III. ENTERNASYONAL’İN
FESHİ ÜZERİNE BAZI REVİZYONİST GÖRÜŞLERİN ELEŞTİRİSİ
Aşağıda, III.
Enternasyonal’in feshi konusunda, gerek küresel ölçekte gerekse de Türkiye’de,
devrimci ve komünist hareketi etkileyen tasfiyeci ve revizyonist karakterdeki
anlayışları inceleyeceğiz. Konu bağlamında farklı düşüncelerin olması
anlaşılırdır. Ancak, farklı fikirlerin mücadelesinin verilmesi, ilkelere bağlı
perspektifin savunulması, tasfiyeci düşüncelerin açığa çıkarılması, olmazsa
olmaz bir tarihsel ve güncel görev ve sorumluluktur. Sorun, aynı zamanda
tarihten ders çıkarmak, ideolojik bir donanıma dönüştürmek, pratik-politik
sonuçlar çıkarmak ve proletaryanın savaşımını her bakımdan yetkinleştirmektir…
Konu
bağlamında, gerek ulusal gerekse de uluslararası alanda, III. Enternasyonalin
1943 yılındaki feshini “doğru” gören, dahası, “gecikmiş” ilan eden değerlendirmeleri paylaşmak mümkün değildir. Bu
yaklaşıma göre, anti-faşist savaşın içinde III. Enternasyonal’in feshi
Uluslararası Komünist Hareket’in bir döneminin tamamlanması/ kapatılmasıdır.
Böylece, III. Enternasyonal dönemi, gecikmiş biçimde sona ermiş oluyor. Zaten
III. Enternasyonalin feshi yeni bir dönemi başlatmaktan çok, tamamlanmış bir
dönemi kapatıyor. Ömrünü doldurmuş III. Enternasyonalin feshi dünya devriminin
merkezi ve önderliği SSCB/SBKP için Uluslararası Komünist Hareket’in
örgütlenmesinde bir yönetilebilir kendiliğindencilik durumu olmuştur, vs.
Soruna yakından
bakalım.
Kanımızca, 2.
Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından yeni
bir dönem başlamıştı. Yeni koşullar
yeni hedefler koymayı, yeni mücadele ve örgüt biçimleri kullanmayı,
yeni devrimci olanakları daha üst düzeyde realize etmeyi gerektiriyordu.
Faşizmin
yenilgisi, sosyalizmin otoritesini gezegenimizin 1/3’ne yayması, dünyanın
tarihte olmadığı kadar devrimci ve kritik bir tarihsel kesite girmiş olması,
odağında emperyalizmin durduğu dünya karşı-devrim cephesinin yeni
saldırı ve savunma biçimlerini
kullanmaya itmişti.
Gelişen
devrimin daha birleşik ve daha üst düzeyde yeni savunma ve saldırı biçimleri kullanan
bir karşı devrim yaratarak ilerlemesi sınıf mücadelesinin tarihsel/politik
gelişme yasalarından birisidir.
İşte dönem
böyle bir dönemdi. Güçler dengesi devrim ve sosyalizm lehine dönmüştü önemli
ölçüde.
Peki, böyle bir
kritik tarih eşiğinde tarihin bu kritik evresinin yanıtlanmasını istediği
tarihsel ve politik önderlik misyonunu, daha yakıcı ve militan bir şekilde
üstlenmesini beklediği Stalin ve SBKP bu yeni döneme ne kadar hazırlıklıydı?
Tarihsel
deneyim bu soruya ne yazık ki olumlu cevap vermemizi, evet ne yazık ki
engelliyor.
Söz konusu
tarihsel -politik önderlik misyonunun oynanabilmesi için öncelikle ve ivedilikle gerekli olan şey, SSCB’de
oluşmuş olan bürokratik paslanmaya, çürümeye,
kastlaşmaya karşı yeni ve köklü, kitlesel devrimci ideolojik, siyasal bir
devrimci hareketin örgütlenmesiydi.
2. Dünya
Savaşının ardından hemen ve doğrudan atılacak adımlardan birisi de yeni bir Komünist Enternasyonal’in kurulmasıydı. Yeni Komünist
Enternasyonal Uluslararası Komünist Hareket’i ideolojik ve örgütsel olarak birleştiren bir merkez,
enternasyonal proletaryanın genelkurmayı,
dünya devrimin önder partisi olmalıydı.
III.
Enternasyonal belli gerekçelerle dağıtılmıştı. Bu konu ayrıca incelenmelidir.
Ama Komünist Enternasyonal (KE) dağıtılırken daha sonra yeni bir Komünist Enternasyonal kurma hedefinden de bahsedilmiyordu.
2. Dünya
Savaşı’nın ardından küresel ölçekte
devrim ve karşı devrimin güçler ilişkisi yeniden
şekillenmiş, sınıf mücadelesinin daha üst düzeyde ve daha güçlü bir temel ve
biçimlerde örgütlenmesi kaçınılmaz hale gelmiş, yeni ve sert bir çatışmalı
döneme girilmişti.
Yeni dönemin
yeni devrimci olanaklarına dayanarak, yeni bir hazırlık ve güç biriktirmek ve
giderek yeni saldırı biçimleri kullanmak, güçlü ve tarihin hiçbir döneminde görülmemiş ölçek ve derinlikte ortaya
çıkmış olan devrimci imkanları daha bir üst düzeyde realize ederek
emperyalizme, kapitalizme, her türden gericiliğe karşı güçlü bir devrimci
mücadele örgütlemek gerekiyordu.
İşte yeni
Komünist Enternasyonal, bu büyük
devrimci görevin en önemli
silahlarından birisi olacaktı. Hem sosyalist
kampın, hem emperyalist ülkelerin
ve hem de sömürge, yeni-sömürge
ülkelerin, tüm komünist parti ve örgütlerini birleştiren bir politik
genelkurmay olacaktı.
Ama ne yazık
ki, bu büyük devrimci görevler, Stalin ve SBKP tarafından üstlenilmedi,
üstlenilemedi. Yeni bir Komünist Enternasyonal yerine Eylül 1947’de Enformasyon
Bürosu’nun kurulmasıyla yetinildi.
Enformasyon
Bürosu da olumlu bir adımdı kuşkusuz. Örneğin, Sosyalist Kamp’ta emperyalizmin
Truva Atı Titoculuk, iktidarda olan modern revizyonizmin ilk biçimi olan
Titoizm’in teşhiri ve tecridi gibi bazı son derece önemli stratejik tutum ve
pratikler de geliştirdi.
Ancak ne var
ki, yeni koşullarda sınıf mücadelesinin, uluslararası proleter devrimin
gereksinimi bir Enformasyon Bürosu değil, öncü savaşçı birlik olacak yeni bir
Komünist Enternasyonal’di.
Enformasyon
Bürosu (EB)’nun sınırlı bir işlevi
olacağı açıktır. Enformasyon Bürosu’nun bileşiminin sadece Sosyalist Kamp komünist partileri ile Batı Avrupa komünist
partilerini kapsayan sınırlı bir örgüt biçimi olarak örgütlenmesi de ayrıca son
derece önemli zaafı ifade ediyordu.
Tam da burada
şu soru sorulmalıdır: Peki gereksinim, yeni bir Komünist Enternasyonal iken,
neden son derece geri ve sınırlı bir örgüt biçimi ile, bir Enformasyon Bürosu
ile yetinildi? Öyle ya, bu bir politik tercihti ve irade bu tercih
temelinde ortaya koyulmuş ve yeni bir Komünist Enternasyonal örgütlemek gibi
bir görev ve hedef de belirlenmemiştir üstelik. Örneğin, yeni bir enternasyonali
kurmanın ön koşullarını olgunlaştırmak için, Enformasyon Bürosu, bir geçiş
biçimi olarak da ele alınmamıştır; ki bu vb. biçimler, yeni bir enternasyonal
kurma hedefine bağlanmış tarzda ele alınabilirdi, vb.
Bizim bu soruya
yanıtımız şudur: SSCB’deki bürokratik çürüme ve kastlaşma olgusu, yeni dönemde
yeni uluslararası devrimci görevleri kapsamlı ve militanca üstlenmeyi, öne çıkarak önderlik misyonunu
oynamayı frenlemiş, sınırlamış, engellemiştir. Çünkü böylesine bir misyon, yeni
zorluklarla savaşmayı, yenmeyi, yeni risk ve bedelleri göze almayı
gerektiriyordu. Ayrıca, özelde, 1.ve 2. emperyalist dünya savaşlarının
dehşetini yaşamış, 2. Dünya Savaşı’nda 20-25 milyon evladını toprağa gömmüş SSCB
komünistleri, proletaryası, halkları emperyalizmin yeni bir savaş tehdidi ve
nükleer şantaj politikası karşısında, durumun
baskısı altında gerilemiş ya da geri adım atmıştır.
Gerçekler
bunlardır.
Enformasyon
Bürosu (“Kominform”), Eylül 1947’de kurulur. Eylül ayında, Polonya’da
“Enformasyon Konferansı” örgütlenir. Toplantının örgütleyicisi SBKP(B)’dir. Bu
konferansa Jdanov, “ Uluslararası Durum üzerine”; Malenkov ise “SBKP(B) MK Çalışma Raporu”nu sunar.
Malenkov’un
raporunda şunları okuyoruz:
“Raporumu,
komünist partiler arasındaki ilişkiler sorununa değinerek bitirmek istiyorum.
Bilindiği gibi, Komintern’in 1943 yılında fes edilmesinin ardından komünist
kardeş partiler arasındaki ilişkiler kesintiye uğradı. Deneylerimiz gösterdi ki
gerek SBKP(B), gerekse diğer komünist partiler, gerekli karşılıklı bilgiyi alma
ve işçi ve komünist hareketin can alıcı sorunları üzerine ortak düşüncelere
varma olanağına bu tecrit nedeniyle sahip değiller.
“Düşüncemize
göre, bu sorunlarda mevcut anormal durumun ortadan kaldırılması amacıyla
belirli tedbirlerin kararlaştırılması gerekiyor. Bu nedenle biz bu
toplantımıza; uluslararası durumun
sorunlarının tartışılmasını ve komünist partiler arası ilişkilerin yeniden
kurulması, karşılıklı dayanışma, deney aktarımı ve gerekli görüldüğü durumlarda
komünist partilerin çalışmalarının karşılıklı onay temelinde koordine edilmesi
amacıyla düzenli bir ilişkinin yaratılmasına ilişkin sorunların görüşülmesini
gerekli gördük.”
Jdanov’un
raporunda ise şu saptamaları görüyoruz:
“Komintern’in
dağıtılması işçi hareketindeki gelişmelerin yeni tarihsel ilişkiler sonucu
ortaya çıkardığı ihtiyaçlara denk düşüyordu ve olumlu bir rol oynadı.
Komintern’in dağıtılması, komünizmin ve işçi hareketinin karşıtları tarafından
ileri sürülen, Moskova’nın diğer devletlerin iç işlerine karıştığı ve komünist
partilerin kendi halklarının çıkarları doğrultusunda değil, dışarıdan gelen
emirler doğrultusunda hareket ettiği iddialarına kesin olarak son verdi.”
“… genç
komünist partilerin işçilerin kitlesel partisi haline dönüştürülmesiyle
birlikte bu partilerin bir tek merkezden yönetilmesi de olanaksız, amaca uymaz
hale geldi. Bunun sonucunda, başta komünist partilerin gelişmesini teşvik eden
bir etken olan Komintern’in bu gelişmenin önünde bir engel haline gelmesi
tehlikesi baş gösterdi. Komünist partilerin gelişimindeki yeni aşama partiler
arasındaki ilişkilerde yeni biçimlere geçilmesini gerekli kılıyordu. Bu durum,
Komintern’in dağıtılması ve partiler arasındaki ilişkilerde yeni biçimlerin
yaratılması zorunluluğunu da yarattı.
“Komintern’in
dağılmasından bu yana geçen 4 yılda komünist partiler önemli ölçülerde
sağlamlaşarak hemen hemen bütün Avrupa ve Asya ülkelerinde etkilerini
arttırdılar…
“Ancak komünist
partilerin bugün içinde bulunduğu durumun zararları da var. Bazı yoldaşlar
Komintern’in dağıtılmasını, kardeş komünist partiler arasındaki ilişkilerin
tasfiye edilmesi olarak algıladılar. Tecrübeler komünist partilerin bu şekilde
birbirlerinden tecrit edilmelerinin hatalı, zararlı ve aslında kendi doğalarına
ters olduğunu göstermiştir. Komünist hareket, ulusal çerçevede gerçekleşti
ancak aynı zamanda değişik ülkelerdeki partilerin ortak görev ve çıkarlarının
da olduğunu görmek gerekiyor. Ortaya, oldukça garip bir tablo çıkıyor:
Komünistler, Komintern’in sözüm ona bütün ülkelerden komünistlere Moskova’nın
çizgisini dayatmaya hizmet ettiği iddialarını göz önünde tutarak toplantılar
yapmaktan ve hatta ortak çıkarlarıyla ilgili sorunları görüşmek için bile
toplanmaktan vazgeçerken, bu iddiaları kanıtlamak için kırk takla atan
sosyalistler bugün yeniden enternasyonallerini kurdular…” onlar bunu
gerçekleştirirken “Komünistler birbirleriyle dost olan ülkelerde bile, dostluk
ilişkileri kurmaktan çekiniyor. Bu durumun sürmesinin, kardeş partilerin
çalışmalarının gelişmesi açısından son derece zararlı sonuçlara yol açacağından
kuşku duyulmamalıdır.
“İşçi sınıfı
için bugün asıl tehlike, kendi güçlerini küçümsemesinde ve düşmanın güçlerini
abartmasında yatmaktadır.”(Çeviri belgesidir, yayınlayan Özgürlük Dünyası, Sayı
85)
SBKP(B)
temsilcilerinin konferansa sunduğu raporlardan çıkan sonuçları özetleyerek
yorumlayalım.
Birinci iddia,
3. Enternasyonalin dağıtılması doğruydu. Böylece burjuva, emperyalist, faşist
ve onların yardakçılarının SSCB’nin, SBKP(B)’nin başka ülkelerin iç işlerine
karıştığı, komünist partilerin Moskova’dan emir komutayla yönlendirildiği
iddialarını boşa çıkararak bu demagojiye son verilmesini sağladığı iddiasıdır.
Komintern’in
dağıtılmasının, bu dağıtmanın birinci gerekçesi olarak sunulan söz konusu
burjuva demagojinin etkisizleştirilmesinde çok önemli bir rol oynadığını kabul
ediyoruz. Ancak, bu tersinden, her biçimiyle burjuva dünyanın söz konusu
ideolojik ve politik saldırılarının göğüslenemediğinin
de açık ifadesidir. Aynı zamanda çubuğun pragmatik bir çerçevede SSCB devlet politikası lehine aşırı büküldüğünü de ifade etmektedir.
Kanımızca,
Komintern’in dağıtılması, ilkesel bir hataydı.
Komintern’in
dağıtılmasının nedenlerinden ikincisi olarak ileri sürülen, komünist partiler
kitleselleşip geliştiği için, deneyimli partiler haline geldikleri için, bu
partilerin tek merkezden yönetilmesinin “olanaksız, amaca uymaz hale geldiği”
gerekçesi de doğru bir gerekçe
değildir. Belli ki, gerekçe bu tarzda formüle edilerek I. Enternasyonal’in
dağıtılmasına gerekçe yapılan karara gönderme yapılıyor aynı zamanda.
Kitleselleşmiş
ve deneyimli güçlü partiler haline gelmiş olmak, onlara, kendi ülkelerinde daha geniş bir hareket/ inisiyatif alanı
tanımakla çözülebilecek bir sorundu; söz konusu gerekçenin Komintern’in
dağıtılmasının payandası yapılması gerçekçi değildir. Kaldı ki, gerek güçlü
partilerin oluşmuş olması, gerekse de 2. Dünyası Savaşı koşulları 3.
Enternasyonal’i dağıtmayı değil daha
güçlü bir ilişki ve yönetim tarzının
en büyük esneklikle birleştirilerek yeniden şekillendirilmesini
gerektiriyordu. Ayrıca Komintern’in dağıtılmasını, taktik olarak doğru bulmaya
kendimizi zorlasak bile yerine, geçici de olsa, o dönemin gereksinmelerine
uygun bir seçeneğin, o koşullara uygun son derece esnek farklı bir merkezi
yapılanmanın örgütlenmemiş olması
ayrıca ciddi bir zaaf oluşturmuştur.
Kaldı ki 1947
gibi geç bir tarihte, gecikilmiş olarak böyle bir toplantının yapılmış olması
da ayrıca devrimci eleştirinin hedefi olmalıdır…
Bu tabloya, 3.
Enternasyonal dağıtılırken yeni bir enternasyonal kurulacağı hedefinin
belirlenerek açıklanmamış olması da başlı başına eleştirilerek eklenmelidir.
Madem
dağıtıyorsun, bari geçici bir araç yarat. Madem dağıtıyorsun, bari elverişli
koşulların oluştuğu an perspektif ve hedefinin ne olacağını daha baştan ortaya
koy ki komünist partiler bu bilinçle şekillensin…
Jdanov’un
konuşmasında eleştirdiği sağ oportünist, ilkesiz tavrın komünist partilerde
gelişmesi, sadece bir sonuç olduğu gerçeğini görmeliyiz.
Jdanov’un
konuşmasında geçen ve Enformasyon Bürosu’nun kurulmasına karar veren konferansa
katılan partilerin “Uluslararası Durum Üzerine Deklarasyon”da da vurgulanan
“işçi sınıfı açısından bugünkü ana tehlike kendi güçlerini küçümsemek,
emperyalist kampın güçlerini abartmaktır.” saptaması o koşullarda temel bir
gerçeği dile getirmektedir.
Faşizme ve
savaşa karşı mücadele yıllarında Uluslararası Komünist Hareket içerisinde sağ oportünist bir sapma gelişmiştir. Fransa, İtalya, Yunanistan komünist
partilerinde bu sağ sapma doruk noktasına ulaşmıştır.
Bu sağ sapmanın
etkisini farklı biçim ve koşullarda da olsa
bilakis Enformasyon Bürosu’nun onaylanan üç temel belgesinde de (
Uluslararası Deklarasyon + Enformasyon Bürosu’nun kuruluşunu açıklayan belge +
“Parti Temsilcilerinin Enformasyon Konferansı Üzerine Bildirgesi”) görüyoruz:
a)Yeni bir enternasyonal yerine Enformasyon Bürosu’yla sınırlı bir adım atılmış
olması; b) uluslararası proleter devrim perspektifinin göz çıkaracak denli es
geçilmiş olması, yerine bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik, demokrasi,
anti-emperyalist demokratik platform vurgusunun geçirilmiş olmasından bu olguyu
net bir şekilde görüyoruz,
görebiliriz.
Enformasyon
Bürosu’nun kurulmasını yasallaştıran belgede “deneyler, komünist partilerin
birbirinden kopuk oluşlarının yanlış ve zararlı olduğunu göstermiştir” vurgusu
önemlidir. Bu vurgu, kanımızca, 3. Enternasyonalin dağıtılmasını da kapsayan
bir vurgu genişliğine dek açılmalı ve tamamlanmalıdır. Bu açıklamayı dolaylı
ama yeni döneme de yol göstermeyen kısmi bir özeleştiri sayabiliriz
Açık olan bir
şey var veya bilebildiğimiz kadarıyla, 3. Enternasyonal dağıtılırken daha sonra
yeni bir komünist enternasyonal kurma hedefi de belirlenmemiştir. Stalin
hayattayken, 1945-53 arası dönemde de böyle bir hedef belirlenmemiş, bu
doğrultuda bir hareket planı ortaya koyulmamış ve mücadelesi verilmemiştir. Bu
tavır, hem perspektif ve hem de pratik duruş itibari ile sağ bir sapmadır,
proletarya enternasyonalizmi kararlılığının 43 öncesine göre de açık
gerilemesidir.
Ayrıca geçerken
hatırlatmak isteriz ki, III. Enternasyonal’in Lenin döneminde ve 1924 yılına kadar
aşağı yukarı düzenli toplanan kongreleri
Stalin yoldaşın önderliği ele almasından sonra bu düzenliliği son bulmuş ve
kongreler uzun aralıklarla toplanmaya başlamıştır.
1919 ile 1924
arasında toplam beş kongre yapılır. 1924’teki son kongreden sonra, 1924 ile
III. Enternasyonalin dağıtıldığı 1943 yılına kadar toplam olarak yalnızca iki
kongre toplanabilmiştir. Bu kongrelerden biri 1928 yılında, ikincisi ise 1935
yılında toplanmıştır. Üstelik III. Enternasyonalin dağıtılması bu amaçla
toplanan bir kongre kararı ile değil Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu
Prezidyum kararı ile sadece bazı partilere danışılarak dağıtılmıştır.
Bu tablonun temelinde yatan şey, bizce SBKP (B) ve
SSCB’de bürokratizmin, bürokratik merkeziyetçiliğin gelişmesi ve egemenlik
kurması, bürokratik dejenerasyonun daha da gelişmesiyle dünya devrimi
perspektifinin gerilemesi ve zayıflamasıdır.
Bizim sorunla
ilgili değerlendirmelerimiz işte böyledir. Doğal olarak, II. Dünya Savaşı’nın
ardından ortaya çıkan koşullara göre enternasyonal örgütlenmenin yenilenmesi,
yeni biçimler alması kaçınılmazdı. Ama bu olgu, tasfiye edilmiş olan III.
Enternasyonalin yerine IV. Komünist Enternasyonal’in kurulmasının herhangi bir
biçimde engeli olamazdı ve olmamalıydı.
Dolayısıyla,
III. Enternasyonal’in dağıtılmasını doğru gören yaklaşımı, yukarıdaki gerçekler
ışığında ele aldığımızda görmekteyiz ki, sosyalizmin ve Uluslararası Komünist
Hareket’in tarihine yeterince eleştirel yaklaşılmamakta, uzlaşıcı bir tavır
takınılmakta, geleceğe dönük olarak konu bağlamında yeterli ve doğru dersler
çıkarılamamaktadır. Oysa sosyalizmin tarihine, yaşanan deneyime ve sorunlarına
eleştirel yaklaşımdan kaçınamayız ve kaçınmamalıyız. Tarihi yenilgilerin
eleştirel incelenmesine gereksinim olduğu çok açıktır. Bu yeni dönemde, Marksist-Leninist
eleştirel perspektifi ve duruşu geliştirmenin oldukça büyük önemi olduğunu
biliyoruz. Çünkü incelenmesi gereken sosyalizmin tarihsel deneyimi ve
sorunları, tartıştığımız sorunlar bağlamında düne ait görünse de, gerçekte,
dolaysız bir şekilde bugünle ve
kazanmak istediğimiz gelecekle sıkı
sıkıya bağlıdır.
Konuyu salt
yukarıdaki çerçeve de tutmak da eksik ve hatalı olacaktır. Çünkü gerek III.
Enternasyonalin dağıtılması kararı, gerekse dağıtılırken yeni bir enternasyonal
kurma hedefinin olmaması, gerekse de, daha sonraki süreçte, Enver Hoca ve
AEP’in yeni bir komünist enternasyonal kurmaya karşı çıkması ya da bunu uygun
bir biçim olarak görmemesinin daha köklü yaklaşım ve “eleştiri”lerle bağı
vardır. Dolayısıyla soruna daha yakından eğilmek gerekmektedir.
Uzun olmakla
birlikte, kitabımıza, konuyla bağlı alıntılar alacağız. Sorunun anlaşılması
için bu gereklidir de. Kaldı ki sorun, yaşamsal önemde sorunlardan biri ve
ilgili kaynakları yorumlamak yerine, doğrudan aktararak, okuyucunun daha rahat düşünmesine
de sağlıklı bir olanak sunmuş olacağız. Ayrıca insanların okuma, inceleme
alışkanlıklarının bir hayli zayıfladığını ve gerilediğini de bilmekteyiz…
Dimitrov,
bizlere, “Günlük”lerinde şu bilgileri vermektedir:
“20 Nisan 1941.
“…………………………
“Benim sağlığıma
da içtiler. Bu münasebetle Y(osif) V(isarionoviç) (Stalin-bn.) şöyle dedi:
D(imitrov)’un oradan, Komintern’den partiler ayrılıyor (Ame(rikan) partisini
ima ediyordu). Bu kötü değil. Tam tersine, komünist partileri tamamen bağımsız
olmalı, KE’nin şubeleri durumunda olmamalı. Onlar, değişik adlar altında- işçi
partisi, Marksist parti vb. adlar
altında ulusal kom(ünist) partileri haline gelmelidirler. İsimler önemli
değildir. Önemli olan kendi halklarının arasına girmeleri ve kendilerine özgü
görevler üzerinde yoğunlaşmalarıdır. Onlar komünist programlara sahip olmalı,
Marksist analize dayanmalı, boyuna Moskova’ya bakmamalı, her ülkedeki somut
sorunlarını kendileri çözmelidir. Değişik ülkelerde durum ve görevler ise
tamamen farklı farklıdır. İngiltere’de başka, Almanya’da başkadır vb. Komünist
partileri böylece güçlendiğinde, işte o zaman uluslararası örgütleri yeniden
kurulsun.
“Enternasyonal,
Marks’ın zamanında uzak olmayan dün(ya) devrimi beklenirken kuruldu. Komintern,
Lenin zamanında, yine böyle bir dönemde kuruldu. Şimdi ise her ülke için ulusal görevler ön plana çıkıyor. Oysa komünist partilerin KE Yürütme
Kurulu’nun emrinde, ulus(lararası) örgü(ün) birer şubesi durumunda olmaları,
buna engel oluyor…
“Dün
olanlara tutulup kalmayın. Oluşan yeni koşulları titizlikle göz önünde tutun….
“Kurumsal çıkarlar (KE) açısından bu hoşa
gitmeyebilir. Ama, çözümleyici olan, bu çıkarlar değildir!
“Bugünkü
koşullarda komünist partilerin Komintern’e bağlı olmaları, burjuvazinin onlara
karşı kovuşturmalarını, onları kendi ülkelerinde yığınlardan yalıtlama
planlarını kolaylaştırıyor, komünist partilerine ise, bağımsız bir şekilde gelişmeleri ve sorunlarını birer ulusal parti olarak çözmelerinde engel oluyor…
“KE’nin en
yakın zamandan itibaren varlığını sürdürüp sürdürmeyeceği sorunu ve dünya
savaşı koşullarında uluslararası bağların, uluslararası çalışmaların yeni biçimleri sorunu, ivedilikle ve açıkça ortadadır.” (Georgi Dimitrov, Günlük
2, 1 Eylül 1939- 5 Mayıs 1945, s. 72-73, iDa.., TÜSTAV Yay., Belge)
Evet, Stalin’in
12 Mayıs 1941 yılında söyledikleri bunlar. Devam edelim. 11 Mayıs 1943
tarihinde Komintern’in feshi için hazırlanan taslak, Stalin ve Molotov’a
gönderilir. Dimitrov, Manuilski ile birlikte akşamüstü Stalin’e gider; burada
Stalin, şöyle der:
“Deney gösterdi
ki, tüm ülkeler için ulusla(rarası) bir merkez bulunmamalı. Bu, Marks’ın zamanında, Lenin’in zamanında ve şimdi görüldü. Belki bölgesel birleşimlere geçilmeli, örn(eğin) Güney Amerika, Birleşik
Devletler ve Kanada, kimi Avr(upa) ülkeleri vb…ama bu konuda acele etmemek
gerek…” (age., s. 288, iDa..)
Dimitrov’un da
katıldığı Politbüro toplantısında (21 Mayıs 1943) Stalin’in açıklamalarını
Dimitrov, şöyle düşer “Günlük”üne:
“Stal(in):
Marks döneminde de, Lenin döneminde de, şimdi de deneyimin dünyanın tüm ülkelerinde
işçi partilerini tek bir uluslararası merkezden yönetmenin mümkün olmadığını
gösterdiğini belirtiyor…
“KE’i kurarken
ve tüm ülkelerde hareketi yönetebileceğimizi düşünürken biz kendi güçlerimizi
abarttık. Bu bizim hatamız. KE’in ileride de varlığını sürdürmesi-enternasyonal
ülküsünün gözden düşmesi anlamına gelecektir ki, biz bunu istemeyiz.” (age, s.
292)
17 Ekim 1947
tarihli günlükte, “Karara yapılacak ilave ve değişiklikler” başlığı altında,
şunlar yazılı:
“1.
…
“Komün(ist)
partilerinin gönüllü mutabakatı ile 1943 yılında kapatılan Komünist
Enternasyonal’in sözde yeniden kurulmak
istendiği, danışma toplantısına katılan (EB’nun kurulduğu toplantı-bn.) değişik
komünist partilerinin güya bağımsızlıklarını yitirdikleri ve başkalarının
maşası durumuna geldikleri iddia edilen iftira kampanyası, suçüstü yakalanan
saldırganların, yeni savaş kundakçılarının ve dünya egemenliği kurmak
isteyenlerin acizliğini ve şaşkınlığını sergileyen ucuz bir provokasyondur.”
(Günlük 3, s. 157)
Günlük’ten
aktardığımız alıntılardan da görülebileceği gibi tablo açık! Ancak biz, Stalin’in I., II., III. Enternasyonallerin
kurulmasının doğru olmadığı, deneylerin bunu gösterdiği saptamasına
katılmıyoruz. Bu yaklaşımın, III. Enternasyonalin dağıtılmasından sonra bir
daha yeni bir Komünist Enternasyonal’in kurulmamasının, Enver Hoca ve AEP’in
yeni bir Komünist Enternasyonal kurulmasına karşı çıkmasının nedenini de ya da
nedenlerin başında gelen nedeni de bizlere açıklamaktadır. Söz konusu
perspektifin ve çözümlemenin proletarya
enternasyonalizmden bir sapma olduğu açıktır. Stalin, SBKP, SSCB söz konusu
olduğu zaman ise, bu yaklaşım, uluslararası devrim perspektifindeki bir kayma
ve gerilemeyi ifade etmektedir. Kuşkusuz bu sapma, daha sonraki tarihi de
derinden etkilemiş, AEP’in yeni bir Enternasyonal’in yaratılmasına karşı çıkma
örneğinde olduğu gibi, sapmanın devam etmesinde de başlı başına rolü olmuştur.
Ki, eğer Stalin’inin değerlendirmesine göre hareket edecek olursak, bugün de
yeni bir Komünist Enternasyonal kurma görevini önümüze koymamalı ve bu doğrultuda
yürüttüğümüz çalışmalardan da vazgeçmeliyiz; doğal olarak biz, böyle bir teori
ve pratiğe karşıyız ve karşı çıkmaya da devam edeceğiz.
Geçmişin
dersleriyle donanmış yeni tipte bir Komünist Enternasyonal kurma hedefine sıkıca
bağlı kalarak yürümek lazım. Doğal olarak yeni Enternasyonali kısa sürede
kuramayız, bu nispeten uzun bir süreci, hazırlık, güç biriktirme, manevralar
yapma, geçiş biçimlerini kullanmayı; Uluslararası Komünist Hareket’teki aşırı
dağınıklığı, güçsüzlüğü, ideolojik ve örgütsel bunalımı aşmayı, süreci
olgunlaştırmayı vb. gerektirmektedir. Burada önemli olan, geçmişin dersleriyle
donanmış olarak ve süreci ilkeli bir tarzda olgunlaştırarak hedefe doğru
yürümektir.
Ayrıca, SBKP’de
ve SSCB’de yeni tipten modern revizyonist karşı-devrimin 1956’da politik
iktidarı gasp etmesinden sonra ÇKP’nin Uluslararası Komünist Hareket’teki rolü
konusundaki tasfiyeci revizyonist
görüşleri de eleştirilmelidir. Eleştirilmesi gereken tasfiyeci revizyonist
analizler hem iç, hem de küresel alanda devrimci ve komünist hareketi ciddi bir
şekilde etkilemektedir.
İnanacak
olursak, 20. Kongre’yi onaylamış olmasına karşın, Çin ile SSCB arasında siyasal
ittifaka dayanan Deklarasyon’a “Marksist devrimci eğilim”in mücadelesi damgasını vurmuştur. ÇKP'nin de
Uluslararası Komünist Hareket’in yaşadığı kriz ve iç mücadeledeki duruşu, iç
mücadeleye konu olan sorunlardaki teorik ve politik tavrı “Marksist devrimci eğilime” denk düşer*. Modern revizyonizmle ÇKP
arasındaki mücadele, iki çizgi, burjuva revizyonist çizgiyle Marksist-Leninist
çizgi arasındaki mücadeledir. 1950'lerin ikinci yarısında başlayan ayrışma ve
parçalanmanın temelinde iki çizgi mücadelesi durmaktadır. ÇKP ve AEP’in temsil
ettikleri devrimci çizgi karşısında SBKP/ Kruşçev’in gerici modern revizyonist
çizgisi durmaktadır. "Halkın partisi", "halkın devleti",
vb. revizyonist teorilerine karşı mücadele eden ÇKP ve AEP'in tavrı teorik
bakımdan Marksist, ideolojik ve politik bakımdan ise devrimcidir. ÇKP ve AEP'in
bu revizyonist teorilere karşı mücadeledeki tavrı, egemen revizyonist kliğin
SBKP'yi işçi sınıfının çıkarlarından koparma gerici yönelim ve programını,
emperyalizmle uzlaşma çizgisini reddeder vb.
Peki, gerçek
durum nedir?
Kanımızca, başını AEP’in ve Enver Hoca’nın
çektiği Marksist-Leninist kesim ve partiler modern revizyonist ihaneti
kavradıkları ölçüde, gecikmeli de
olsa, baş kaldırdılar. Marksizm-Leninizm’den ciddi bir şekilde etkilenmiş ama
devrimci-demokratik karaktere sahip, devrimci demokratik dinamizmini henüz
yitirmemiş olan ÇKP de kendi özgün
devrimci konumundan ve bir dizi özel ulusalcı
çıkarların (örneğin atom bombasının sırlarının verilmemesi, sınır sorunları,
Tayvan sorunu, Çin’in BM kabul edilip edilmemesi vb.) etkisiyle de ihanete,
karşı-devrime karşı direndi. ÇKP, başta, yöntemsel ayrılıklarına ve önemli
ayrılık ve eleştirilerine karşın, Kruşçev modern revizyonizminin derin etkisi altında kaldı. ÇKP MK’sının
tavrını yansıtan ve “Renmin Ribao”da –Halkın Gazetesi- yayınlanan “Proletarya
Diktatörlüğünün Tarihsel Deneyimi” ve “Proletarya Diktatörlüğünün Tarihsel
Deneyimleri Üzerine Biraz Daha” başlıklı makaleler bu bakımdan önemlidir. Bu
iki makale, 20. Kongre’nin ardından,
birincisi 5 Nisan, ikincisi 29 Aralık 1956 tarihinde yayınlanmıştır.
Birinci makalede Kruşçevci 20. Kongre, şöyle
değerlendiriliyor:
“Kişiye tapmaya
karşı mücadele sorunu XX. Parti Kongresinin çalışmalarında önemli bir yer
tuttu. Parti Kongresi bütün samimiyetiyle, uzun zamandan beri Sovyet toplum
yaşamında birçok hatalara ve zararlı sonuçlara yol açan kişiye tapmanın yaygın
olduğu gerçeğini ortaya koydu. SBKP’nin kendi hatalarına karşı yaptığı cesur
eleştiri, parti içi işleyişin derin ilkeli karakterini ve Marksizm-Leninizmin
büyük canlılığını göstermektedir.” ( Proletarya Diktatörlüğünün Tarihsel
Deneyimleri, s. 13, İnter Yay.)
“Parti ve
devletin baş önderi olarak Stalin, hayatının son döneminde tam da bu nedenle
bazı ciddi hatalar yapmıştır, çünkü o, farklı davrandı. O, burnu büyük oldu;
itinasızdı, görüşleri sübjektivizme ve tek yanlılığa açıktı…” (age., s.17)
“Gelişme
halindeki sosyalist üretici güçler, sosyalist ekonomik ve siyasi sistem ve
parti yaşamı, böyle bir kişiye tapma atmosferi ile her gün daha keskin bir
çelişki ve çekişme içine girmişlerdir. SBKP XX. Parti Kongresinde kişiye
tapmaya karşı gelişen mücadele, gelişmenin karşısında duran ideolojik engelleri
silip süpüren Sovyet komünistlerinin ve Sovyet halkının gerçekten büyük ve
kahraman bir mücadelesidir.” (age., s. 21)
“Çin Komünist
Partisi, kişiye tapmaya karşı tarihsel olarak anlamlı mücadelede SBKP’nin
kazandığı büyük başarıları selamlamaktadır.” (age., s. 22)
“Stalin
hayatının son döneminde kazandığı bazı zaferler ve buna bağlı olarak yapılan
övgüler Stalin’in başını döndürdü. O yer yer kaba bir biçimde diyalektik
materyalist düşünce tarzından uzaklaştı, subjektivizme düştü. Kendi bilgeliğine
ve otoritesine körce inanmaya başladı.” (age., s. 50)
“…burjuvazi ve
Batı’nın sağ sosyal-demokratları, kasıtlı olarak Stalin’in hatalarının
düzeltilmesini ‘deStalinizasyon’ olarak gösterdiler ve bunu ‘antiStalinist
unsurların’ ‘Stalinist unsurlara’ karşı mücadelesi diye adlandırdılar. Çirkef
niyetleri tümüyle ortadır. Ne yazık ki, buna benzer görüşler bazı komünistlerde
de yaygındır. Komünistlerin böyle görüşler savunmalarını çok zararlı buluyoruz.”
(age., s. 51)
ÇKP, Titoizm’i
ve Titoizm’le barış ilan eden ve kutsayan Kruşçev modern revizyonizmini ise
şöyle olumluyor:
“Sovyet
hükümetinin Yugoslavya ile ilişkileri düzeltmek için gösterdiği çabalar, 30
Ekim 1956 açıklaması ve Polonya ile Kasım 1956’daki görüşmeler, bütün bunlar,
dış ilişkilerde geçmişte yapılan hataların radikal biçimde ortadan kaldırılması
amacıyla, SBKP ve Sovyet hükümetinin kararlılığını göstermektedir. Sovyetler
Birliği’nin bu adımları, proletaryanın uluslararası dayanışmasının
güçlendirilmesinde büyük bir katkıdır.” (age., s. 71)
“Tito yoldaşın
ve Yugoslavya Komünistler Birliği’nin diğer yönetici yoldaşlarının Stalin’in
hataları ve buna bağlı konularda son konuşmalarında ortaya koydukları tavra
objektif ve haklı bir tavır denemez. Yugoslav yoldaşların Stalin’in hatalarına
karşı özel bir kin duymaları anlaşılır bir şeydir. Onlar geçmişte çok zor
koşullar altında sosyalizme sarılmak için övgüye değer çabalar gösterdiler.
İktisadi kuruluşların ve diğer sosyalist kuruluşların demokratik yönetimi
konusundaki deneyleri de dikkat çekti. Çin halkı, bir yanda Sovyetler Birliği
ve diğer sosyalist ülkelerle, diğer yanda Yugoslavya arasındaki çekişmelere son
verilmesini selamlar; aynı zamanda Çin ile Yugoslavya arasındaki dostluk
ilişkilerinin kurulması ve gelişmesini selamlar; Yugoslavya halkı gibi Çin
halkı da, Yugoslavya’nın sosyalizme giden kendi yolunda refahı ve gücünün
artmasını umut eder…” (age., s. 53)
Burada amacımız
başlı başına ÇKP’nin tutumun değerlendirmek değildir; ama geçerken bu olguları,
ÇKP’nin bu sözde “Marksist devrimci
eğilimi”ni hatırlatmak istedik.
20. Kongre’den
sonra, Uluslararası Komünist Hareket’in (UKH) parçalanmasına bağlı olarak, yeni
bir UKH oluştu. İncelemelerimiz sırasında görülen o ki, Sovyet modern revizyonizmine
karşı ilk Marksist-Leninist çıkışı
yapan parti, Enver Hoca yoldaş önderliğindeki AEP’tir.
Uluslararası
Komünist Hareket’in tasfiyesine karşı gelişen mücadeleler sonucu, revizyonizme
boylu boyunca gömülen partilerin parçalanmasıyla pek çok ülkede komünist
partiler kurulur. ÇKP de AEP’le birlikte UKH’nın lideri kabul edilir. ÇKP,
tutarsız ve yalpalayan tavırlarına rağmen, Sovyet modern revizyonizmine karşı
devrimci bir tavır takınır. Ancak bu partiler, modern revizyonist ihanete karşı
tarihi önemi olan bir tavır takınmakla birlikte ve üstelik ÇKP de
Marksist-Leninist görülüyor olmasına karşın, yeni bir Komünist Enternasyonal
örgütleme görevi önlerine koymazlar. UKH kabul edilen parti ve gruplarla olan
bağlar, uluslararası toplantılar, ikili görüşmelerden öteye taşınamaz.
Gerçekte
Marksist-Leninist tavrın temsilcisi AEP’tir. Ancak AEP, önüne yeni bir Komünist
Enternasyonal kurma hedefini hiçbir zaman koymaz. Dahası buna karşı çıkar.
Kapitalist restorasyon çalışmasını tarihi kökleri ve evrimiyle birlikte yeterince
ortaya koymaz. Bu görevlerin gerektirdiği teorik çalışmayı derinlikli bir
şekilde yapmaz. UKH’yı ideolojik olarak yeterince donatmaz. Başlangıçta, Sovyet
modern revizyonizme karşı mücadelede önemli bir gecikmeyle tavır takınır. Sorunu belli bir gecikmeyle bilince
çıkarır. 57 ve 60 revizyonist belgelerinin altına imza atar. Ve bu belgelerin
eklektik revizyonist karakterine karşın daima Marksist-Leninist belgeler
olduğunu savur. Çin revizyonizminin/Maoizmin karakterini oldukça gecikmeli bir
tarzda kavrar ve ortaya koyar. Böylece küçük burjuva
devrimci-demokratik-halkçılığın UKH üzerinde derin tahribatlar yaratmasına yol
açmanın en önemli sorumlusu olur. UKH, küresel ölçekte güçlü bir çekim merkezi
haline gelemez. Ciddi bir önderlik boşluğu UKH’nın yakasını bırakmaz. UKH,
temelde Marksist-Leninist duruşuna karşın çok ciddi bir önderlik bunalımı
yaşar; ciddi sekter ve grupçu hastalıklar UKH’nın önemli hastalıkları olarak
gündemde kalır. Dünya devriminin genel bir atılım dönemi yaşadığı 60’lar ve
70’ler boyunca herhangi bir komünist parti herhangi bir devrime önderlik yapma
başarısını gösteremez. Modern revizyonizmin yarattığı derin tahribatlar,
UKH’nın derin zaaflarıyla birleşerek küresel ölçekte küçük burjuva devrimci
demokrasisinin değişik politik akımlarının öne çıkışını da besler.
Fakat tüm bu
derin zaaflarına karşın Enver Hoca ve AEP, Sovyet modern revizyonizmine karşı
ilk Marksist-Leninist tavrı takınan parti olmanın onurunu taşıdı. Sovyet modern
revizyonizminin Titoizm’le işbirliği içinde her türlü ekonomik, politik, askeri
ve ideolojik baskısına ve ablukasına karşı yiğitçe direndi, mücadele yürüttü.
Emperyalist ve modern revizyonist kuşatma ve baskı karşısında büyük bir tarihi,
ideolojik, politik önemi olan bir duruş sergiledi. Uluslararası Komünist
Hareket içerisinde haklı bir saygınlık kazandı. Gecikmeli de olsa, yeterince
özeleştirel olmasa da, ÇKP’nin, “Mao Zedung Düşüncesi”nin, Çin modern
revizyonizminin maskesini kararlılıkla açığa çıkarak yere çaldı. ÇKP’nin Sovyet
revizyonizminin yolunda yürüyerek örgütlediği benzer abluka ve baskılara karşı
yiğitçe, Marksist-Leninistçe direndi ve ideolojik bakımdan karşı saldırılarını
yükselterek yanıtladı bu baskıları. Mao Zedung’un ölümünden sonra Çin’in
belirgin bir biçimde sosyal emperyalist bir devlet olma yoluna girdiği olgusunu
gözler önüne serdi. UKH önderi olan bir parti olarak haklı bir saygınlık
kazandı.
Bizim sorunla
ilgili değerlendirmelerimiz böyledir, açık ve nettir. Ama aynı netliği
Uluslararası Komünist Hareket’teki yol ayrımını değerlendiren pek çok analizde
görmek pek olası değildir. Bu bir rastlantı mı yoksa özensiz anlatımların ürünü
mü acaba? Ya da komünist hareketin daha 1979’da aşmış olduğu ÇKP ve Çin
Devrimi’nin niteliğini yeniden inceleme gereksiniminin mi ürünü? Veya örneğin,
diyelim ki, 1970’ler veya 1960’lar öncesi ÇKP’sinin niteliği konusunda farklı
yaklaşımlar veya yeniden incelenmesine gereksinimi ya da bazı tereddütler mi
var? Kuşkusuz ki Maoist hareket açısından soruna bakıldığında, ÇKP’nin niteliği
ve Kruşçevci modern revizyonizme karşı tavrı bakımından bir sorun yoktur.
Maoist hareket kendisi bakımından bir tutarlılığa sahiptir ve bu, anlaşılırdır.
ÇKP’nin ve Çin
Devrimi’nin niteliği konusunda farklı düşünceler olabilir. Veya belli bir
tarihi kesitiyle ilgili farklı düşünceler olabilir. Veya ortaya bir kısım
tereddütler çıkmış ve yeni bir inceleme vb. gereksinimi duyulabilir vb. Doğal
olarak bu vb. durumlarda sorunun tartışılması normaldir ve tartışılmalıdır. Ama
biz, Marksist-Leninist hareketin resmi değerlendirmelerinin doğru olduğuna
inandığımızı, yukarıda eleştire geldiğimiz analiz ve çıkarsamaların tasfiyeci karakterde olduğunu özellikle
vurgulamak isteriz.
Bunları ifade
ettikten sonra, küçük burjuva tasfiyeci
revizyonist sapmanın eleştirisi bağlamında şunları söyleyebiliriz.
ÇKP’nin
niteliği hakkında söylenenler net değildir. Kimi yerde, “Oysa 20. Kongreyi
onaylamamasına karşın, Çin ile SSCB arasında siyasal ittifaka dayanan
Deklarasyona Marksist devrimci eğilimin mücadelesi damgasını vurmuştur.”
deniliyor. Kimi yerde, “Diğer yandan daha sonraki gelişimi ne olursa olsun
ÇKP'nin de uluslararası komünist hareketin yaşadığı kriz ve iç mücadeledeki
duruşu, iç mücadeleye konu olan sorunlardaki teorik ve politik tavrı Marksist
devrimci eğilime denk düşer. ÇKP'nin devrimci eğilim içerisinde yer alması
tesadüfi bir durum olarak kabul edilemez.” deniyor. Kimi yerde, “Kuşkusuz
1950'lerin ikinci yarısında başlayan ayrışma ve parçalanmanın temelinde iki
çizgi mücadelesi durmaktadır. ÇKP ve AEP’in temsil ettikleri devrimci çizgi
karşısında SBKP/ Kruşçev’in gerici modern revizyonist çizgisi durmaktadır.
‘Halkın partisi’, ‘halkın devleti’ revizyonist teorilerine karşı mücadele eden
ÇKP ve AEP'in tavrı teorik bakımdan marksist, ideolojik ve politik bakımdan ise
devrimcidir.” deniliyor. Kimi yerde, ilerlemeye devam eden Çin devrimi
"büyük ileri atılım"ın motivasyonuyla sosyalizmi kurma denemesi
yaşamaktadır.” deniyor.
Belli bir
sorunu tartışırken bu değerlendirmeler yapılmasına karşın, saptamalar genel
ifadeler biçiminde de geçebiliyor. Bu saptamalardan ÇKP’nin komünist bir parti,
Çin Devrimi’nin anti-emperyalist demokratik devrimden sosyalist devrime
geçerek, “sosyalizmi kurma denemesi”ni yaşadığı sonucu çıkıyor. “UKH’nın
yaşadığı kriz ve iç mücadeledeki duruşu, iç mücadeleye konu olan teorik ve
politik Marksist devrimci eğilime denk “ düştüğü vs. değerlendirmeleri kendi
içinde bir iç tutarlılık ama oportünist
bir tutarlılık taşıyor ve yukarıdaki eleştirel değerlendirmemizi doğruluyor.
Kanımızca bu duruş ve değerlendirmeler ilkesizdir
ve ideolojik uzlaşıcılığa, tasfiyeciliğe
denk düşüyor. Oportünizm burada orta yolculuk biçiminde ortaya çıkıyor ve
oportünizm zehirini komünist harekete yayıyor. Bunun da rastlantı eseri
ortaya çıkmadığını, aksine, sosyalizm sorunlarında komünist hareket içerisinde
çoktan beridir ortaya çıkarak komünist hareketi silahsızlandıran, “dogmatizme”, “teorik tutuculuğa”,
“muhafazakarlığa” karşı 21. asrın sosyalizmini vs. üretme, teoriyi yenileme,
deneylerden öğrenme sloganlarının ardına gizlenmiş olan ve komünist hareketin
programının 20. asra ait olduğu, “ideolojik çerçevesinin” aşıldığı türünden
açık oportünist saptama ve eleştirilerle süregelen tasfiyeci oportünist sapmanın
bir tezahürüdür. Bu sapmanın belgeli ortaya çıkmış olması sanırız yeni bir
durumdur ve söz konusu sapmanın harekette yarattığı tahribatın çapının değişik
biçimlerde etkili olduğunu gösteren bir örnektir.
60 Deklarasyonu,
Marksist-Leninist bir belge değildir. İşin bu yanını ayrıca ele alacağımızdan
şimdilik geçiyoruz. 20 Kongre ve Kruşçev modern revizyonizmi karşısında AEP ve
ÇKP’nin duruşu da aynı değildir. Tasfiyeci revizyonist zihniyet bunu da
kavrayamıyor ve uzlaşıcı, ortacı oportünist bir değerlendirme yapıyor. Bu
gerçekleri de kavramıyor ve orta yolculuk
olarak yansıyan oportünist bakış ve duruş burada da göz çıkarıyor.
ÇKP ve AEP’i
asgari müştereklerde birleştiren temel olgu, devrimciliktir. Ama bu devrimcilik tek tip bir devrimcilik
değildir. Çünkü AEP Marksist-Leninist devrimciliği, proletarya sosyalizmini
temsil ederken, ÇKP ve Maoizm’in devrimciliği küçük burjuva devrimci-demokrasisini
temsil etmekteydi. ÇKP, Marksizm-Leninizm’den güçlü bir şekilde etkilenmiş
olmakla birlikte Marksist-Leninist bir parti değildi. Sovyet modern
revizyonizmiyle AEP arasındaki çizgi farklılığı, yeni burjuvaziyle proletarya,
kapitalizm ile komünizm arasındaki çizgi farklılığına tekabül etmekteydi.
Sovyet modern revizyonizmiyle ÇKP ve Çin Devrimi arasındaki çizgi farklılığı
ise devrime ihanet devrimleri tasfiye etme çizgisiyle devrimcilikte ısrar,
devrimden, devrimlerden yana tavır takınma, Çin somutunda devrimci-demokratik
diktatörlükte ve anti-emperyalist demokratik halkçı devrimin kazanımlarını
koruma ve devrimi derinleştirmede ısrar çizgileri arasındaki farka tekabül
etmekteydi. Oysa tasfiyecilik, bu temel gerçeği yok saymakta, üstelik “devrimcilik”
ve “Marksist devrimci eğilim”, “ÇKP’nin devrimci eğilim içinde yer alması”,
“ÇKP ve AEP’in temsil ettikleri devrimci çizgi” gibi nitelemelerle iki partiyi
aynı kefeye koyduğu gibi, aynı zamanda bu kavramlarla oynayarak sorunu belirsizleştirmeye
de hizmet eden bir tavır içerisine de kaymaktadır. Ama bu yöntem tehlikeli ve hiçde ilkeli arı-duruluğa
hizmet etmeyen bir yöntemdir de. Belirsizlik,
çok uçlu anlatım, ilkesel ayrılıklar arasındaki temel farklılığı örtüleme
girişimi, ne zaman ve nerden gelirse gelsin oportünizmdir.
ÇKP’nin Kruşçev
revizyonizmine karşı tavrı devrimcidir. Çin Devrimi, 600 milyonluk bir ülkede,
gerçekte kıtasal bir ülkede zafere erişti. Çin Devrimi, emperyalist sömürge
sisteminin hızla çöküşe gittiği, sosyalist kampın doğduğu, Amerikan
emperyalizminin kapitalist dünyanın yeni jandarması olarak öne çıktığı, “Soğuk
Savaş”ı başlattığı bir tarih kesitinde Amerikan emperyalizmini yenerek zafere
erişti. Çin Devrimi’nin muazzam bir tarihsel anlamı ve ağırlığı vardı. Mao
Zedung’un liderliğinde ÇKP’nin önderlik ettiği Çin Devrimi başta ABD olmak
üzere emperyalist dünyaya ağır bir darbe indirdi ve pratik olarak da
proletaryanın asgari programını oluşturan ama ÇKP için ise azami programı ifade
eden programı sonuna dek tutarlılıkla uyguladı. Bu tutarlılığı ÇKP’ye
kazandıran başta SSCB ve Stalin olmak üzere dünya proletaryası ve UKH idi. ÇKP
başlangıçta Kruşçev modern revizyonizmiyle uzlaşmıştır; yukarıda bunun
kanıtlarını sunmuştuk.
Ancak ÇKP’nin
Sovyet modern revizyonizmine karşı takındığı devrimci tavrın bu ihanetin açığa
çıkmasında çok temel ve değerli bir unsur olduğunu da vurgulamak gerekir.
Maoizm’in,
ÇKP’nin, Çin Devrimi’nin karakteri üzerine tartışmanın Enver Hoca önderliğinde
başlatılınca dek Mao Zedung Marksizm-Leninizm’in bir ustası, ÇKP AEP’le
birlikte UKH’nın önderi, hatta daha etkili önder partisi olarak kabul
ediliyordu. Hikayesi bir yana; Kruşçev modern revizyonizmine karşı mücadelede
öne çıkan AEP ve ÇKP, bu mücadeleyi yürütürken, ancak 70’lerde ortaya çıkan
temel gerçeklerden hareketle söylemek gerekirse, gerçekte Marksizm-Leninizm’den
etkilenmekle birlikte komünist karaktere sahip olmayan ÇKP’nin temsil ettiği
çizginin Marksizm-Leninizm’de ciddi bir şekilde etkilenmekle birlikte küçük
burjuva devrimci-demokratik bir karaktere sahip olduğu, Sovyet modern
revizyonizmine karşı tavrının (bazı özgün küçük burjuva milliyetçi çıkarlarla
birlikte) buradan kaynaklandığı ortaya çıktı. Bu geç deşifrasyonun dünya
proleter devrimine ve UKH’ya çok ağır zararlar verdiğini ise biliyoruz. Bu
gerçeklerin oldukça gecikmeli ortaya çıkarılmasının sorumluluğunu UKH taşımakla
birlikte esas sorumluluğunu ise Enver Hoca ve AEP taşımaktaydı. Üstelik E. Hoca
ve AEP bu sorumluluklarına uygun yeterli bir özeleştiri de yapmadı; tipik bir
küçük burjuva tutuculuk sergiledi.
Gerek ÇKP’nin
60’lardaki tavrının küçük burjuva devrimci-demokratik karakterinin reddi,
gerekse de Kruşçev tevizyonizmine karşı tavrını Marksist-Leninist olarak
tanımlamak ilkesiz bir tavırdır. Tarihten gerekli derslerin çıkarılmamasını
ifade eder. Her iki durumda da Mao’nun ve ÇKP’nin Marksist-Leninist lafzına
aşırı derecede önem verildiğini gösterir. Bu durumun, Marksizm’i,
Marksizm-Leninizm’i bir çeşitlilik olarak gören, birden fazla Marksizm ve
Marksizm-Leninizm’ler olacağı, bunların her birinin Marksizm’in,
Marksizm-Leninizm’in ayrı birer “mezhep”ini oluşturduğunu savunan, Marksizm,
Marksizm-Leninizm alanı teorisiyle, bu alanda yer alan eğilimleri, akımları,
mezhepleri “sosyalistlerin birliği” temelinde birleştirmek gerektiği veya
birleştirileceği bakış açısıyla bağı vardır. Vurgulamak gerekir ki, bu teorik
ve politik yaklaşımın kaynağı Bernsteıncılıktır, II. Enternasyonal
oportünizmdir, “Batı Marksizmi”dir. Modern revizyonizmdir. Post-Marksizmdir.
“Ezilenlerin Marksizmi”dir. Oportünist tasfiyeciliktir.
Tasfiyeci
eğilimin, “halkın partisi”, “halkın devleti” revizyonist teorilerine karşı
mücadele eden ÇKP ve AEP'in tavrının teorik bakımdan Marksist, ideolojik ve
politik bakımdan ise devrimcidir, saptaması hakkında da bazı gerçeklere işaret
etmemiz gerekmektedir. Kuşkusuz ki söz konusu iki revizyonist tezin AEP
bakımından Marksist-Leninist, ÇKP bakımından ise Marksizm-Leninizm’in etkisi
altında devrimci eleştirisi son derece önemlidir. Ancak ÇKP’nin tavrının
“Marksist” ilan edilmesi oportünizmi bir yana, bazı temel gerçekleri
açıklamamız lazım. Gerçeğin kavranması için bu gereklidir. Gereklidir, çünkü
tasfiyecilik gerçeğin hakkını vermiyor ve nesnel ve bilimsel olarak gerçeği
çarpıtıyor. Bilindiğini bildiğimiz bazı gerçeklerin üstünden açıkça atlanıyor.
Peki, görmezden
gelinen, üzerinden atlanan bu gerçekler nelerdir? Soruyu yanıtlayalım.
Bireyleri,
önderleri, partileri değerlendirirken temel ölçütümüzün sözler değil eylemler
olduğunu herkes bilir. Partileri değerlendirir ve tanımlarken ya da partilerin
önemli tarihsel dönemeçlerde takındıkları tavırları değerlendirir ve
tanımlarken, partilerin eylemlerine göre değil de sözlerine bakarak
değerlendirmeye çalışmak açık bir idealist yanılgıdır ve bizleri gerçekler
zemininden kopararak şu veya bu biçimde sübjektivizmin kucağına atar. Tasfiyeci
değerlendirmelerden de bunu görüyoruz.
O dönem AEP’in,
“tüm halkın devleti” tezini mahkum ederken pratik duruşu da şöyleydi: ASCH’deki
devleti bir proletarya diktatörlüğü olarak tanımlıyordu. Proletarya
diktatörlüğünü, proletaryanın iktidarını başka bir sınıfla paylaşmadığı ve
paylaşmayacağı bir diktatörlük olarak görüyor ve uyguluyordu.
Yani, AEP “tüm
halkın devleti” revizyonist tezini Marksist-Leninist açıdan eleştirir ve mahkum
ederken ülkesinde de eleştirilerinin gereğini tutarlıca yerine getiriyordu.
Teorisi ve pratiği uyumluydu. Eleştirileri lafta kalmıyordu. Eğer AEP, lafızda
Marksist-Leninist doğruları savunup pratiğinde bambaşka bir şey uygulamış
olsaydı, AEP’in takındığı bu tutum, kuşkusuz ki komünist bir tavır olmayacaktı
ve komünist de olmayacaktı.
O dönem ÇKP
“tüm halkın devleti” tezini Marksist-Leninist lafızlarla mahkum ederken pratik
duruşu şöyleydi: ÇKP Çin devletini proletarya diktatörlüğü olarak tanımlarken,
bu devletin proletaryanın önderliğinde proletaryanın, küçük burjuvazinin,
köylülüğün, “barışçıl yoldan sosyalizme kazanılmış milli burjuvazinin” devleti
olarak tanımlıyordu. Ve ÇKP’ye göre bu devlet, proletarya önderliğinde (!) tüm
halkın devletiydi. Ki bu tanımlamayı yaparken, ÇKP, sözde 1956 ile birlikte
Çin’in sosyalizme geçtiğini çoktandır açıklamış olduğunu hatırlatmak ve konu
hakkında bilgi eksikliği olan okuyucuları da uyarmak isteriz.
Lafzi düzeyde Kruşçevizmin “tüm halkın
devleti” tezini Marksist-Leninist doğruları tekrarlayarak karşı çıkan, ama
kendi ülkesinde, başında olduğu diktatörlüğü (devleti) yukarıda saydığımız ve
“halkı” oluşturduğu söylenen sınıf ve tabakaların devleti olduğu tezini savunan
Mao ve ÇKP’si, gerçekte, tüm halkın devleti revizyonist tezini, özgün
konumundan savunup uyguluyordu. ÇKP’nin yönettiği devlet tipik bir küçük
burjuva devrimci-demokratik diktatörlüktü ve orada sosyalizme ise hiçbir zaman
geçilmemişti ve küçük burjuva devrimci bir parti olan ÇKP’nin, küçük burjuva
devrimci bir ideoloji olan Maoizm’in (Mao Zedung Düşüncesi) önderliğinde de
zaten bu olanaklı değildi ve olamazdı da! ÇKP’nin “sosyalizm denemesi” tipik
evet tipik bir küçük burjuva sosyalizmi çizgisiydi ve proletarya sosyalizmiyle
de uzaktan yakından bir ilişkisi yoktu. Bu olguların vurgulanması gerekir. Bu
somut tarihsel gerçeği atlayarak, karartarak, çarpıtarak yapılacak her
değerlendirme açık ki, oportünizmdir.
AEP, “tüm
halkın partisi” revizyonist tezini makum ederken, teorisi pratiğiyle de
uyumluydu. Bildiğimiz yeni tip Bolşevik parti teorisine bağlı kalıyor ve
uyguluyordu. Komünist partisini oportünizmden arınmış, tek merkeze, tek
çizgiye, tek disipline sahip, proletaryanın tüm savaşım ve örgüt biçimlerini
yöneten proletaryanın en üst kurmayı, genelkurmayı olarak görmekte ve
pratiğinde de teoriye uygun davranmaktaydı.
Maoizm ve ÇKP
ise, görünüşte, tümüyle lafızda “tüm halkın partisi” tezini eleştirirken, öte
yandan da 1935’lerden beri ÇKP’yi gerçekte tüm halkın partisi teorisine uygun
yapılandırmıştı. Maoizm, başından beri yeni tip Bolşevik parti teorisini
açıktan mahkum etme cesareti göstermeden, daima, komünist partilerde iki çizgi
mücadelesini, pek çok çizgilerin varlığını teorileştirip, meşru görüp, aynı
parti içerisinde yer alacağını ve yer alması gerektiğini savundu. Oportünizmden
arınmış, burjuva ve küçük burjuva çizgilere yaşam hakkı tanımayan, yalnızca tek
çizgiye sahip; Marksist-Leninist çizgiye, disipline ve önderliğe sahip parti
teori ve pratiğine daima saldırdı. ÇKP, yaşamı boyunca bir hizipler federasyonu
olarak örgütlendi. Halkı oluşturan sınıf ve tabakaların farklı çizgileri,
hizipleri, merkezleri ÇKP içerisinde varlığını korudu vb. Yani ÇKP’nin teori ve
pratiği, içeriksel olarak zaten revizyonist “tüm halkın partisi” tezine
dayanıyordu. Dahası Çin’in kendi somut tarihsel gerçekleriyle bağlı olarak ÇKP
özellikle de Mao Zedung’un 1935 yılında bir tür askeri bir darbeyle parti içi
iktidarı ele geçirmesinden sonra tipik militarist özellikler de taşıyordu. ÇKP
içi iktidar savaşlarında daima ordunun özel bir ağırlığı olmuştur. Partiyi kontrol
etmek orduyu kontrol etmekten geçiyordu…
Peki, bu
olguları hiçe sayarak ÇKP gerçeğini görmezden gelmenin komünistlere, UKH’ya
acaba nasıl bir ilkeli faydası olabilir? Tasfiyeciliğin tavrı ilkelerle, somut
gerçeklerle nasıl bağdaşabilir? O halde hangi yolu izlemek gerekir acaba!..
Tasfiyeci
oportünizm, 57 ve 60 belgelerini, özetlersek, şöyle savunuyor:
Eklektik bir karakter taşımasına karşın lafzı
açısından Deklarasyona, Marksist kavramların hakim olduğu, Marksist
yaklaşımların damgasını vurduğu söylenebilir. Bir bakıma uluslararası komünist
hareketin içerisinde Marksist devrimci eğilimin, revizyonist gerici merkeze
karşı mücadelesinin belgesi olarak kabul edilebilir. Çünkü revizyonist merkezin
gerçeğine denk düşen SBKP 20. Kongre çizgisidir. Oysa 20. Kongreyi onaylamış
olmasına karşın, Çin ile SSCB arasında siyasal ittifaka dayanan Deklarasyona
Marksist devrimci eğilimin mücadelesi damgasını vurmuştur.
Bu
değerlendirmeye katılmak mümkün değil. İdeolojik uzlaşıcılık, ortacı oportünizm
bu değerlendirmeye damgasını basmaktadır.
Nesnel, bilimsel, denetlenebilir gerçek şudur:
Kruşçev
revizyonizmi önderliğinde toplanan ve “oy
birliğiyle” onaylanan 1957 ve 1960 UKH toplantı belgeleri, gerçekte modern
revizyonizmin damgasını taşıyan
belgelerdi.
Bu belgeler, incelendiğinde
de rahatlıkla görülebileceği gibi, bir uzlaşmanın
ürünüdür. AEP, ÇKP, Kore Emek Partisi, Vietnam İşçi Partisi vb partilerin
modern revizyonist çizgiye karşı değişik düzeylerdeki tepki ve mücadelesi, bu
belgelerin Marksizm-Leninizm ile revizyonizmin eklektik bir bileşkesi olarak çıkmasına yol açmıştır. Kanımızca, E. Hoca ve AEP’in iddia ettiği gibi,
bu belgeler ilkesel olarak Marksist-Leninist
belgeler değildir. Bu belgeler, tüm Marksist-Leninist lafazanlığına karşın
ve dahası Kruşçevizmin geri adım atarak imzalamış olmasına rağmen, modern revizyonizmin damgasını taşıyor.
Belgelerde 20. Kongre onaylanıp övülüyor, 20.
Kongre’nin tüm temel oportünist gerici tezleri de oy birliğiyle onaylanmış olan
belgelerde yer alıyor.
Bizce, bu
belgeleri revizyonist belgeler olarak mahkum etmeli ve AEP’in tavrı da açıkça eleştirmelidir. Böylece Marksist Leninist
Komünist hareketin öten beri savunarak geldiği oportünist zaafının da
özeleştirel düzeltilmesi gerekmektedir.
Konuyu birkaç
noktada açalım.
60 belgesi, Marksizm-Leninizm’le
modern revizyonizmin eklektik bir bileşiminden oluşan bir uzlaşma belgesidir.
Proletarya ile
yeni burjuvazinin, Marksizm-Leninizm ile modern revizyonizmin, kapitalizmin
yeni bir yoldan yeniden inşası, sosyalizmin tasfiyesi ve dünya devrimini
söndürme çizgisi ile sosyalizmi, devrimi, uluslararası proleter devrimi savunma
ve geliştirme çizgisinin uzlaşmasına dayanan bir belge komünist, “uluslararası
komünist hareketin savaş bayrağı, çalışma kılavuzu” olamaz. Altında AEP’in
imzası olsa da ve “oybirliğiyle kabul” edilmiş olsa da, “Yaratıcı
Marksizm-Leninizmin eliyle programlaştırılan… uluslararası komünist hareketin
ana ilkeleri” (Bkz. Komünist Ve İşçi Partilerin 4 Toplantısı, Ürün Yay.) olarak
kabul edilemez. Uzlaşmanın ürünü de olsa, çok zor bir tarihsel dönemece
girilmiş olmasından kaynaklanan özel bir baskılanma da olmasına karşın bu
belge(ler) onaylanamaz ve Marksizm-Leninizm’in damgasını bastığı savunulamaz.
Belgeye Marksizm-Leninizm’in damgasını bastığını ileri sürmek ilkeli teori ve pratikten
kopmaktır ya da ilkeli teori ve pratikle çelişkili, ideolojik uzlaşıcılıktır. İlkelerden taviz verilemez. İdeolojik
uzlaşıcılık kabul edilemez. Eklektisizm, oportünizmdir; oportünizmin bir
biçimidir. Ve oportünizm daima “somut koşullar”, “özgün durum”, “koşulların
zorunlu gereği” vs. ardına gizlenerek, ama Marksist-Leninist lafazanlıkla
konumunu, duruşunu, ilkesizliğini, ideolojik uzlaşıcılığını haklı çıkarmaya
çalışır. Oportünizmi iyi tanımadan onu anlamak da olanaklı değildir. Ve
biliyoruz ki tanınmayan ideolojik bir düşmana karşı da ilkeli mücadele
verilemez. Tek doğru tavır, oportünizme karşı ilkeli tavırdır. Günümüzde
postMarksist akıntının değişik renk ve tonlarda açığa çıkan ve
Marksizm-Leninizm’e ve devrimci proletaryaya karşı mücadele eden çevrelerinin
ve bundan etkilenenlerin ya da izleyicilerinin artık eski uluslararası
ideolojik merkezlerin kalmadığı, sosyalizmin bir döneminin kapandığı, artık
eski ideolojik ayrılıkların önemsizleştiği, böylece Marksizmin tabanı üzerinde
duran akım ve çevreleri birleştirmek gerektiği, zaten Marksizm’den,
Marksizm-Leninizm’den bahsedilemeyeceği, Marksizmlerden,
Marksizm-Leninizmlerden bahsetmek gerektiği, bunun “yaratıcı Marksizm”in ve
“21. asrın sosyalizmi”nin bir gereği olduğu, dogmatizmin, muhafazakarlığın,
ideolojik-teorik tutuculuğun “yaratıcı Marksizmin” gelişiminin önünde bir engel
olduğu türünden tasfiyeci revizyonist görüşlerin prim yapmasının tesadüfi
olmadığı, komünist hareketi silahsızlandırmak rolü oynadığı ise net ve
kesindir. Kuşkusuz ki bu vb. teori ve tezler, 1980, özellikle de 1989-91
sürecinde atağa kalkan küreselleşmeci yeni tip sol liberalizmin,
postmodernizmin, postMarksizmin, “Ezilenlerin Marksizmi”nin ideolojik
liberalizmiyle bağlı savunulardır.
“Barış içinde
bir arada yaşama”, “barış içinde yarış”, “kapitalizmden sosyalizme, barışçıl,
parlamenter yoldan geçiş”, “kapitalist
olmayan yoldan kalkınma”, “kişi kültüne karşı mücadele”, “kişilik kültünün
zararlı sonuçlarının giderilmesi”, “yaratıcı fikirlerin gelişmesine engel olan
kişilik kültüne yol vermemek”, “sosyal demokrat partilerle” işbirliği ve
bağlaşma, “şimdi önümüzdeki seçenek şudur: ya değişik sosyal düzenli
devletlerin barış içinde yan yana yaşaması, ya yıkıcı savaş! Başka çıkar yol
yoktur” diyerek devrimi ve sosyalizmi reddeden bir belge nasıl olurda
“Marksizmin damgasını” vurduğu bir belge ilan edilebilir?! Bizce bu, kabul
edilemez.
Parti ve
iktidarı gasp ederek SBKP’yi kapitalist restorasyonun öncü partisi, proletarya
diktatörlüğünü tasfiye ederek yeni tipten burjuva diktatörlüğü haline
getiren Kruşçev modern revizyonizmi ve
yeni burjuvazinin önderliği haline gelmiş SBKP’yi, “oybirliğiyle” “dünya
komünist hareketinin öncüsü” ilan eden bir belge nasıl olur da “Marksist
devrimci eğilimin damgasını bastığı” bir belge ilan edilebilir?! “SBKP’nin XX.
Kongresi’nin tarihsel kararları, yalnız bu Parti ve SB’nde komünizmin
kuruculuğu için büyük önem taşımakla kalmamış, bu kararlar, aynı zamanda dünya
komünist hareketinde yeni bir aşamanın başlangıcı olmuş ve bu hareketin
Marksizm-Leninizm üzerinde daha da gelişmesine yardım etmiştir.” diyen bir
belge nasıl olur da “Marksist devrimci eğilimin damgasını vurduğu” ciddi ciddi
ileri sürülebilir?! Kruşçev modern revizyonizmi, tarihin tanık olduğu en büyük,
en yıkıcı ihanet olduğuna göre, 1960 belgesini onaylayan uluslararası toplantı
1960 yılında toplandığına göre, 1956 ile 60 arası yeni burjuvazinin partisi ve
kapitalist restorasyon yolunda dolu dizgin at koşturan SBKP’nin o arada 20. ve
21. kongrelerini yaptığına göre, bu 4 yıllık süreç diliminin oldukça önemli
olduğu çok açıktır. İşte 60 belgesini “oybirliğiyle” onaylayan uluslararası
konferans böyle önemli ve kritik bir sürecin ardından toplanmıştır. Ama buna
karşın komünist ve devrimci partiler yine de bu belgeye onay vermişlerdir.
Bunun kabul edilemez bir tavır olduğu açıktır.
Bu tavrı
onaylamak, bu belgeyi “Marksist” ilan etmek demek, yarın benzer durumlarla karşılaşıldığı koşullarda benzer bir tavır
takınmayı gündemleştirecektir. Bunu unutmamalıyız. En nihayetinde bugüne ve
geleceğe dönük uygulamak için geçmişten ders çıkarttığımıza göre
söylediklerimizle kimseye bir haksızlık yapmamaktayız. “Sezar’ın hakkı
Sezar’a!”…Kanımızca bu vb. gibi analizler tam bir tutarlılıkla reddedilmelidir.
60 belgesi, ne bizlere ne de dünya komünistlerine örnek olamaz. İsteyenin
istediği yana çekebileceği, ortacı oportünist bir belgedir. 57 ve 60 uzlaşması,
zamanında modern revizyonist ihanete karşı daha baştan ilkeli ve açık bir
mücadelenin yürütülmesini, gerçek tehlikenin boyutlarının görülmesini ve zamanında
açıklanmasını önlemiştir. Kapalı kapılar arkasında olan bitenden habersiz
komünistlerin ve devrimcilerin kafa karışıklığını da geliştirmeye hizmet
etmiştir. Belgeler ve uzlaşmalar esas olarak Kruşçevizm’e hizmet etmiştir. AEP
de konuyla ilgili tutucu davranarak “koşullar” gerekçesi ile bu belgelerin
“Marksist-Leninist belgeler” olduğunu daha sonraki süreçte de savunmaya devam
etmiştir.
Sonuç
itibariyle, söz konusu ortacı oportünist tavır ve analizlerle sorun ortaya
doğru koyulamaz. Eleştire geldiğimiz tezler ve analizler, gerçekte Maoizm’in ve
ortacı oportünizmin ideolojik etkilerinin yansıma biçimlerinin bir kısmıdır.
Açık ki daha etkili bir ideolojik mücadelenin geliştirilmesine gereksinim var.
Yukarıda,
AEP’in tavırlarını çeşitli açılardan eleştirmiştik. Konunun öneminden dolayı,
incelediğimiz sorunla bağlı olarak, Enver Hoca ve AEP’in takındığı tavrı,
doğrudan kendi kaynaklarından aktarmak yararlı olacaktır.
AEP MK, 27
Mayıs 1960 tarihli, “Gerçek Birlik Ancak Marksist-Leninist İlkeler Temelinde
Sağlanır Ve Güçlenir” başlıklı mektubu, SBKP ve ÇKP MK’larına yollar. Bu
mektuptan bazı aktarmalar yapacağız.
Mektupta, ünlü
“Bükreş toplantısı”nda olan bitenlerin öyküsü anlatılır. Olayın özü, Kruşçev
revizyonizminin, bir oldu bittiye getirerek, komplocu bir tarzda ÇKP’yi mahkum
etme ve ÇKP’yi tecrit ederek, baskı altına alarak boyun eğdirme vb.
girişimidir. AEP bu komplo ve provokasyona karşı çıkar ve kararlı bir tarzda
mücadele eder. Toplantıda, bu girişime karşı koyan başka partiler de
bulunmaktadır. Konu hakkında, mektupta şunlar söylenmektedir:
“Değerli
Yoldaşlar,
“Bilindiği
gibi, bu yılın Haziran ayında yapılan komünist ve işçi partileri temsilcileri
Bükreş Toplantısında, AEP heyeti Partimiz MK’nın talimatları doğrultusunda,
SBKP ile ÇKP arasında ortaya çıkan anlaşmazlıklar konusunda, SBKP heyetinin ve
bu toplantıda hazır bulunan parti heyetlerinin çoğundan farklı bir tavır
almıştır.” (Enver Hoca, Modern
Revizyonizmle Mücadele, s. 75, Günce Yay.)
AEP bu toplantıda, Kruşçev revizyonizminin
söz konusu komplo ve provokasyonuna ilke ve yöntem açısından karşı çıkarak
muhalefetini şekillendirir. SBKP ve ÇKP arasında ortaya çıktığı söylenen görüş
ayrılıklarının Leninist normlara uygun olarak çözümünden yana olduğunu
bildirir.
“Bu sebepten
dolayı (Leninist normların çiğnenmesi-bn), Bükreş Toplantısında Partimizin
Heyeti, bu anlaşmazlıkların SBKP MK ile ÇKP MK arasında doğduğunu, bunların iki
taraf arasında görüşmelerle halledilmeye çalışılması gerektiğini, bundan da bir
sonuç çıkmazsa görüşlerini açıklamaları için meselenin bütün kardeş partilere
açıklanması gerektiğini söyledi; Partimizin Heyeti yine, Bükreş Toplantısının
vaktinden erken yapıldığını ve Leninist normlara uymadığını açıklamıştır. SBKP
ile ÇKP arasındaki anlaşmazlıklar konusundaysa AEP’in görüşünü, Kasım ayındaki
komünist ve işçi partileri toplantısında açıklayacaktır.
“Doğal olarak,
SBKP ile ÇKP arasındaki anlaşmazlıklar, büyük bir ilkesel, ideolojik ve siyasi
bir öneme haizdirler ve bu anlaşmazlıkların çözümü sosyalist kampın ve
uluslararası komünist hareketin birliği için hayati bir önem taşımaktadır. Bu
anlaşmazlıkların çözümü bugün sadece Arnavutluk Emek Partisi de dahil bütün
Marksist partileri ilgilendirmekle kalmamaktadır, üstelik bütün Marksist
partilerin görevi bu anlaşmazlıkların çözümlenmesine katkıda bulunmaktır, çünkü
bu anlaşmazlıklar daha şimdiden SBKP ile ÇKP arasındaki ilişkiler çerçevesinden
çıkmış ve uluslararası bir nitelik kazanmıştır.” (age., s. 77)
Bükreş
toplantısında bir oldubittiyle karşı karşıya kalan AEP, koşulları içerisinde,
takınılması gerekli temel tutumu takınmıştır. ÇKP’nin Kruşçev revizyonizmi
tarafından mahkum ve tecrit edilmesini diğer bazı partilerle birlikte
önlemiştir. AEP’in bu tutumu ile Kruşçevciler AEP’e ve ASHC’ne karşı baskı ve
saldırılarını yoğunlaştırmıştır.
Enver Hoca’nın
AEP’in tavrını ifade eden, “Moskova’da 16 Kasım, 1960’da 81 Komünist ve İşçi
Partisinin Toplantısında” yaptığı konuşmanın belgesine düşülen “Sunuş”
açıklamasında, şunlar yazılmaktadır:
“AEP’in,
Kruşçevci Sovyet önderliğinin revizyonist görüşlerine karşı sürdürdüğü
mücadele, SBKP’nin XX. Kongresi’nden hemen sonra başlamıştır. Bu mücadele
başlangıçta doğrudan doğruya ve açık olarak sürdürülmediği halde, AEP,
kuşkularıyla karşı çıkmalarının tümünden SBKP MK’ni haberdar etmiştir. AEP
bunun, komünizm düşmanlarının eline bir silah vereceği kaygısıyla, her yola
başvurarak, SBKP ile arasındaki uyuşmazlıkları ilan etmekten kaçınmıştır. Diğer
yandan, Parti, Kruşçev’in gerçek niyetlerinin henüz farkında değildi. Bu
nedenle de, uyuşmazlıkları yoldaşça bir havada, konuşmalar ve danışmalarla bir
çözüme bağlamaya çalışmıştır. İlkelere bağlı bir tutumu muhafaza ederken,
Sovyet önderlerinin yanılgılarını kavrayıp doğru yolu seçmeleri için uğraştı ve
bunu umut etti.
“Sovyet
revizyonistlerinin gerçek hain nitelikleri, gittikçe AEP için apaçık olmaya
başladı. Hainlikler açığa daha çok vuruldukça, AEP’in, onu tamamen teşhir etmek
ve ezmek için Kruşçevci revizyonizme karşı sürdürdüğü savaş da daha sert ve
uzlaşmaz olmaya başladı.” (age., s. 120-121)
Enver Hoca ve
AEP belgelerinden açıkça görülebileceği gibi, Kruşçev revizyonizmine
(SBKP 20. Kongresi sonrası) karşı ilk eleştiriler ÇKP tarafından yapılmıştır.
Tartışmalar SBKP ile ÇKP arasında patlak vermiştir. AEP bu tartışmalardan daha
sonra haberdar olmuştur. Olduktan sonra da, sorunun derinliğini ilk anda
bilince çıkaramasa da, ÇKP ile birlikte davranmıştır. İnceleyebildiğimiz tüm
belgelerde, E. Hoca ve AEP’in eleştirilecek hata ve zaaflarına karşın, temel
tutumunun Marksist-Leninist bir tutum ve duruş olduğu açıkça görülmektedir.
Sorunun ilk anda derinliğine bilince çıkarılamaması, gecikmeli cepheden
mücadele, 57 ve 60 belgelerinin, eleştirel olsa da, Marksist-Leninist görülmesi
vb gibi hata, eksiklik ve zaafları, AEP’in duruşunun ilkeli bir duruş olduğu
gerçeğini değiştirmez. Kruşçev modern revizyonizminin henüz resmen iktidarı ele
geçirmeden önce (1956 öncesi) Titoizm’le
başlayan flörtü, giderek Titoizm’i sahiplenmesi, AEP bakımından özel bir
uyarıcı rolü olmuştur.
Titoizm denen
modern revizyonizmin bu ilk biçiminin Kruşçevci revizyonizm tarafından, henüz
resmi olarak politik iktidarı ele geçirmediği bir dönemde, 1955’te aklanması,
Enver Hoca ve AEP’in Kruşçev revizyonizmine karşı, henüz Titoizm somutunda da
olsa, Marksist-Leninist bir eleştiri ve duruş sergilemesine yol açmıştır. AEP
ile ilgili yapılacak değerlendirmelerde özel olarak bu olgunun bilince çıkarılması gerekir. Bu olgu,
Titocu modern revizyonizm somutunda da olsa, AEP’in, 20. Kongre öncesi modern
revizyonizme karşı bir mücadele başlattığı anlamına da gelmektedir.
Unutulmamalı ki, Kruşçev modern revizyonizmiyle Titocu modern revizyonizm
arasında içsel bir bağ vardı, vardır.
Titoculuk Kruşçevizmden önce ortaya çıkarak, sosyalizme, Sosyalist Kamp’a,
proletarya diktatörlüğüne, “Stalinizm”e saldırmaya başlamıştır ve böylece Kruşçevizm’e de yol göstermiştir.
Dolayısıyla AEP’in Titoizme karşı mücadelesi, Kruşçevcilerin, SBKP yönetiminin
Titoizmle uzlaşma, anlaşma, işbirliği yönelimine karşı mücadelesi, modern
revizyonizme ve SSCB’de politik iktidarı ele geçirmek için son hamlesini
yapmaya çalışan yeni tip burjuvaziye karşı mücadele karakteri taşımaktaydı.
AEP ve Enver
Hoca’yı revizyonizmle ve ihanetle eleştiren Maoistler vb. gibi akımlar, bu
gerçeğin üstünü örtmeye de özel bir önem vermektedirler. AEP ve Enver Hoca, ne
Titoizm’in ne de Kruşçevizm’in baskılarına boyun eğmemiş ve modern
revizyonizmin her türevine karşı da ilkeli Marksist-Leninist bir mücadele
yürütmüştür. Bu tarihsel teorik ve pratik gerçeğin yok sayılması, tahrif
edilmesi oportünizm ve tasfiyeciliğin çarpıcı görünümlerinden birisidir.
Enver Hoca ve
AEP, eleştirilerini kendilerine saklamamış, belirlenmiş olan işlerlik ve
çerçevede, SBKP yönetimine de iletmiş ve tartışmıştır.
AEP’in, 81
komünist partisinin toplantısındaki tavrı açık ve nettir. Enver Hoca’nın
toplantıdaki konuşması bu konuda ilkeli, açık ve nettir. AEP’in, belgelerinde
açıklıkla ifade ettiği “İdeolojik uyuşmazlıkların mevcut ve vahim olduğu ve
bunların SBKP ile ÇKP arasında ortaya çıkıp geliştiği konusunda en ufak bir
şüphe yoktur” (age., s. 147) vb. vurguları rastlantısal değildir, aksine,
gerçeğin bir temel yanını ifade etmektedir. Enver Hoca’nın konuşmasında “Çin
belgelerine göre, ÇKP ilke üzerindeki bu uyuşmazlıkları, SBKP 20. Kongresinden
hemen sonra Çinli yoldaşlar tarafından ortaya atıldığını söylemektedir.” (age.,
aynı yerde) saptaması da yukarıdaki sözlerinin yanı sıra yer almaktadır.
AEP’in, çeşitli
platformlarda “Söz konusu anlaşmazlıklar, SBKP ile ÇKP arasındaki,
anlaşmazlıklardır.” ifadeleri AEP’in “tarafsızlık” politikasını ifade ettiğine
dair eleştiriler de objektif eleştiriler değildir. Çünkü AEP, bu ifadelerle
birlikte ya da yanı sıra, söz konusu ayrılıkların derin ideolojik ve siyasal
karakter taşıdığını, ikili görüşmelerle ve uluslararası toplantılarla çözülmesi
gerektiğini daima vurgulamıştır. Sorunun patlak verdiği ilk dönemde, sorunlar
hakkında sağlıklı bilgi ve belgelerin henüz elde olmadığı koşullarda, söz
konusu vurgunun taktiksel politik bir manevra gücü taşıdığı için de
kullanıldığı düşünülebilir ayrıca. Kuşkusuz, 20. Kongre ve ayrıca 20. Kongrenin
ardında ÇKP ile SBKP arasında patlak veren kriz, birer “şok” durumu yaratmıştır
ve ilk anda AEP üzerinde de derin etkiler yaratmıştır; dolayısıyla
mükemmeliyetçi değerlendirmelerle AEP ve Enver Hoca değerlendirilemez, hata,
eksiklik ve zaaflardan azade bir AEP tablosu çizilemez. Yukarıda, “Sunuş”
yazısından aktardığımız değerlendirme de bu bakımdan ayrıca uyarıcıdır. Ramiz
Alia tarafından 1975 yılında yazılmış ve AEP MK yayın organı olan Zeri-i
Popullit’te yayınlanmış olan makalede ki şu açıklama da dikkate değerdir:
“Partimiz
hiçbir zaman 20. Kongre’nin tezlerinin özüyle ve Kruşçev’in gerici eylemleriyle
uzlaşmamıştı. Partimiz, parti kanalları aracılığıyla Sovyet yöneticilerine bu
itirazlarını bildirmişlerdi. Gene de, Kruşçevci tezlere, propagandaya ve somut
faaliyetlere uygun düşmeyen kendi görüşlerini savunurken, taktik nedenlerle ve
ayrıca Sovyet yöneticilerinin ve özellikle Kruşçev’in bugün bir türlü, ertesi
gün öbür türlü konuşmaları yüzünden, Partimiz 1960’a kadar açık ve aleni
polemiğe girişmemişti.” (age., s. 274)
Burada
hatırlatmak gerekir ki, ÇKP de aynı tutumu takınmış ve 1960 yılına dek açık
polemik tavrına girmemiştir. AEP belgelerinden de açıkça görüleceği gibi, 57 ve
60 belgeleri, oy birliği ile onanmış olmasına karşın, AEP bu belgeleri
eleştirisiz, kayıtsız şartsız değil, kayıtlar düşerek, eleştirel desteklemiş ve
onaylamıştır. Her iki belgenin onayı sırasında da, yanlış,
anti-Marksist-Leninist gördüğü fikirleri açıklıkla eleştirmiştir. Enver
Hoca’nın “Modern Revizyonizmle Mücadele” kitabı da başvurulacak kaynaklardan
biridir bu konuda. Bu vb. AEP kaynaklarında, AEP’in güçlü yanlarının yanı sıra
zayıf, hatalı, yetersiz tutumlarını da görebilmekteyiz…
AEP ve Enver
Hoca, Maoizm’i mahkum etmeden önce, Mao Zedung ve ÇKP’nin Uluslararası Komünist
Hareket’in başında olduğunu da savunmuştur. AEP’in, Maoizm’i mahkum etmeden
önceki belgelerinden bunu açıklıkla görmekteyiz. Maoizm’in red ve mahkum
edilmesine dek geçen tarih kesitinde, dünya komünist hareketi, yalnızca Mao ve
ÇKP’yi değil yanı sıra Enver Hoca ve AEP’i de UKH’nın lideri olarak kabul
etmekteydi. Bu gerçeği de hatırlatmak isteriz.
*Neden örneğin “Marksist-Leninist
devrimci eğilim” değil de sadece “Marksist devrimci eğilim”?!!! Post-modernizm
ve post-Marksizmin Leninizm’i, Leninist kavramını unutturmak için özel bir
baskı örgütlediği son çeyrek yüzyılda, kendi öz literatürümüze sıkı sıkıya
bağlı kalmamak, “Marksizm”, “Marksist eğilim”, bilmem ne Marksist kurumu,
Marksist teori vb. gibi kavramlarla yetinmek, açık ki küreselleşmeci ideolojik
liberalleşmeden, “Ezilenlerin Marksizmi”nden, tasfiyeci oportünizmden çok ciddi
bir etkilenmeyi, ideolojik yıpranmayı ve gerilemeyi ifade etmektedir. Yani bu,
rastlantıyla ortaya çıkan bir tavır değildir! Özelde buna dikkat çekmek
gerekmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder