DİNCİ FAŞİST CUNTANIN LİDERLİĞİNDE TÜRKİYE
NEREYE GİDİYOR?
Türkiye
ekonomik bir krize gidiş sürecini yaşıyor. İşbirlikçi kapitalist ekonomi durgunluk
içinde ve kırılgan bir zeminde duruyor. Büyüme oranı giderek küçülmektedir. Büyüme
oranları giderek küçülen bir Türkiye (ekonomik büyüme) tablosu var karşımızda.
Bu süreç yeni bir ekonomik krize dönüşebilir. IMF’nin son raporunda Türkiye’nin
2016 büyüme hızının yüzde 3’ün altına ineceği açıklaması; iktisatçı Mustafa
Sönmez’in, “2016 için revize hedef olan yüzde 3.2 büyüme bile gerçekleşmeyecek
ve yüzde 2.5 dolayında bir büyümeye rıza gösterilecek.” analizi söz konusu
gerçekle bağlıdır. İşsizlik büyüyor. Kişi başına düşen ulusal gelir de
geriliyor. Siyasal kriz ve istikrarsızlık ekonomiyi negatif yönde beslemeye
devam ediyor… Emperyalist dünya sistemindeki durgunluk eğilimi de sürmektedir. Dünya
ekonomisi inişli çıkışlı durgunluğun girdabında. Uluslararası alanda da yeni
bir ekonomik kriz öğeleri birikiyor. Bu tablonun Türkiye ekonomisini olumlu
yönde etkilemediği açıktır. Uluslararası kredi derecelendirme kurumları not
düşürmeye devam ediyor ve dış borçlara daha bağımlı hale gelen bir ekonomik
tablo var orta yerde… Sınıflar arası uçurum büyüyor…
Kredi
derecelendirme kurumlarının ( Fitch ve Moody’s ) notları aşağı çekmesinin iki
boyutu var: a- Türkiye ekonomisindeki kırılgan yapının ve risklerin artması; b- Türkiye’nin siyasi istikrarsızlık
risklerinin artması dolayısıyla emperyalist sermayenin Türkiye’ye yeterince
güven duymaması.
Her iki
noktanın da Ortadoğu’daki emperyalist hegemonya ve rekabet mücadelesiyle,
özelde Suriye’deki mücadeleyle de bağı vardır. Bu durum aynı zamanda işbirlikçi
sermayeye, dinci faşist Saray cuntasına “blans ayarı” çekmeyle de bağlıdır.
ABD’nin ve AB’nin Saray cuntasına, AKP iktidarına dönük yaptığı açıklamalardan
da bunu görebilmekteyiz.
Devam edecek
olursak.
Diktatörlük
ve politik rejim derin bir siyasal kriz
içerisinde debeleniyor.
Tüm bastırma
ve tasfiye operasyonlarına karşın sivil ve askeri bürokraside derin iç
parçalanma devam ediyor. Özellikle ordu, öncesi bir yana, “15 Temmuz darbe”
girişimi ile başlayan süreçte yediği darbelerin, iç tasfiyelerin, itibar
kaybının ve itibarsızlaştırılmasının etkisi altında moral değerleri ağır bir
yıkım içinde. Bu durumun ordunun, savaş yeteneğini ve disiplinini sarstığı
kesindir.
Meclis, yargı
fiilen darbeyle tasfiye edilmiş ve Saray cuntasının elinde açık ve çıplak saldırı
araçlarına dönüştürülmüştür. Yasama, yürütme, yargı gücü Hitler-Mussolini
taslağı dinci faşist Führerin elinde merkezileştirilmiştir. Devletten ve
cuntadan bağımsız her aykırı ses ezilmekte, susturulmaya çalışılmaktadır. Saray
cuntasının koltuk değneği CHP ile kurduğu bağlaşma özellikle de Kürt düşmanlığı
çizgisinde sürse de “Yenikapı mutabakatı” çözülmüştür. MHP ise bildiğimiz gibi…
AKP içerisinde
ciddi sorunlar var (mesela “FETÖ”cü vekiller vb. gibi). CHP ve MHP’nin içi
karışık ve içerden çatlaklar büyüyor ve büyüyecek… Kürt ve özgürlük düşmanlığı
üzerinde kurulmuş devlet ve burjuva partiler ittifakı giderek zayıflayacaktır…
CHP-MHP açıktan Saray cuntasına yedeklenmiş durumda ama tabanları da hoşnutsuz
büyük oranda… Politik krizin görünümleridir bu olgular.
Sistem,
işbirlikçi egemen sınıflar, faşist diktatörlük, dinsel faşist rejim, gerici ve
faşist partiler, burjuva parlamento cumhuriyet tarihinin en derin çürümesini yaşıyor. Çürüme toplumsal ve siyasal yaşamın her
alan ve düzeyine artan oranda damgasını basıyor. Toplumda ahlaki, vicdani,
moral değerlerdeki dizginsiz çözülüş ve çöküş kafa yarıyor, göz çıkarıyor. Rüşvet
ve yolsuzluk çarkı ayyuka çıkmış. “FETÖ”cü kliğin mülksüzleştirilmesi ve
yandaşa aktarılması operasyonu bütün hızıyla sürüyor. İşaret ettiğimiz dejenarasyon
sistemin çürümesiyle, toplumsal ve politik kriz gerçeğiyle bağlıdır. Bu süreç,
dinsel gericiliğin ne yaman bir toplumsal, siyasal, ahlaki çürüme içerisinde
olduğunu da, son tecavüz yasasını yasallaştırma girişiminden de görülebileceği
gibi, geniş kitleler nezdinde açığa çıkarmaya devam ediyor.
Diktatörlüğe
ve başındaki İslamcı faşist cuntaya karşı sürekli büyüyen, keskinleşen, giderek
değişik biçimlerde patlak vermesi kaçınılmaz olan siyasal ve toplumsal öfke de
birikmeye devam ediyor. Ekmek ve özgürlük, sosyalizm için direnen siyasal
kuvvetlerin temsil ettiği öncü güçler, ağır bedeller pahasına, dizginsiz faşist
teröre boyun eğmeden mücadeleye devam ediyor. Sürmekte olan ve sürecek olan bu
öncü direniş, birikmiş toplumsal öfkenin açığa çıkmasını görünen ve görünmeyen
biçimlerde ivmeliyor. Bu direniş ve mücadele, doğal bir ajitasyon rolü
oynayarak proletarya ve halklar, özgürlük isteyen geniş kesimler, bugün için
sokaklara çıkmaktan geri duran geniş toplumsal kesimler üzerinde politik ve
moral etkisi yarattığı gibi, sokakların, direnişin yolunu da gösteriyor.
Sömürgeci faşist diktatörlüğün ve başı cuntanın en ufak bir direniş örneğine
dahi tahammül edememesi aynı zamanda bu gerçeklerle bağlı.
7 Haziran
seçimlerinden sonra, Suruç toplu katliamı ile başlayarak ve sertleşerek gelen
süreçte topyekün faşist terör saldırısı geniş kitleleri terörize ederek geri
çekilmesine yol açsa da bu durum geçicidir. Her şeye karşın “toplum”da tam bir
sessizlik, boyun eğme, teslim olma hali yoktur. Bu olgu özellikle değerlidir ve
altı çizilmelidir. Devlet ve başı Saray cuntasının saldırıları geniş kitleler
üzerinde negatif etki bıraksa da daha da önemlisi bu saldırılar karşısında direnen kuvvetlerin geri adım atmıyor
(mesela aydınlar, gazeteciler, emekçi memurlar, Kürtler, Aleviler, kadınlar
cephesi vb. gibi) oluşudur. Ki, toplumsal ve siyasal öfke giderek daha hızlı
büyüyor. Bu öfke, şu veya bu zaman, şu veya bu biçimde patlayacak kanallar
arıyor. CHP tabanının büyük bölümü de buna dâhil. Hatta MHP tabanında da farklı
saiklerle gelişen bir tepki var saray cuntasına karşı. Bardağı taşıran son
damla herhangi bir şey olabilir (gezide ağaç kesme…).
Dikta ve
cuntanın saldırılarının boyutlanacağı da açıktır… Yumuşama, barış vs.
beklenmemeli. Önemli olan da büyüyen ve sayısız biçimde gelişen bu tepkiyi aynı
cephede birleştirmek, sokaklar yoluyla açığa çıkmasını sağlamak ve büyük
kitlelerin hareketi olarak geliştirmektir. Bu bağlamda burjuva partilerin
tabanını da etkiyecek bir siyasi teşhir, kitle ajitasyonu, esnek ve sistematik
çalışma ve direnişi geliştirmek günün yakıcı görevidir. İşçi sınıfı ve
ezilenlerin ileri kesimlerini öncelikle birleştirecek, eyleme geçmesini
sağlayacak; aslında zaten sokaklara akan ama şimdilik göreli olarak daha
sınırlı olan güçleri (parti, sendika, oda, dkö’ler, vb.) daha birleşik ve etkin
harekete geçirmek gerekiyor. Söz konusu öncü kuvvetlerin ısrarı giderek daha geniş
kesimleri etkileyecek, harekete geçirecektir.
Vurgulamak
gerekiyor: Gezi/Haziran ayaklanmasında, 6-8 Ekim direniş ve ayaklanmasında, 7
Haziran seçimlerinde ortaya çıkan politik ve toplumsal tepki ve güç, toplumun
kolektif belleğinde silinip gitmiş değildir. Aksini iddia etmek sınıf mücadelesinin,
politik mücadelelerin tarihinden ve gerçeklerinden bihaber olmayı, politik
cehaleti sergiler sadece. Kitleler kendi öz
deneyimlerinden öğrenirler ve bu deneyim sırası gelince, daima, öyle ya da
böyle, ama bir biçimde, kendi özgün koşulları ve gelişmesi içinde yeni biçim ve
düzeylerde açığa çıkarak gündemleşir… Ki
bunu hep birlikte göreceğiz. Dinci faşist diktatörlük ve başı, bu gözü dönük
gidişiyle aynı zamanda kendi kuyusunu kazmaktadır.
Saray cuntası
ve partisi de, OHAL de kendiliğinden gitmeyecek, kalkmayacaktır. Bu bellidir…
İçerde ve dışarıda halkların kardeşleşmesinde, barış, adalet ve özgürlükte,
birleşik cephe hareketini geliştirmekte daha fazla ısrar edilmelidir. Her geçen
gün artan saldırılar çok değişik kesimleri mecburen bir araya getiriyor,
getirecek. Bunu güçlü bir avantaja çevirmek gerekiyor.
Emperyalist
devletlerle, özellikle de Batılı emperyalist devletlerle (ABD, AB) çelişki ve
çatışmaları büyüyen, Başta Suriye olmak üzere “Genişletilmiş Ortadoğu”daki dış
politikası çöken, kırmızı çizgileri elinden kayan dinsel faşist diktatörlük,
tüm manevralarına rağmen, Ortadoğu’daki başarısızlığı tarafından da köşeye
sıkıştırılmış bulunuyor. Keza dinsel faşist cuntaya karşı içerde ve Ortadoğu’da,
uluslararası alanda yürütülen mücadelenin de etki ve baskısıyla uluslararası
kamuoyunda da demokratik tepkiler giderek artan bir hızla gelişmektedir.
Uluslararası planda dinci faşist Erdoğan cuntası epeyce teşhir olmuş durumda.
Faşist
diktatörlük ve başı dinci faşist cunta söz konusu kriz, çelişki ve
çatışmalardan çıkış yolunu içerde, 7
Haziran seçimlerinin ardından başlayan dinci
faşist darbe sürecini derinleştirmekte; topyekûn faşist terör ve demagojiyi
yoğunlaştırmakta, faşist iç savaş hazırlıklarını sistemli bir şekilde
geliştirmede, Kürt direnişini “ez ve çöz” politikasıyla tasfiye etmede, “yerli
ve milli”, “Türk tipi başkanlık” rejimini fiilen sağlamlaştırmada, giderek
fiili durumu anayasa katına çıkarmada aramaktadır. OHAL ve KHK’larla
gerçekleşen yönetim sistemi resmileştirilmek istenen “Başkanlık rejimi”nin karakteristikleridir.
OHAL ve KHK’lara dayanan yönetim modeli normalleşmiş sisteme dönüştürülmek
isteniyor. Böylece sürekli kriz yönetimi yeniden inşa edilen politik rejimin
normali haline getirilmek isteniyor.
Dışarıda ise, komşu halklara, bölge
ülkelerine artan bir saldırganlıkla, (Lozan tartışmaları hatırlansın) belirlenen,
“Yurtta savaş, cihanda savaş!” politikasına yoğunlaşılıyor. “Önleyici saldırı
doktrini” dış politikanın sacayağı ilan ediliyor. “Bölgesel oyun kurucu”luk
iddiasıyla Irak ve Suriye’de işgalci güçlerini geliştirerek, İsrail’le arayı
düzelterek, Rusya’yla flörtleşerek, olası gelişmeler bağlamında askeri
güçlerini sınır bölgesine yığarak gerektiğinde kapsamlı askeri müdahaleye
hazırlanarak çıkış aramaktadır.
Diktatörlük
ve Saray cuntası devlet krizini de içeren keskin politik krizi, içerde topyekün
devlet terörü, gerici iç savaş kışkırtıcılığı, kirli, haksız, sömürgeci savaş;
dış politikada ise saldırgan, işgalci, yayılmacı, maceracı, militarist savaş
çizgisinde ilerleyerek aşmaya çalışıyor. Böylece Erdoğan cuntası söz konusu
politikalara dayanarak dinsel faşist diktatörlüğü inşa ederek kendi “ebedi” iktidarını
sağlamlaştırmaya çalışıyor.
Kürt
direnişinin Ortadoğu çapında yükselmesi, mevzilerini büyütmesi, giderek uluslararası
meşruiyet kazanması ve “kırmızıçizgi”lerinin Kürt ulusal demokratik devrimi tarafından
postallar altında başarıyla çiğnenmesi İslamcı faşist diktatörlüğü özellikle
saldırganlaştırmakta ve gerektiğinde maceracı girişim ve yönelimlere atılmasını
ivmelemektedir. Özellikle Rojava devrimini boğmak en keskin sorun olarak
diktatörlüğün gündeminde bulunuyor. Kantonların birleşmesini önlemek, PKK
çizgisi ve önderliğinde demokratik, halkçı, devrimci, özgürlükçü, birleştirici
ve Ortadoğu çapında demokratik birleştirici örnek karakteriyle şekillenmiş bir
Kürt devletinin önlenmesi ve tasfiye edilmesi cunta ve dikta için hayat-memat meselesini oluşturuyor.
Başlatılan
Lozan’la ilgili tartışmalar da aynı politika ve saldırganlığın bir diğer ifade biçimi
ve açılımıdır. (Suriye işgali, Irak’tan askerlerini çekmeme, Yunanistan’ı
tehdit…) Balkanlardan, Egeden Ortadoğu’ya toprak talebinin daha açık,
saldırgan, yayılmacı biçimlerde ifade edilmiş olmasının komşu ve bölge
halklarda ve devletlerde T.C. ve başı dinci faşist cuntaya karşı güvensizlikleri
körükleyip büyütmektedir. Osmanlıcı, dinci, ırkçı, mezhepçi, yayılmacı
politikası ve yönelimiyle dinci faşist diktatörlüğün özellikle bölgesel
düzeyde, halklar ve burjuva devletler bakımından istikrarsızlığı körükleyen ve
bunu da açıkça şantaj aracı olarak kullanan bir tehdit olduğu açıktır. Fakat bu
durumun tersinden işbirlikçi Türk egemen sınıflarına, faşist diktatörlük ve
dinci faşist cuntaya sayısız biçimlerde istikrarsızlık öğesi olarak döneceği de bir o kadar kesindir… Bu
vb. açıklama ve yönelimlerle ırkçı, şoven, militarist yayılmacı demagoji ve
taktiklerle işçi sınıfının, geniş kitlelerin dikkati içerden dışarıya doğru da yönlendiriliyor
Bu tabloyla
bağlı olarak şu olguların altını çizmekte yarar vardır:
Dinci faşist
cunta, AKP iktidarı geniş kitleleri “normal-olağan” yöntemlerle, sözgelimi
2002-2011 arasında olduğu gibi ideolojik ve politik etki gücüyle de birleşen
tarzda yönetememektedir. Ancak DARBE-OHAL-KHK‘lara dayanarak ayakta kalması
bunu gösteriyor. Arkasındaki önemli kitle desteğine rağmen bu, böyledir.
Dinci faşist
cunta ve iktidarı gerek içerde, gerekse de Ortadoğu’da o kadar büyük suçlara
bulaştı ki, yargılanması kaçınılmazdır. Bilinmeli ki, Saray iktidarı kendi
rızası ile asla gitmeyecektir. Bir zamanlar Erbakan’ın söylediği “Kanlı mı
olacak kansız mı!” sözleri rastlantı eseri söylenmemişti… Erdoğan cuntası
“vidaları” gevşettiği takdirde kendi sonunu hazırlayacağını biliyor. Ciddi bir
burjuva muhalefetin olmamasının avantajını da fütursuzca kullanarak vidaları
sıktıkça sıkıyor ve sıkmaya da devam edecektir. Keza 7 Haziran seçimlerinin
açığa çıkardığı Türkiye halklarının mücadelesinin birleşmesi tehlikesinin
önünün mutlaka kesilmesi gerektiğini, yoksa tarihsel ve güncel olarak birikmiş
olan demokratik-özgürlükçü özlem ve istemlerin önünün açılmasının ya da
engellenememesinin düzenin selameti bakımından tehlikeli olacağını sistemin
egemen sınıfları da, cunta da farkındadır.
Özellikle
Ortadoğu çapında gelişen Kürt ulusal demokratik devriminin Türkiye ve bölgede
yol açacağı olası sonuçlardan da dizginsiz bir korku duyulmaktadır. Bu
bağlamda, içerde ve dışarıda savaşçı, kan dökücü politikalarla müdahale ederek
sistemin, diktanın, politik rejimin, cuntanın dertlerine deva olmaya çalışılmaktadır.
Kutsal devlet, kutsal milli şef, kutsal milli şefin tek partisi, kutsal tek
mezhep saldırganlığı çıplak bir biçimde dayatılıyor topluma. Saray cuntası, dinsel
gericilik ve milliyetçi gericilikle, “neo-Osmanlıcılık”la ideolojik ve siyasal
hegemonyasını ve politik iktidar tekelini güçlendirmeye ya da korumaya
çalışıyor. Kutsal “milli irade”den (devletten ve lider RTE’den, AKP
iktidarından) bağımsız her türlü
siyasal ve toplumsal gelişmeye karşı amansız düşmanlık ve saldırı dinsel faşist
rejimi belirliyor. Siyasal ve toplumsal yaşamda dinsel gericiliğin sürekli
geliştirilmesine önem veriliyor. O israf saray da boşuna kurulmadı. Osmanlı
Ocakları da boşuna kurulmadı. IŞİD ağı TC’de boşuna örgütlenmiyor. Keza,
“dindar, kindar”, fetihçi “bir gençlik” yetiştirme olgusundan da görülebileceği
gibi, bir de bu yoldan tarihten ve eski kültürden beslenerek kitleleri motive
edebilecek yayılmacı, savaşçı, hegemonyacı bireşimler kurulup kullanılmaktadır…
Bu bağıntıda şovenist, savaşçı, hegemonyacı, yayılmacı politikanın altı
çizilmelidir.
Dinci faşist
iktidarın topyekün savaşı başlatması, “kamplaştırma” politikasında sistematik
ısrarı, açık zorbalıkla her aykırı sesi boğmaya yönelmesi, ırkçı, şoven,
milliyetçi slogan ve ajitasyonu öne çıkarmasının gösterdiği gibi Saray cuntası
ve partisi bugün kendi tarihlerinin en zayıf dönemini yaşamakta ve “daha fazla
devletleşme”, “daha fazla devlet refleksi” göstermenin dışında tutunabileceği
bir şeyi kalmamıştır.
Faşist dikta
ve başı cunta, açık bir gerici-faşist iç savaşa hazırlanıyor. Bu gerçeğin altı özenle
çizilmelidir. Dinci, ırkçı, mezhepçi, özgürlüğe karşı sınırsız bir düşmanlıkla Türk-Kürt,
Alevi-Sünni, laik-anti laik kutuplaşması hem içerde hem dışarıda bütünleşik
kışkırtılıyor…
Bir
komediye-trajediye dönüşen perde arkası karanlık askeri darbe girişimi, AKP
tabanını, dinsel gerici ve faşist kuvvetleri sokağa çekmenin, iç savaş provası yaptırmanın aracı
olarak kullanıldı. Cunta açık bir şekilde etkilediği kitleyi silahlanmaya
çağırıyor ve silahlandırıyor da. İslamcı faşist cunta iktidarı, gerek kendi
politik iktidar tekeline karşı olası askeri darbe vb. gibi durumlarda
kullanmak, gerekse de gelişecek olası bir demokratik halk hareketini ezmek için
kapsamlı bir silahlı militan dinci
faşist kitle temeli hazırlayıp güçlendirmeye özel bir önem veriyor. Bu
olgu, geçmişte sağın en büyük partisi olan geleneksel gerici ve faşist
partilerden farklı olarak işbirlikçi dinci faşist AKP iktidarının özgün, ayırıcı bir niteliğini, militan
faşist karakterini de ifade ediyor.
Osmanlı
Ocakları, AK-Gençlik etrafında “Ak Silahlanma” teşvik ediliyor; paramiliter
güçler yaygın ve etkin bir şekilde vurucu güç olarak kurumlaştırılmış durumda.
Değişik ülkelerde savaş deneyimi edinmiş cihadist güçler, eğitmen ve vurucu
güçler olarak sayısız biçimde konumlandırılmış bulunuluyor. Ki bu örgütlenme
ağı yurtdışına, Avrupa’ya kadar uzanmaktadır. SADAT gibi kendi sitesinde
“gayrinizami harp” eğitimi verdiğini açıkça ilan eden son derece tehlikeli
paramiliter, dünyanın değişik çatışma noktalarında savaşan şirket ve paralı
askerler, keza mafya örgütleri Saray cuntasının emrinde… Saray iktidarı ile MHP
arasında kurulmuş olan sıkı ittifakı ve Ülkücü faşist güçleri de unutmamak
gerekir. Devlet aygıtı ve devletin silahlı birimlerinin (ordu, polis, yeşil
gladio, koruculuk vb.) yeniden yapılandırılması süreci devam etmekte ve buralar
“dindar, kindar”, fetihçi faşist güçlerle doldurulup tahkim edilmektedir. Böyle
olmakla birlikte dinci faşist cunta iktidarı en zayıf dönemini yaşıyor ve AKP
iktidarının “fabrika ayarlarına dönüş” beklentisi de liberal gerici bir
hayalcilikten başka bir şey değildir. Cunta iktidarı içerde ve dışarıda büyük
bir güvensizlikle, korkuyla birlikte yaşıyor. İktidarının altındaki zeminin
kaydığını açıkça görüyor. Korkunun verdiği güçle de saldırıyor. Tamda böyle bir
dönemde MİT eski müsteşarı Emre Taner’in bu gidişi tehlikeli bulan ve “ortak
akla ihtiyaç var.” açıklamalarının basına yansıması da rastlansal değildir.
Dinci faşist
cuntanın liderliğinde sürmekte olan topyekûn savaş, sadece HDP’nin eş
başkanlarını ve çok sayıda milletvekilini tutuklamayla kendisini
sınırlamayacaktır; HDP’nin tümden kapatılması, ilerici, devrimci legal parti ve
mevzilerin tasfiyesi, dahası, giderek CHP’nin ve CHP paralelindeki güçlerin de
baskı ve saldırıyla iyice etkisizleştirilmesi, belki de kapatılmasına
(Mendres/DP dönemi deneyimi hatırlansın) kadar gidebileceği görülüyor. Cumhuriyet
gazetesine dönük gerçekleştirilen operasyon(lar), CHP mebusuna ve bazı
yöneticilerine yapılan silahlı saldırılar, CHP’nin grup toplantısının Meclis TV’den
verilmemesi tesadüfî değildir. Kılıçdaroğlu’nun önüne atılan kurşunu ise
herkes hatırlıyor. Erdoğan’ın “veli nimeti” Kılıçdaroğlu köşeye sıkışınca
“yurttaşlarımızın direnme hakkı vardır.” vs. demesi, gerçekte bir yandan CHP
tabanının haklı tepkisini yatıştırmaya, öte yandan da üzerine gelen tehlikeyi
görmesindendir.
Dinci faşist
cuntanın zindanlarda toplu katliamlara
dek uzanabilecek yönelimleri dikkat çekiyor. Bir dönemden beri “kamuoyu” bu
doğrultuda hazırlanıyor.
Bu denli gözü
dönük saldırıların içerde Saray cuntası/AKP iktidarının iktidar tekelini kalıcı
kılma hedefiyle bağlı olduğu kadar, aynı zamanda Ortadoğu’ya, özellikle Kürt
ulusal devriminin yayıldığı bölgelere, özelde de başta Rojava olmak üzere
Rojava ve Kandil’e kapsamlı bir askeri müdahale, işgal ve ezme politikasıyla da
bağlıdır. Düşmanın bu yöneliminin özel
olarak vurgulanması gerekir. İşbirlikçi Türk burjuva devleti ve Saray cuntası, Ortadoğu’da
kendisini aşan gelişmelerin önüne geçebilmek, planlarını gerçekleştirmek,
pazarlık kozlarını güçlendirmek vb. için son tahlilde Suriye ve Irak’ta
nispeten geniş çaplı işgal harekâtına girebilir ve bunun olası sonuçlarını da
göze alabilir. Diktatörlüğün bu olasılığı hesaba katmadığını, planlarında bunu
gözetmediğini düşünmek politik saflık olur. Batı ve Güney Kürdistan sınırlarına
yapılan askeri yığınak sadece psikolojik operasyondan ibaret değildir… İçerde
bu denli derin ve kapsamlı saldırıların geliştirilmesi, mutlak bir sessizlik
yaratarak cephe gerisini sağlamlaştırma
politikasıyla bağlıdır. Bu gerçeğin altı çizilmelidir. Saraydaki elebaşının
“Türkiye’nin Yeni Güvenlik Konsepti Konferansı”nda yaptığı konuşma da Lozan’ı
yerden yere vurarak Mimbiç’i, Şengal’i-Sincar’ı işgal ederek “buraları”
sahiplerine iade edecekleri, Suriye ve Irak meselesinin Türkiye için “Beka
meselesi” olduğu, “Suriye ve Irak
kaynaklı tehditleri yok etmeden 2023 hedeflerine ulaşma imkânımız bulunmuyor.” açıklamaları
tesadüfî değildir. Mimbiç ve El Bab’ın Türk devleti ve radikal dinci faşist
çeteler tarafından artan oranda saldırıya maruz kalmasının, Türk ordusunun daha
şimdiden bölgesel dengeleri negatif yönde etkilediği belli olduğu, tepki
topladığı halde buraları işgale yönelmesinin tesadüfî olmaması gibi.
Dizginlerinden
boşanmış olan dinsel faşist teröre ve saldırgan yayılmacılığa boyun eğilemez.
Emperyalist ve gerici devletlerarasındaki bölünmelere, hegemonya ve rekabet
mücadelelerine (onlardan yararlanmak gereklidir ama), olası yeni askeri
darbelere, CHP’ye vb. zaten bel bağlanamaz. Tek yol, proletarya ve halkların,
ezilenlerin direnişidir; mücadelenin büyütülmesi, devrimdir. Reformların
devrimin yan ürünleri olduğu ve olacağı gerçeği de asla unutulmamalıdır.
Türkiye’nin, Ortadoğu’nun çözüm bekleyen tarihsel ve güncel sorunlarının tek
çözüm yolu ise devrim ve sosyalizmin zaferidir.
Legal
mevziler ve kazanımlar son kertesine dek savunulmalıdır. Bunun, hep birlikte
gördüğümüz gibi, ağır bedelleri vardır ve bu bedellerin ödenmesi de
kaçınılmazdır. Biliyoruz ki bedelsiz mücadele olmuyor… Bu mücadele meşruluk zemininde ısrar edilerek
geliştirilmelidir. Ancak Türkiye ve Ortadoğu’nun gerçeklerinin tekrar tekrar
kanıtladığı gibi güçlü ve sürekliliği olan, gelişen bir yer altı örgütlenmesi olmadıkça, “öz savunma”ya dayanan bir ağ kurulup yaygınlaştırılmadıkça ciddi
bir politik mücadele verilemez. Bu gerçek, reformist, parlamentarist siyasal
çevrelerin anti-faşist tabanına ısrarla anlatılmalıdır. Onlar da öz
deneyleriyle az ya da çok bu gerçeği görmektedirler. İşçi sınıfının, halkların,
ezilenlerin direnişi ve başkaldırısı tümüyle meşrudur. Proletarya ve halklar
reformist, parlamenterist, liberal beklentilerle oyalanmamalıdır. Marksist
Leninist Komünist Hareket asgari ve azami programına eylemli bağlı kalarak
üzerine düşen tarihsel ve güncel sorumluluklarını daha enerjik bir duruş ve
tarzla üstlenmelidir.
Değişik
deneyimler, geniş kitlelerin, kitlelerin çok farklı politik tercihleri olduğu
kesimlerini, giderek direnmenin, sokakların meşru olduğu deneyiminden geçmesini
sağlıyor. Geziyi, 6-8 Ekimi, vb geçelim, dün AKP-Cemaat ittifakının baskı ve
tasfiyesine uğrayan Kemalist ve Ergenokoncular; daha sonra ve bugün AKP
iktidarının baskı ve tasfiyesine maruz kalan Cemaatçiler, şöyle ya da böyle
kısmen sokaklara çıkmaya, adalet, hukuk, demokrasi diye yırtınmaya başladılar.
“FETÖ darbesi”nde de, her türlü muhalif kitlelerin sokaklara çıkmasına azgın
bir düşmanlık gösteren Saray cuntası, etkilediği kitleleri orduya, darbe
karikatürüne vb. karşı sokağa çıkmaya çağırdı…
Hala sınırlı da olsa tutuklanan sıradan asker ailelerinin sokağa çıkması
da önemsenmelidir.
Bu deneyimlerle tanışan kitleler, hele de öncü kuvvetler inisiyatifi az-çok ele
almaya başlarsa, etkilenmeye, demokrasi ve barış, adalet vb. talepli mücadelelere
çekilmeye daha müsait hale geldikleri için, direnme hakkına sahip çıkacak,
sokakların meşru olduğu ve sokaklara çıkmanın dışında başka bir yol kalmadığını
daha kolay anlayacak ve harekete geçeceklerdir. Tabii ki bu öyle basit bir şey
değildir, burada önemli olan şey, sistematik ve yaygın kitle çalışması
sürecinde söz konusu gerçeğin vurucu ve etkin bir tarzda hesaba katılarak
kitlelerin kazanılmasıdır. Yani soruna süreç olarak bakmak ve söz konusu
olgunun sürece etkisini görmek öncü kuvvetler bakımından oldukça değerlidir.
Kitlesel
tasfiyelere karşı da tek yol meşru mücadele yoludur, yasal yollar zaten
kapatılmıştır; her şeye karşın yasal yollar sonuna dek zorlanmalı ama artık
KESK vb. tüm kuvvetler meşru yollardan ve aktif politika yapmak, saldırıları
göğüsleyip püskürtmek zorundadır… Böyle bir duruş parti, sendika vb. kurumların
kitleselleşmesinin de yolunu açacaktır.
Sınıfın, halkların, ezilenlerin öncü kuvvetlerini
bir araya getirmede daha fazla ısrar edilmelidir. Bunu sayısız esnek biçimlerde
başarmak olanaklıdır. Düşmanın, İslamcı, mezhepçi, milliyetçi, ulusalcı,
Ergenokuncu bloğun saldırıları bu zorunluluğu gitgide daha keskin biçimlerde
dayatmaktadır. Bir araya gelebilecek güçlerin birlikte hareketi için, ortak
platformlarda ilerleyebilmek için ortak mücadele zeminlerinin güçlendiği
açıktır. Bir araya gelmede, güç ve eylem birliklerinde, cephesel birliklerde
ısrar edilmelidir. “Demokrasi İçin Birlik” gibi oluşumlarla da yürünebildiği oranda
birlikte yürünmelidir. Eylemde birlik, propaganda ve ajitasyonda serbestlik
demokratik ilkesi bu bakımdan ideolojik, programatik ayrılıkları olan siyasal
parti ve çevreleri değişik biçimlerde bir araya getirmenin herkes tarafından
kabul edilebilecek bir ilkesi ve güvencesi olduğu açıktır. Dar grupçu
hesapların, sekter ve dogmatik perspektiflerin birleşik bir halk hareketi
geliştirmenin önünde engel olduğu ve olacağı açıktır. Tecavüz yasasına karşı
gelişen demokratik kadın hareketinin en geniş “cephe” birliğiyle bir araya
gelerek sokaklara taşmasından öğrenmemiz
gerekir. Gezinin, 6-8 Ekimin, Kobani ve Rojava’nın, Cizre-Sur’un mücadeleci
ruhu olmaksızın bir adım bile ilerlememizin olanaklı olmadığı ve olmayacağı da açıktır.
En geniş kitleleri harekete çekebilmek için ilerici ve devrimci kuvvetlerin en
geniş birliği bir ihtiyaçtır. Kitlelerin ileri kesimlerini ilk elde direniş ve
mücadeleye çekecek bu özgül dinamiğe en büyük önemi vermek gerekir. Kitlelerin
birikmeye devam eden siyasal ve toplumsal öfkesini açığa çıkarmanın da en
önemli yolu buradan geçmektedir. Devrim kitlelerin eseridir. Faşist teröre geri
adım attırmanın da, daha ileri hedeflere doğru yürümenin de en güçlü silahı
kitlelerdir, kitlesel mücadele yoldur. “Kitleler olmadan bütün bombalar
güçsüzdür.” “Öz savunma” hakkı ve vuruşları bu perspektif ışığında
geliştirilmelidir.
Türkiye’nin ve
Ortadoğu’nun temel tarihsel ve güncel-yakıcı sorunu politik özgürlüktür. Bu sorun devrim ve karşı-devrim arasındaki
siyasal mücadelenin merkezinde
durmaktadır…
İRFAN AZADKILIÇ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder