23 Kasım 2016 Çarşamba

TÜRKİYE NEREYE GİDİYOR?



DİNCİ FAŞİST CUNTANIN LİDERLİĞİNDE TÜRKİYE NEREYE GİDİYOR?
Türkiye ekonomik bir krize gidiş sürecini yaşıyor. İşbirlikçi kapitalist ekonomi durgunluk içinde ve kırılgan bir zeminde duruyor. Büyüme oranı giderek küçülmektedir. Büyüme oranları giderek küçülen bir Türkiye (ekonomik büyüme) tablosu var karşımızda. Bu süreç yeni bir ekonomik krize dönüşebilir. IMF’nin son raporunda Türkiye’nin 2016 büyüme hızının yüzde 3’ün altına ineceği açıklaması; iktisatçı Mustafa Sönmez’in, “2016 için revize hedef olan yüzde 3.2 büyüme bile gerçekleşmeyecek ve yüzde 2.5 dolayında bir büyümeye rıza gösterilecek.” analizi söz konusu gerçekle bağlıdır. İşsizlik büyüyor. Kişi başına düşen ulusal gelir de geriliyor. Siyasal kriz ve istikrarsızlık ekonomiyi negatif yönde beslemeye devam ediyor… Emperyalist dünya sistemindeki durgunluk eğilimi de sürmektedir. Dünya ekonomisi inişli çıkışlı durgunluğun girdabında. Uluslararası alanda da yeni bir ekonomik kriz öğeleri birikiyor. Bu tablonun Türkiye ekonomisini olumlu yönde etkilemediği açıktır. Uluslararası kredi derecelendirme kurumları not düşürmeye devam ediyor ve dış borçlara daha bağımlı hale gelen bir ekonomik tablo var orta yerde… Sınıflar arası uçurum büyüyor…
Kredi derecelendirme kurumlarının ( Fitch ve Moody’s ) notları aşağı çekmesinin iki boyutu var: a- Türkiye ekonomisindeki kırılgan yapının ve risklerin artması; b- Türkiye’nin siyasi istikrarsızlık risklerinin artması dolayısıyla emperyalist sermayenin Türkiye’ye yeterince güven duymaması.
Her iki noktanın da Ortadoğu’daki emperyalist hegemonya ve rekabet mücadelesiyle, özelde Suriye’deki mücadeleyle de bağı vardır. Bu durum aynı zamanda işbirlikçi sermayeye, dinci faşist Saray cuntasına “blans ayarı” çekmeyle de bağlıdır. ABD’nin ve AB’nin Saray cuntasına, AKP iktidarına dönük yaptığı açıklamalardan da bunu görebilmekteyiz.
Devam edecek olursak.
Diktatörlük ve politik rejim derin bir siyasal kriz içerisinde debeleniyor.
Tüm bastırma ve tasfiye operasyonlarına karşın sivil ve askeri bürokraside derin iç parçalanma devam ediyor. Özellikle ordu, öncesi bir yana, “15 Temmuz darbe” girişimi ile başlayan süreçte yediği darbelerin, iç tasfiyelerin, itibar kaybının ve itibarsızlaştırılmasının etkisi altında moral değerleri ağır bir yıkım içinde. Bu durumun ordunun, savaş yeteneğini ve disiplinini sarstığı kesindir.
Meclis, yargı fiilen darbeyle tasfiye edilmiş ve Saray cuntasının elinde açık ve çıplak saldırı araçlarına dönüştürülmüştür. Yasama, yürütme, yargı gücü Hitler-Mussolini taslağı dinci faşist Führerin elinde merkezileştirilmiştir. Devletten ve cuntadan bağımsız her aykırı ses ezilmekte, susturulmaya çalışılmaktadır. Saray cuntasının koltuk değneği CHP ile kurduğu bağlaşma özellikle de Kürt düşmanlığı çizgisinde sürse de “Yenikapı mutabakatı” çözülmüştür. MHP ise bildiğimiz gibi…
AKP içerisinde ciddi sorunlar var (mesela “FETÖ”cü vekiller vb. gibi). CHP ve MHP’nin içi karışık ve içerden çatlaklar büyüyor ve büyüyecek… Kürt ve özgürlük düşmanlığı üzerinde kurulmuş devlet ve burjuva partiler ittifakı giderek zayıflayacaktır… CHP-MHP açıktan Saray cuntasına yedeklenmiş durumda ama tabanları da hoşnutsuz büyük oranda… Politik krizin görünümleridir bu olgular.
Sistem, işbirlikçi egemen sınıflar, faşist diktatörlük, dinsel faşist rejim, gerici ve faşist partiler, burjuva parlamento cumhuriyet tarihinin en derin çürümesini yaşıyor. Çürüme toplumsal ve siyasal yaşamın her alan ve düzeyine artan oranda damgasını basıyor. Toplumda ahlaki, vicdani, moral değerlerdeki dizginsiz çözülüş ve çöküş kafa yarıyor, göz çıkarıyor. Rüşvet ve yolsuzluk çarkı ayyuka çıkmış. “FETÖ”cü kliğin mülksüzleştirilmesi ve yandaşa aktarılması operasyonu bütün hızıyla sürüyor. İşaret ettiğimiz dejenarasyon sistemin çürümesiyle, toplumsal ve politik kriz gerçeğiyle bağlıdır. Bu süreç, dinsel gericiliğin ne yaman bir toplumsal, siyasal, ahlaki çürüme içerisinde olduğunu da, son tecavüz yasasını yasallaştırma girişiminden de görülebileceği gibi, geniş kitleler nezdinde açığa çıkarmaya devam ediyor.
Diktatörlüğe ve başındaki İslamcı faşist cuntaya karşı sürekli büyüyen, keskinleşen, giderek değişik biçimlerde patlak vermesi kaçınılmaz olan siyasal ve toplumsal öfke de birikmeye devam ediyor. Ekmek ve özgürlük, sosyalizm için direnen siyasal kuvvetlerin temsil ettiği öncü güçler, ağır bedeller pahasına, dizginsiz faşist teröre boyun eğmeden mücadeleye devam ediyor. Sürmekte olan ve sürecek olan bu öncü direniş, birikmiş toplumsal öfkenin açığa çıkmasını görünen ve görünmeyen biçimlerde ivmeliyor. Bu direniş ve mücadele, doğal bir ajitasyon rolü oynayarak proletarya ve halklar, özgürlük isteyen geniş kesimler, bugün için sokaklara çıkmaktan geri duran geniş toplumsal kesimler üzerinde politik ve moral etkisi yarattığı gibi, sokakların, direnişin yolunu da gösteriyor. Sömürgeci faşist diktatörlüğün ve başı cuntanın en ufak bir direniş örneğine dahi tahammül edememesi aynı zamanda bu gerçeklerle bağlı.
7 Haziran seçimlerinden sonra, Suruç toplu katliamı ile başlayarak ve sertleşerek gelen süreçte topyekün faşist terör saldırısı geniş kitleleri terörize ederek geri çekilmesine yol açsa da bu durum geçicidir. Her şeye karşın “toplum”da tam bir sessizlik, boyun eğme, teslim olma hali yoktur. Bu olgu özellikle değerlidir ve altı çizilmelidir. Devlet ve başı Saray cuntasının saldırıları geniş kitleler üzerinde negatif etki bıraksa da daha da önemlisi bu saldırılar karşısında direnen kuvvetlerin geri adım atmıyor (mesela aydınlar, gazeteciler, emekçi memurlar, Kürtler, Aleviler, kadınlar cephesi vb. gibi) oluşudur. Ki, toplumsal ve siyasal öfke giderek daha hızlı büyüyor. Bu öfke, şu veya bu zaman, şu veya bu biçimde patlayacak kanallar arıyor. CHP tabanının büyük bölümü de buna dâhil. Hatta MHP tabanında da farklı saiklerle gelişen bir tepki var saray cuntasına karşı. Bardağı taşıran son damla herhangi bir şey olabilir (gezide ağaç kesme…).
Dikta ve cuntanın saldırılarının boyutlanacağı da açıktır… Yumuşama, barış vs. beklenmemeli. Önemli olan da büyüyen ve sayısız biçimde gelişen bu tepkiyi aynı cephede birleştirmek, sokaklar yoluyla açığa çıkmasını sağlamak ve büyük kitlelerin hareketi olarak geliştirmektir. Bu bağlamda burjuva partilerin tabanını da etkiyecek bir siyasi teşhir, kitle ajitasyonu, esnek ve sistematik çalışma ve direnişi geliştirmek günün yakıcı görevidir. İşçi sınıfı ve ezilenlerin ileri kesimlerini öncelikle birleştirecek, eyleme geçmesini sağlayacak; aslında zaten sokaklara akan ama şimdilik göreli olarak daha sınırlı olan güçleri (parti, sendika, oda, dkö’ler, vb.) daha birleşik ve etkin harekete geçirmek gerekiyor. Söz konusu öncü kuvvetlerin ısrarı giderek daha geniş kesimleri etkileyecek, harekete geçirecektir.
Vurgulamak gerekiyor: Gezi/Haziran ayaklanmasında, 6-8 Ekim direniş ve ayaklanmasında, 7 Haziran seçimlerinde ortaya çıkan politik ve toplumsal tepki ve güç, toplumun kolektif belleğinde silinip gitmiş değildir. Aksini iddia etmek sınıf mücadelesinin, politik mücadelelerin tarihinden ve gerçeklerinden bihaber olmayı, politik cehaleti sergiler sadece. Kitleler kendi öz deneyimlerinden öğrenirler ve bu deneyim sırası gelince, daima, öyle ya da böyle, ama bir biçimde, kendi özgün koşulları ve gelişmesi içinde yeni biçim ve düzeylerde açığa çıkarak gündemleşir…  Ki bunu hep birlikte göreceğiz. Dinci faşist diktatörlük ve başı, bu gözü dönük gidişiyle aynı zamanda kendi kuyusunu kazmaktadır.
Saray cuntası ve partisi de, OHAL de kendiliğinden gitmeyecek, kalkmayacaktır. Bu bellidir… İçerde ve dışarıda halkların kardeşleşmesinde, barış, adalet ve özgürlükte, birleşik cephe hareketini geliştirmekte daha fazla ısrar edilmelidir. Her geçen gün artan saldırılar çok değişik kesimleri mecburen bir araya getiriyor, getirecek. Bunu güçlü bir avantaja çevirmek gerekiyor.
Emperyalist devletlerle, özellikle de Batılı emperyalist devletlerle (ABD, AB) çelişki ve çatışmaları büyüyen, Başta Suriye olmak üzere “Genişletilmiş Ortadoğu”daki dış politikası çöken, kırmızı çizgileri elinden kayan dinsel faşist diktatörlük, tüm manevralarına rağmen, Ortadoğu’daki başarısızlığı tarafından da köşeye sıkıştırılmış bulunuyor. Keza dinsel faşist cuntaya karşı içerde ve Ortadoğu’da, uluslararası alanda yürütülen mücadelenin de etki ve baskısıyla uluslararası kamuoyunda da demokratik tepkiler giderek artan bir hızla gelişmektedir. Uluslararası planda dinci faşist Erdoğan cuntası epeyce teşhir olmuş durumda.
Faşist diktatörlük ve başı dinci faşist cunta söz konusu kriz, çelişki ve çatışmalardan çıkış yolunu içerde, 7 Haziran seçimlerinin ardından başlayan dinci faşist darbe sürecini derinleştirmekte; topyekûn faşist terör ve demagojiyi yoğunlaştırmakta, faşist iç savaş hazırlıklarını sistemli bir şekilde geliştirmede, Kürt direnişini “ez ve çöz” politikasıyla tasfiye etmede, “yerli ve milli”, “Türk tipi başkanlık” rejimini fiilen sağlamlaştırmada, giderek fiili durumu anayasa katına çıkarmada aramaktadır. OHAL ve KHK’larla gerçekleşen yönetim sistemi resmileştirilmek istenen “Başkanlık rejimi”nin karakteristikleridir. OHAL ve KHK’lara dayanan yönetim modeli normalleşmiş sisteme dönüştürülmek isteniyor. Böylece sürekli kriz yönetimi yeniden inşa edilen politik rejimin normali haline getirilmek isteniyor.
Dışarıda ise, komşu halklara, bölge ülkelerine artan bir saldırganlıkla, (Lozan tartışmaları hatırlansın) belirlenen, “Yurtta savaş, cihanda savaş!” politikasına yoğunlaşılıyor. “Önleyici saldırı doktrini” dış politikanın sacayağı ilan ediliyor. “Bölgesel oyun kurucu”luk iddiasıyla Irak ve Suriye’de işgalci güçlerini geliştirerek, İsrail’le arayı düzelterek, Rusya’yla flörtleşerek, olası gelişmeler bağlamında askeri güçlerini sınır bölgesine yığarak gerektiğinde kapsamlı askeri müdahaleye hazırlanarak çıkış aramaktadır.
Diktatörlük ve Saray cuntası devlet krizini de içeren keskin politik krizi, içerde topyekün devlet terörü, gerici iç savaş kışkırtıcılığı, kirli, haksız, sömürgeci savaş; dış politikada ise saldırgan, işgalci, yayılmacı, maceracı, militarist savaş çizgisinde ilerleyerek aşmaya çalışıyor. Böylece Erdoğan cuntası söz konusu politikalara dayanarak dinsel faşist diktatörlüğü inşa ederek kendi “ebedi” iktidarını sağlamlaştırmaya çalışıyor.
Kürt direnişinin Ortadoğu çapında yükselmesi, mevzilerini büyütmesi, giderek uluslararası meşruiyet kazanması ve “kırmızıçizgi”lerinin Kürt ulusal demokratik devrimi tarafından postallar altında başarıyla çiğnenmesi İslamcı faşist diktatörlüğü özellikle saldırganlaştırmakta ve gerektiğinde maceracı girişim ve yönelimlere atılmasını ivmelemektedir. Özellikle Rojava devrimini boğmak en keskin sorun olarak diktatörlüğün gündeminde bulunuyor. Kantonların birleşmesini önlemek, PKK çizgisi ve önderliğinde demokratik, halkçı, devrimci, özgürlükçü, birleştirici ve Ortadoğu çapında demokratik birleştirici örnek karakteriyle şekillenmiş bir Kürt devletinin önlenmesi ve tasfiye edilmesi cunta ve dikta için hayat-memat meselesini oluşturuyor.
Başlatılan Lozan’la ilgili tartışmalar da aynı politika ve saldırganlığın bir diğer ifade biçimi ve açılımıdır. (Suriye işgali, Irak’tan askerlerini çekmeme, Yunanistan’ı tehdit…) Balkanlardan, Egeden Ortadoğu’ya toprak talebinin daha açık, saldırgan, yayılmacı biçimlerde ifade edilmiş olmasının komşu ve bölge halklarda ve devletlerde T.C. ve başı dinci faşist cuntaya karşı güvensizlikleri körükleyip büyütmektedir. Osmanlıcı, dinci, ırkçı, mezhepçi, yayılmacı politikası ve yönelimiyle dinci faşist diktatörlüğün özellikle bölgesel düzeyde, halklar ve burjuva devletler bakımından istikrarsızlığı körükleyen ve bunu da açıkça şantaj aracı olarak kullanan bir tehdit olduğu açıktır. Fakat bu durumun tersinden işbirlikçi Türk egemen sınıflarına, faşist diktatörlük ve dinci faşist cuntaya sayısız biçimlerde istikrarsızlık öğesi olarak döneceği de bir o kadar kesindir… Bu vb. açıklama ve yönelimlerle ırkçı, şoven, militarist yayılmacı demagoji ve taktiklerle işçi sınıfının, geniş kitlelerin dikkati içerden dışarıya doğru da yönlendiriliyor
Bu tabloyla bağlı olarak şu olguların altını çizmekte yarar vardır:
Dinci faşist cunta, AKP iktidarı geniş kitleleri “normal-olağan” yöntemlerle, sözgelimi 2002-2011 arasında olduğu gibi ideolojik ve politik etki gücüyle de birleşen tarzda yönetememektedir. Ancak DARBE-OHAL-KHK‘lara dayanarak ayakta kalması bunu gösteriyor. Arkasındaki önemli kitle desteğine rağmen bu, böyledir.
Dinci faşist cunta ve iktidarı gerek içerde, gerekse de Ortadoğu’da o kadar büyük suçlara bulaştı ki, yargılanması kaçınılmazdır. Bilinmeli ki, Saray iktidarı kendi rızası ile asla gitmeyecektir. Bir zamanlar Erbakan’ın söylediği “Kanlı mı olacak kansız mı!” sözleri rastlantı eseri söylenmemişti… Erdoğan cuntası “vidaları” gevşettiği takdirde kendi sonunu hazırlayacağını biliyor. Ciddi bir burjuva muhalefetin olmamasının avantajını da fütursuzca kullanarak vidaları sıktıkça sıkıyor ve sıkmaya da devam edecektir. Keza 7 Haziran seçimlerinin açığa çıkardığı Türkiye halklarının mücadelesinin birleşmesi tehlikesinin önünün mutlaka kesilmesi gerektiğini, yoksa tarihsel ve güncel olarak birikmiş olan demokratik-özgürlükçü özlem ve istemlerin önünün açılmasının ya da engellenememesinin düzenin selameti bakımından tehlikeli olacağını sistemin egemen sınıfları da, cunta da farkındadır.
Özellikle Ortadoğu çapında gelişen Kürt ulusal demokratik devriminin Türkiye ve bölgede yol açacağı olası sonuçlardan da dizginsiz bir korku duyulmaktadır. Bu bağlamda, içerde ve dışarıda savaşçı, kan dökücü politikalarla müdahale ederek sistemin, diktanın, politik rejimin, cuntanın dertlerine deva olmaya çalışılmaktadır. Kutsal devlet, kutsal milli şef, kutsal milli şefin tek partisi, kutsal tek mezhep saldırganlığı çıplak bir biçimde dayatılıyor topluma. Saray cuntası, dinsel gericilik ve milliyetçi gericilikle, “neo-Osmanlıcılık”la ideolojik ve siyasal hegemonyasını ve politik iktidar tekelini güçlendirmeye ya da korumaya çalışıyor. Kutsal “milli irade”den (devletten ve lider RTE’den, AKP iktidarından) bağımsız her türlü siyasal ve toplumsal gelişmeye karşı amansız düşmanlık ve saldırı dinsel faşist rejimi belirliyor. Siyasal ve toplumsal yaşamda dinsel gericiliğin sürekli geliştirilmesine önem veriliyor. O israf saray da boşuna kurulmadı. Osmanlı Ocakları da boşuna kurulmadı. IŞİD ağı TC’de boşuna örgütlenmiyor. Keza, “dindar, kindar”, fetihçi “bir gençlik” yetiştirme olgusundan da görülebileceği gibi, bir de bu yoldan tarihten ve eski kültürden beslenerek kitleleri motive edebilecek yayılmacı, savaşçı, hegemonyacı bireşimler kurulup kullanılmaktadır… Bu bağıntıda şovenist, savaşçı, hegemonyacı, yayılmacı politikanın altı çizilmelidir.
Dinci faşist iktidarın topyekün savaşı başlatması, “kamplaştırma” politikasında sistematik ısrarı, açık zorbalıkla her aykırı sesi boğmaya yönelmesi, ırkçı, şoven, milliyetçi slogan ve ajitasyonu öne çıkarmasının gösterdiği gibi Saray cuntası ve partisi bugün kendi tarihlerinin en zayıf dönemini yaşamakta ve “daha fazla devletleşme”, “daha fazla devlet refleksi” göstermenin dışında tutunabileceği bir şeyi kalmamıştır.
Faşist dikta ve başı cunta, açık bir gerici-faşist iç savaşa hazırlanıyor. Bu gerçeğin altı özenle çizilmelidir. Dinci, ırkçı, mezhepçi, özgürlüğe karşı sınırsız bir düşmanlıkla Türk-Kürt, Alevi-Sünni, laik-anti laik kutuplaşması hem içerde hem dışarıda bütünleşik kışkırtılıyor…
Bir komediye-trajediye dönüşen perde arkası karanlık askeri darbe girişimi, AKP tabanını, dinsel gerici ve faşist kuvvetleri sokağa çekmenin, iç savaş provası yaptırmanın aracı olarak kullanıldı. Cunta açık bir şekilde etkilediği kitleyi silahlanmaya çağırıyor ve silahlandırıyor da. İslamcı faşist cunta iktidarı, gerek kendi politik iktidar tekeline karşı olası askeri darbe vb. gibi durumlarda kullanmak, gerekse de gelişecek olası bir demokratik halk hareketini ezmek için kapsamlı bir silahlı militan dinci faşist kitle temeli hazırlayıp güçlendirmeye özel bir önem veriyor. Bu olgu, geçmişte sağın en büyük partisi olan geleneksel gerici ve faşist partilerden farklı olarak işbirlikçi dinci faşist AKP iktidarının özgün, ayırıcı bir niteliğini, militan faşist karakterini de ifade ediyor.
Osmanlı Ocakları, AK-Gençlik etrafında “Ak Silahlanma” teşvik ediliyor; paramiliter güçler yaygın ve etkin bir şekilde vurucu güç olarak kurumlaştırılmış durumda. Değişik ülkelerde savaş deneyimi edinmiş cihadist güçler, eğitmen ve vurucu güçler olarak sayısız biçimde konumlandırılmış bulunuluyor. Ki bu örgütlenme ağı yurtdışına, Avrupa’ya kadar uzanmaktadır. SADAT gibi kendi sitesinde “gayrinizami harp” eğitimi verdiğini açıkça ilan eden son derece tehlikeli paramiliter, dünyanın değişik çatışma noktalarında savaşan şirket ve paralı askerler, keza mafya örgütleri Saray cuntasının emrinde… Saray iktidarı ile MHP arasında kurulmuş olan sıkı ittifakı ve Ülkücü faşist güçleri de unutmamak gerekir. Devlet aygıtı ve devletin silahlı birimlerinin (ordu, polis, yeşil gladio, koruculuk vb.) yeniden yapılandırılması süreci devam etmekte ve buralar “dindar, kindar”, fetihçi faşist güçlerle doldurulup tahkim edilmektedir. Böyle olmakla birlikte dinci faşist cunta iktidarı en zayıf dönemini yaşıyor ve AKP iktidarının “fabrika ayarlarına dönüş” beklentisi de liberal gerici bir hayalcilikten başka bir şey değildir. Cunta iktidarı içerde ve dışarıda büyük bir güvensizlikle, korkuyla birlikte yaşıyor. İktidarının altındaki zeminin kaydığını açıkça görüyor. Korkunun verdiği güçle de saldırıyor. Tamda böyle bir dönemde MİT eski müsteşarı Emre Taner’in bu gidişi tehlikeli bulan ve “ortak akla ihtiyaç var.” açıklamalarının basına yansıması da rastlansal değildir.
Dinci faşist cuntanın liderliğinde sürmekte olan topyekûn savaş, sadece HDP’nin eş başkanlarını ve çok sayıda milletvekilini tutuklamayla kendisini sınırlamayacaktır; HDP’nin tümden kapatılması, ilerici, devrimci legal parti ve mevzilerin tasfiyesi, dahası, giderek CHP’nin ve CHP paralelindeki güçlerin de baskı ve saldırıyla iyice etkisizleştirilmesi, belki de kapatılmasına (Mendres/DP dönemi deneyimi hatırlansın) kadar gidebileceği görülüyor. Cumhuriyet gazetesine dönük gerçekleştirilen operasyon(lar), CHP mebusuna ve bazı yöneticilerine yapılan silahlı saldırılar, CHP’nin grup toplantısının Meclis TV’den verilmemesi tesadüfî değildir.  Kılıçdaroğlu’nun önüne atılan kurşunu ise herkes hatırlıyor. Erdoğan’ın “veli nimeti” Kılıçdaroğlu köşeye sıkışınca “yurttaşlarımızın direnme hakkı vardır.” vs. demesi, gerçekte bir yandan CHP tabanının haklı tepkisini yatıştırmaya, öte yandan da üzerine gelen tehlikeyi görmesindendir.
Dinci faşist cuntanın zindanlarda toplu katliamlara dek uzanabilecek yönelimleri dikkat çekiyor. Bir dönemden beri “kamuoyu” bu doğrultuda hazırlanıyor.
Bu denli gözü dönük saldırıların içerde Saray cuntası/AKP iktidarının iktidar tekelini kalıcı kılma hedefiyle bağlı olduğu kadar, aynı zamanda Ortadoğu’ya, özellikle Kürt ulusal devriminin yayıldığı bölgelere, özelde de başta Rojava olmak üzere Rojava ve Kandil’e kapsamlı bir askeri müdahale, işgal ve ezme politikasıyla da bağlıdır. Düşmanın bu yöneliminin özel olarak vurgulanması gerekir. İşbirlikçi Türk burjuva devleti ve Saray cuntası, Ortadoğu’da kendisini aşan gelişmelerin önüne geçebilmek, planlarını gerçekleştirmek, pazarlık kozlarını güçlendirmek vb. için son tahlilde Suriye ve Irak’ta nispeten geniş çaplı işgal harekâtına girebilir ve bunun olası sonuçlarını da göze alabilir. Diktatörlüğün bu olasılığı hesaba katmadığını, planlarında bunu gözetmediğini düşünmek politik saflık olur. Batı ve Güney Kürdistan sınırlarına yapılan askeri yığınak sadece psikolojik operasyondan ibaret değildir… İçerde bu denli derin ve kapsamlı saldırıların geliştirilmesi, mutlak bir sessizlik yaratarak cephe gerisini sağlamlaştırma politikasıyla bağlıdır. Bu gerçeğin altı çizilmelidir. Saraydaki elebaşının “Türkiye’nin Yeni Güvenlik Konsepti Konferansı”nda yaptığı konuşma da Lozan’ı yerden yere vurarak Mimbiç’i, Şengal’i-Sincar’ı işgal ederek “buraları” sahiplerine iade edecekleri, Suriye ve Irak meselesinin Türkiye için “Beka meselesi” olduğu,  “Suriye ve Irak kaynaklı tehditleri yok etmeden 2023 hedeflerine ulaşma imkânımız bulunmuyor.” açıklamaları tesadüfî değildir. Mimbiç ve El Bab’ın Türk devleti ve radikal dinci faşist çeteler tarafından artan oranda saldırıya maruz kalmasının, Türk ordusunun daha şimdiden bölgesel dengeleri negatif yönde etkilediği belli olduğu, tepki topladığı halde buraları işgale yönelmesinin tesadüfî olmaması gibi.
Dizginlerinden boşanmış olan dinsel faşist teröre ve saldırgan yayılmacılığa boyun eğilemez. Emperyalist ve gerici devletlerarasındaki bölünmelere, hegemonya ve rekabet mücadelelerine (onlardan yararlanmak gereklidir ama), olası yeni askeri darbelere, CHP’ye vb. zaten bel bağlanamaz. Tek yol, proletarya ve halkların, ezilenlerin direnişidir; mücadelenin büyütülmesi, devrimdir. Reformların devrimin yan ürünleri olduğu ve olacağı gerçeği de asla unutulmamalıdır. Türkiye’nin, Ortadoğu’nun çözüm bekleyen tarihsel ve güncel sorunlarının tek çözüm yolu ise devrim ve sosyalizmin zaferidir.
Legal mevziler ve kazanımlar son kertesine dek savunulmalıdır. Bunun, hep birlikte gördüğümüz gibi, ağır bedelleri vardır ve bu bedellerin ödenmesi de kaçınılmazdır. Biliyoruz ki bedelsiz mücadele olmuyor… Bu mücadele meşruluk zemininde ısrar edilerek geliştirilmelidir. Ancak Türkiye ve Ortadoğu’nun gerçeklerinin tekrar tekrar kanıtladığı gibi güçlü ve sürekliliği olan, gelişen bir yer altı örgütlenmesi olmadıkça, “öz savunma”ya dayanan bir ağ kurulup yaygınlaştırılmadıkça ciddi bir politik mücadele verilemez. Bu gerçek, reformist, parlamentarist siyasal çevrelerin anti-faşist tabanına ısrarla anlatılmalıdır. Onlar da öz deneyleriyle az ya da çok bu gerçeği görmektedirler. İşçi sınıfının, halkların, ezilenlerin direnişi ve başkaldırısı tümüyle meşrudur. Proletarya ve halklar reformist, parlamenterist, liberal beklentilerle oyalanmamalıdır. Marksist Leninist Komünist Hareket asgari ve azami programına eylemli bağlı kalarak üzerine düşen tarihsel ve güncel sorumluluklarını daha enerjik bir duruş ve tarzla üstlenmelidir.
Değişik deneyimler, geniş kitlelerin, kitlelerin çok farklı politik tercihleri olduğu kesimlerini, giderek direnmenin, sokakların meşru olduğu deneyiminden geçmesini sağlıyor. Geziyi, 6-8 Ekimi, vb geçelim, dün AKP-Cemaat ittifakının baskı ve tasfiyesine uğrayan Kemalist ve Ergenokoncular; daha sonra ve bugün AKP iktidarının baskı ve tasfiyesine maruz kalan Cemaatçiler, şöyle ya da böyle kısmen sokaklara çıkmaya, adalet, hukuk, demokrasi diye yırtınmaya başladılar. “FETÖ darbesi”nde de, her türlü muhalif kitlelerin sokaklara çıkmasına azgın bir düşmanlık gösteren Saray cuntası, etkilediği kitleleri orduya, darbe karikatürüne vb. karşı sokağa çıkmaya çağırdı…  Hala sınırlı da olsa tutuklanan sıradan asker ailelerinin sokağa çıkması da önemsenmelidir.
Bu deneyimlerle tanışan kitleler, hele de öncü kuvvetler inisiyatifi az-çok ele almaya başlarsa, etkilenmeye, demokrasi ve barış, adalet vb. talepli mücadelelere çekilmeye daha müsait hale geldikleri için, direnme hakkına sahip çıkacak, sokakların meşru olduğu ve sokaklara çıkmanın dışında başka bir yol kalmadığını daha kolay anlayacak ve harekete geçeceklerdir. Tabii ki bu öyle basit bir şey değildir, burada önemli olan şey, sistematik ve yaygın kitle çalışması sürecinde söz konusu gerçeğin vurucu ve etkin bir tarzda hesaba katılarak kitlelerin kazanılmasıdır. Yani soruna süreç olarak bakmak ve söz konusu olgunun sürece etkisini görmek öncü kuvvetler bakımından oldukça değerlidir.
Kitlesel tasfiyelere karşı da tek yol meşru mücadele yoludur, yasal yollar zaten kapatılmıştır; her şeye karşın yasal yollar sonuna dek zorlanmalı ama artık KESK vb. tüm kuvvetler meşru yollardan ve aktif politika yapmak, saldırıları göğüsleyip püskürtmek zorundadır… Böyle bir duruş parti, sendika vb. kurumların kitleselleşmesinin de yolunu açacaktır.
 Sınıfın, halkların, ezilenlerin öncü kuvvetlerini bir araya getirmede daha fazla ısrar edilmelidir. Bunu sayısız esnek biçimlerde başarmak olanaklıdır. Düşmanın, İslamcı, mezhepçi, milliyetçi, ulusalcı, Ergenokuncu bloğun saldırıları bu zorunluluğu gitgide daha keskin biçimlerde dayatmaktadır. Bir araya gelebilecek güçlerin birlikte hareketi için, ortak platformlarda ilerleyebilmek için ortak mücadele zeminlerinin güçlendiği açıktır. Bir araya gelmede, güç ve eylem birliklerinde, cephesel birliklerde ısrar edilmelidir. “Demokrasi İçin Birlik” gibi oluşumlarla da yürünebildiği oranda birlikte yürünmelidir. Eylemde birlik, propaganda ve ajitasyonda serbestlik demokratik ilkesi bu bakımdan ideolojik, programatik ayrılıkları olan siyasal parti ve çevreleri değişik biçimlerde bir araya getirmenin herkes tarafından kabul edilebilecek bir ilkesi ve güvencesi olduğu açıktır. Dar grupçu hesapların, sekter ve dogmatik perspektiflerin birleşik bir halk hareketi geliştirmenin önünde engel olduğu ve olacağı açıktır. Tecavüz yasasına karşı gelişen demokratik kadın hareketinin en geniş “cephe” birliğiyle bir araya gelerek sokaklara taşmasından öğrenmemiz gerekir. Gezinin, 6-8 Ekimin, Kobani ve Rojava’nın, Cizre-Sur’un mücadeleci ruhu olmaksızın bir adım bile ilerlememizin olanaklı olmadığı ve olmayacağı da açıktır. En geniş kitleleri harekete çekebilmek için ilerici ve devrimci kuvvetlerin en geniş birliği bir ihtiyaçtır. Kitlelerin ileri kesimlerini ilk elde direniş ve mücadeleye çekecek bu özgül dinamiğe en büyük önemi vermek gerekir. Kitlelerin birikmeye devam eden siyasal ve toplumsal öfkesini açığa çıkarmanın da en önemli yolu buradan geçmektedir. Devrim kitlelerin eseridir. Faşist teröre geri adım attırmanın da, daha ileri hedeflere doğru yürümenin de en güçlü silahı kitlelerdir, kitlesel mücadele yoldur. “Kitleler olmadan bütün bombalar güçsüzdür.” “Öz savunma” hakkı ve vuruşları bu perspektif ışığında geliştirilmelidir.
Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun temel tarihsel ve güncel-yakıcı sorunu politik özgürlüktür. Bu sorun devrim ve karşı-devrim arasındaki siyasal mücadelenin merkezinde durmaktadır…
İRFAN AZADKILIÇ

  
  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder