekleşmeyecek ve yüzde 2.5 dolayında bir büyümeye rıza gösterilecek.” analizi söz konusu gerçekle bağlıdır. İşsizlik büyüyor. Kişi başına düşen ulusal gelir de geriliyor. Siyasal kriz ve istikrarsızlık ekonomiyi negatif yönde beslemeye devam ediyor… Emperyalist dünya sistemindeki durgunluk eğilimi de sürmektedir. Dünya ekonomisi inişli çıkışlı durgunluğun girdabında. Uluslararası alanda da yeni bir ekonomik kriz öğeleri birikiyor. Bu tablonun Türkiye ekonomisini olumlu yönde etkilemediği açıktır. Uluslararası kredi derecelendirme kurumları not düşürmeye devam ediyor ve dış borçlara daha bağımlı hale gelen bir ekonomik tablo var orta yerde… Sınıflar arası uçurum büyüyor…
Kredi derecelendirme kurumlarının ( Fitch ve Moody’s ) notları aşağı çekmesinin iki boyutu var: a- Türkiye ekonomisindeki kırılgan yapının ve risklerin artması; b- Türkiye’nin siyasi istikrarsızlık risklerinin artması dolayısıyla emperyalist sermayenin Türkiye’ye yeterince güven duymaması.
Her iki noktanın da Ortadoğu’daki emperyalist hegemonya ve rekabet mücadelesiyle, özelde Suriye’deki mücadeleyle de bağı vardır. Bu durum aynı zamanda işbirlikçi sermayeye, dinci faşist Saray cuntasına “blans ayarı” çekmeyle de bağlıdır. ABD’nin ve AB’nin Saray cuntasına, AKP iktidarına dönük yaptığı açıklamalardan da bunu görebilmekteyiz.
Devam edecek olursak.
Diktatörlük ve politik rejim derin bir siyasal kriz içerisinde debeleniyor.
Tüm bastırma ve tasfiye operasyonlarına karşın sivil ve askeri bürokraside derin iç parçalanma devam ediyor. Özellikle ordu, öncesi bir yana, “15 Temmuz darbe” girişimi ile başlayan süreçte yediği darbelerin, iç tasfiyelerin, itibar kaybının ve itibarsızlaştırılmasının etkisi altında moral değerleri ağır bir yıkım içinde. Bu durumun ordunun, savaş yeteneğini ve disiplinini sarstığı kesindir.
Meclis, yargı fiilen darbeyle tasfiye edilmiş ve Saray cuntasının elinde açık ve çıplak saldırı araçlarına dönüştürülmüştür. Yasama, yürütme, yargı gücü Hitler-Mussolini taslağı dinci faşist Führerin elinde merkezileştirilmiştir. Devletten ve cuntadan bağımsız her aykırı ses ezilmekte, susturulmaya çalışılmaktadır. Saray cuntasının koltuk değneği CHP ile kurduğu bağlaşma özellikle de Kürt düşmanlığı çizgisinde sürse de “Yenikapı mutabakatı” çözülmüştür. MHP ise bildiğimiz gibi…
AKP içerisinde ciddi sorunlar var (mesela “FETÖ”cü vekiller vb. gibi). CHP ve MHP’nin içi karışık ve içerden çatlaklar büyüyor ve büyüyecek… Kürt ve özgürlük düşmanlığı üzerinde kurulmuş devlet ve burjuva partiler ittifakı giderek zayıflayacaktır… CHP-MHP açıktan Saray cuntasına yedeklenmiş durumda ama tabanları da hoşnutsuz büyük oranda… Politik krizin görünümleridir bu olgular.
Sistem, işbirlikçi egemen sınıflar, faşist diktatörlük, dinsel faşist rejim, gerici ve faşist partiler, burjuva parlamento cumhuriyet tarihinin en derin çürümesini yaşıyor. Çürüme toplumsal ve siyasal yaşamın her alan ve düzeyine artan oranda damgasını basıyor. Toplumda ahlaki, vicdani, moral değerlerdeki dizginsiz çözülüş ve çöküş kafa yarıyor, göz çıkarıyor. Rüşvet ve yolsuzluk çarkı ayyuka çıkmış. “FETÖ”cü kliğin mülksüzleştirilmesi ve yandaşa aktarılması operasyonu bütün hızıyla sürüyor. İşaret ettiğimiz dejenarasyon sistemin çürümesiyle, toplumsal ve politik kriz gerçeğiyle bağlıdır. Bu süreç, dinsel gericiliğin ne yaman bir toplumsal, siyasal, ahlaki çürüme içerisinde olduğunu da, son tecavüz yasasını yasallaştırma girişiminden de görülebileceği gibi, geniş kitleler nezdinde açığa çıkarmaya devam ediyor.
Diktatörlüğe ve başındaki İslamcı faşist cuntaya karşı sürekli büyüyen, keskinleşen, giderek değişik biçimlerde patlak vermesi kaçınılmaz olan siyasal ve toplumsal öfke de birikmeye devam ediyor. Ekmek ve özgürlük, sosyalizm için direnen siyasal kuvvetlerin temsil ettiği öncü güçler, ağır bedeller pahasına, dizginsiz faşist teröre boyun eğmeden mücadeleye devam ediyor. Sürmekte olan ve sürecek olan bu öncü direniş, birikmiş toplumsal öfkenin açığa çıkmasını görünen ve görünmeyen biçimlerde ivmeliyor. Bu direniş ve mücadele, doğal bir ajitasyon rolü oynayarak proletarya ve halklar, özgürlük isteyen geniş kesimler, bugün için sokaklara çıkmaktan geri duran geniş toplumsal kesimler üzerinde politik ve moral etkisi yarattığı gibi, sokakların, direnişin yolunu da gösteriyor. Sömürgeci faşist diktatörlüğün ve başı cuntanın en ufak bir direniş örneğine dahi tahammül edememesi aynı zamanda bu gerçeklerle bağlı.
7 Haziran seçimlerinden sonra, Suruç toplu katliamı ile başlayarak ve sertleşerek gelen süreçte topyekün faşist terör saldırısı geniş kitleleri terörize ederek geri çekilmesine yol açsa da bu durum geçicidir. Her şeye karşın “toplum”da tam bir sessizlik, boyun eğme, teslim olma hali yoktur. Bu olgu özellikle değerlidir ve altı çizilmelidir. Devlet ve başı Saray cuntasının saldırıları geniş kitleler üzerinde negatif etki bıraksa da daha da önemlisi bu saldırılar karşısında direnen kuvvetlerin geri adım atmıyor (mesela aydınlar, gazeteciler, emekçi memurlar, Kürtler, Aleviler, kadınlar cephesi vb. gibi) oluşudur. Ki, toplumsal ve siyasal öfke giderek daha hızlı büyüyor. Bu öfke, şu veya bu zaman, şu veya bu biçimde patlayacak kanallar arıyor. CHP tabanının büyük bölümü de buna dâhil. Hatta MHP tabanında da farklı saiklerle gelişen bir tepki var saray cuntasına karşı. Bardağı taşıran son damla herhangi bir şey olabilir (gezide ağaç kesme…).
Dikta ve cuntanın saldırılarının boyutlanacağı da açıktır… Yumuşama, barış vs. beklenmemeli. Önemli olan da büyüyen ve sayısız biçimde gelişen bu tepkiyi aynı cephede birleştirmek, sokaklar yoluyla açığa çıkmasını sağlamak ve büyük kitlelerin hareketi olarak geliştirmektir. Bu bağlamda burjuva partilerin tabanını da etkiyecek bir siyasi teşhir, kitle ajitasyonu, esnek ve sistematik çalışma ve direnişi geliştirmek günün yakıcı görevidir. İşçi sınıfı ve ezilenlerin ileri kesimlerini öncelikle birleştirecek, eyleme geçmesini sağlayacak; aslında zaten sokaklara akan ama şimdilik göreli olarak daha sınırlı olan güçleri (parti, sendika, oda, dkö’ler, vb.) daha birleşik ve etkin harekete geçirmek gerekiyor. Söz konusu öncü kuvvetlerin ısrarı giderek daha geniş kesimleri etkileyecek, harekete geçirecektir.
Vurgulamak gerekiyor: Gezi/Haziran ayaklanmasında, 6-8 Ekim direniş ve ayaklanmasında, 7 Haziran seçimlerinde ortaya çıkan politik ve toplumsal tepki ve güç, toplumun kolektif belleğinde silinip gitmiş değildir. Aksini iddia etmek sınıf mücadelesinin, politik mücadelelerin tarihinden ve gerçeklerinden bihaber olmayı, politik cehaleti sergiler sadece. Kitleler kendi öz deneyimlerinden öğrenirler ve bu deneyim sırası gelince, daima, öyle ya da böyle, ama bir biçimde, kendi özgün koşulları ve gelişmesi içinde yeni biçim ve düzeylerde açığa çıkarak gündemleşir…  Ki bunu hep birlikte göreceğiz. Dinci faşist diktatörlük ve başı, bu gözü dönük gidişiyle aynı zamanda kendi kuyusunu kazmaktadır.
Saray cuntası ve partisi de, OHAL de kendiliğinden gitmeyecek, kalkmayacaktır. Bu bellidir… İçerde ve dışarıda halkların kardeşleşmesinde, barış, adalet ve özgürlükte, birleşik cephe hareketini geliştirmekte daha fazla ısrar edilmelidir. Her geçen gün artan saldırılar çok değişik kesimleri mecburen bir araya getiriyor, getirecek. Bunu güçlü bir avantaja çevirmek gerekiyor.
Emperyalist devletlerle, özellikle de Batılı emperyalist devletlerle (ABD, AB) çelişki ve çatışmaları büyüyen, Başta Suriye olmak üzere “Genişletilmiş Ortadoğu”daki dış politikası çöken, kırmızı çizgileri elinden kayan dinsel faşist diktatörlük, tüm manevralarına rağmen, Ortadoğu’daki başarısızlığı tarafından da köşeye sıkıştırılmış bulunuyor. Keza dinsel faşist cuntaya karşı içerde ve Ortadoğu’da, uluslararası alanda yürütülen mücadelenin de etki ve baskısıyla uluslararası kamuoyunda da demokratik tepkiler giderek artan bir hızla gelişmektedir. Uluslararası planda dinci faşist Erdoğan cuntası epeyce teşhir olmuş durumda.
Faşist diktatörlük ve başı dinci faşist cunta söz konusu kriz, çelişki ve çatışmalardan çıkış yolunu içerde, 7 Haziran seçimlerinin ardından başlayan dinci faşist darbe sürecini derinleştirmekte; topyekûn faşist terör ve demagojiyi yoğunlaştırmakta, faşist iç savaş hazırlıklarını sistemli bir şekilde geliştirmede, Kürt direnişini “ez ve çöz” politikasıyla tasfiye etmede, “yerli ve milli”, “Türk tipi başkanlık” rejimini fiilen sağlamlaştırmada, giderek fiili durumu anayasa katına çıkarmada aramaktadır. OHAL ve KHK’larla gerçekleşen yönetim sistemi resmileştirilmek istenen “Başkanlık rejimi”nin karakteristikleridir. OHAL ve KHK’lara dayanan yönetim modeli normalleşmiş sisteme dönüştürülmek isteniyor. Böylece sürekli kriz yönetimi yeniden inşa edilen politik rejimin normali haline getirilmek isteniyor.
Dışarıda ise, komşu halklara, bölge ülkelerine artan bir saldırganlıkla, (Lozan tartışmaları hatırlansın) belirlenen, “Yurtta savaş, cihanda savaş!” politikasına yoğunlaşılıyor. “Önleyici saldırı doktrini” dış politikanın sacayağı ilan ediliyor. “Bölgesel oyun kurucu”luk iddiasıyla Irak ve Suriye’de işgalci güçlerini geliştirerek, İsrail’le arayı düzelterek, Rusya’yla flörtleşerek, olası gelişmeler bağlamında askeri güçlerini sınır bölgesine yığarak gerektiğinde kapsamlı askeri müdahaleye hazırlanarak çıkış aramaktadır.
Diktatörlük ve Saray cuntası devlet krizini de içeren keskin politik krizi, içerde topyekün devlet terörü, gerici iç savaş kışkırtıcılığı, kirli, haksız, sömürgeci savaş; dış politikada ise saldırgan, işgalci, yayılmacı, maceracı, militarist savaş çizgisinde ilerleyerek aşmaya çalışıyor. Böylece Erdoğan cuntası söz konusu politikalara dayanarak dinsel faşist diktatörlüğü inşa ederek kendi “ebedi” iktidarını sağlamlaştırmaya çalışıyor.
Kürt direnişinin Ortadoğu çapında yükselmesi, mevzilerini büyütmesi, giderek uluslararası meşruiyet kazanması ve “kırmızıçizgi”lerinin Kürt ulusal demokratik devrimi tarafından postallar altında başarıyla çiğnenmesi İslamcı faşist diktatörlüğü özellikle saldırganlaştırmakta ve gerektiğinde maceracı girişim ve yönelimlere atılmasını ivmelemektedir. Özellikle Rojava devrimini boğmak en keskin sorun olarak diktatörlüğün gündeminde bulunuyor. Kantonların birleşmesini önlemek, PKK çizgisi ve önderliğinde demokratik, halkçı, devrimci, özgürlükçü, birleştirici ve Ortadoğu çapında demokratik birleştirici örnek karakteriyle şekillenmiş bir Kürt devletinin önlenmesi ve tasfiye edilmesi cunta ve dikta için hayat-memat meselesini oluşturuyor.
Başlatılan Lozan’la ilgili tartışmalar da aynı politika ve saldırganlığın bir diğer ifade biçimi ve açılımıdır. (Suriye işgali, Irak’tan askerlerini çekmeme, Yunanistan’ı tehdit…) Balkanlardan, Egeden Ortadoğu’ya toprak talebinin daha açık, saldırgan, yayılmacı biçimlerde ifade edilmiş olmasının komşu ve bölge halklarda ve devletlerde T.C. ve başı dinci faşist cuntaya karşı güvensizlikleri körükleyip büyütmektedir. Osmanlıcı, dinci, ırkçı, mezhepçi, yayılmacı politikası ve yönelimiyle dinci faşist diktatörlüğün özellikle bölgesel düzeyde, halklar ve burjuva devletler bakımından istikrarsızlığı körükleyen ve bunu da açıkça şantaj aracı olarak kullanan bir tehdit olduğu açıktır. Fakat bu durumun tersinden işbirlikçi Türk egemen sınıflarına, faşist diktatörlük ve dinci faşist cuntaya sayısız biçimlerde istikrarsızlık öğesi olarak döneceği de bir o kadar kesindir… Bu vb. açıklama ve yönelimlerle ırkçı, şoven, militarist yayılmacı demagoji ve taktiklerle işçi sınıfının, geniş kitlelerin dikkati içerden dışarıya doğru da yönlendiriliyor
Bu tabloyla bağlı olarak şu olguların altını çizmekte yarar vardır:
Dinci faşist cunta, AKP iktidarı geniş kitleleri “normal-olağan” yöntemlerle, sözgelimi 2002-2011 arasında olduğu gibi ideolojik ve politik etki gücüyle de birleşen tarzda yönetememektedir. Ancak DARBE-OHAL-KHK‘lara dayanarak ayakta kalması bunu gösteriyor. Arkasındaki önemli kitle desteğine rağmen bu, böyledir.
Dinci faşist cunta ve iktidarı gerek içerde, gerekse de Ortadoğu’da o kadar büyük suçlara bulaştı ki, yargılanması kaçınılmazdır. Bilinmeli ki, Saray iktidarı kendi rızası ile asla gitmeyecektir. Bir zamanlar Erbakan’ın söylediği “Kanlı mı olacak kansız mı!” sözleri rastlantı eseri söylenmemişti… Erdoğan cuntası “vidaları” gevşettiği takdirde kendi sonunu hazırlayacağını biliyor. Ciddi bir burjuva muhalefetin olmamasının avantajını da fütursuzca kullanarak vidaları sıktıkça sıkıyor ve sıkmaya da devam edecektir. Keza 7 Haziran seçimlerinin açığa çıkardığı Türkiye halklarının mücadelesinin birleşmesi tehlikesinin önünün mutlaka kesilmesi gerektiğini, yoksa tarihsel ve güncel olarak birikmiş olan demokratik-özgürlükçü özlem ve istemlerin önünün açılmasının ya da engellenememesinin düzenin selameti bakımından tehlikeli olacağını sistemin egemen sınıfları da, cunta da farkındadır.
Özellikle Ortadoğu çapında gelişen Kürt ulusal demokratik devriminin Türkiye ve bölgede yol açacağı olası sonuçlardan da dizginsiz bir korku duyulmaktadır. Bu bağlamda, içerde ve dışarıda savaşçı, kan dökücü politikalarla müdahale ederek sistemin, diktanın, politik rejimin, cuntanın dertlerine deva olmaya çalışılmaktadır. Kutsal devlet, kutsal milli şef, kutsal milli şefin tek partisi, kutsal tek mezhep saldırganlığı çıplak bir biçimde dayatılıyor topluma. Saray cuntası, dinsel gericilik ve milliyetçi gericilikle, “neo-Osmanlıcılık”la ideolojik ve siyasal hegemonyasını ve politik iktidar tekelini güçlendirmeye ya da korumaya çalışıyor. Kutsal “milli irade”den (devletten ve lider RTE’den, AKP iktidarından) bağımsız her türlü siyasal ve toplumsal gelişmeye karşı amansız düşmanlık ve saldırı dinsel faşist rejimi belirliyor. Siyasal ve toplumsal yaşamda dinsel gericiliğin sürekli geliştirilmesine önem veriliyor. O israf saray da boşuna kurulmadı. Osmanlı Ocakları da boşuna kurulmadı. IŞİD ağı TC’de boşuna örgütlenmiyor. Keza, “dindar, kindar”, fetihçi “bir gençlik” yetiştirme olgusundan da görülebileceği gibi, bir de bu yoldan tarihten ve eski kültürden beslenerek kitleleri motive edebilecek yayılmacı, savaşçı, hegemonyacı bireşimler kurulup kullanılmaktadır… Bu bağıntıda şovenist, savaşçı, hegemonyacı, yayılmacı politikanın altı çizilmelidir.
Dinci faşist iktidarın topyekün savaşı başlatması, “kamplaştırma” politikasında sistematik ısrarı, açık zorbalıkla her aykırı sesi boğmaya yönelmesi, ırkçı, şoven, milliyetçi slogan ve ajitasyonu öne çıkarmasının gösterdiği gibi Saray cuntası ve partisi bugün kendi tarihlerinin en zayıf dönemini yaşamakta ve “daha fazla devletleşme”, “daha fazla devlet refleksi” göstermenin dışında tutunabileceği bir şeyi kalmamıştır.
Faşist dikta ve başı cunta, açık bir gerici-faşist iç savaşa hazırlanıyor. Bu gerçeğin altı özenle çizilmelidir. Dinci, ırkçı, mezhepçi, özgürlüğe karşı sınırsız bir düşmanlıkla Türk-Kürt, Alevi-Sünni, laik-anti laik kutuplaşması hem içerde hem dışarıda bütünleşik kışkırtılıyor…
Bir komediye-trajediye dönüşen perde arkası karanlık askeri darbe girişimi, AKP tabanını, dinsel gerici ve faşist kuvvetleri sokağa çekmenin, iç savaş provası yaptırmanın aracı olarak kullanıldı. Cunta açık bir şekilde etkilediği kitleyi silahlanmaya çağırıyor ve silahlandırıyor da. İslamcı faşist cunta iktidarı, gerek kendi politik iktidar tekeline karşı olası askeri darbe vb. gibi durumlarda kullanmak, gerekse de gelişecek olası bir demokratik halk hareketini ezmek için kapsamlı bir silahlı militan dinci faşist kitle temeli hazırlayıp güçlendirmeye özel bir önem veriyor. Bu olgu, geçmişte sağın en büyük partisi olan geleneksel gerici ve faşist partilerden farklı olarak işbirlikçi dinci faşist AKP iktidarının özgün, ayırıcı bir niteliğini, militan faşist karakterini de ifade ediyor.
Osmanlı Ocakları, AK-Gençlik etrafında “Ak Silahlanma” teşvik ediliyor; paramiliter güçler yaygın ve etkin bir şekilde vurucu güç olarak kurumlaştırılmış durumda. Değişik ülkelerde savaş deneyimi edinmiş cihadist güçler, eğitmen ve vurucu güçler olarak sayısız biçimde konumlandırılmış bulunuluyor. Ki bu örgütlenme ağı yurtdışına, Avrupa’ya kadar uzanmaktadır. SADAT gibi kendi sitesinde “gayrinizami harp” eğitimi verdiğini açıkça ilan eden son derece tehlikeli paramiliter, dünyanın değişik çatışma noktalarında savaşan şirket ve paralı askerler, keza mafya örgütleri Saray cuntasının emrinde… Saray iktidarı ile MHP arasında kurulmuş olan sıkı ittifakı ve Ülkücü faşist güçleri de unutmamak gerekir. Devlet aygıtı ve devletin silahlı birimlerinin (ordu, polis, yeşil gladio, koruculuk vb.) yeniden yapılandırılması süreci devam etmekte ve buralar “dindar, kindar”, fetihçi faşist güçlerle doldurulup tahkim edilmektedir. Böyle olmakla birlikte dinci faşist cunta iktidarı en zayıf dönemini yaşıyor ve AKP iktidarının “fabrika ayarlarına dönüş” beklentisi de liberal gerici bir hayalcilikten başka bir şey değildir. Cunta iktidarı içerde ve dışarıda büyük bir güvensizlikle, korkuyla birlikte yaşıyor. İktidarının altındaki zeminin kaydığını açıkça görüyor. Korkunun verdiği güçle de saldırıyor. Tamda böyle bir dönemde MİT eski müsteşarı Emre Taner’in bu gidişi tehlikeli bulan ve “ortak akla ihtiyaç var.” açıklamalarının basına yansıması da rastlansal değildir.
Dinci faşist cuntanın liderliğinde sürmekte olan topyekûn savaş, sadece HDP’nin eş başkanlarını ve çok sayıda milletvekilini tutuklamayla kendisini sınırlamayacaktır; HDP’nin tümden kapatılması, ilerici, devrimci legal parti ve mevzilerin tasfiyesi, dahası, giderek CHP’nin ve CHP paralelindeki güçlerin de baskı ve saldırıyla iyice etkisizleştirilmesi, belki de kapatılmasına (Mendres/DP dönemi deneyimi hatırlansın) kadar gidebileceği görülüyor. Cumhuriyet gazetesine dönük gerçekleştirilen operasyon(lar), CHP mebusuna ve bazı yöneticilerine yapılan silahlı saldırılar, CHP’nin grup toplantısının Meclis TV’den verilmemesi tesadüfî değildir.  Kılıçdaroğlu’nun önüne atılan kurşunu ise herkes hatırlıyor. Erdoğan’ın “veli nimeti” Kılıçdaroğlu köşeye sıkışınca “yurttaşlarımızın direnme hakkı vardır.” vs. demesi, gerçekte bir yandan CHP tabanının haklı tepkisini yatıştırmaya, öte yandan da üzerine gelen tehlikeyi görmesindendir.
Dinci faşist cuntanın zindanlarda toplu katliamlara dek uzanabilecek yönelimleri dikkat çekiyor. Bir dönemden beri “kamuoyu” bu doğrultuda hazırlanıyor.
Bu denli gözü dönük saldırıların içerde Saray cuntası/AKP iktidarının iktidar tekelini kalıcı kılma hedefiyle bağlı olduğu kadar, aynı zamanda Ortadoğu’ya, özellikle Kürt ulusal devriminin yayıldığı bölgelere, özelde de başta Rojava olmak üzere Rojava ve Kandil’e kapsamlı bir askeri müdahale, işgal ve ezme politikasıyla da bağlıdır. Düşmanın bu yöneliminin özel olarak vurgulanması gerekir. İşbirlikçi Türk burjuva devleti ve Saray cuntası, Ortadoğu’da kendisini aşan gelişmelerin önüne geçebilmek, planlarını gerçekleştirmek, pazarlık kozlarını güçlendirmek vb. için son tahlilde Suriye ve Irak’ta nispeten geniş çaplı işgal harekâtına girebilir ve bunun olası sonuçlarını da göze alabilir. Diktatörlüğün bu olasılığı hesaba katmadığını, planlarında bunu gözetmediğini düşünmek politik saflık olur. Batı ve Güney Kürdistan sınırlarına yapılan askeri yığınak sadece psikolojik operasyondan ibaret değildir… İçerde bu denli derin ve kapsamlı saldırıların geliştirilmesi, mutlak bir sessizlik yaratarak cephe gerisini sağlamlaştırma politikasıyla bağlıdır. Bu gerçeğin altı çizilmelidir. Saraydaki elebaşının “Türkiye’nin Yeni Güvenlik Konsepti Konferansı”nda yaptığı konuşma da Lozan’ı yerden yere vurarak Mimbiç’i, Şengal’i-Sincar’ı işgal ederek “buraları” sahiplerine iade edecekleri, Suriye ve Irak meselesinin Türkiye için “Beka meselesi” olduğu,  “Suriye ve Irak kaynaklı tehditleri yok etmeden 2023 hedeflerine ulaşma imkânımız bulunmuyor.” açıklamaları tesadüfî değildir. Mimbiç ve El Bab’ın Türk devleti ve radikal dinci faşist çeteler tarafından artan oranda saldırıya maruz kalmasının, Türk ordusunun daha şimdiden bölgesel dengeleri negatif yönde etkilediği belli olduğu, tepki topladığı halde buraları işgale yönelmesinin tesadüfî olmaması gibi.
Dizginlerinden boşanmış olan dinsel faşist teröre ve saldırgan yayılmacılığa boyun eğilemez. Emperyalist ve gerici devletlerarasındaki bölünmelere, hegemonya ve rekabet mücadelelerine (onlardan yararlanmak gereklidir ama), olası yeni askeri darbelere, CHP’ye vb. zaten bel bağlanamaz. Tek yol, proletarya ve halkların, ezilenlerin direnişidir; mücadelenin büyütülmesi, devrimdir. Reformların devrimin yan ürünleri olduğu ve olacağı gerçeği de asla unutulmamalıdır. Türkiye’nin, Ortadoğu’nun çözüm bekleyen tarihsel ve güncel sorunlarının tek çözüm yolu ise devrim ve sosyalizmin zaferidir.
Legal mevziler ve kazanımlar son kertesine dek savunulmalıdır. Bunun, hep birlikte gördüğümüz gibi, ağır bedelleri vardır ve bu bedellerin ödenmesi de kaçınılmazdır. Biliyoruz ki bedelsiz mücadele olmuyor… Bu mücadele meşruluk zemininde ısrar edilerek geliştirilmelidir. Ancak Türkiye ve Ortadoğu’nun gerçeklerinin tekrar tekrar kanıtladığı gibi güçlü ve sürekliliği olan, gelişen bir yer altı örgütlenmesi olmadıkça, “öz savunma”ya dayanan bir ağ kurulup yaygınlaştırılmadıkça ciddi bir politik mücadele verilemez. Bu gerçek, reformist, parlamentarist siyasal çevrelerin anti-faşist tabanına ısrarla anlatılmalıdır. Onlar da öz deneyleriyle az ya da çok bu gerçeği görmektedirler. İşçi sınıfının, halkların, ezilenlerin direnişi ve başkaldırısı tümüyle meşrudur. Proletarya ve halklar reformist, parlamenterist, liberal beklentilerle oyalanmamalıdır. Marksist Leninist Komünist Hareket asgari ve azami programına eylemli bağlı kalarak üzerine düşen tarihsel ve güncel sorumluluklarını daha enerjik bir duruş ve tarzla üstlenmelidir.
Değişik deneyimler, geniş kitlelerin, kitlelerin çok farklı politik tercihleri olduğu kesimlerini, giderek direnmenin, sokakların meşru olduğu deneyiminden geçmesini sağlıyor. Geziyi, 6-8 Ekimi, vb geçelim, dün AKP-Cemaat ittifakının baskı ve tasfiyesine uğrayan Kemalist ve Ergenokoncular; daha sonra ve bugün AKP iktidarının baskı ve tasfiyesine maruz kalan Cemaatçiler, şöyle ya da böyle kısmen sokaklara çıkmaya, adalet, hukuk, demokrasi diye yırtınmaya başladılar. “FETÖ darbesi”nde de, her türlü muhalif kitlelerin sokaklara çıkmasına azgın bir düşmanlık gösteren Saray cuntası, etkilediği kitleleri orduya, darbe karikatürüne vb. karşı sokağa çıkmaya çağırdı…  Hala sınırlı da olsa tutuklanan sıradan asker ailelerinin sokağa çıkması da önemsenmelidir.
Bu deneyimlerle tanışan kitleler, hele de öncü kuvvetler inisiyatifi az-çok ele almaya başlarsa, etkilenmeye, demokrasi ve barış, adalet vb. talepli mücadelelere çekilmeye daha müsait hale geldikleri için, direnme hakkına sahip çıkacak, sokakların meşru olduğu ve sokaklara çıkmanın dışında başka bir yol kalmadığını daha kolay anlayacak ve harekete geçeceklerdir. Tabii ki bu öyle basit bir şey değildir, burada önemli olan şey, sistematik ve yaygın kitle çalışması sürecinde söz konusu gerçeğin vurucu ve etkin bir tarzda hesaba katılarak kitlelerin kazanılmasıdır. Yani soruna süreç olarak bakmak ve söz konusu olgunun sürece etkisini görmek öncü kuvvetler bakımından oldukça değerlidir.
Kitlesel tasfiyelere karşı da tek yol meşru mücadele yoludur, yasal yollar zaten kapatılmıştır; her şeye karşın yasal yollar sonuna dek zorlanmalı ama artık KESK vb. tüm kuvvetler meşru yollardan ve aktif politika yapmak, saldırıları göğüsleyip püskürtmek zorundadır… Böyle bir duruş parti, sendika vb. kurumların kitleselleşmesinin de yolunu açacaktır.
 Sınıfın, halkların, ezilenlerin öncü kuvvetlerini bir araya getirmede daha fazla ısrar edilmelidir. Bunu sayısız esnek biçimlerde başarmak olanaklıdır. Düşmanın, İslamcı, mezhepçi, milliyetçi, ulusalcı, Ergenokuncu bloğun saldırıları bu zorunluluğu gitgide daha keskin biçimlerde dayatmaktadır. Bir araya gelebilecek güçlerin birlikte hareketi için, ortak platformlarda ilerleyebilmek için ortak mücadele zeminlerinin güçlendiği açıktır. Bir araya gelmede, güç ve eylem birliklerinde, cephesel birliklerde ısrar edilmelidir. “Demokrasi İçin Birlik” gibi oluşumlarla da yürünebildiği oranda birlikte yürünmelidir. Eylemde birlik, propaganda ve ajitasyonda serbestlik demokratik ilkesi bu bakımdan ideolojik, programatik ayrılıkları olan siyasal parti ve çevreleri değişik biçimlerde bir araya getirmenin herkes tarafından kabul edilebilecek bir ilkesi ve güvencesi olduğu açıktır. Dar grupçu hesapların, sekter ve dogmatik perspektiflerin birleşik bir halk hareketi geliştirmenin önünde engel olduğu ve olacağı açıktır. Tecavüz yasasına karşı gelişen demokratik kadın hareketinin en geniş “cephe” birliğiyle bir araya gelerek sokaklara taşmasından öğrenmemiz gerekir. Gezinin, 6-8 Ekimin, Kobani ve Rojava’nın, Cizre-Sur’un mücadeleci ruhu olmaksızın bir adım bile ilerlememizin olanaklı olmadığı ve olmayacağı da açıktır. En geniş kitleleri harekete çekebilmek için ilerici ve devrimci kuvvetlerin en geniş birliği bir ihtiyaçtır. Kitlelerin ileri kesimlerini ilk elde direniş ve mücadeleye çekecek bu özgül dinamiğe en büyük önemi vermek gerekir. Kitlelerin birikmeye devam eden siyasal ve toplumsal öfkesini açığa çıkarmanın da en önemli yolu buradan geçmektedir. Devrim kitlelerin eseridir. Faşist teröre geri adım attırmanın da, daha ileri hedeflere doğru yürümenin de en güçlü silahı kitlelerdir, kitlesel mücadele yoldur. “Kitleler olmadan bütün bombalar güçsüzdür.” “Öz savunma” hakkı ve vuruşları bu perspektif ışığında geliştirilmelidir.
Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun temel tarihsel ve güncel-yakıcı sorunu politik özgürlüktür. Bu sorun devrim ve karşı-devrim arasındaki siyasal mücadelenin merkezinde durmaktadır…
İRFAN AZADKILIÇ

  
  

21 Kasım 2016 Pazartesi

I. BÖLÜM



19) Stalin, Marksizm-Leninizm’in Bir Ustası Olarak Değerlendirilebilir mi?
Biliyorum, ölümümden sonra mezarımın üstüne yığınla pislik atacaklar. Ama tarihin rüzgârı onları temizleyecek.” (Stalin)
Tarihte hiçbir devrimci önder Stalin kadar acımasız demagojik saldırılara uğramadı. Hiçbir devrimci öndere bu denli sınırsız kin duyulmadı. Hiçbir ülkenin önderi kendi ülkesinde Stalin kadar aşağılanmaya çalışılmadı. Tarihte hiçbir önder Stalin kadar eşsiz başarıların, zaferlerin ve kazanımların altına da imzasını atamadı.
Stalin’e dönük her renk ve tondan iftiranın, demagojinin, sınırsız kinin kaynağında yatan olgu, onun proletaryanın devrimci ideallerine ve pratiğine olan sarsılmaz bağlılık ve iradesiydi.
Çünkü O, geri bir köylü ülkesinde, emperyalist kuşatma altında, tarihte ilk defa sosyalizmi inşa eden; içte kapitalizmin ve burjuvazinin, özel mülkiyetçi her türden maddi ilişkilerin köküne kibrit suyu döken; emperyalizm ve faşizmin her ablukasını yıkan ve yenen; oportünist, Troçkist vb. her türden akımın hain ve dönek karakterini yalnız teoride değil, daha da önemlisi, pratiğiyle de parlak bir biçimde çırılçıplak ortaya koymayı başaran komünist bir önderdi. Stalin adı yenilmezliğin, proletaryanın fethedemeyeceği kaleler olamayacağının keskin ifadesidir.
“Stalinizm” olarak tanımlanabilecek bir Stalincilik yoktur. Stalin’in de hiçbir zaman böyle bir iddiası olmadı. Bu iddianın kaynağı, burjuvazidir; sosyal-demokrasiden Troçkizm’e, Titoizm’den Kruşçevlere vb. uzanan modern revizyonist cephedir.
Stalin her zaman için Lenin’in sadık bir öğrencisi oldu, olmaya çalıştı. Sadık ve alçak gönüllü fakat gücünün de farkında olan bir komünist devrimci önder olarak yaşadı.
Emperyalizmin, her türden oportünizmin, Troçkizm’in vb. aşağılık kara çalma ve çarpıtmalarına karşın Stalin her şeyden önce yaptıklarıyla tarihteki yerini almıştır. Uluslararası sermayenin ve yedeğindeki ideolojik-siyasi akımların aşağılık ve dizginsiz çarpıtma ve iftiralarına rağmen Stalin bir onur abidesi olarak yaşamaya devam etmektedir ve edecektir de!
Tarihin ve sınıflar mücadelesinin denek taşına vurulduğunda Stalin, ciddi hata, eksiklik ve zaaflarına karşın büyük bir proletarya savaşçısı ve önderi olarak yaşadı, savaştı ve öldü.
Tarihsel gerçek budur.
O, geride bizlere, gerçekte öğrenmede son derece tutuk davrandığımız, yetersiz kaldığımız, zengin bir deneyim ve dersler yığını; güçlü bir teorik ve pratik hazine bıraktı.
Stalin’i belirleyen bir yandan kapitalizm, özel mülkiyet ve her renkten oportünizm karşısındaki yıkıcılığı, öte yandan daha da zor olan büyük bir sosyalist kurucu/yapıcı çalışmasıdır. Hata ve eksiklikleri de içinde olmak üzere Stalin’den öğrenmek eleştirel öğrenmeyle, O’nun “Bolşeviklerin fethedemeyeceği kale yoktur” çağrısına kulak vermekle mümkündür.
İnsanlar, kendi tarihlerini kendileri yaparlar ama keyfi olarak değil, içerisinde bulundukları ekonomik, toplumsal ve somut tarihsel koşullara dayanarak, o koşullar içerisinde.
Aynı diyalektik materyalist değerlendirme Stalin’e bakış açımız için de geçerlidir.
Marksizm Leninizm’in bu sadık savaşçısının, proletaryanın bu büyük devrimci önderinin hata ve eksiklikler hanesine yazılacak şeyler temelde, sosyalizmin tarihte ilk kez (Paris Komünü gibi sınırlı bir deneyimi bir yana koyarak söyleyecek olursak) kurulacak oluşuyla ilgilidir. Geride herhangi bir sosyalist inşa-kuruculuk deneyiminin bulunmadığı koşullarda yeni bir dünyayı, pratik-siyasal bir sorun olarak, kurmak/inşa etmek zorunluluğunun yaşandığı bir tarihsel kesitin ağır mı ağır sorun ve gerçekleriyle ilgilidir.
Bu bağlamda, Stalin’in önderliği dönemine ilişkin yapılacak eleştiri ve değerlendirmeler bu bakış açısıyla ele alınmalı, geri bir köylü ülkesinde ve burjuva kuşatma altında tek başına sosyalizmi kurmak tarihsel zorunluluğunun nesnel dayatmalarını da gözden kaçırmaksızın soruna yaklaşılmalıdır.
Sosyalizmin inşasının önderi Stalin’e bakışımız, geçmişten gelecek için ders çıkarmak, yeni bir donanımla kuşanarak sosyalist/ komünist dünyayı kurmakla ilgilidir
Tarihten ders almasını bilmeyenler, en iyi durumda bile, son tahlilde onu bir biçimde tekrarlarlar. Birincisinde trajedi kabul edilecek şey, ikincisinde bir komediye dönüşür. Ama devrimci proletarya artık ne yeni bir trajedinin, dahası ne de bir komedinin yaşanmasına izin vermeyecektir. Çünkü devrimci enternasyonal proletarya bu niteliğe, yeteneğe, irade gücüne sahiptir. Çünkü devrimci enternasyonal proletarya tarihten ders çıkarma nitelik ve yeteneğine sahip en gelişkin sınıftır. Çünkü o, geleceği elde tutan ve yazacak olan tek sınıftır. Çünkü Marksist-Leninistler ideolojik liberalleşmeyle de, dogmatizmle de hesaplaşma kudretine ve tarihten bilimsel dersler çıkarıp pratikleştirme nitelik ve yeteneğine sahiptirler. Stalin’in dediği gibi, Bolşeviklerin fethedemeyeceği kaleler yoktur!
Bu kez, enternasyonal proletarya ve politik genelkurmayları, sosyalizmin tarihsel-politik-ideolojik deneyimleriyle de kuşanmış olarak 21. yüzyılda sosyalizmin zaferi için, bir kez daha ve daha büyük bir güç ve tutkuyla ileri atılacak ve proletaryanın bayrağını kapitalizm ve özel mülkiyet dünyasının köhnemiş burçlarına dikecektir. Biliyoruz ki, devrimci proletarya, kendi tarihinden gerekli dersleri çıkarıp vurucu bir silaha; zafer ereğiyle öğrenme ve bu uğurda her türlü zorluğu yenme ve kazanma iradesine sahip en devrimci sınıftır.
Proletarya, tarihteki en büyük başarı ve zaferlerini büyük Stalin önderliğinde kazandı ama en büyük yenilgisinin öncülleri de Stalin döneminde oluştu. Bu olgunun vurgulanması gerektiğine de inanıyoruz.
Doğada, toplumda, düşüncede hiçbir şey öncüller oluşmadan doğmaz.
56’da proletaryanın iktidarını gasp eden modern revizyonist ihanetin öncülleri daha Stalin yaşarken oluştu. Bürokratik paslanma, çürüme Stalin sonrası dönemde restorasyona dönüştü. Stalin bir ölçüde gördüğü bu tehlikeyi derinlemesine anlayamadı, köklü bir müdahalede bulunamadı. Eleştire geldiğimiz tablodan Stalin’i azade tutamayız, dahası Stalin’i ilk sorumlu olarak ele almak zorundayız. Bu konuda Enver Hoca gibi davranarak Stalin’i yaşanan olumsuzluklardan adeta soyutlayarak, tek yanlı bir duygusallıkla da sorunu ele alamayız.
Evet, Stalin büyük bir Marksist-Leninist önderdir. Ama Stalin’i dördüncü usta sayamayız. Teorik ve pratik alanlardaki hata, zaaf ve eksiklikleri bu büyük devrimciyi Marks, Engels, Lenin’in yanında dördüncü bir usta olarak koymamıza engel olmaktadır.
Ancak inanıyoruz ki Stalin, Lenin’den sonra yetişmiş, yaşamış en büyük Leninisttir. Eserleri, değerli bir başvuru kaynağıdır. Mekânlarımızda, kurumlarımızda, eylem alanlarında, kitleler içerisinde hep Stalin’in devrimci mirası, fotoğrafları da elde bayrak olmalıdır.
İnanıyoruz ki, Stalin’i reddetmek Marksist-Leninist olmayı reddetmektir. AntiMarksist-Leninist akımların Stalin’i reddetmeleri, bu reddiyeye değişik gerekçeler göstermeleri ya da Stalin’in Marksizm-Leninizm’le bağını koparmak isteyenlerin işe, Stalin’i, “Stalinizm”i redle başlamaları rastlantısal değildir. Vurguluyoruz: Hem Stalin’i reddetmek hem de Marksist-Leninist kalmak mümkün değildir. Stalin’i reddetmek Marksist-Leninist olmayı reddetmek demektir. Kuşkusuz ki tek başına Stalin’i savunmak da hiçbir akıma otomatik olarak Marksist-Leninist olmak hakkını da vermez ama şimdilik konumuz bu değil, geçiyoruz.
Dikkat edilsin, Stalin’i red ve mahkûm edenler cephesi, devrimi reddeden cephedir; reformizm, revizyonizm, Troçkizm gibi sosyalizm maskeli burjuva akımlardır. Stalin’in devrimciliğini yadsıyanların devrimci mücadelede ciddi bir yerlerinin olmaması, burjuvazinin iftiralarını tekrarlamaları, hatta kraldan çok kralcı kesilmeleri rastlantı değildir, aksine, yalnızca Marksizm-Leninizm değil, devrim karşıtı karakterlerinin yansımasıdır.
Stalin’i Marksizm-Leninizm’in bir ustası olarak değerlendirmesek de, Stalin’in ulusal sorun, sosyalizmin inşası, strateji taktik, parti teorisi, askerlik bilimi gibi önemli sorunlarda Marksizm-Leninizm’e katkıları olduğuna da inanıyoruz. Onun bu katkılarının Marks, Engels, Lenin’den bağımsız yaptığı katkılar, onlarla eş değerde yaptığı katkılar olarak görmüyoruz. Ama yine de katkıdır ve bu katkılar ciddi katkılardır. Fakat yine de bu katkıların tek başına Stalin’i, Marksizm-Leninizm’in klasiği/ustası saymamıza yeterli olmadığını düşünüyoruz. Yeni tip bürokratik sınıfsallaşma ve çürüme olgusunu bilince çıkaramaması, teoriyi buradan zenginleştirememesi, pratiğin önünü bu bakımdan açamaması, Stalin’i Marks, Engels, Lenin gibi bir deha saymamızı önleyen en temel nedendir. Bunu yapma şansı olan Stalin’di. Çünkü söz konusu olumsuz deneyime kendisi tanık olmuştu. Bu olguyu, diyalektik materyalizme, Marksizm-Leninizm’e dayanarak eleştirel inceleme, teoriyi (ve pratiği) yenileyerek zenginleştirme, böylece SSCB’ye, Sosyalist Kamp’a, dünya proletaryasına önderlik etme olanağı vardı. Bu görevi çözmeye en yakın yerde olan ve duran ve bunu başarması beklenecek tek kişi, o koşullarda Stalin’di. Ama ne yazık ki Stalin yoldaş bu yaşamsal devrimci görevi, büyük bir Marksist-Leninist önder olmasına karşın yapamadı. Bu görevin yerine getirilememesinin SSCB’yi, Sosyalist Kamp’ı, UKH’yı, dünya proletaryası ve dünya devrimini getirdiği yeri, derin ve kapsamlı yıkımı ise biliyoruz.
Tarihsel materyalizmi, diyalektik materyalizmi bir yana iterek yapılan Stalin değerlendirmeleri nesnel değildir. İçerisinde yetiştiği ve savaştığı somut tarihsel koşullardan soyutlayarak, koparılarak yapılan Stalin değerlendirmeleri bilimsel ve devrimci değildir. Marksizm-Leninizm, tarihte bireyin rolünü reddetmez ama gerek Stalin’i idealize eden, O’nu her türden hata ve zaafın, eksiklerin, eleştirilerin dışında tutan analizler gibi şeytanlaştıran analizler de Marksizm-Leninizm’e aykırıdır. Ki bu şeytanlaştırma operasyonunun dünya burjuvazisinin ve yedeğindeki akımların bilinçli ideolojik-politik-psikolojik saldırısıyla bağlı olduğu gerçeğinin altı özenle çizilmelidir. Stalin haklı olarak gerek SBKP (B) ve gerekse de Uluslararası Komünist Hareket içerisinde daima büyük bir otoriteyi temsil etti. Ortaya çıkan veriler ışığında Stalin’in o büyük otoritesine rağmen kendi partisi içinde çeşitli sorunlarda azınlıkta kaldığı dönemler olduğunu öğreniyoruz. Geçmişte bu bakımdan tek yanlı değerlendirmelerimizin olduğu açıktır. Marksist-Leninist Komünistler burjuva liberal ve küçük burjuva sekter dogmatik yöntemlerle, bakış açısıyla, değerlendirmelerle arasına kalın bir sınır çizgisi çekerek Stalin’den eleştirel öğrenmeye devam etmelidirler. Marx’ın dediği gibi “Mücadeleye, yalnız yanlışsız ve elverişli şans koşulları içerinde başlanabilse, dünya tarihi, elbette ki çok kolay yaratılabilir” ve yazılabilirdi. Fakat öyle olmadığını biliyoruz…
DEVAM EDECEK

19 Kasım 2016 Cumartesi

I. BÖLÜM



18) “Politik Ekonomi Ders Kitabı” ve Bazı Revizyonist Tahrifatlar
1950 yılının başlarında, henüz Stalin hayattayken, sosyalizmin ekonomik sorunları ve bir politik-ekonomi ders kitabının hazırlanması üzerine tartışmalar ve çalışmalar örgütlenir. Stalin de bu tartışmalara katılır ve önderlik yapar. Bu tartışmalar sırasında Stalin tarafından kaleme alınan “Sosyalizmin Ekonomik Sorunları” kitabı, özellikle incelenmesi ve öğrenilmesi gereken değerli bir yapıttır. Ders kitabı, Stalin’inin ölümünden iki yıl sonra, 1955’te yayınlanır. Oysa bu çalışmanın bir yıl içerisinde yayınlanması kararlaştırılmıştır. Bu gecikme bir yana, 1955’te yayınlanan “Politik Ekonomi Ders Kitabı” kuşkusuz ki bir el kitabı olarak değerlidir; ancak bu kitapta bir kısım revizyonist tez de yer almaktadır. Kitap her ne kadar Stalin’in eleştiri ve önerileri temelinde yazılmışsa da, yine de bir kısım revizyonist kirliliği kendi içerisinde taşımaktadır. Kuşkusuz ki Stalin’inin ölümü revizyonistleri rahatlatmıştır. Ama yine de bu dönem revizyonistlerin henüz açık ve doludizgin bir cüretle ortaya çıkmaya cesaret edemedikleri bir dönemdir hala.  Kitap bu koşullarda yayıma hazır hale getirilirken, bir yandan Marksist-Leninist doğrular ortaya konulmuş ama öte yandan da bazı revizyonist tahrifatlar yapılmıştır.
Aşağıda eleştireceğimiz söz konusu revizyonist tezler, 1956 öncesi içerisine girilen ihanet yolunu sergilemesi, kavranması bakımından önemlidir. Söz konusu tezler ve Parti MK’sının kararları 56 ile birlikte geliştirilmiş ve sistemli hale getirilerek pratikleştirilmiştir. Söz konusu revizyonist tezler, Stalin’inin ölümünden sonra, 1953’te yapılan SBKP MK Toplantısı’nda ve 1954 yılında yine Parti MK’sı tarafından alınan kararlara dayanmaktadır. Ders Kitabı’nda yer alan “Barış içerisinde bir arada yaşama” tezinin ünlü Kruşçevci yorumuna sadece dikkat çekmekle yetiniyoruz. Şimdi, kısaca da olsa, “Ders Kitabı”ndaki bir kısım revizyonist tahrifatın ele alınmasına geçebiliriz.
“SBKP MK Eylül Oturumu’nun ( 1953) Kararları ve Komünist Partisi’nin ve Sovyet devleti’nin bunu izleyen kararları uyarınca, toparlama alanında, Kolhozların ve kolektif köylülerin üretimin arttırılmasına olan maddi ilgilerini azaltan önder Kolhozlar için teslim etme normunu yükseltme şeklindeki yanlış pratiğe bir son verildi. Bunun dışında bir dizi tarımsal ürün için devlete mecburi teslim normları düşürüldü…” (age., C. II, s. 230)
1953 yılında (ki, Kruşçev haini, ilk çıkışını tarıma ilişkin politika ve eleştirileriyle yapmıştır) alınan bu kararlar, Stalin’in yaşamını yitirmesinden sonra alınan kararlardır. Aşağıda gösterileceği gibi, bu kararlar revizyonist kararlardır; değer yasasının alanını genişleten, küçük meta üretimini geliştiren, merkezsel planlamanın alanını daraltan, burjuva bireyciliğini kışkırtan kararlardır.
Söz konusu kararlarla birinci olarak, “tarımsal üretimi teşvik etmek” iddiasının arkasına sığınılarak önder kolhozların teslim etme yükümlülükleri azaltılıyor, böylece kolhozların elinde zorunlu teslim yükümlülükleri dışında kalan ürünlerin çapı arttırılıyor. Bu şu demektir: Zorunlu teslim yükümlülüğü dışında kalan ürün (metalar), kolhozların malıdır. Kolhozlar bu metaları istedikleri gibi, istedikleri yerde satma özgürlüğüne sahiptirler. Kolhozlar esas olarak bu malları, “örgütsüz pazar”da satmayı tercih etmektedirler. Çünkü bu pazarda fiyatlar arz ve talebe göre şekillenmekte ve daha pahalı satılabilmektedir. “Örgütsüz pazarın” alanını genişletmek ise, küçük meta üretiminin alanının genişletmesini doğurmaktadır. Bu adım, tersinden, “örgütlü pazar”ın alanını daraltmak anlamına gelmektedir. Devletin “örgütsüz pazar”a doğrudan müdahale hakkı bulunmamaktadır. “Örgütsüz pazar”da, fiyatlar değer yasasına göre oluşmaktadır.
Kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde ana doğrultu, sistematik bir tarzda değer yasasının, meta üretiminin alanını daraltmak ve giderek ortadan kaldırmaktır. Stalin döneminde gelişmenin yönü bu doğrultuda şekillenmiş ve yürüyordu. Bu kararların alındığı dönemde, SSCB tarımında yapılması gereken şey, değer yasasının alanını genişletmek değil giderek adım adım değer yasasının alanını daraltarak ilerlemekti. Oysa tersi yapılmıştır. Ve dikkat edilsin, eski dönem, Stalin dönemi eleştiriliyor ve izlenen politika mahkûm ediliyor. Yani bu kararlarla, Marksist-Leninist politika açıkça “yanlış pratiğe son” verme adı altında iptal ediliyor.
İkinci olarak, gerek önder kolhozların teslim yükümlülüklerinin azaltılması, gerekse de “bunun dışında bir dizi tarımsal ürün için devlete mecburi teslim normları”nın düşürülmesi, yukarda işaret ettiğimiz şeyler dışında, bir de bu alanda merkezi planın alanının sınırlandırılmasını, gevşetilmesini, geriletilmesini sağlamaktadır. Nitekim süreç giderek bu doğrultuda şekillendirilmiştir.
Oysa kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde merkezi planlamanın önemi azalmaz, aksine artar. Yanı sıra, 1953’lerin SSCB’si 1920’lerin NEP dönemi Rusya’sı değildir. Üstüne üstlük, bir de bu kararların alındığı dönem, SSCB’nin sosyalizmden komünizme, sosyalizm aşaması geride kaldığı için komünizm aşamasına girildiğinin ilan edildiği bir dönemdir. Hem “Sovyetler Birliği, sosyalizmi inşa etmiş olan ve şimdi de başarıyla komünizm binasını inşa eden dünyanın ilk ülkesidir.” (Ders Kitabı, C. II, s. 324) denilirken, öte yandan da söz konusu kararın alınmış olması ayrıca bir çelişki ve tutarsızlığı dile getirmektedir. Bu sübjektif yaklaşım bir yana, söz konusu kararların alındığı tarih kesitinde yapılması gereken şey merkezsel planlamayı zayıflatmak değil, aksine güçlendirmekti. Merkezi planlamayı bürokratik merkeziyetçi deformasyondan kurtararak demokratik merkeziyetçiliğe, sosyalist demokrasinin işlevsel geliştirilmesi eksenine dayalı yetkinleştirmekti. Bu gerçeklere karşın ilgili kararlar alınabilmiştir.
Üçüncü olarak, daha ilerde incelediğimizde görülecektir ki, bu kararlar ve kararların mantığı doğrultusunda daha sonra alınan aynı içerikteki kararlarla, bir yandan sosyalist tarım geriletilmiş, diğer yandan da 56 dönemecine taşlar döşenmiş ve 56 sonrası kapitalist yeniden inşa süreciyle birlikte SSCB giderek dünyanın en büyük buğday ithalatçısı pozisyonuna düşürülmüştür.
“…SBKP MK Eylül Oturumu, bir dizi tarımsal ürün için şimdiye kadarki ürün baş fiyatı ve toptan alım fiyatlarının Kolhozları ve kolektif köylüleri üretimlerini yükseltme konusunda teşvik etmediğini saptadı. Bu fiyatları değer yasasının gereklilikleriyle uyum içinde yükseltme şeklinde bir nesnel zorunluluk doğdu.
“Kolektif köylülerin tarımı daha fazla gelişmesine olan bireysel maddi ilgisini yükseltmek amacıyla, SBKP Eylül Oturumu’nun Kararları’yla ürün baş fiyatı ve toptan alım fiyatları önemli ölçüde yükseltildi, mecburi teslim normları düşürüldü ve yüksek toptan alım fiyatlarıyla toptan alımların payı yükseltildi; kolektif köylülerin yan işletmeleri için alınan tarımsal vergi düşürüldü…” (age., s. 231)
Burada dikkat çeken şey, kolektif köylülüğün (kolhozlardaki) bireysel/özel işletmelerinden alınan verginin düşürülmesidir. Maddi teşvik aracılığıyla tarımsal üretimi arttırmak bu uygulamanın gerekçesini oluşturuyordu.
Bu karar, diğer kararlar gibi, sosyalist maddi temelin de sürekli yetkinleştirilmesiyle da bağlı sosyalist bilinç ve eylemi geliştirerek tarımsal üretimi arttırmak yerine, kolhozların ve tek tek kolhozcu köylülerin para ve mal kazanma hırsını teşvik ederek sözde tarımsal üretimi arttırma politikası temelinde yükseliyor. Stalin sonrası alınan kararlarda maddi teşvik artan oranda öne çıkarılmış ve geliştirilmiştir. Söz konusu vergi oranının düşürülmesi de bu politikanın araçlarından birisi olmuştur. Teorik ve pratik olarak, bu karar da diğer kararlar gibi, burjuva ve küçük burjuva ideolojik ve ahlaki değerleri güçlendirmiş, değer yasasının da alanını genişletmiştir.
Kolhoz mülkiyeti sosyalist mülkiyetin bir biçimidir; böyle olmakla birlikte, bu mülkiyet tipi bir grup mülkiyetidir ve henüz tüm halkın mülkiyeti kategorisine de girmemektedir. Sosyalizmden komünizme geçiş sürecinde çözülmesi gereken sorunlardan birisi de, grup mülkiyetinin tüm halkın mülkiyeti düzeyine çıkarılmasıdır. Geçiş sürecinde politika, grup mülkiyetini, adım adım, maddi ve kültürel olarak ön koşullarını olgunlaştırarak tüm halkın mülkiyeti düzeyine çıkarmaktır.
Sorunun bu yanını Stalin, ünlü eseri “Sosyalizmin Ekonomik Sorunları”nda ortaya koymuştur. Kolhoz mülkiyetinin iki tipi vardır: Artel ve komün. Artel, kolhozcu mülkiyetin alt biçimi, komün ise bir üst biçimidir. İkincisini birincisinden ayıran şey, komünde küçük çaplı özel mülkiyetin de ömrünü tamamlayarak son bulmasıdır. Tarihten, özel mülkiyet dünyasından devralınmış özel mülkiyetçi köklü kirlilik ve gerilik nedeniyle, tarımda sosyalist dönüşüm sürecine girilirken, bu olgu dikkate alınarak, işe, hemen ve doğrudan komün tipi kolhoz örgütlenmesiyle başlanmamakta, bunun yerine, işe, artel tipi kolhozcu iktisadi biçimle başlanmaktadır. Ama sosyalist inşa süreci ilerledikçe, sağlamlaştıkça, artelden komün tipine geçişin koşulları olgunlaştıkça, doğal olarak artel yerini, adım adım, komün tipi kolhoza bırakacaktır. Ama bu süreç kendiliğindenci bir süreç değildir, aksine, proletaryanın iradi bir şekilde müdahale ettiği ve yönettiği bir süreçtir. Bu bağlamda, 1950’lerin SSCB’sinde Partinin görevi, artel tipini daha da yerleşik hale getirecek kararlar almak ve süreci geri çekecek politikalar ve eylem planları yürütmek değil, aksine komün tipine gidişi hızlandıran politika ve eylem planı geliştirmek olmalıydı. Ama, revizyonist bürokratik yeni tip küçük burjuva kast, doğası gereği, bu görevi bir yana itmiş, dahası mahkum etmiş, özel mülkiyeti, özel mülkiyetçi eğilim ve uygulamaları geliştirmeye başlamıştır.
“Sovhozların üretimin gelişmesi karşısında maddi ilgiyi sağlamak için, 1954 yılında, şimdiye kadar Sovhozlara verilen devlet sübvansiyonları kaldırıldı…” (age., s. 242)
“Bir bütün olarak Sovhozun ve her Sovhoz çalışanının emeğin sonuçlarına karşı maddi ilgisi, Sovhozlardaki üretimin kesintisiz büyümesinin ve mükemmelleşmesinin en önemli koşuludur.” (age., s. 243)
Aynı revizyonist teorik ve pratik yaklaşımı sovhoz politikasında da görüyoruz. Sovhoz, tarımda sosyalist iktisadi biçimin en yüksek tipidir. Kolhozlardan farklı olarak, sovhozlar, tüm halkın mülkiyeti olan sosyalist/toplumsal mülkiyet kategorisine giren bir mülkiyet biçimidir. Sovhozlar, sosyalist tarımda örnek devlet işletmeleridir. Ama salt örnek ve önder bir işletme değil, aynı zamanda sosyalist tarımsal üretim verimliliğini öncelikle geliştiren ve üretimde de önemli bir yer tutan işletme türüdür. Dolayısıyla Stalin döneminde uygulanan devlet sübvansiyonu politikası doğru bir politikaydı.
Tarımın önder kuruluşları olan sovhozları, bilim ve tekniğin en son verilerine dayanarak kesintisiz bir şekilde en ileri teknikle donatmak ve sürekli yenilemek ve yetkinleştirmek devletin (proletarya diktatörlüğünün) asli görevlerinden birisidir. Sovhoz bir devlet işletmesidir ve geliştirilmesi de devletin görevidir. Sovhozları ihmal etmek, gerçekte sosyalist tarımı ihmal etmek, proletaryanın tarıma önderlik görevlerini ihmal etmek, onun önderliğini zayıflatmak demektir. Zaten söz konusu kararla da bu yapılmıştır ve bu, bilinçli bir tercihin ürünüdür. Aslında MK’nın bu kararı, 56 sonrası yürürlüğe giren işletmelerin kendi kendisini finanse etmesi (oto finansman) politikasının öncül adımlarından bir diğerini oluşturmaktadır.
Sovhozların ve sovhoz çalışanlarının emeklerinin sonuçlarına maddi ilgilerinin, sovhozlardaki üretimin kesiksiz geliştirilmesinin “en önemli koşulu” olduğu tezine gelince: Bu bakış açısı ve harekat tarzı, çok çarpıcı bir tarzda, 53’le başlayan ve 56’da tamamlanan geçiş sürecindeki burjuva revizyonist eğilimin çarpıcı yansımalarından birisidir. Burada eğer bir “ön koşul” aranacaksa, bu ön koşulun birincisi, üretim tekniğinin ve üretim verimliliğinin azami geliştirilmesi, ikincisini ise, komünist bilinç ve eylemin geliştirilmesi, yeni insanın yaratılmasının gereklerine gösterilecek azami özen ve duruştur. Ama biz, söz konusu kararlarda bu olgunun zerresini bile göremiyoruz, aksine özel mülkiyetçi tutkular kışkırtılıp yaygınlaştırılıyor; burjuva revizyonist eğilimin toplumsal temelleri güçlendiriliyor, ideolojik dokusu sağlamlaştırılıyor, bürokratik tabakanın siyasal hazırlık ve manevrasına alan açılıyor. Değer yasasının alanı genişletiliyor.
“Sosyalist iş bölümü sayesinde, bunun dışında, tek tek ülkeler, sanayinin ve tarımın en önemli dallarının gelişmesinde çifte çalışmadan ve kesişmelerden kaçınabilecek duruma getirilmektedirler. Sosyalist kampın tüm sistemi içinde eşit haklara sahip iktisadi birimler olarak birbirlerini tamamlamakta ve muazzam ölçüde gücün ve aracın tasarruf edilmesiyle iktisadi gelişmelerini hızlandırmaktadırlar. Her ülke, güçlerini ve araçlarını kendisi için uygun doğal ve iktisadi koşulların ve aynı zamanda en iyi üretim deneyiminin ve uzmanların bulunduğu dalların gelişmesi üzerinde yoğunlaştırabilir. Bununla birlikte, tek tek ülkeler için, diğer ülkelerden alabileceği ürünlerin üretilmesinden kaçınma olanakları ortaya çıkmaktadır. Böylelikle sanayide geniş çaplı uzmanlaşma ve üretimin koordinasyonu ve besin maddeleri ve hammadde üretiminde amaca uygun iş bölümü sağlanmaktadır.” (age., s. 375-376)
Burada savunulan perspektif düpedüz büyük devlet şovenizmidir, revizyonist bürokrat tabakanın burjuva yayılmacı istek ve beklentilerinin yansımasıdır. Burada, “iş bölümü” adı altında önerilen politikanın altında, yeni sosyalist ülkelerin kendi ağır sanayilerini kurmasını önleme ve bu ülkeleri yeni tip burjuvazinin egemenlik kuracağı SB’nin ucuz hammadde kaynağı, ucuz iş gücü kaynağı, tarıma ve hafif sanayiye dayanan uzantıları olarak şekillendirme istek ve amacıdır. Nitekim modern revizyonist karakterdeki 20. Kongre ile bu amaç açık seçik dile getirilir. Sosyalist kamp çapında en ileri bilimsel-teknik temel üzerinde yükselen güçlü ve birleşik bir maddi temelin inşası ve kesintisiz geliştirilmesi, keza bu olguyla birleşik güçlü ve gelişen bir uluslararası proletarya diktatörlüğü cumhuriyetler birliğinin inşası; bu perspektifle bağlı uzmanlaşarak ihtisaslaşmış bir uluslararası sosyalist ekonomi ve işleyişi doğru bir hedeftir. Fakat yukarıda işaret ettiğimiz ve eleştirdiğimiz analizin böyle bir perspektifle uzaktan yakından bir bağı bulunmamaktadır.
Yukarıdaki teori ve perspektif, gerçekte, (“Brejnev doktrini” ile daha açık ilan edilen) revizyonist burjuvazinin, yeni-sömürgeci “sınırlı egemenlik” doktrininin farklı bir anlatımı, ön temel taşı ve tamamlayanıdır. Oysa sosyalizmden komünizme geçiş, komünizmin maddi-teknik temelinin hazırlanması ve sürekli geliştirilmesi, her sosyalist ülkenin birleşik uluslar arası sosyalist ekonominin bir bileşeni olarak en yeni tekniğe dayalı bir tarzda üretim araçları üreten sanayi kurmasına ve geliştirmesine bağlıdır. Sosyalist kampın ortaya çıkması bundan vazgeçmeyi getirmez, tersine, ağır sanayisini kurmuş ve başarıyla geliştiren sosyalist ülkenin enternasyonalist desteği ile yeni sosyalist ülkelerin ağır sanayisinin kuruluşuna her bakımdan katkı yaparak, böylece sosyalist kamp çapında güçlü bir maddi-teknik temele bağlı olarak komünizme yürümektir. Bu aynı zamanda, uluslararası sermayeye karşı ulusal bağımsızlığın korunması, emperyalist kuşatma ve saldırıların etkisizleştirilmesi vb. için de son derece ivedi ve kaçınılamaz bir görevdir.
Bir de tarihin sunduğu dersler ışığında şu noktalara dikkat çekmek isteriz. Birinci nokta, kapitalist restorasyondan sonra yaşanan tahrip edici sürecin geniş kitleler üzerinde yarattığı derin güvensizlikler mevcuttur. Bu güvensizliklerin temel unsurlarından birisi şudur: Diğer sosyalist ülkeler, restorasyonla birlikte süreç içinde Rus sosyal emperyalizminin yeni sömürgeleri haline geldiler. Uzatmaya gerek yok, bu durum, gelecekte, sosyalist devrimini daha erken gerçekleştirmiş (tabii bu ülke SSCB gibi kudretli bir ülkeyse) ülkeye karşı sosyalizme daha sonra ulaşmış olan ülke ya da ülkelerin işçi ve emekçilerin bir ulusal güvensizlik duygusuyla davranmasına ya da hiç olmazsa bu çarpık bilincin ciddi etkileri altında tepki vermesine yol açacaktır ya da açabilecektir. Bu durum, dünya proletarya diktatörlüğü federasyonuna geçilmesini olumsuz yönde etkileyebilecektir. Dolayısıyla teoriye, proletarya enternasyonalizmine güçlü bir şekilde asılmak, şovenizme ve sosyal şovenizme karşı mücadeleyi güçlü bir tarzda geliştirmek ve daha zayıf ve geri uluslardan emekçi kitleler üzerinde olası burjuva milliyetçi etkilere karşı savaşmada ve bu uluslar ve ülkeler işçi, emekçilerinde ulusal güvensizliklere yol açabilecek en küçük tavır ve tutumlardan uzak kalmaya en büyük özen ve dikkati göstermek bugün geçmişten çok daha fazla bir hassasiyeti gerektirmektedir. Kuşkusuz ki, geri ve zayıf ulusların işçi ve emekçileri üzerindeki burjuva milliyetçi etki ve güvensizliklere karşı sadece propaganda ve ajitasyonun gücüyle savaşılamaz. Bunun kitlelerin kendi öz deneyimleri ile birleşmesi gerekecektir. Bu noktayı asla unutmamak gerekmektedir.
İkinci nokta, kapitalist restorasyonun özgün deneyimi, her sosyalist ülke ve ulusun kendi bağımsız ağır sanayisine sahip olmasının önemini daha da yakıcı kılmıştır. Uluslararası sosyalist iş bölümü içerisinde olabildiğince birleşik bir sosyalist pazar geliştirirken, bu noktaya özel bir önem göstermek ve ileride olan sosyalist ülkenin geride olan sosyalist ülkelere ve uluslara karşılıksız  ( evet, özellikle vurgulanması gerekir, tamı tamına karşılıksız, yani işin içerisine değer yasasının hiçbir biçimde bulaşmadığı) enternasyonalist destek ve katkısının yapılmasına geçmişten daha özenli davranması ve gerekli fedakârlığı yapması gerekecektir. Kapitalizmin restorasyonu deneyiminden sonra bugün bu çok daha yakıcı bir sorun ve görev haline gelmiştir.
“Emek üretkenliğinin kesintisiz büyümesini ve toplumsal zenginliğin önemli ölçüde çoğalmasını sağlamak için, sosyalizmden komünizme geçiş döneminde halk iktisadının planlı yürütülmesinin değer yasasına bağlı para, kredi, ticaret ve iktisadi muhasebe gibi ekonomik aygıtların kullanılması gerekmektedir…” (age., s. 322)
Evet, değer yasası sınırlanmış olsa da sosyalist inşa sürecinde belli bir ölçüde işlemektedir. Dolayısıyla kaçınılmaz olarak, planlamada, muhasebede vs. dikkate alınmak zorundadır. Ama sosyalizmden komünizme geçiş döneminde, yani tüm bu süreçte, emek üretkenliğinin sürekli büyütülmesi, toplumsal zenginliğin önemli oranda çoğaltılması için değer yasasına bu denli önem verilmesi yanlıştır, revizyonist bir yaklaşımdır.
Sosyalist inşa süreci komünizme doğru olgunlaşarak geliştikçe, değer yasasının sosyalist ekonomi üzerindeki etkisi de giderek zayıflayacak, dahası zaten bilinçli politikalarla ömrünü tüketmesi sağlanmaya çalışılacaktır. Sosyalizmin iktisadi temellerinin atılmasından sonra bu etki zaten ciddi bir şekilde sınırlanmış olacak ve nihai amaca doğru devrimci ilerleyiş sürecinde bu rol ve etkisi artan oranda zayıflayacaktır.
Dolayısıyla emek üretkenliği ve toplumsal zenginliğin artışında esas olan ve olması gereken değer yasası değildir ve olamaz. Sosyalizmin temel ekonomik yasası, bu temel yasaya tabi işleyen planlı (orantılı) gelişme yasasının gittikçe daha etkin yaşam bulmasının, emek üretkenliğinin ve toplumsal zenginliğin kesintisiz artışının nedeni zaten değer yasası değildir. Komünizme dek bu yasaya bağlı kalınmadığında söz konusu kesintisizliğin de sağlanamayacağını söylemek, ima etmek, gerçekte sosyalist sanayi ve tarımda üretkenlik ve zenginlik artışının zorunlu ön koşulu veya en önemli koşulunun değer yasası olduğunu savunmak demektir. Ki bu teorik ve politik yaklaşıma “Ders Kitabı”nda sıkça rastlamaktayız. Kitapta sık sık vurgulanan maddi teşvik, eşitliğin sosyalizme derinden düşman (!) olduğu yaklaşımıyla, gelir farklılaşmasını kutsayan kafa yapısıyla eleştire geldiğimiz tez ve politikalar bir bütün oluşturuyor. Devrimin gerçekleştiği koşullarda bir Almanya, İngiltere, ABD vb. gibi emperyalist ülkelerde söz konusu değerlendirmeler ve vurgular daha da sırıtacaktır.
DEVAM EDECEK