Translate

20 Kasım 2012 Salı

III. ENTERNASYONAL’İN FESHİ ÜZERİNE BAZI REVİZYONİST GÖRÜŞLERİN ELEŞTİRİSİ



III. ENTERNASYONAL’İN FESHİ ÜZERİNE BAZI REVİZYONİST GÖRÜŞLERİN ELEŞTİRİSİ
Aşağıda, III. Enternasyonal’in feshi konusunda, gerek küresel ölçekte gerekse de Türkiye’de, devrimci ve komünist hareketi etkileyen tasfiyeci ve revizyonist karakterdeki anlayışları inceleyeceğiz. Konu bağlamında farklı düşüncelerin olması anlaşılırdır. Ancak, farklı fikirlerin mücadelesinin verilmesi, ilkelere bağlı perspektifin savunulması, tasfiyeci düşüncelerin açığa çıkarılması, olmazsa olmaz bir tarihsel ve güncel görev ve sorumluluktur. Sorun, aynı zamanda tarihten ders çıkarmak, ideolojik bir donanıma dönüştürmek, pratik-politik sonuçlar çıkarmak ve proletaryanın savaşımını her bakımdan yetkinleştirmektir…
Konu bağlamında, gerek ulusal gerekse de uluslararası alanda, III. Enternasyonalin 1943 yılındaki feshini “doğru” gören, dahası, “gecikmiş” ilan eden değerlendirmeleri paylaşmak mümkün değildir. Bu yaklaşıma göre, anti-faşist savaşın içinde III. Enternasyonal’in feshi Uluslararası Komünist Hareket’in bir döneminin tamamlanması/ kapatılmasıdır. Böylece, III. Enternasyonal dönemi, gecikmiş biçimde sona ermiş oluyor. Zaten III. Enternasyonalin feshi yeni bir dönemi başlatmaktan çok, tamamlanmış bir dönemi kapatıyor. Ömrünü doldurmuş III. Enternasyonalin feshi dünya devriminin merkezi ve önderliği SSCB/SBKP için Uluslararası Komünist Hareket’in örgütlenmesinde bir yönetilebilir kendiliğindencilik durumu olmuştur, vs.
Soruna yakından bakalım.
Kanımızca, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından yeni bir dönem başlamıştı. Yeni koşullar yeni hedefler koymayı, yeni mücadele ve örgüt biçimleri kullanmayı, yeni devrimci olanakları daha üst düzeyde realize etmeyi gerektiriyordu.
Faşizmin yenilgisi, sosyalizmin otoritesini gezegenimizin 1/3’ne yayması, dünyanın tarihte olmadığı kadar devrimci ve kritik bir tarihsel kesite girmiş olması, odağında emperyalizmin durduğu dünya karşı-devrim cephesinin yeni saldırı ve savunma biçimlerini kullanmaya itmişti.
Gelişen devrimin daha birleşik ve daha üst düzeyde yeni savunma ve saldırı biçimleri kullanan bir karşı devrim yaratarak ilerlemesi sınıf mücadelesinin tarihsel/politik gelişme yasalarından birisidir.
İşte dönem böyle bir dönemdi. Güçler dengesi devrim ve sosyalizm lehine dönmüştü önemli ölçüde.
Peki, böyle bir kritik tarih eşiğinde tarihin bu kritik evresinin yanıtlanmasını istediği tarihsel ve politik önderlik misyonunu, daha yakıcı ve militan bir şekilde üstlenmesini beklediği Stalin ve SBKP bu yeni döneme ne kadar hazırlıklıydı?
Tarihsel deneyim bu soruya ne yazık ki olumlu cevap vermemizi, evet ne yazık ki engelliyor.
Söz konusu tarihsel -politik önderlik misyonunun oynanabilmesi için öncelikle ve ivedilikle gerekli olan şey, SSCB’de oluşmuş olan bürokratik paslanmaya, çürümeye, kastlaşmaya karşı yeni ve köklü, kitlesel devrimci ideolojik, siyasal bir devrimci hareketin örgütlenmesiydi.
2. Dünya Savaşının ardından hemen ve doğrudan atılacak adımlardan birisi de yeni bir Komünist Enternasyonal’in kurulmasıydı. Yeni Komünist Enternasyonal Uluslararası Komünist Hareket’i ideolojik ve örgütsel olarak birleştiren bir merkez, enternasyonal proletaryanın genelkurmayı, dünya devrimin önder partisi olmalıydı.
III. Enternasyonal belli gerekçelerle dağıtılmıştı. Bu konu ayrıca incelenmelidir. Ama Komünist Enternasyonal (KE) dağıtılırken daha sonra yeni bir Komünist Enternasyonal kurma hedefinden de bahsedilmiyordu.
2. Dünya Savaşı’nın ardından küresel ölçekte devrim ve karşı devrimin güçler ilişkisi yeniden şekillenmiş, sınıf mücadelesinin daha üst düzeyde ve daha güçlü bir temel ve biçimlerde örgütlenmesi kaçınılmaz hale gelmiş, yeni ve sert bir çatışmalı döneme girilmişti.
Yeni dönemin yeni devrimci olanaklarına dayanarak, yeni bir hazırlık ve güç biriktirmek ve giderek yeni saldırı biçimleri kullanmak, güçlü ve tarihin hiçbir döneminde görülmemiş ölçek ve derinlikte ortaya çıkmış olan devrimci imkanları daha bir üst düzeyde realize ederek emperyalizme, kapitalizme, her türden gericiliğe karşı güçlü bir devrimci mücadele örgütlemek gerekiyordu.
İşte yeni Komünist Enternasyonal,  bu büyük devrimci görevin en önemli silahlarından birisi olacaktı. Hem sosyalist kampın, hem emperyalist ülkelerin ve hem de sömürge, yeni-sömürge ülkelerin, tüm komünist parti ve örgütlerini birleştiren bir politik genelkurmay olacaktı.
Ama ne yazık ki, bu büyük devrimci görevler, Stalin ve SBKP tarafından üstlenilmedi, üstlenilemedi. Yeni bir Komünist Enternasyonal yerine Eylül 1947’de Enformasyon Bürosu’nun kurulmasıyla yetinildi.
Enformasyon Bürosu da olumlu bir adımdı kuşkusuz. Örneğin, Sosyalist Kamp’ta emperyalizmin Truva Atı Titoculuk, iktidarda olan modern revizyonizmin ilk biçimi olan Titoizm’in teşhiri ve tecridi gibi bazı son derece önemli stratejik tutum ve pratikler de geliştirdi.
Ancak ne var ki, yeni koşullarda sınıf mücadelesinin, uluslararası proleter devrimin gereksinimi bir Enformasyon Bürosu değil, öncü savaşçı birlik olacak yeni bir Komünist Enternasyonal’di.
Enformasyon Bürosu (EB)’nun sınırlı bir işlevi olacağı açıktır. Enformasyon Bürosu’nun bileşiminin sadece Sosyalist Kamp komünist partileri ile Batı Avrupa komünist partilerini kapsayan sınırlı bir örgüt biçimi olarak örgütlenmesi de ayrıca son derece önemli zaafı ifade ediyordu.
Tam da burada şu soru sorulmalıdır: Peki gereksinim, yeni bir Komünist Enternasyonal iken, neden son derece geri ve sınırlı bir örgüt biçimi ile, bir Enformasyon Bürosu ile yetinildi? Öyle ya, bu bir politik tercihti ve irade bu tercih temelinde ortaya koyulmuş ve yeni bir Komünist Enternasyonal örgütlemek gibi bir görev ve hedef de belirlenmemiştir üstelik. Örneğin, yeni bir enternasyonali kurmanın ön koşullarını olgunlaştırmak için, Enformasyon Bürosu, bir geçiş biçimi olarak da ele alınmamıştır; ki bu vb. biçimler, yeni bir enternasyonal kurma hedefine bağlanmış tarzda ele alınabilirdi, vb.
Bizim bu soruya yanıtımız şudur: SSCB’deki bürokratik çürüme ve kastlaşma olgusu, yeni dönemde yeni uluslararası devrimci görevleri kapsamlı ve militanca üstlenmeyi, öne çıkarak önderlik misyonunu oynamayı frenlemiş, sınırlamış, engellemiştir. Çünkü böylesine bir misyon, yeni zorluklarla savaşmayı, yenmeyi, yeni risk ve bedelleri göze almayı gerektiriyordu. Ayrıca, özelde, 1.ve 2. emperyalist dünya savaşlarının dehşetini yaşamış, 2. Dünya Savaşı’nda 20-25 milyon evladını toprağa gömmüş SSCB komünistleri, proletaryası, halkları emperyalizmin yeni bir savaş tehdidi ve nükleer şantaj politikası karşısında, durumun baskısı altında gerilemiş ya da geri adım atmıştır.
Gerçekler bunlardır.
Enformasyon Bürosu (“Kominform”), Eylül 1947’de kurulur. Eylül ayında, Polonya’da “Enformasyon Konferansı” örgütlenir. Toplantının örgütleyicisi SBKP(B)’dir. Bu konferansa Jdanov, “ Uluslararası Durum üzerine”; Malenkov ise “SBKP(B) MK Çalışma Raporu”nu sunar.
Malenkov’un raporunda şunları okuyoruz:
“Raporumu, komünist partiler arasındaki ilişkiler sorununa değinerek bitirmek istiyorum. Bilindiği gibi, Komintern’in 1943 yılında fes edilmesinin ardından komünist kardeş partiler arasındaki ilişkiler kesintiye uğradı. Deneylerimiz gösterdi ki gerek SBKP(B), gerekse diğer komünist partiler, gerekli karşılıklı bilgiyi alma ve işçi ve komünist hareketin can alıcı sorunları üzerine ortak düşüncelere varma olanağına bu tecrit nedeniyle sahip değiller.
“Düşüncemize göre, bu sorunlarda mevcut anormal durumun ortadan kaldırılması amacıyla belirli tedbirlerin kararlaştırılması gerekiyor. Bu nedenle biz bu toplantımıza;  uluslararası durumun sorunlarının tartışılmasını ve komünist partiler arası ilişkilerin yeniden kurulması, karşılıklı dayanışma, deney aktarımı ve gerekli görüldüğü durumlarda komünist partilerin çalışmalarının karşılıklı onay temelinde koordine edilmesi amacıyla düzenli bir ilişkinin yaratılmasına ilişkin sorunların görüşülmesini gerekli gördük.”
Jdanov’un raporunda ise şu saptamaları görüyoruz:
“Komintern’in dağıtılması işçi hareketindeki gelişmelerin yeni tarihsel ilişkiler sonucu ortaya çıkardığı ihtiyaçlara denk düşüyordu ve olumlu bir rol oynadı. Komintern’in dağıtılması, komünizmin ve işçi hareketinin karşıtları tarafından ileri sürülen, Moskova’nın diğer devletlerin iç işlerine karıştığı ve komünist partilerin kendi halklarının çıkarları doğrultusunda değil, dışarıdan gelen emirler doğrultusunda hareket ettiği iddialarına kesin olarak son verdi.”
“… genç komünist partilerin işçilerin kitlesel partisi haline dönüştürülmesiyle birlikte bu partilerin bir tek merkezden yönetilmesi de olanaksız, amaca uymaz hale geldi. Bunun sonucunda, başta komünist partilerin gelişmesini teşvik eden bir etken olan Komintern’in bu gelişmenin önünde bir engel haline gelmesi tehlikesi baş gösterdi. Komünist partilerin gelişimindeki yeni aşama partiler arasındaki ilişkilerde yeni biçimlere geçilmesini gerekli kılıyordu. Bu durum, Komintern’in dağıtılması ve partiler arasındaki ilişkilerde yeni biçimlerin yaratılması zorunluluğunu da yarattı.
“Komintern’in dağılmasından bu yana geçen 4 yılda komünist partiler önemli ölçülerde sağlamlaşarak hemen hemen bütün Avrupa ve Asya ülkelerinde etkilerini arttırdılar…
“Ancak komünist partilerin bugün içinde bulunduğu durumun zararları da var. Bazı yoldaşlar Komintern’in dağıtılmasını, kardeş komünist partiler arasındaki ilişkilerin tasfiye edilmesi olarak algıladılar. Tecrübeler komünist partilerin bu şekilde birbirlerinden tecrit edilmelerinin hatalı, zararlı ve aslında kendi doğalarına ters olduğunu göstermiştir. Komünist hareket, ulusal çerçevede gerçekleşti ancak aynı zamanda değişik ülkelerdeki partilerin ortak görev ve çıkarlarının da olduğunu görmek gerekiyor. Ortaya, oldukça garip bir tablo çıkıyor: Komünistler, Komintern’in sözüm ona bütün ülkelerden komünistlere Moskova’nın çizgisini dayatmaya hizmet ettiği iddialarını göz önünde tutarak toplantılar yapmaktan ve hatta ortak çıkarlarıyla ilgili sorunları görüşmek için bile toplanmaktan vazgeçerken, bu iddiaları kanıtlamak için kırk takla atan sosyalistler bugün yeniden enternasyonallerini kurdular…” onlar bunu gerçekleştirirken “Komünistler birbirleriyle dost olan ülkelerde bile, dostluk ilişkileri kurmaktan çekiniyor. Bu durumun sürmesinin, kardeş partilerin çalışmalarının gelişmesi açısından son derece zararlı sonuçlara yol açacağından kuşku duyulmamalıdır.
“İşçi sınıfı için bugün asıl tehlike, kendi güçlerini küçümsemesinde ve düşmanın güçlerini abartmasında yatmaktadır.”(Çeviri belgesidir, yayınlayan Özgürlük Dünyası, Sayı 85)
SBKP(B) temsilcilerinin konferansa sunduğu raporlardan çıkan sonuçları özetleyerek yorumlayalım.
Birinci iddia, 3. Enternasyonalin dağıtılması doğruydu. Böylece burjuva, emperyalist, faşist ve onların yardakçılarının SSCB’nin, SBKP(B)’nin başka ülkelerin iç işlerine karıştığı, komünist partilerin Moskova’dan emir komutayla yönlendirildiği iddialarını boşa çıkararak bu demagojiye son verilmesini sağladığı iddiasıdır.
Komintern’in dağıtılmasının, bu dağıtmanın birinci gerekçesi olarak sunulan söz konusu burjuva demagojinin etkisizleştirilmesinde çok önemli bir rol oynadığını kabul ediyoruz. Ancak, bu tersinden, her biçimiyle burjuva dünyanın söz konusu ideolojik ve politik saldırılarının göğüslenemediğinin de açık ifadesidir. Aynı zamanda çubuğun pragmatik bir çerçevede SSCB devlet politikası lehine aşırı büküldüğünü de ifade etmektedir.
Kanımızca, Komintern’in dağıtılması, ilkesel bir hataydı.
Komintern’in dağıtılmasının nedenlerinden ikincisi olarak ileri sürülen, komünist partiler kitleselleşip geliştiği için, deneyimli partiler haline geldikleri için, bu partilerin tek merkezden yönetilmesinin “olanaksız, amaca uymaz hale geldiği” gerekçesi de doğru bir gerekçe değildir. Belli ki, gerekçe bu tarzda formüle edilerek I. Enternasyonal’in dağıtılmasına gerekçe yapılan karara gönderme yapılıyor aynı zamanda.
Kitleselleşmiş ve deneyimli güçlü partiler haline gelmiş olmak, onlara, kendi ülkelerinde daha geniş bir hareket/ inisiyatif alanı tanımakla çözülebilecek bir sorundu; söz konusu gerekçenin Komintern’in dağıtılmasının payandası yapılması gerçekçi değildir. Kaldı ki, gerek güçlü partilerin oluşmuş olması, gerekse de 2. Dünyası Savaşı koşulları 3. Enternasyonal’i dağıtmayı değil daha güçlü bir ilişki ve yönetim tarzının en büyük esneklikle birleştirilerek yeniden şekillendirilmesini gerektiriyordu. Ayrıca Komintern’in dağıtılmasını, taktik olarak doğru bulmaya kendimizi zorlasak bile yerine, geçici de olsa, o dönemin gereksinmelerine uygun bir seçeneğin, o koşullara uygun son derece esnek farklı bir merkezi yapılanmanın örgütlenmemiş olması ayrıca ciddi bir zaaf oluşturmuştur.
Kaldı ki 1947 gibi geç bir tarihte, gecikilmiş olarak böyle bir toplantının yapılmış olması da ayrıca devrimci eleştirinin hedefi olmalıdır…
Bu tabloya, 3. Enternasyonal dağıtılırken yeni bir enternasyonal kurulacağı hedefinin belirlenerek açıklanmamış olması da başlı başına eleştirilerek eklenmelidir.
Madem dağıtıyorsun, bari geçici bir araç yarat. Madem dağıtıyorsun, bari elverişli koşulların oluştuğu an perspektif ve hedefinin ne olacağını daha baştan ortaya koy ki komünist partiler bu bilinçle şekillensin…
Jdanov’un konuşmasında eleştirdiği sağ oportünist, ilkesiz tavrın komünist partilerde gelişmesi, sadece bir sonuç olduğu gerçeğini görmeliyiz.
Jdanov’un konuşmasında geçen ve Enformasyon Bürosu’nun kurulmasına karar veren konferansa katılan partilerin “Uluslararası Durum Üzerine Deklarasyon”da da vurgulanan “işçi sınıfı açısından bugünkü ana tehlike kendi güçlerini küçümsemek, emperyalist kampın güçlerini abartmaktır.” saptaması o koşullarda temel bir gerçeği dile getirmektedir.
Faşizme ve savaşa karşı mücadele yıllarında Uluslararası Komünist Hareket içerisinde sağ oportünist bir sapma gelişmiştir. Fransa, İtalya, Yunanistan komünist partilerinde bu sağ sapma doruk noktasına ulaşmıştır.
Bu sağ sapmanın etkisini farklı biçim ve koşullarda da olsa bilakis Enformasyon Bürosu’nun onaylanan üç temel belgesinde de ( Uluslararası Deklarasyon + Enformasyon Bürosu’nun kuruluşunu açıklayan belge + “Parti Temsilcilerinin Enformasyon Konferansı Üzerine Bildirgesi”) görüyoruz: a)Yeni bir enternasyonal yerine Enformasyon Bürosu’yla sınırlı bir adım atılmış olması; b) uluslararası proleter devrim perspektifinin göz çıkaracak denli es geçilmiş olması, yerine bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik, demokrasi, anti-emperyalist demokratik platform vurgusunun geçirilmiş olmasından bu olguyu net bir şekilde görüyoruz, görebiliriz.
Enformasyon Bürosu’nun kurulmasını yasallaştıran belgede “deneyler, komünist partilerin birbirinden kopuk oluşlarının yanlış ve zararlı olduğunu göstermiştir” vurgusu önemlidir. Bu vurgu, kanımızca, 3. Enternasyonalin dağıtılmasını da kapsayan bir vurgu genişliğine dek açılmalı ve tamamlanmalıdır. Bu açıklamayı dolaylı ama yeni döneme de yol göstermeyen kısmi bir özeleştiri sayabiliriz
Açık olan bir şey var veya bilebildiğimiz kadarıyla, 3. Enternasyonal dağıtılırken daha sonra yeni bir komünist enternasyonal kurma hedefi de belirlenmemiştir. Stalin hayattayken, 1945-53 arası dönemde de böyle bir hedef belirlenmemiş, bu doğrultuda bir hareket planı ortaya koyulmamış ve mücadelesi verilmemiştir. Bu tavır, hem perspektif ve hem de pratik duruş itibari ile sağ bir sapmadır, proletarya enternasyonalizmi kararlılığının 43 öncesine göre de açık gerilemesidir.
Ayrıca geçerken hatırlatmak isteriz ki, III. Enternasyonal’in Lenin döneminde ve 1924 yılına kadar aşağı yukarı düzenli toplanan kongreleri Stalin yoldaşın önderliği ele almasından sonra bu düzenliliği son bulmuş ve kongreler uzun aralıklarla toplanmaya başlamıştır.
1919 ile 1924 arasında toplam beş kongre yapılır. 1924’teki son kongreden sonra, 1924 ile III. Enternasyonalin dağıtıldığı 1943 yılına kadar toplam olarak yalnızca iki kongre toplanabilmiştir. Bu kongrelerden biri 1928 yılında, ikincisi ise 1935 yılında toplanmıştır. Üstelik III. Enternasyonalin dağıtılması bu amaçla toplanan bir kongre kararı ile değil Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu Prezidyum kararı ile sadece bazı partilere danışılarak dağıtılmıştır.
Bu tablonun temelinde yatan şey, bizce SBKP (B) ve SSCB’de bürokratizmin, bürokratik merkeziyetçiliğin gelişmesi ve egemenlik kurması, bürokratik dejenerasyonun daha da gelişmesiyle dünya devrimi perspektifinin gerilemesi ve zayıflamasıdır.
Bizim sorunla ilgili değerlendirmelerimiz işte böyledir. Doğal olarak, II. Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkan koşullara göre enternasyonal örgütlenmenin yenilenmesi, yeni biçimler alması kaçınılmazdı. Ama bu olgu, tasfiye edilmiş olan III. Enternasyonalin yerine IV. Komünist Enternasyonal’in kurulmasının herhangi bir biçimde engeli olamazdı ve olmamalıydı. 
Dolayısıyla, III. Enternasyonal’in dağıtılmasını doğru gören yaklaşımı, yukarıdaki gerçekler ışığında ele aldığımızda görmekteyiz ki, sosyalizmin ve Uluslararası Komünist Hareket’in tarihine yeterince eleştirel yaklaşılmamakta, uzlaşıcı bir tavır takınılmakta, geleceğe dönük olarak konu bağlamında yeterli ve doğru dersler çıkarılamamaktadır. Oysa sosyalizmin tarihine, yaşanan deneyime ve sorunlarına eleştirel yaklaşımdan kaçınamayız ve kaçınmamalıyız. Tarihi yenilgilerin eleştirel incelenmesine gereksinim olduğu çok açıktır. Bu yeni dönemde, Marksist-Leninist eleştirel perspektifi ve duruşu geliştirmenin oldukça büyük önemi olduğunu biliyoruz. Çünkü incelenmesi gereken sosyalizmin tarihsel deneyimi ve sorunları, tartıştığımız sorunlar bağlamında düne ait görünse de, gerçekte, dolaysız bir şekilde bugünle ve kazanmak istediğimiz gelecekle sıkı sıkıya bağlıdır.
Konuyu salt yukarıdaki çerçeve de tutmak da eksik ve hatalı olacaktır. Çünkü gerek III. Enternasyonalin dağıtılması kararı, gerekse dağıtılırken yeni bir enternasyonal kurma hedefinin olmaması, gerekse de, daha sonraki süreçte, Enver Hoca ve AEP’in yeni bir komünist enternasyonal kurmaya karşı çıkması ya da bunu uygun bir biçim olarak görmemesinin daha köklü yaklaşım ve “eleştiri”lerle bağı vardır. Dolayısıyla soruna daha yakından eğilmek gerekmektedir.
Uzun olmakla birlikte, kitabımıza, konuyla bağlı alıntılar alacağız. Sorunun anlaşılması için bu gereklidir de. Kaldı ki sorun, yaşamsal önemde sorunlardan biri ve ilgili kaynakları yorumlamak yerine, doğrudan aktararak, okuyucunun daha rahat düşünmesine de sağlıklı bir olanak sunmuş olacağız. Ayrıca insanların okuma, inceleme alışkanlıklarının bir hayli zayıfladığını ve gerilediğini de bilmekteyiz…
Dimitrov, bizlere, “Günlük”lerinde şu bilgileri vermektedir:
“20 Nisan 1941.
“…………………………
“Benim sağlığıma da içtiler. Bu münasebetle Y(osif) V(isarionoviç) (Stalin-bn.) şöyle dedi: D(imitrov)’un oradan, Komintern’den partiler ayrılıyor (Ame(rikan) partisini ima ediyordu). Bu kötü değil. Tam tersine, komünist partileri tamamen bağımsız olmalı, KE’nin şubeleri durumunda olmamalı. Onlar, değişik adlar altında- işçi partisi, Marksist parti vb. adlar altında ulusal kom(ünist) partileri haline gelmelidirler. İsimler önemli değildir. Önemli olan kendi halklarının arasına girmeleri ve kendilerine özgü görevler üzerinde yoğunlaşmalarıdır. Onlar komünist programlara sahip olmalı, Marksist analize dayanmalı, boyuna Moskova’ya bakmamalı, her ülkedeki somut sorunlarını kendileri çözmelidir. Değişik ülkelerde durum ve görevler ise tamamen farklı farklıdır. İngiltere’de başka, Almanya’da başkadır vb. Komünist partileri böylece güçlendiğinde, işte o zaman uluslararası örgütleri yeniden kurulsun.
“Enternasyonal, Marks’ın zamanında uzak olmayan dün(ya) devrimi beklenirken kuruldu. Komintern, Lenin zamanında, yine böyle bir dönemde kuruldu. Şimdi ise her ülke için ulusal görevler ön plana çıkıyor. Oysa komünist partilerin KE Yürütme Kurulu’nun emrinde, ulus(lararası) örgü(ün) birer şubesi durumunda olmaları, buna engel oluyor…
Dün olanlara tutulup kalmayın. Oluşan yeni koşulları titizlikle göz önünde tutun….
Kurumsal çıkarlar (KE) açısından bu hoşa gitmeyebilir. Ama, çözümleyici olan, bu çıkarlar değildir!
“Bugünkü koşullarda komünist partilerin Komintern’e bağlı olmaları, burjuvazinin onlara karşı kovuşturmalarını, onları kendi ülkelerinde yığınlardan yalıtlama planlarını kolaylaştırıyor, komünist partilerine ise, bağımsız bir şekilde gelişmeleri ve sorunlarını birer ulusal parti olarak çözmelerinde engel oluyor…
“KE’nin en yakın zamandan itibaren varlığını sürdürüp sürdürmeyeceği sorunu ve dünya savaşı koşullarında uluslararası bağların, uluslararası çalışmaların yeni biçimleri sorunu, ivedilikle ve açıkça ortadadır.” (Georgi Dimitrov, Günlük 2, 1 Eylül 1939- 5 Mayıs 1945, s. 72-73, iDa.., TÜSTAV Yay., Belge)
Evet, Stalin’in 12 Mayıs 1941 yılında söyledikleri bunlar. Devam edelim. 11 Mayıs 1943 tarihinde Komintern’in feshi için hazırlanan taslak, Stalin ve Molotov’a gönderilir. Dimitrov, Manuilski ile birlikte akşamüstü Stalin’e gider; burada Stalin, şöyle der:
“Deney gösterdi ki, tüm ülkeler için ulusla(rarası) bir merkez bulunmamalı. Bu, Marks’ın zamanında, Lenin’in zamanında ve şimdi görüldü. Belki bölgesel birleşimlere geçilmeli, örn(eğin) Güney Amerika, Birleşik Devletler ve Kanada, kimi Avr(upa) ülkeleri vb…ama bu konuda acele etmemek gerek…” (age., s. 288, iDa..)
Dimitrov’un da katıldığı Politbüro toplantısında (21 Mayıs 1943) Stalin’in açıklamalarını Dimitrov, şöyle düşer “Günlük”üne:
“Stal(in): Marks döneminde de, Lenin döneminde de, şimdi de deneyimin dünyanın tüm ülkelerinde işçi partilerini tek bir uluslararası merkezden yönetmenin mümkün olmadığını gösterdiğini belirtiyor…
“KE’i kurarken ve tüm ülkelerde hareketi yönetebileceğimizi düşünürken biz kendi güçlerimizi abarttık. Bu bizim hatamız. KE’in ileride de varlığını sürdürmesi-enternasyonal ülküsünün gözden düşmesi anlamına gelecektir ki, biz bunu istemeyiz.” (age, s. 292)
17 Ekim 1947 tarihli günlükte, “Karara yapılacak ilave ve değişiklikler” başlığı altında, şunlar yazılı:
“1. …                                                                              
“Komün(ist) partilerinin gönüllü mutabakatı ile 1943 yılında kapatılan Komünist Enternasyonal’in  sözde yeniden kurulmak istendiği, danışma toplantısına katılan (EB’nun kurulduğu toplantı-bn.) değişik komünist partilerinin güya bağımsızlıklarını yitirdikleri ve başkalarının maşası durumuna geldikleri iddia edilen iftira kampanyası, suçüstü yakalanan saldırganların, yeni savaş kundakçılarının ve dünya egemenliği kurmak isteyenlerin acizliğini ve şaşkınlığını sergileyen ucuz bir provokasyondur.” (Günlük 3, s. 157)
Günlük’ten aktardığımız alıntılardan da görülebileceği gibi tablo açık! Ancak biz,  Stalin’in I., II., III. Enternasyonallerin kurulmasının doğru olmadığı, deneylerin bunu gösterdiği saptamasına katılmıyoruz. Bu yaklaşımın, III. Enternasyonalin dağıtılmasından sonra bir daha yeni bir Komünist Enternasyonal’in kurulmamasının, Enver Hoca ve AEP’in yeni bir Komünist Enternasyonal kurulmasına karşı çıkmasının nedenini de ya da nedenlerin başında gelen nedeni de bizlere açıklamaktadır. Söz konusu perspektifin ve çözümlemenin proletarya enternasyonalizmden bir sapma olduğu açıktır. Stalin, SBKP, SSCB söz konusu olduğu zaman ise, bu yaklaşım, uluslararası devrim perspektifindeki bir kayma ve gerilemeyi ifade etmektedir. Kuşkusuz bu sapma, daha sonraki tarihi de derinden etkilemiş, AEP’in yeni bir Enternasyonal’in yaratılmasına karşı çıkma örneğinde olduğu gibi, sapmanın devam etmesinde de başlı başına rolü olmuştur. Ki, eğer Stalin’inin değerlendirmesine göre hareket edecek olursak, bugün de yeni bir Komünist Enternasyonal kurma görevini önümüze koymamalı ve bu doğrultuda yürüttüğümüz çalışmalardan da vazgeçmeliyiz; doğal olarak biz, böyle bir teori ve pratiğe karşıyız ve karşı çıkmaya da devam edeceğiz.
Geçmişin dersleriyle donanmış yeni tipte bir Komünist Enternasyonal kurma hedefine sıkıca bağlı kalarak yürümek lazım. Doğal olarak yeni Enternasyonali kısa sürede kuramayız, bu nispeten uzun bir süreci, hazırlık, güç biriktirme, manevralar yapma, geçiş biçimlerini kullanmayı; Uluslararası Komünist Hareket’teki aşırı dağınıklığı, güçsüzlüğü, ideolojik ve örgütsel bunalımı aşmayı, süreci olgunlaştırmayı vb. gerektirmektedir. Burada önemli olan, geçmişin dersleriyle donanmış olarak ve süreci ilkeli bir tarzda olgunlaştırarak hedefe doğru yürümektir. 
Ayrıca, SBKP’de ve SSCB’de yeni tipten modern revizyonist karşı-devrimin 1956’da politik iktidarı gasp etmesinden sonra ÇKP’nin Uluslararası Komünist Hareket’teki rolü konusundaki tasfiyeci revizyonist görüşleri de eleştirilmelidir. Eleştirilmesi gereken tasfiyeci revizyonist analizler hem iç, hem de küresel alanda devrimci ve komünist hareketi ciddi bir şekilde etkilemektedir.
İnanacak olursak, 20. Kongre’yi onaylamış olmasına karşın, Çin ile SSCB arasında siyasal ittifaka dayanan Deklarasyon’a “Marksist devrimci eğilim”in mücadelesi damgasını vurmuştur. ÇKP'nin de Uluslararası Komünist Hareket’in yaşadığı kriz ve iç mücadeledeki duruşu, iç mücadeleye konu olan sorunlardaki teorik ve politik tavrı “Marksist devrimci eğilime” denk düşer*. Modern revizyonizmle ÇKP arasındaki mücadele, iki çizgi, burjuva revizyonist çizgiyle Marksist-Leninist çizgi arasındaki mücadeledir. 1950'lerin ikinci yarısında başlayan ayrışma ve parçalanmanın temelinde iki çizgi mücadelesi durmaktadır. ÇKP ve AEP’in temsil ettikleri devrimci çizgi karşısında SBKP/ Kruşçev’in gerici modern revizyonist çizgisi durmaktadır. "Halkın partisi", "halkın devleti", vb. revizyonist teorilerine karşı mücadele eden ÇKP ve AEP'in tavrı teorik bakımdan Marksist, ideolojik ve politik bakımdan ise devrimcidir. ÇKP ve AEP'in bu revizyonist teorilere karşı mücadeledeki tavrı, egemen revizyonist kliğin SBKP'yi işçi sınıfının çıkarlarından koparma gerici yönelim ve programını, emperyalizmle uzlaşma çizgisini reddeder vb.
Peki, gerçek durum nedir?
 Kanımızca, başını AEP’in ve Enver Hoca’nın çektiği Marksist-Leninist kesim ve partiler modern revizyonist ihaneti kavradıkları ölçüde, gecikmeli de olsa, baş kaldırdılar. Marksizm-Leninizm’den ciddi bir şekilde etkilenmiş ama devrimci-demokratik karaktere sahip, devrimci demokratik dinamizmini henüz yitirmemiş olan ÇKP de kendi özgün devrimci konumundan ve bir dizi özel ulusalcı çıkarların (örneğin atom bombasının sırlarının verilmemesi, sınır sorunları, Tayvan sorunu, Çin’in BM kabul edilip edilmemesi vb.) etkisiyle de ihanete, karşı-devrime karşı direndi. ÇKP, başta, yöntemsel ayrılıklarına ve önemli ayrılık ve eleştirilerine karşın, Kruşçev modern revizyonizminin derin etkisi altında kaldı. ÇKP MK’sının tavrını yansıtan ve “Renmin Ribao”da –Halkın Gazetesi- yayınlanan “Proletarya Diktatörlüğünün Tarihsel Deneyimi” ve “Proletarya Diktatörlüğünün Tarihsel Deneyimleri Üzerine Biraz Daha” başlıklı makaleler bu bakımdan önemlidir. Bu iki makale, 20. Kongre’nin ardından, birincisi 5 Nisan, ikincisi 29 Aralık 1956 tarihinde yayınlanmıştır.
 Birinci makalede Kruşçevci 20. Kongre, şöyle değerlendiriliyor:
“Kişiye tapmaya karşı mücadele sorunu XX. Parti Kongresinin çalışmalarında önemli bir yer tuttu. Parti Kongresi bütün samimiyetiyle, uzun zamandan beri Sovyet toplum yaşamında birçok hatalara ve zararlı sonuçlara yol açan kişiye tapmanın yaygın olduğu gerçeğini ortaya koydu. SBKP’nin kendi hatalarına karşı yaptığı cesur eleştiri, parti içi işleyişin derin ilkeli karakterini ve Marksizm-Leninizmin büyük canlılığını göstermektedir.” ( Proletarya Diktatörlüğünün Tarihsel Deneyimleri, s. 13, İnter Yay.)
“Parti ve devletin baş önderi olarak Stalin, hayatının son döneminde tam da bu nedenle bazı ciddi hatalar yapmıştır, çünkü o, farklı davrandı. O, burnu büyük oldu; itinasızdı, görüşleri sübjektivizme ve tek yanlılığa açıktı…” (age., s.17)
“Gelişme halindeki sosyalist üretici güçler, sosyalist ekonomik ve siyasi sistem ve parti yaşamı, böyle bir kişiye tapma atmosferi ile her gün daha keskin bir çelişki ve çekişme içine girmişlerdir. SBKP XX. Parti Kongresinde kişiye tapmaya karşı gelişen mücadele, gelişmenin karşısında duran ideolojik engelleri silip süpüren Sovyet komünistlerinin ve Sovyet halkının gerçekten büyük ve kahraman bir mücadelesidir.” (age., s. 21)
“Çin Komünist Partisi, kişiye tapmaya karşı tarihsel olarak anlamlı mücadelede SBKP’nin kazandığı büyük başarıları selamlamaktadır.” (age., s. 22)
“Stalin hayatının son döneminde kazandığı bazı zaferler ve buna bağlı olarak yapılan övgüler Stalin’in başını döndürdü. O yer yer kaba bir biçimde diyalektik materyalist düşünce tarzından uzaklaştı, subjektivizme düştü. Kendi bilgeliğine ve otoritesine körce inanmaya başladı.” (age., s. 50)
“…burjuvazi ve Batı’nın sağ sosyal-demokratları, kasıtlı olarak Stalin’in hatalarının düzeltilmesini ‘deStalinizasyon’ olarak gösterdiler ve bunu ‘antiStalinist unsurların’ ‘Stalinist unsurlara’ karşı mücadelesi diye adlandırdılar. Çirkef niyetleri tümüyle ortadır. Ne yazık ki, buna benzer görüşler bazı komünistlerde de yaygındır. Komünistlerin böyle görüşler savunmalarını çok zararlı buluyoruz.” (age., s. 51)
ÇKP, Titoizm’i ve Titoizm’le barış ilan eden ve kutsayan Kruşçev modern revizyonizmini ise şöyle olumluyor:
“Sovyet hükümetinin Yugoslavya ile ilişkileri düzeltmek için gösterdiği çabalar, 30 Ekim 1956 açıklaması ve Polonya ile Kasım 1956’daki görüşmeler, bütün bunlar, dış ilişkilerde geçmişte yapılan hataların radikal biçimde ortadan kaldırılması amacıyla, SBKP ve Sovyet hükümetinin kararlılığını göstermektedir. Sovyetler Birliği’nin bu adımları, proletaryanın uluslararası dayanışmasının güçlendirilmesinde büyük bir katkıdır.” (age., s. 71)
“Tito yoldaşın ve Yugoslavya Komünistler Birliği’nin diğer yönetici yoldaşlarının Stalin’in hataları ve buna bağlı konularda son konuşmalarında ortaya koydukları tavra objektif ve haklı bir tavır denemez. Yugoslav yoldaşların Stalin’in hatalarına karşı özel bir kin duymaları anlaşılır bir şeydir. Onlar geçmişte çok zor koşullar altında sosyalizme sarılmak için övgüye değer çabalar gösterdiler. İktisadi kuruluşların ve diğer sosyalist kuruluşların demokratik yönetimi konusundaki deneyleri de dikkat çekti. Çin halkı, bir yanda Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerle, diğer yanda Yugoslavya arasındaki çekişmelere son verilmesini selamlar; aynı zamanda Çin ile Yugoslavya arasındaki dostluk ilişkilerinin kurulması ve gelişmesini selamlar; Yugoslavya halkı gibi Çin halkı da, Yugoslavya’nın sosyalizme giden kendi yolunda refahı ve gücünün artmasını umut eder…” (age., s. 53)
Burada amacımız başlı başına ÇKP’nin tutumun değerlendirmek değildir; ama geçerken bu olguları, ÇKP’nin bu sözde “Marksist devrimci eğilimi”ni hatırlatmak istedik.
20. Kongre’den sonra, Uluslararası Komünist Hareket’in (UKH) parçalanmasına bağlı olarak, yeni bir UKH oluştu. İncelemelerimiz sırasında görülen o ki, Sovyet modern revizyonizmine karşı ilk Marksist-Leninist çıkışı yapan parti, Enver Hoca yoldaş önderliğindeki AEP’tir.
Uluslararası Komünist Hareket’in tasfiyesine karşı gelişen mücadeleler sonucu, revizyonizme boylu boyunca gömülen partilerin parçalanmasıyla pek çok ülkede komünist partiler kurulur. ÇKP de AEP’le birlikte UKH’nın lideri kabul edilir. ÇKP, tutarsız ve yalpalayan tavırlarına rağmen, Sovyet modern revizyonizmine karşı devrimci bir tavır takınır. Ancak bu partiler, modern revizyonist ihanete karşı tarihi önemi olan bir tavır takınmakla birlikte ve üstelik ÇKP de Marksist-Leninist görülüyor olmasına karşın, yeni bir Komünist Enternasyonal örgütleme görevi önlerine koymazlar. UKH kabul edilen parti ve gruplarla olan bağlar, uluslararası toplantılar, ikili görüşmelerden öteye taşınamaz.
Gerçekte Marksist-Leninist tavrın temsilcisi AEP’tir. Ancak AEP, önüne yeni bir Komünist Enternasyonal kurma hedefini hiçbir zaman koymaz. Dahası buna karşı çıkar. Kapitalist restorasyon çalışmasını tarihi kökleri ve evrimiyle birlikte yeterince ortaya koymaz. Bu görevlerin gerektirdiği teorik çalışmayı derinlikli bir şekilde yapmaz. UKH’yı ideolojik olarak yeterince donatmaz. Başlangıçta, Sovyet modern revizyonizme karşı mücadelede önemli bir gecikmeyle tavır takınır. Sorunu belli bir gecikmeyle bilince çıkarır. 57 ve 60 revizyonist belgelerinin altına imza atar. Ve bu belgelerin eklektik revizyonist karakterine karşın daima Marksist-Leninist belgeler olduğunu savur. Çin revizyonizminin/Maoizmin karakterini oldukça gecikmeli bir tarzda kavrar ve ortaya koyar. Böylece küçük burjuva devrimci-demokratik-halkçılığın UKH üzerinde derin tahribatlar yaratmasına yol açmanın en önemli sorumlusu olur. UKH, küresel ölçekte güçlü bir çekim merkezi haline gelemez. Ciddi bir önderlik boşluğu UKH’nın yakasını bırakmaz. UKH, temelde Marksist-Leninist duruşuna karşın çok ciddi bir önderlik bunalımı yaşar; ciddi sekter ve grupçu hastalıklar UKH’nın önemli hastalıkları olarak gündemde kalır. Dünya devriminin genel bir atılım dönemi yaşadığı 60’lar ve 70’ler boyunca herhangi bir komünist parti herhangi bir devrime önderlik yapma başarısını gösteremez. Modern revizyonizmin yarattığı derin tahribatlar, UKH’nın derin zaaflarıyla birleşerek küresel ölçekte küçük burjuva devrimci demokrasisinin değişik politik akımlarının öne çıkışını da besler.
Fakat tüm bu derin zaaflarına karşın Enver Hoca ve AEP, Sovyet modern revizyonizmine karşı ilk Marksist-Leninist tavrı takınan parti olmanın onurunu taşıdı. Sovyet modern revizyonizminin Titoizm’le işbirliği içinde her türlü ekonomik, politik, askeri ve ideolojik baskısına ve ablukasına karşı yiğitçe direndi, mücadele yürüttü. Emperyalist ve modern revizyonist kuşatma ve baskı karşısında büyük bir tarihi, ideolojik, politik önemi olan bir duruş sergiledi. Uluslararası Komünist Hareket içerisinde haklı bir saygınlık kazandı. Gecikmeli de olsa, yeterince özeleştirel olmasa da, ÇKP’nin, “Mao Zedung Düşüncesi”nin, Çin modern revizyonizminin maskesini kararlılıkla açığa çıkarak yere çaldı. ÇKP’nin Sovyet revizyonizminin yolunda yürüyerek örgütlediği benzer abluka ve baskılara karşı yiğitçe, Marksist-Leninistçe direndi ve ideolojik bakımdan karşı saldırılarını yükselterek yanıtladı bu baskıları. Mao Zedung’un ölümünden sonra Çin’in belirgin bir biçimde sosyal emperyalist bir devlet olma yoluna girdiği olgusunu gözler önüne serdi. UKH önderi olan bir parti olarak haklı bir saygınlık kazandı.
Bizim sorunla ilgili değerlendirmelerimiz böyledir, açık ve nettir. Ama aynı netliği Uluslararası Komünist Hareket’teki yol ayrımını değerlendiren pek çok analizde görmek pek olası değildir. Bu bir rastlantı mı yoksa özensiz anlatımların ürünü mü acaba? Ya da komünist hareketin daha 1979’da aşmış olduğu ÇKP ve Çin Devrimi’nin niteliğini yeniden inceleme gereksiniminin mi ürünü? Veya örneğin, diyelim ki, 1970’ler veya 1960’lar öncesi ÇKP’sinin niteliği konusunda farklı yaklaşımlar veya yeniden incelenmesine gereksinimi ya da bazı tereddütler mi var? Kuşkusuz ki Maoist hareket açısından soruna bakıldığında, ÇKP’nin niteliği ve Kruşçevci modern revizyonizme karşı tavrı bakımından bir sorun yoktur. Maoist hareket kendisi bakımından bir tutarlılığa sahiptir ve bu, anlaşılırdır.
ÇKP’nin ve Çin Devrimi’nin niteliği konusunda farklı düşünceler olabilir. Veya belli bir tarihi kesitiyle ilgili farklı düşünceler olabilir. Veya ortaya bir kısım tereddütler çıkmış ve yeni bir inceleme vb. gereksinimi duyulabilir vb. Doğal olarak bu vb. durumlarda sorunun tartışılması normaldir ve tartışılmalıdır. Ama biz, Marksist-Leninist hareketin resmi değerlendirmelerinin doğru olduğuna inandığımızı, yukarıda eleştire geldiğimiz analiz ve çıkarsamaların tasfiyeci karakterde olduğunu özellikle vurgulamak isteriz.
Bunları ifade ettikten sonra, küçük burjuva tasfiyeci revizyonist sapmanın eleştirisi bağlamında şunları söyleyebiliriz.
ÇKP’nin niteliği hakkında söylenenler net değildir. Kimi yerde, “Oysa 20. Kongreyi onaylamamasına karşın, Çin ile SSCB arasında siyasal ittifaka dayanan Deklarasyona Marksist devrimci eğilimin mücadelesi damgasını vurmuştur.” deniliyor. Kimi yerde, “Diğer yandan daha sonraki gelişimi ne olursa olsun ÇKP'nin de uluslararası komünist hareketin yaşadığı kriz ve iç mücadeledeki duruşu, iç mücadeleye konu olan sorunlardaki teorik ve politik tavrı Marksist devrimci eğilime denk düşer. ÇKP'nin devrimci eğilim içerisinde yer alması tesadüfi bir durum olarak kabul edilemez.” deniyor. Kimi yerde, “Kuşkusuz 1950'lerin ikinci yarısında başlayan ayrışma ve parçalanmanın temelinde iki çizgi mücadelesi durmaktadır. ÇKP ve AEP’in temsil ettikleri devrimci çizgi karşısında SBKP/ Kruşçev’in gerici modern revizyonist çizgisi durmaktadır. ‘Halkın partisi’, ‘halkın devleti’ revizyonist teorilerine karşı mücadele eden ÇKP ve AEP'in tavrı teorik bakımdan marksist, ideolojik ve politik bakımdan ise devrimcidir.” deniliyor. Kimi yerde, ilerlemeye devam eden Çin devrimi "büyük ileri atılım"ın motivasyonuyla sosyalizmi kurma denemesi yaşamaktadır.” deniyor.
Belli bir sorunu tartışırken bu değerlendirmeler yapılmasına karşın, saptamalar genel ifadeler biçiminde de geçebiliyor. Bu saptamalardan ÇKP’nin komünist bir parti, Çin Devrimi’nin anti-emperyalist demokratik devrimden sosyalist devrime geçerek, “sosyalizmi kurma denemesi”ni yaşadığı sonucu çıkıyor. “UKH’nın yaşadığı kriz ve iç mücadeledeki duruşu, iç mücadeleye konu olan teorik ve politik Marksist devrimci eğilime denk “ düştüğü vs. değerlendirmeleri kendi içinde bir iç tutarlılık ama oportünist bir tutarlılık taşıyor ve yukarıdaki eleştirel değerlendirmemizi doğruluyor. Kanımızca bu duruş ve değerlendirmeler ilkesizdir ve ideolojik uzlaşıcılığa, tasfiyeciliğe denk düşüyor. Oportünizm burada orta yolculuk biçiminde ortaya çıkıyor ve oportünizm zehirini komünist harekete yayıyor. Bunun da rastlantı eseri ortaya çıkmadığını, aksine, sosyalizm sorunlarında komünist hareket içerisinde çoktan beridir ortaya çıkarak komünist hareketi silahsızlandıran, “dogmatizme”, “teorik tutuculuğa”, “muhafazakarlığa” karşı 21. asrın sosyalizmini vs. üretme, teoriyi yenileme, deneylerden öğrenme sloganlarının ardına gizlenmiş olan ve komünist hareketin programının 20. asra ait olduğu, “ideolojik çerçevesinin” aşıldığı türünden açık oportünist saptama ve eleştirilerle süregelen tasfiyeci oportünist sapmanın bir tezahürüdür. Bu sapmanın belgeli ortaya çıkmış olması sanırız yeni bir durumdur ve söz konusu sapmanın harekette yarattığı tahribatın çapının değişik biçimlerde etkili olduğunu gösteren bir örnektir.
60 Deklarasyonu, Marksist-Leninist bir belge değildir. İşin bu yanını ayrıca ele alacağımızdan şimdilik geçiyoruz. 20 Kongre ve Kruşçev modern revizyonizmi karşısında AEP ve ÇKP’nin duruşu da aynı değildir. Tasfiyeci revizyonist zihniyet bunu da kavrayamıyor ve uzlaşıcı, ortacı oportünist bir değerlendirme yapıyor. Bu gerçekleri de kavramıyor ve orta yolculuk olarak yansıyan oportünist bakış ve duruş burada da göz çıkarıyor.
ÇKP ve AEP’i asgari müştereklerde birleştiren temel olgu, devrimciliktir. Ama bu devrimcilik tek tip bir devrimcilik değildir. Çünkü AEP Marksist-Leninist devrimciliği, proletarya sosyalizmini temsil ederken, ÇKP ve Maoizm’in devrimciliği küçük burjuva devrimci-demokrasisini temsil etmekteydi. ÇKP, Marksizm-Leninizm’den güçlü bir şekilde etkilenmiş olmakla birlikte Marksist-Leninist bir parti değildi. Sovyet modern revizyonizmiyle AEP arasındaki çizgi farklılığı, yeni burjuvaziyle proletarya, kapitalizm ile komünizm arasındaki çizgi farklılığına tekabül etmekteydi. Sovyet modern revizyonizmiyle ÇKP ve Çin Devrimi arasındaki çizgi farklılığı ise devrime ihanet devrimleri tasfiye etme çizgisiyle devrimcilikte ısrar, devrimden, devrimlerden yana tavır takınma, Çin somutunda devrimci-demokratik diktatörlükte ve anti-emperyalist demokratik halkçı devrimin kazanımlarını koruma ve devrimi derinleştirmede ısrar çizgileri arasındaki farka tekabül etmekteydi. Oysa tasfiyecilik, bu temel gerçeği yok saymakta, üstelik “devrimcilik” ve “Marksist devrimci eğilim”, “ÇKP’nin devrimci eğilim içinde yer alması”, “ÇKP ve AEP’in temsil ettikleri devrimci çizgi” gibi nitelemelerle iki partiyi aynı kefeye koyduğu gibi, aynı zamanda bu kavramlarla oynayarak sorunu belirsizleştirmeye de hizmet eden bir tavır içerisine de kaymaktadır. Ama bu yöntem tehlikeli ve hiçde ilkeli arı-duruluğa hizmet etmeyen bir yöntemdir de. Belirsizlik, çok uçlu anlatım, ilkesel ayrılıklar arasındaki temel farklılığı örtüleme girişimi, ne zaman ve nerden gelirse gelsin oportünizmdir.
ÇKP’nin Kruşçev revizyonizmine karşı tavrı devrimcidir. Çin Devrimi, 600 milyonluk bir ülkede, gerçekte kıtasal bir ülkede zafere erişti. Çin Devrimi, emperyalist sömürge sisteminin hızla çöküşe gittiği, sosyalist kampın doğduğu, Amerikan emperyalizminin kapitalist dünyanın yeni jandarması olarak öne çıktığı, “Soğuk Savaş”ı başlattığı bir tarih kesitinde Amerikan emperyalizmini yenerek zafere erişti. Çin Devrimi’nin muazzam bir tarihsel anlamı ve ağırlığı vardı. Mao Zedung’un liderliğinde ÇKP’nin önderlik ettiği Çin Devrimi başta ABD olmak üzere emperyalist dünyaya ağır bir darbe indirdi ve pratik olarak da proletaryanın asgari programını oluşturan ama ÇKP için ise azami programı ifade eden programı sonuna dek tutarlılıkla uyguladı. Bu tutarlılığı ÇKP’ye kazandıran başta SSCB ve Stalin olmak üzere dünya proletaryası ve UKH idi. ÇKP başlangıçta Kruşçev modern revizyonizmiyle uzlaşmıştır; yukarıda bunun kanıtlarını sunmuştuk.
Ancak ÇKP’nin Sovyet modern revizyonizmine karşı takındığı devrimci tavrın bu ihanetin açığa çıkmasında çok temel ve değerli bir unsur olduğunu da vurgulamak gerekir.
Maoizm’in, ÇKP’nin, Çin Devrimi’nin karakteri üzerine tartışmanın Enver Hoca önderliğinde başlatılınca dek Mao Zedung Marksizm-Leninizm’in bir ustası, ÇKP AEP’le birlikte UKH’nın önderi, hatta daha etkili önder partisi olarak kabul ediliyordu. Hikayesi bir yana; Kruşçev modern revizyonizmine karşı mücadelede öne çıkan AEP ve ÇKP, bu mücadeleyi yürütürken, ancak 70’lerde ortaya çıkan temel gerçeklerden hareketle söylemek gerekirse, gerçekte Marksizm-Leninizm’den etkilenmekle birlikte komünist karaktere sahip olmayan ÇKP’nin temsil ettiği çizginin Marksizm-Leninizm’de ciddi bir şekilde etkilenmekle birlikte küçük burjuva devrimci-demokratik bir karaktere sahip olduğu, Sovyet modern revizyonizmine karşı tavrının (bazı özgün küçük burjuva milliyetçi çıkarlarla birlikte) buradan kaynaklandığı ortaya çıktı. Bu geç deşifrasyonun dünya proleter devrimine ve UKH’ya çok ağır zararlar verdiğini ise biliyoruz. Bu gerçeklerin oldukça gecikmeli ortaya çıkarılmasının sorumluluğunu UKH taşımakla birlikte esas sorumluluğunu ise Enver Hoca ve AEP taşımaktaydı. Üstelik E. Hoca ve AEP bu sorumluluklarına uygun yeterli bir özeleştiri de yapmadı; tipik bir küçük burjuva tutuculuk sergiledi.
Gerek ÇKP’nin 60’lardaki tavrının küçük burjuva devrimci-demokratik karakterinin reddi, gerekse de Kruşçev tevizyonizmine karşı tavrını Marksist-Leninist olarak tanımlamak ilkesiz bir tavırdır. Tarihten gerekli derslerin çıkarılmamasını ifade eder. Her iki durumda da Mao’nun ve ÇKP’nin Marksist-Leninist lafzına aşırı derecede önem verildiğini gösterir. Bu durumun, Marksizm’i, Marksizm-Leninizm’i bir çeşitlilik olarak gören, birden fazla Marksizm ve Marksizm-Leninizm’ler olacağı, bunların her birinin Marksizm’in, Marksizm-Leninizm’in ayrı birer “mezhep”ini oluşturduğunu savunan, Marksizm, Marksizm-Leninizm alanı teorisiyle, bu alanda yer alan eğilimleri, akımları, mezhepleri “sosyalistlerin birliği” temelinde birleştirmek gerektiği veya birleştirileceği bakış açısıyla bağı vardır. Vurgulamak gerekir ki, bu teorik ve politik yaklaşımın kaynağı Bernsteıncılıktır, II. Enternasyonal oportünizmdir, “Batı Marksizmi”dir. Modern revizyonizmdir. Post-Marksizmdir. “Ezilenlerin Marksizmi”dir. Oportünist tasfiyeciliktir.
Tasfiyeci eğilimin, “halkın partisi”, “halkın devleti” revizyonist teorilerine karşı mücadele eden ÇKP ve AEP'in tavrının teorik bakımdan Marksist, ideolojik ve politik bakımdan ise devrimcidir, saptaması hakkında da bazı gerçeklere işaret etmemiz gerekmektedir. Kuşkusuz ki söz konusu iki revizyonist tezin AEP bakımından Marksist-Leninist, ÇKP bakımından ise Marksizm-Leninizm’in etkisi altında devrimci eleştirisi son derece önemlidir. Ancak ÇKP’nin tavrının “Marksist” ilan edilmesi oportünizmi bir yana, bazı temel gerçekleri açıklamamız lazım. Gerçeğin kavranması için bu gereklidir. Gereklidir, çünkü tasfiyecilik gerçeğin hakkını vermiyor ve nesnel ve bilimsel olarak gerçeği çarpıtıyor. Bilindiğini bildiğimiz bazı gerçeklerin üstünden açıkça atlanıyor.
Peki, görmezden gelinen, üzerinden atlanan bu gerçekler nelerdir? Soruyu yanıtlayalım.
Bireyleri, önderleri, partileri değerlendirirken temel ölçütümüzün sözler değil eylemler olduğunu herkes bilir. Partileri değerlendirir ve tanımlarken ya da partilerin önemli tarihsel dönemeçlerde takındıkları tavırları değerlendirir ve tanımlarken, partilerin eylemlerine göre değil de sözlerine bakarak değerlendirmeye çalışmak açık bir idealist yanılgıdır ve bizleri gerçekler zemininden kopararak şu veya bu biçimde sübjektivizmin kucağına atar. Tasfiyeci değerlendirmelerden de bunu görüyoruz.
O dönem AEP’in, “tüm halkın devleti” tezini mahkum ederken pratik duruşu da şöyleydi: ASCH’deki devleti bir proletarya diktatörlüğü olarak tanımlıyordu. Proletarya diktatörlüğünü, proletaryanın iktidarını başka bir sınıfla paylaşmadığı ve paylaşmayacağı bir diktatörlük olarak görüyor ve uyguluyordu.
Yani, AEP “tüm halkın devleti” revizyonist tezini Marksist-Leninist açıdan eleştirir ve mahkum ederken ülkesinde de eleştirilerinin gereğini tutarlıca yerine getiriyordu. Teorisi ve pratiği uyumluydu. Eleştirileri lafta kalmıyordu. Eğer AEP, lafızda Marksist-Leninist doğruları savunup pratiğinde bambaşka bir şey uygulamış olsaydı, AEP’in takındığı bu tutum, kuşkusuz ki komünist bir tavır olmayacaktı ve komünist de olmayacaktı.
O dönem ÇKP “tüm halkın devleti” tezini Marksist-Leninist lafızlarla mahkum ederken pratik duruşu şöyleydi: ÇKP Çin devletini proletarya diktatörlüğü olarak tanımlarken, bu devletin proletaryanın önderliğinde proletaryanın, küçük burjuvazinin, köylülüğün, “barışçıl yoldan sosyalizme kazanılmış milli burjuvazinin” devleti olarak tanımlıyordu. Ve ÇKP’ye göre bu devlet, proletarya önderliğinde (!) tüm halkın devletiydi. Ki bu tanımlamayı yaparken, ÇKP, sözde 1956 ile birlikte Çin’in sosyalizme geçtiğini çoktandır açıklamış olduğunu hatırlatmak ve konu hakkında bilgi eksikliği olan okuyucuları da uyarmak isteriz.
    Lafzi düzeyde Kruşçevizmin “tüm halkın devleti” tezini Marksist-Leninist doğruları tekrarlayarak karşı çıkan, ama kendi ülkesinde, başında olduğu diktatörlüğü (devleti) yukarıda saydığımız ve “halkı” oluşturduğu söylenen sınıf ve tabakaların devleti olduğu tezini savunan Mao ve ÇKP’si, gerçekte, tüm halkın devleti revizyonist tezini, özgün konumundan savunup uyguluyordu. ÇKP’nin yönettiği devlet tipik bir küçük burjuva devrimci-demokratik diktatörlüktü ve orada sosyalizme ise hiçbir zaman geçilmemişti ve küçük burjuva devrimci bir parti olan ÇKP’nin, küçük burjuva devrimci bir ideoloji olan Maoizm’in (Mao Zedung Düşüncesi) önderliğinde de zaten bu olanaklı değildi ve olamazdı da! ÇKP’nin “sosyalizm denemesi” tipik evet tipik bir küçük burjuva sosyalizmi çizgisiydi ve proletarya sosyalizmiyle de uzaktan yakından bir ilişkisi yoktu. Bu olguların vurgulanması gerekir. Bu somut tarihsel gerçeği atlayarak, karartarak, çarpıtarak yapılacak her değerlendirme açık ki, oportünizmdir.
AEP, “tüm halkın partisi” revizyonist tezini makum ederken, teorisi pratiğiyle de uyumluydu. Bildiğimiz yeni tip Bolşevik parti teorisine bağlı kalıyor ve uyguluyordu. Komünist partisini oportünizmden arınmış, tek merkeze, tek çizgiye, tek disipline sahip, proletaryanın tüm savaşım ve örgüt biçimlerini yöneten proletaryanın en üst kurmayı, genelkurmayı olarak görmekte ve pratiğinde de teoriye uygun davranmaktaydı.
Maoizm ve ÇKP ise, görünüşte, tümüyle lafızda “tüm halkın partisi” tezini eleştirirken, öte yandan da 1935’lerden beri ÇKP’yi gerçekte tüm halkın partisi teorisine uygun yapılandırmıştı. Maoizm, başından beri yeni tip Bolşevik parti teorisini açıktan mahkum etme cesareti göstermeden, daima, komünist partilerde iki çizgi mücadelesini, pek çok çizgilerin varlığını teorileştirip, meşru görüp, aynı parti içerisinde yer alacağını ve yer alması gerektiğini savundu. Oportünizmden arınmış, burjuva ve küçük burjuva çizgilere yaşam hakkı tanımayan, yalnızca tek çizgiye sahip; Marksist-Leninist çizgiye, disipline ve önderliğe sahip parti teori ve pratiğine daima saldırdı. ÇKP, yaşamı boyunca bir hizipler federasyonu olarak örgütlendi. Halkı oluşturan sınıf ve tabakaların farklı çizgileri, hizipleri, merkezleri ÇKP içerisinde varlığını korudu vb. Yani ÇKP’nin teori ve pratiği, içeriksel olarak zaten revizyonist “tüm halkın partisi” tezine dayanıyordu. Dahası Çin’in kendi somut tarihsel gerçekleriyle bağlı olarak ÇKP özellikle de Mao Zedung’un 1935 yılında bir tür askeri bir darbeyle parti içi iktidarı ele geçirmesinden sonra tipik militarist özellikler de taşıyordu. ÇKP içi iktidar savaşlarında daima ordunun özel bir ağırlığı olmuştur. Partiyi kontrol etmek orduyu kontrol etmekten geçiyordu…
Peki, bu olguları hiçe sayarak ÇKP gerçeğini görmezden gelmenin komünistlere, UKH’ya acaba nasıl bir ilkeli faydası olabilir? Tasfiyeciliğin tavrı ilkelerle, somut gerçeklerle nasıl bağdaşabilir? O halde hangi yolu izlemek gerekir acaba!..
Tasfiyeci oportünizm, 57 ve 60 belgelerini, özetlersek, şöyle savunuyor:
 Eklektik bir karakter taşımasına karşın lafzı açısından Deklarasyona, Marksist kavramların hakim olduğu, Marksist yaklaşımların damgasını vurduğu söylenebilir. Bir bakıma uluslararası komünist hareketin içerisinde Marksist devrimci eğilimin, revizyonist gerici merkeze karşı mücadelesinin belgesi olarak kabul edilebilir. Çünkü revizyonist merkezin gerçeğine denk düşen SBKP 20. Kongre çizgisidir. Oysa 20. Kongreyi onaylamış olmasına karşın, Çin ile SSCB arasında siyasal ittifaka dayanan Deklarasyona Marksist devrimci eğilimin mücadelesi damgasını vurmuştur.
Bu değerlendirmeye katılmak mümkün değil. İdeolojik uzlaşıcılık, ortacı oportünizm bu değerlendirmeye damgasını basmaktadır.
 Nesnel, bilimsel, denetlenebilir gerçek şudur:
Kruşçev revizyonizmi önderliğinde toplanan ve “oy birliğiyle” onaylanan 1957 ve 1960 UKH toplantı belgeleri, gerçekte modern revizyonizmin damgasını taşıyan belgelerdi.
Bu belgeler, incelendiğinde de rahatlıkla görülebileceği gibi, bir uzlaşmanın ürünüdür. AEP, ÇKP, Kore Emek Partisi, Vietnam İşçi Partisi vb partilerin modern revizyonist çizgiye karşı değişik düzeylerdeki tepki ve mücadelesi, bu belgelerin Marksizm-Leninizm ile revizyonizmin eklektik bir bileşkesi olarak çıkmasına yol açmıştır. Kanımızca, E. Hoca ve AEP’in iddia ettiği gibi, bu belgeler ilkesel olarak Marksist-Leninist belgeler değildir. Bu belgeler, tüm Marksist-Leninist lafazanlığına karşın ve dahası Kruşçevizmin geri adım atarak imzalamış olmasına rağmen, modern revizyonizmin damgasını taşıyor.
Belgelerde 20. Kongre onaylanıp övülüyor, 20. Kongre’nin tüm temel oportünist gerici tezleri de oy birliğiyle onaylanmış olan belgelerde yer alıyor.
Bizce, bu belgeleri revizyonist belgeler olarak mahkum etmeli ve AEP’in tavrı da açıkça eleştirmelidir. Böylece Marksist Leninist Komünist hareketin öten beri savunarak geldiği oportünist zaafının da özeleştirel düzeltilmesi gerekmektedir.
Konuyu birkaç noktada açalım.
60 belgesi, Marksizm-Leninizm’le modern revizyonizmin eklektik bir bileşiminden oluşan bir uzlaşma belgesidir.
Proletarya ile yeni burjuvazinin, Marksizm-Leninizm ile modern revizyonizmin, kapitalizmin yeni bir yoldan yeniden inşası, sosyalizmin tasfiyesi ve dünya devrimini söndürme çizgisi ile sosyalizmi, devrimi, uluslararası proleter devrimi savunma ve geliştirme çizgisinin uzlaşmasına dayanan bir belge komünist, “uluslararası komünist hareketin savaş bayrağı, çalışma kılavuzu” olamaz. Altında AEP’in imzası olsa da ve “oybirliğiyle kabul” edilmiş olsa da, “Yaratıcı Marksizm-Leninizmin eliyle programlaştırılan… uluslararası komünist hareketin ana ilkeleri” (Bkz. Komünist Ve İşçi Partilerin 4 Toplantısı, Ürün Yay.) olarak kabul edilemez. Uzlaşmanın ürünü de olsa, çok zor bir tarihsel dönemece girilmiş olmasından kaynaklanan özel bir baskılanma da olmasına karşın bu belge(ler) onaylanamaz ve Marksizm-Leninizm’in damgasını bastığı savunulamaz. Belgeye Marksizm-Leninizm’in damgasını bastığını ileri sürmek ilkeli teori ve pratikten kopmaktır ya da ilkeli teori ve pratikle çelişkili, ideolojik uzlaşıcılıktır. İlkelerden taviz verilemez. İdeolojik uzlaşıcılık kabul edilemez. Eklektisizm, oportünizmdir; oportünizmin bir biçimidir. Ve oportünizm daima “somut koşullar”, “özgün durum”, “koşulların zorunlu gereği” vs. ardına gizlenerek, ama Marksist-Leninist lafazanlıkla konumunu, duruşunu, ilkesizliğini, ideolojik uzlaşıcılığını haklı çıkarmaya çalışır. Oportünizmi iyi tanımadan onu anlamak da olanaklı değildir. Ve biliyoruz ki tanınmayan ideolojik bir düşmana karşı da ilkeli mücadele verilemez. Tek doğru tavır, oportünizme karşı ilkeli tavırdır. Günümüzde postMarksist akıntının değişik renk ve tonlarda açığa çıkan ve Marksizm-Leninizm’e ve devrimci proletaryaya karşı mücadele eden çevrelerinin ve bundan etkilenenlerin ya da izleyicilerinin artık eski uluslararası ideolojik merkezlerin kalmadığı, sosyalizmin bir döneminin kapandığı, artık eski ideolojik ayrılıkların önemsizleştiği, böylece Marksizmin tabanı üzerinde duran akım ve çevreleri birleştirmek gerektiği, zaten Marksizm’den, Marksizm-Leninizm’den bahsedilemeyeceği, Marksizmlerden, Marksizm-Leninizmlerden bahsetmek gerektiği, bunun “yaratıcı Marksizm”in ve “21. asrın sosyalizmi”nin bir gereği olduğu, dogmatizmin, muhafazakarlığın, ideolojik-teorik tutuculuğun “yaratıcı Marksizmin” gelişiminin önünde bir engel olduğu türünden tasfiyeci revizyonist görüşlerin prim yapmasının tesadüfi olmadığı, komünist hareketi silahsızlandırmak rolü oynadığı ise net ve kesindir. Kuşkusuz ki bu vb. teori ve tezler, 1980, özellikle de 1989-91 sürecinde atağa kalkan küreselleşmeci yeni tip sol liberalizmin, postmodernizmin, postMarksizmin, “Ezilenlerin Marksizmi”nin ideolojik liberalizmiyle bağlı savunulardır.
“Barış içinde bir arada yaşama”, “barış içinde yarış”, “kapitalizmden sosyalizme, barışçıl, parlamenter yoldan geçiş”,  “kapitalist olmayan yoldan kalkınma”, “kişi kültüne karşı mücadele”, “kişilik kültünün zararlı sonuçlarının giderilmesi”, “yaratıcı fikirlerin gelişmesine engel olan kişilik kültüne yol vermemek”, “sosyal demokrat partilerle” işbirliği ve bağlaşma, “şimdi önümüzdeki seçenek şudur: ya değişik sosyal düzenli devletlerin barış içinde yan yana yaşaması, ya yıkıcı savaş! Başka çıkar yol yoktur” diyerek devrimi ve sosyalizmi reddeden bir belge nasıl olurda “Marksizmin damgasını” vurduğu bir belge ilan edilebilir?! Bizce bu, kabul edilemez.
Parti ve iktidarı gasp ederek SBKP’yi kapitalist restorasyonun öncü partisi, proletarya diktatörlüğünü tasfiye ederek yeni tipten burjuva diktatörlüğü haline getiren  Kruşçev modern revizyonizmi ve yeni burjuvazinin önderliği haline gelmiş SBKP’yi, “oybirliğiyle” “dünya komünist hareketinin öncüsü” ilan eden bir belge nasıl olur da “Marksist devrimci eğilimin damgasını bastığı” bir belge ilan edilebilir?! “SBKP’nin XX. Kongresi’nin tarihsel kararları, yalnız bu Parti ve SB’nde komünizmin kuruculuğu için büyük önem taşımakla kalmamış, bu kararlar, aynı zamanda dünya komünist hareketinde yeni bir aşamanın başlangıcı olmuş ve bu hareketin Marksizm-Leninizm üzerinde daha da gelişmesine yardım etmiştir.” diyen bir belge nasıl olur da “Marksist devrimci eğilimin damgasını vurduğu” ciddi ciddi ileri sürülebilir?! Kruşçev modern revizyonizmi, tarihin tanık olduğu en büyük, en yıkıcı ihanet olduğuna göre, 1960 belgesini onaylayan uluslararası toplantı 1960 yılında toplandığına göre, 1956 ile 60 arası yeni burjuvazinin partisi ve kapitalist restorasyon yolunda dolu dizgin at koşturan SBKP’nin o arada 20. ve 21. kongrelerini yaptığına göre, bu 4 yıllık süreç diliminin oldukça önemli olduğu çok açıktır. İşte 60 belgesini “oybirliğiyle” onaylayan uluslararası konferans böyle önemli ve kritik bir sürecin ardından toplanmıştır. Ama buna karşın komünist ve devrimci partiler yine de bu belgeye onay vermişlerdir. Bunun kabul edilemez bir tavır olduğu açıktır.
Bu tavrı onaylamak, bu belgeyi “Marksist” ilan etmek demek, yarın benzer durumlarla karşılaşıldığı koşullarda benzer bir tavır takınmayı gündemleştirecektir. Bunu unutmamalıyız. En nihayetinde bugüne ve geleceğe dönük uygulamak için geçmişten ders çıkarttığımıza göre söylediklerimizle kimseye bir haksızlık yapmamaktayız. “Sezar’ın hakkı Sezar’a!”…Kanımızca bu vb. gibi analizler tam bir tutarlılıkla reddedilmelidir. 60 belgesi, ne bizlere ne de dünya komünistlerine örnek olamaz. İsteyenin istediği yana çekebileceği, ortacı oportünist bir belgedir. 57 ve 60 uzlaşması, zamanında modern revizyonist ihanete karşı daha baştan ilkeli ve açık bir mücadelenin yürütülmesini, gerçek tehlikenin boyutlarının görülmesini ve zamanında açıklanmasını önlemiştir. Kapalı kapılar arkasında olan bitenden habersiz komünistlerin ve devrimcilerin kafa karışıklığını da geliştirmeye hizmet etmiştir. Belgeler ve uzlaşmalar esas olarak Kruşçevizm’e hizmet etmiştir. AEP de konuyla ilgili tutucu davranarak “koşullar” gerekçesi ile bu belgelerin “Marksist-Leninist belgeler” olduğunu daha sonraki süreçte de savunmaya devam etmiştir.
Sonuç itibariyle, söz konusu ortacı oportünist tavır ve analizlerle sorun ortaya doğru koyulamaz. Eleştire geldiğimiz tezler ve analizler, gerçekte Maoizm’in ve ortacı oportünizmin ideolojik etkilerinin yansıma biçimlerinin bir kısmıdır. Açık ki daha etkili bir ideolojik mücadelenin geliştirilmesine gereksinim var.
Yukarıda, AEP’in tavırlarını çeşitli açılardan eleştirmiştik. Konunun öneminden dolayı, incelediğimiz sorunla bağlı olarak, Enver Hoca ve AEP’in takındığı tavrı, doğrudan kendi kaynaklarından aktarmak yararlı olacaktır.
AEP MK, 27 Mayıs 1960 tarihli, “Gerçek Birlik Ancak Marksist-Leninist İlkeler Temelinde Sağlanır Ve Güçlenir” başlıklı mektubu, SBKP ve ÇKP MK’larına yollar. Bu mektuptan bazı aktarmalar yapacağız.
Mektupta, ünlü “Bükreş toplantısı”nda olan bitenlerin öyküsü anlatılır. Olayın özü, Kruşçev revizyonizminin, bir oldu bittiye getirerek, komplocu bir tarzda ÇKP’yi mahkum etme ve ÇKP’yi tecrit ederek, baskı altına alarak boyun eğdirme vb. girişimidir. AEP bu komplo ve provokasyona karşı çıkar ve kararlı bir tarzda mücadele eder. Toplantıda, bu girişime karşı koyan başka partiler de bulunmaktadır. Konu hakkında, mektupta şunlar söylenmektedir:
“Değerli Yoldaşlar,
“Bilindiği gibi, bu yılın Haziran ayında yapılan komünist ve işçi partileri temsilcileri Bükreş Toplantısında, AEP heyeti Partimiz MK’nın talimatları doğrultusunda, SBKP ile ÇKP arasında ortaya çıkan anlaşmazlıklar konusunda, SBKP heyetinin ve bu toplantıda hazır bulunan parti heyetlerinin çoğundan farklı bir tavır almıştır.”  (Enver Hoca, Modern Revizyonizmle Mücadele, s. 75, Günce Yay.)
  AEP bu toplantıda, Kruşçev revizyonizminin söz konusu komplo ve provokasyonuna ilke ve yöntem açısından karşı çıkarak muhalefetini şekillendirir. SBKP ve ÇKP arasında ortaya çıktığı söylenen görüş ayrılıklarının Leninist normlara uygun olarak çözümünden yana olduğunu bildirir.
“Bu sebepten dolayı (Leninist normların çiğnenmesi-bn), Bükreş Toplantısında Partimizin Heyeti, bu anlaşmazlıkların SBKP MK ile ÇKP MK arasında doğduğunu, bunların iki taraf arasında görüşmelerle halledilmeye çalışılması gerektiğini, bundan da bir sonuç çıkmazsa görüşlerini açıklamaları için meselenin bütün kardeş partilere açıklanması gerektiğini söyledi; Partimizin Heyeti yine, Bükreş Toplantısının vaktinden erken yapıldığını ve Leninist normlara uymadığını açıklamıştır. SBKP ile ÇKP arasındaki anlaşmazlıklar konusundaysa AEP’in görüşünü, Kasım ayındaki komünist ve işçi partileri toplantısında açıklayacaktır.
“Doğal olarak, SBKP ile ÇKP arasındaki anlaşmazlıklar, büyük bir ilkesel, ideolojik ve siyasi bir öneme haizdirler ve bu anlaşmazlıkların çözümü sosyalist kampın ve uluslararası komünist hareketin birliği için hayati bir önem taşımaktadır. Bu anlaşmazlıkların çözümü bugün sadece Arnavutluk Emek Partisi de dahil bütün Marksist partileri ilgilendirmekle kalmamaktadır, üstelik bütün Marksist partilerin görevi bu anlaşmazlıkların çözümlenmesine katkıda bulunmaktır, çünkü bu anlaşmazlıklar daha şimdiden SBKP ile ÇKP arasındaki ilişkiler çerçevesinden çıkmış ve uluslararası bir nitelik kazanmıştır.” (age., s. 77)
Bükreş toplantısında bir oldubittiyle karşı karşıya kalan AEP, koşulları içerisinde, takınılması gerekli temel tutumu takınmıştır. ÇKP’nin Kruşçev revizyonizmi tarafından mahkum ve tecrit edilmesini diğer bazı partilerle birlikte önlemiştir. AEP’in bu tutumu ile Kruşçevciler AEP’e ve ASHC’ne karşı baskı ve saldırılarını yoğunlaştırmıştır.
Enver Hoca’nın AEP’in tavrını ifade eden, “Moskova’da 16 Kasım, 1960’da 81 Komünist ve İşçi Partisinin Toplantısında” yaptığı konuşmanın belgesine düşülen “Sunuş” açıklamasında, şunlar yazılmaktadır:
“AEP’in, Kruşçevci Sovyet önderliğinin revizyonist görüşlerine karşı sürdürdüğü mücadele, SBKP’nin XX. Kongresi’nden hemen sonra başlamıştır. Bu mücadele başlangıçta doğrudan doğruya ve açık olarak sürdürülmediği halde, AEP, kuşkularıyla karşı çıkmalarının tümünden SBKP MK’ni haberdar etmiştir. AEP bunun, komünizm düşmanlarının eline bir silah vereceği kaygısıyla, her yola başvurarak, SBKP ile arasındaki uyuşmazlıkları ilan etmekten kaçınmıştır. Diğer yandan, Parti, Kruşçev’in gerçek niyetlerinin henüz farkında değildi. Bu nedenle de, uyuşmazlıkları yoldaşça bir havada, konuşmalar ve danışmalarla bir çözüme bağlamaya çalışmıştır. İlkelere bağlı bir tutumu muhafaza ederken, Sovyet önderlerinin yanılgılarını kavrayıp doğru yolu seçmeleri için uğraştı ve bunu umut etti.
“Sovyet revizyonistlerinin gerçek hain nitelikleri, gittikçe AEP için apaçık olmaya başladı. Hainlikler açığa daha çok vuruldukça, AEP’in, onu tamamen teşhir etmek ve ezmek için Kruşçevci revizyonizme karşı sürdürdüğü savaş da daha sert ve uzlaşmaz olmaya başladı.” (age., s. 120-121)
Enver Hoca ve AEP belgelerinden açıkça görülebileceği gibi, Kruşçev revizyonizmine (SBKP 20. Kongresi sonrası) karşı ilk eleştiriler ÇKP tarafından yapılmıştır. Tartışmalar SBKP ile ÇKP arasında patlak vermiştir. AEP bu tartışmalardan daha sonra haberdar olmuştur. Olduktan sonra da, sorunun derinliğini ilk anda bilince çıkaramasa da, ÇKP ile birlikte davranmıştır. İnceleyebildiğimiz tüm belgelerde, E. Hoca ve AEP’in eleştirilecek hata ve zaaflarına karşın, temel tutumunun Marksist-Leninist bir tutum ve duruş olduğu açıkça görülmektedir. Sorunun ilk anda derinliğine bilince çıkarılamaması, gecikmeli cepheden mücadele, 57 ve 60 belgelerinin, eleştirel olsa da, Marksist-Leninist görülmesi vb gibi hata, eksiklik ve zaafları, AEP’in duruşunun ilkeli bir duruş olduğu gerçeğini değiştirmez. Kruşçev modern revizyonizminin henüz resmen iktidarı ele geçirmeden önce (1956 öncesi) Titoizm’le başlayan flörtü, giderek Titoizm’i sahiplenmesi, AEP bakımından özel bir uyarıcı rolü olmuştur.
Titoizm denen modern revizyonizmin bu ilk biçiminin Kruşçevci revizyonizm tarafından, henüz resmi olarak politik iktidarı ele geçirmediği bir dönemde, 1955’te aklanması, Enver Hoca ve AEP’in Kruşçev revizyonizmine karşı, henüz Titoizm somutunda da olsa, Marksist-Leninist bir eleştiri ve duruş sergilemesine yol açmıştır. AEP ile ilgili yapılacak değerlendirmelerde özel olarak bu olgunun bilince çıkarılması gerekir. Bu olgu, Titocu modern revizyonizm somutunda da olsa, AEP’in, 20. Kongre öncesi modern revizyonizme karşı bir mücadele başlattığı anlamına da gelmektedir. Unutulmamalı ki, Kruşçev modern revizyonizmiyle Titocu modern revizyonizm arasında içsel bir bağ vardı, vardır. Titoculuk Kruşçevizmden önce ortaya çıkarak, sosyalizme, Sosyalist Kamp’a, proletarya diktatörlüğüne, “Stalinizm”e saldırmaya başlamıştır ve böylece Kruşçevizm’e de yol göstermiştir. Dolayısıyla AEP’in Titoizme karşı mücadelesi, Kruşçevcilerin, SBKP yönetiminin Titoizmle uzlaşma, anlaşma, işbirliği yönelimine karşı mücadelesi, modern revizyonizme ve SSCB’de politik iktidarı ele geçirmek için son hamlesini yapmaya çalışan yeni tip burjuvaziye karşı mücadele karakteri taşımaktaydı.
AEP ve Enver Hoca’yı revizyonizmle ve ihanetle eleştiren Maoistler vb. gibi akımlar, bu gerçeğin üstünü örtmeye de özel bir önem vermektedirler. AEP ve Enver Hoca, ne Titoizm’in ne de Kruşçevizm’in baskılarına boyun eğmemiş ve modern revizyonizmin her türevine karşı da ilkeli Marksist-Leninist bir mücadele yürütmüştür. Bu tarihsel teorik ve pratik gerçeğin yok sayılması, tahrif edilmesi oportünizm ve tasfiyeciliğin çarpıcı görünümlerinden birisidir.
Enver Hoca ve AEP, eleştirilerini kendilerine saklamamış, belirlenmiş olan işlerlik ve çerçevede, SBKP yönetimine de iletmiş ve tartışmıştır.
AEP’in, 81 komünist partisinin toplantısındaki tavrı açık ve nettir. Enver Hoca’nın toplantıdaki konuşması bu konuda ilkeli, açık ve nettir. AEP’in, belgelerinde açıklıkla ifade ettiği “İdeolojik uyuşmazlıkların mevcut ve vahim olduğu ve bunların SBKP ile ÇKP arasında ortaya çıkıp geliştiği konusunda en ufak bir şüphe yoktur” (age., s. 147) vb. vurguları rastlantısal değildir, aksine, gerçeğin bir temel yanını ifade etmektedir. Enver Hoca’nın konuşmasında “Çin belgelerine göre, ÇKP ilke üzerindeki bu uyuşmazlıkları, SBKP 20. Kongresinden hemen sonra Çinli yoldaşlar tarafından ortaya atıldığını söylemektedir.” (age., aynı yerde) saptaması da yukarıdaki sözlerinin yanı sıra yer almaktadır.
AEP’in, çeşitli platformlarda “Söz konusu anlaşmazlıklar, SBKP ile ÇKP arasındaki, anlaşmazlıklardır.” ifadeleri AEP’in “tarafsızlık” politikasını ifade ettiğine dair eleştiriler de objektif eleştiriler değildir. Çünkü AEP, bu ifadelerle birlikte ya da yanı sıra, söz konusu ayrılıkların derin ideolojik ve siyasal karakter taşıdığını, ikili görüşmelerle ve uluslararası toplantılarla çözülmesi gerektiğini daima vurgulamıştır. Sorunun patlak verdiği ilk dönemde, sorunlar hakkında sağlıklı bilgi ve belgelerin henüz elde olmadığı koşullarda, söz konusu vurgunun taktiksel politik bir manevra gücü taşıdığı için de kullanıldığı düşünülebilir ayrıca. Kuşkusuz, 20. Kongre ve ayrıca 20. Kongrenin ardında ÇKP ile SBKP arasında patlak veren kriz, birer “şok” durumu yaratmıştır ve ilk anda AEP üzerinde de derin etkiler yaratmıştır; dolayısıyla mükemmeliyetçi değerlendirmelerle AEP ve Enver Hoca değerlendirilemez, hata, eksiklik ve zaaflardan azade bir AEP tablosu çizilemez. Yukarıda, “Sunuş” yazısından aktardığımız değerlendirme de bu bakımdan ayrıca uyarıcıdır. Ramiz Alia tarafından 1975 yılında yazılmış ve AEP MK yayın organı olan Zeri-i Popullit’te yayınlanmış olan makalede ki şu açıklama da dikkate değerdir:
“Partimiz hiçbir zaman 20. Kongre’nin tezlerinin özüyle ve Kruşçev’in gerici eylemleriyle uzlaşmamıştı. Partimiz, parti kanalları aracılığıyla Sovyet yöneticilerine bu itirazlarını bildirmişlerdi. Gene de, Kruşçevci tezlere, propagandaya ve somut faaliyetlere uygun düşmeyen kendi görüşlerini savunurken, taktik nedenlerle ve ayrıca Sovyet yöneticilerinin ve özellikle Kruşçev’in bugün bir türlü, ertesi gün öbür türlü konuşmaları yüzünden, Partimiz 1960’a kadar açık ve aleni polemiğe girişmemişti.” (age., s. 274)
Burada hatırlatmak gerekir ki, ÇKP de aynı tutumu takınmış ve 1960 yılına dek açık polemik tavrına girmemiştir. AEP belgelerinden de açıkça görüleceği gibi, 57 ve 60 belgeleri, oy birliği ile onanmış olmasına karşın, AEP bu belgeleri eleştirisiz, kayıtsız şartsız değil, kayıtlar düşerek, eleştirel desteklemiş ve onaylamıştır. Her iki belgenin onayı sırasında da, yanlış, anti-Marksist-Leninist gördüğü fikirleri açıklıkla eleştirmiştir. Enver Hoca’nın “Modern Revizyonizmle Mücadele” kitabı da başvurulacak kaynaklardan biridir bu konuda. Bu vb. AEP kaynaklarında, AEP’in güçlü yanlarının yanı sıra zayıf, hatalı, yetersiz tutumlarını da görebilmekteyiz… 
AEP ve Enver Hoca, Maoizm’i mahkum etmeden önce, Mao Zedung ve ÇKP’nin Uluslararası Komünist Hareket’in başında olduğunu da savunmuştur. AEP’in, Maoizm’i mahkum etmeden önceki belgelerinden bunu açıklıkla görmekteyiz. Maoizm’in red ve mahkum edilmesine dek geçen tarih kesitinde, dünya komünist hareketi, yalnızca Mao ve ÇKP’yi değil yanı sıra Enver Hoca ve AEP’i de UKH’nın lideri olarak kabul etmekteydi. Bu gerçeği de hatırlatmak isteriz.

*Neden örneğin “Marksist-Leninist devrimci eğilim” değil de sadece “Marksist devrimci eğilim”?!!! Post-modernizm ve post-Marksizmin Leninizm’i, Leninist kavramını unutturmak için özel bir baskı örgütlediği son çeyrek yüzyılda, kendi öz literatürümüze sıkı sıkıya bağlı kalmamak, “Marksizm”, “Marksist eğilim”, bilmem ne Marksist kurumu, Marksist teori vb. gibi kavramlarla yetinmek, açık ki küreselleşmeci ideolojik liberalleşmeden, “Ezilenlerin Marksizmi”nden, tasfiyeci oportünizmden çok ciddi bir etkilenmeyi, ideolojik yıpranmayı ve gerilemeyi ifade etmektedir. Yani bu, rastlantıyla ortaya çıkan bir tavır değildir! Özelde buna dikkat çekmek gerekmektedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder