TASFİYECİLİK ve “EZİLENLERİN
MARKSİZMİ”!
Aşağıda yayınlamakta olduğum
yazı, basımı bir hayli geciktirilmiş olan yeni kitabımın (KESİNTİSİZ DEVRİM ve
İKTİDAR SORUNU) Önsöz’ünü oluşturmaktadır. Uzatmadan vurgulamak gerekirse: Marksizm-Leninizm’in
ve enternasyonal proletaryanın tarihsel ve güncel devrimci sosyalist rolünün revize
edilmesi ve yadsınması, yeni tip tasfiyeci sol liberalizmin bir biçimini
oluşturan “Ezilenlerin Maksizmi”ne damgasını basmaktadır. Gerçekte bu revizyon,
inkar ve manipülasyon eylemi, uluslararası burjuvazinin, kapitalizmin, burjuva
ideolojisinin Marksizm-Leninizm’e, proletaryaya, proletarya sosyalizmine karşı bilinçli
saldırısının bir ürünü ve yankısıdır. Marksizm-Leninizm’in yerine “Ezilenlerin
Marksizmi’ni, proletaryanın yerine “Ezilenler”i, Marksist-Leninist Komünist
karakterli partilerin yerine “Ezilenlerin Marksist Partisi”ni, proletarya
sosyalizminin yerine “ezilenlerin sosyalizmi”ni geçirme operasyonu post-modernizme,
post-Marksizme dayanmaktadır. Post-modernizm ve onun bir biçimi olan post-Marksizm
“neoliberalizm”in “solcu” versiyonudur; daha fazlası değil! “Ezilenlerin
Marksizmi” denen şey de post-Marksizmin ta kendisidir ya da post-Marksizmin
renklerinden birisidir sadece. Değişik renk ve tonlarıyla söz konusu akım ve bu
akımın dayandığı, ürettiği teori ve tezler revizyonizm, reformizm, oportünizm,
anarşizm, modern revizyonizm ve “Batı Marksizmi” tarafından temsil edilen
tarihsel çizginin ya da çizgilerin “küreselleşme” ve “sosyalizmin yenilgisi”
koşullarındaki bir yeniden üretimini ifade etmektedir. Israrla kendisini
yenilikçi, en yenilikçi, en ilerici ve en radikal ilan etse de, gerçekte,
baştan aşağı bir bataklıktır ve hiçbir ilerici, devrimci, sosyalist niteliği ve
enerjisi bulunmamaktadır. Söz konusu tasfiyeci revizyonist akıntıya karşı ideolojik
mücadeleye bir katkı olması dileğiyle “Önsöz”ü yayınlıyorum.
ÖNSÖZ YERİNE
Elinizdeki kitap, burjuva demokratizmin, onun bir biçimi olan küçük burjuva
demokrasisinin; burjuva ve küçük burjuva bir akım olan post-modernizmin,
post-Marksizmin Marksizm-Leninizm’e ve enternasyonal proletaryaya karşı
ideolojik saldırılarının sistematik bir tarzda sürdüğü bir tarih kesitinde
çıkmaktadır. Kitap, Marksizm-Leninizm’in proleter dünya devrim teorisinin bin
bir biçimde tasfiye edilmeye çalışıldığı, proletaryanın sosyalist
görevlerinin, sosyalist mücadelesinin,
sosyalist toplum projesinin, azami programının gözden yitip gittiği; keza, ya
demokratik devrimci görevlerin yok sayıldığı ya da her şey haline getirildiği
koşullarda, oportünizmin sağ ve “sol” biçimlerine karşı programatik nitelikte
bir ideolojik mücadele karakteri taşımaktadır.
Her rengiyle post-modernist akımın idealist şarlatanlığının ve tasfiyeci
saldırılarının aksine, sınıflı toplumların tarihi, sömürenlerle sömürülenlerin,
ezenlerle ezilenlerin mücadele tarihidir. Böylece tarih, sınıflar mücadelesi
tarihidir. Tarihin motoru, sınıf mücadelesidir. Tarihin hareketi, toplumsal
maddi gerçeğin hareketidir. Tarih, insanın maddi üretimle tarihe girişiyle
tarihtir; “insanları hayvanlardan ayıran ilk eylem, insanların düşünmeleri ile
değil, kendi geçim araçlarını üretmeye başlamalarıdır.” “İnsanlar kendi geçim
araçlarını üretmeye başlar başlamaz,
kendilerini hayvanlardan ayırt etmeye” (Marks) başlamışlardır. İnsan, bilinçli
toplumsal varlıktır ve bilinci de maddi yaşam koşullarına bağlıdır. Evet,
“İnsanların varlığını belirleyen şey bilinçleri değil, tam tersine, onların
bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.” Yine Marks’ın belirttiği gibi
“biçimi ne olursa olsun,” toplum, “İnsanların karşılıklı eylemlerinin
ürünü”dür. “İnsanların maddi ilişkileri, tüm ilişkilerinin temelidir. Bu maddi
ilişkiler, maddi ve bireysel eylemlerin içinde gerçekleştiği zorunlu
biçimlerden ibarettirler.” Üretici güçler, “bundan ötürü de toplumsal
ilişkileri daha da geliştikçe insanlık tarihi, her zamankinden daha çok bir
insanlık tarihi biçimine bürünür.” Böylece insan, “toplumsal ilişkiler bütünü”
olarak insandır. İnsan bilinci, bu temelde maddi yaşam koşulları üzerinde aktif
etkide bulunur. Daima hatırlanmalıdır: “Tarihin, dinin, felsefenin ve bütün
öteki teorilerin devindirici gücü, eleştiri değil, devrimdir. Bu tarih
anlayışı, tarihin sonunun, ‘tinin tini’, olarak ‘özbilinç’te erimek olmadığını,
ama her evrede, maddi bir sonucun bulunduğunu gösterir”.(Marks) Toplumsal
tarihin hareketi, üretim tarzlarının hareketidir ve her üretim tarzı tarihsel
ve geçicidir. Hareket yalnızca maddenin değil, maddi toplumsal tarihin de
varoluş biçimidir.
Toplumların sınıflara bölünmesiyle, tarih, sınıfsal insanın tarihidir. Evet,
tarihin öznesi insandır. Fakat özne, salt kendi başına tarihin yapıcısı da
değildir. Doğanın tarihi, toplumsal tarih, sınıflar mücadelesi tarihi kendi
nesnel maddi gerçeği ve hareketi içinde anlaşılabilir yalnızca. Doğa doğayla,
toplum ve insan toplumsal maddi gerçekle, onun hareketiyle kavranabilir
yalnızca. Doğanın, tarihin, sınıfların, ezme ve ezilme ilişkisinin evrimini,
“insanların gerçek yaşamını, maddi dünyasını, gerçek ilişkilerini meydana
getiren, belirleyen ve egemenliği altında tutan fikirler, düşünceler,
kavramlar”, ruhlar alemi olmamıştır. Tarihin, toplumların, düşüncelerin
gelişimi hem diyalektiktir hem de materyalist. Tarih, Tanrıların, Tanrı
kralların ya da “mutlak idea”nın, “evrensel aklın” tarihi, önderlerin,
kahramanların, iyi ya da kötü niyetli insanların tarihi, düşsel alemlerde
yaratılan ve inşa edilen bir tarih değildir ve olmamıştır. Tarih, ona yön veren
toplumsal tarihin nesnel hareket yasası üzerinde gelişen bir tarihtir. Zorunlu
uygunluk yasası, toplumsal tarihin temel nesnel hareket yasasıdır. Yenin
doğuşu, eskinin dağılması bu hareket yasası üzerinde yükselir. Tarihsel özne ya
da özneler, tarihin akışını geciktirebilir ya da hızlandırabilir, bu bağlamda tarihin
gidişi üzerinde aktif bir rol oynar; ama her halükarda özne, bilinç, öncü
tarihin nesnel hareket yasası ve yasaları üzerinde söz konusu rolünü
oynayabilir ancak. İnsanlık ve bilim nesnel temellerden yoksun bir tarihsel
harekete, toplumsal gelişmeye, çağsal değişikliklere hiçbir zaman tanık
olmamıştır ve olmayacaktır da! Nesnel temellerden yoksun herhangi bir özne ya
da iradeler savaşımı boş bir hayaldir ya da idealist bir saçmalıktan ibarettir
sadece. Sınıflar, sömürülenler, ezilenler, tıpkı ezen, sömüren sınıflar kadar
gerçektir, maddi olgulardır. Ezilenlerin, sömürülenlerin şu veya bu biçimde
ortaya çıkan politik ve toplumsal hareketleri, öncüleri, tarih yapıcıları ancak
kendi maddi ve sınıfsal temelleriyle bağlı olarak anlam ifade ederler ve
tarihsel rollerini oynayabilirler. Tıpkı, Bilimsel Sosyalizm’in işçi sınıfı
hareketinin bilinçli anlatımı olması gibi! Tıpkı, proletarya hareketi ve öncüsü
komünist hareket gibi! Eğer bir fantezi olan ruhlar aleminden değil de,
tarihten bahsediyorsak, nesnel maddi hareketten söz ediyoruz demektir. Eğer
tarihten bahsediyorsak, nesnel hareket yasalarının ürünleri olan öznelerden, bu
öznelerin diyalektik, çapraşık mücadelelerinden bahsediyoruz demektir. Maddi
gerçeğe en yabancılaşmış düşünce biçimi olan din bile sosyolojik bir olgudur,
nesnel gerçeğe dayanır, ondan kaynaklanır; toplumsal bilinç biçimlerinden
birisi olarak nesnel gerçeği tersyüz edilmiş bir biçimde yansıtır.
Nesnel karakterden yoksun, hareket halindeki nesnel toplumsal maddi gerçeğe
dayanmayan bir tarihten bahsedemeyeceğimiz gibi, salt özneye, iradeye, akla,
düşsel tasarımlara, kavramlara dayanan bir tarihten de bahsedemeyeceğimiz
açıktır. Algının, duyumun, duyguların, bilginin, bilincin dışında bir nesnel
gerçek vardır ve birinciler ikincinin özgün bir yankısı ya da yansısıdır. Evet,
tarihin nesnel gerçeği toplumsal maddi gerçektir, dolayısıyla, tarihin yapımına
negatif ya da pozitif yönde katılan tarihsel ve güncel özneler, iradeler
savaşı, maddi gerçekten bağımsız, kendi başına buyruk, keyfi kararlarla işlev
gören bir özneler etkinliği değildir ve olamaz. Özneler, fikirler, teoriler,
politikalar nesnel toplumsal gerçeğin yansısıdır ya da onun
ifadeleridirler. Hareket halindeki
nesnel maddi gerçeğin ifadesi olan sınıfların, sömürülenlerin, ezilenlerin
toplumsal ve politik karşılığı vardır ve bu özneler, pasif ya da aktif, rollerini
de bu temelde oynarlar. Evet, “Tarih hiçbir şey yapmaz, ‘engin zenginliğe sahip
değildir’ o, ‘savaşımlara girişmez’! Tersine, bütün bunları yapan, bütün
bunlara sahip olan ve bütün bu savaşımlara girişen, insandır, gerçek ve yaşayan
insan; hiç kuşkunuz olmasın, insanı kendi ereklerini gerçekleştirmek için
kullanan -sanki kendi başına bir kişiymiş gibi- tarih değildir; tarih, kendi öz erekleri ardından koşan insanın
etkinliğinden başka bir şey değildir.” (Engels) “Genel olarak söylemek
gerekirse, fikirler, hiçbir şeyi iyi bir
sonuca vardıramazlar. Fikirleri iyi bir sonuca vardırmak için, pratik bir
gücü kullanan insanlar gerekir.” (Marks) Demek ki tarih, salt kendi başına
otomatik, mekanik hareket eden, tarihin gelişiminde aktif rol oynayan iradeler,
özneler savaşımından yoksun bir tarih değildir. Aksine, son tahlilde maddi toplumsal gerçek, nesnel gelişme yasaları
belirleyici olsa da, gerçekte, tarihin gidişi üzerinde bilincin, öznelerin,
iradelerin karşı aktif etkisi, geciktirici ya da değiştirici, dönüştürücü güç
ve etkinliği tarihsel gelişimin belirleyici olgularından birisidir. Devrimler, böylece
tarihin lokomotifidir. Dolayısıyla, tarihin öznesi “mutlak akıl”dır idealist
saçmalığı olduğu kadar, “öznesiz ve ereksiz” bir toplumsal tarih teorisi de
kaba materyalist bir saçmalıktan ibarettir. Bu bağlamda gerek kaba materyalizm,
gerekse de sübjektif idealizm, gerekse de felsefi idealizmle felsefi
materyalizm arasında yer alan, felsefi idealizmin değirmenine taze kan taşıyan
bilinmezciliğin (agnostisizmin) değişik renkleri diyalektik materyalizmle,
tarihsel materyalizmle, Marksizm-Leninizm’le asla bağdaşmaz.
Tarihsel hareket, kendi nesnel temellerine dayanır. Tarihsel hareket salt
iradelerle, kalem darbeleriyle, Nabuculuk oyunlarıyla var edilemez ya da yok edilemez.
Toplumsal tarihin gelişim sürecinde, sınıflar mücadelesi temeline dayanan
evrimde, tarihin gidişi üzerinde gerici rol oynayan iradelerle devrimci rol
oynayan iradelerin çarpışması, böylece tarihin yapılışına katılmaları bir
olgudur. Tarihin kendi hareket yasası vardır ama tarih, aynı zamanda nesnel
toplumsal gerçekle bağlı iradelerin
savaşımının da tarihidir. Bu iradelerin savaşı, bir sınıflar savaşıdır,
sınıflar mücadelesinin bir yansısıdır. İşte ideolojik mücadele, söz konusu
iradeler savaşının bir alanı ve temel biçimlerinden birisidir. Ve her ideolojik
savaşım, bir sınıfsal maddi çıkarın, o sınıf ya da sınıfların politik
erekleriyle bağlı dile gelişidir. Tıpkı, “Tarihin sonu!” tasfiyeci ideolojik
saldırısında olduğu gibi! Tıpkı, “Elveda proletarya!” tasfiyeci haykırışında
olduğu gibi! Tıpkı, “Daima merhaba proletarya!”, “Yaşasın komünizm!”
haykırışında olduğu gibi!
Kaotik bir ortam yaratmaya ve proletaryayı ideolojik olarak teslim almaya
çalışan yeni tip burjuva liberal demagoji ve manipülasyona inat, evet, vurgulanmalıdır:
Sınıflı toplumların tarihi, bir sınıflar savaşımı tarihidir. Ve bu tarih, ne
Tanrının, ne herhangi bir kutsal ruhun, ne kralların, ne bireysel
kahramanların, ne ideal planların, ne liderlerin ne de kendini ya da
kendilerini eşi bulunmaz lider ya da liderler olarak pazarlayanların tarihidir.
“Materyalist tarih anlayışına göre, tarihte belirleyici etken, son aşamada, gerçek yaşamın üretimi ve
yeniden üretimidir.” (Engels) Tarihin hareketini salt ya da tek neden olarak
“ekonomik etkene” bağlamak da Marksizm’le, çağımızda Marksizm-Leninizm’le
bağdaşmaz. O tarih, sınıfların, sömürülenlerin, ezilenlerin, büyük kitlelerin
tarihidir. Devrimci özne, devrimci irade bunlara karşılık gelir ve tarihin
hareket yasaları temelinde ona yanıt olduğu oranda işlevselleşir, tarihin
yapımına aktif ve değiştirici özne olarak katılır. Tarihte liderlerin,
öncülerin, partilerin devrimci rolü ancak bu çerçevede anlam ifade eder.
İnsanlar, sınıflar, ezilenler, sömürülenler bu temelde tarihin yapımına katılır;
dünyayı şu veya bu şekilde değiştirme eylemleri bu temel üzerinde yükselir ve
rolünü oynar. Bu bağlamda, toplumsal maddi gerçeğin ifadesi olan sınıflar,
nesnel kategorilerdir. Örneğin bu tarihte, Bilimsel Sosyalizm, Komünist
Partisi, bu niteliklerini korumak istiyorsa, proletaryayı temel almak, işçi
sınıfı hareketine bağlanmak, tarihsel sürece, dünyayı değiştirme eylemine
böylece müdahale etmek zorundadır. Bu durumda, komünist öncünün misyonu ve
pratik-politik duruşu, keyfe bağlı bir tercihle veya seçimle değil, karşılığı
olduğu nesnel gerçeği, temsil ettiği sınıfı, bu sınıfın nesnel sınıfsal
çıkarlarının bilinçli savaşçı ifadesi olmak zorundadır. Yoksa öncü, komünist
niteliğini kaybeder. Bir diğer vurgu ve anlatımla, post-modernizmin,
post-Marksizmin, “ezilenlerin Marksizmi”nin sınıf siyasetini, sınıf hareketine
bağlanmayı, sınıf hareketine bağlanmış olarak ezilenlerin hareketine öncülük
edilmesini yadsıyan; önemli olan şeyin, öncünün temsil ettiği sınıftan özerk,
bağımsız siyaset yaparak güç haline gelmesi olduğu düşünceleri temel alınırsa
ya da buna yönelim gösterilirse komünist devrimcilik yapılamaz ya da bu misyon
kaçınılmaz olarak terkedilir. Ki post-Marksizm için önemli olan şey,
Marksizm-Leninizm’i işçi sınıfından, işçi sınıfını da Marksizm-Leninizm’den
kurtararak özgürleştirmektir (!).
Biliyoruz ki, modern dünyada sınıflar, partiler olarak örgütlenir, sınıfsal
çıkarlarının ifadesi olan politik mücadelelerini partileri
aracılığıyla/öncülüğünde yürütürler. Ve bu partiler, temsil ettikleri
sınıfların en bilinçli ve örgütlü kesimini oluştururlar. Yaşadığımız çağ,
emperyalizm ve proleter devrimler çağıdır. Çağımızda kapitalizmin girmediği,
kapitalist dünya pazarına bağlamadığı yer kalmamıştır. Böylece bu maddi temel
üzerinde, günümüzde, halk hareketleri, daha geniş bir ifadeyle ezilenlerin
hareketi de, hangi biçimde ortaya çıkarsa çıksın, ister bir parti, isterse
dinsel bir tarikat, gerçekte bunlar, temsil ettikleri kategorilerin
çıkarlarının sözcülüğünü yapan partilerdir ya da örgütlü siyasal öncü kuvvetlerdir.
Böylece komünist partiler de temsil ettikleri sınıfın, işçi sınıfının
genelkurmayları olarak tarihe müdahale ederler. Eğer komünist partiler “ezilenler”
içerisinde, ezilenleri de kurtuluşa götürecek sonuna kadar tek tutarlı devrimci
sınıf olan proletaryaya dayanmazsa; salt teoride değil, daha önemlisi, pratik bir hareket olarak sınıf
hareketine bağlanmaz ve dayanmazsa, bu iddiasını pratik olarak terk eder(ler)se; teorisi ile pratiği bir
tutarlılıkla yaşam bulmazsa, bu
misyonunu da oynayamazlar; oynamak bir yana, kaçınılmaz olarak “ezilen”ci
oportünizmin, post-Marksist pragmatizmin esiri haline gelirler. Marksizm’in
doğuşundan 170 yıla yaklaşan bir tarihten sonra bu, kuşkusuz ki, bir trajedi,
dahası tam bir komedi olacaktır. Post’lu akımların tasfiyeci saldırılarının
amacı da budur ve bu, kesindir. “Kendi tarihimizi kendimiz yapıyoruz, ama her
şeyden önce belirli öncüllerle birlikte ve çok belirli koşullar içinde.” Bu
perspektife yaslanan iradi bir duruşla, devrimci komünist öznenin değiştirici
devrimci rolü, burada, belirleyici
faktör olarak ortaya çıkmaktadır. Tamda burada, proletaryanın teorik ve pratik
olarak temel alınıp alınmadığı sorunu (ki post’lu akımlar “bunu unutun!”
diyorlar), devrimci komünist öznenin/öncünün iradi olarak tarihsel-politik pratiği
nezdinde devrimci eleştirisi yaşamsaldır. Burada da belirleyici olan, sorunun
asıl, orijinal, bağlayıcı belgeleriyle birlikte devrimci eylemin tarihsel seyrinin eleştirel incelenmesi; söz ile eylemin
birlikte incelenmesidir. Demek ki sorun, yarım yamalak değil, bütünlük içerisinde,
devrimci tarihin gelişimi temelinde teorinin (ve pratik deneyimin eleştirel) ışığında
“okunmalı”dır.
Devrimci proletaryanın temel görevi sosyalist devrimi yapmak, proletarya
diktatörlüğünü kurmak, proletarya diktatörlüğü aracılığıyla nihai amacı olan
komünizme (sınıfsız topluma) gitmektir. Ancak, çağımızdaki mücadeleler salt
sosyalist mücadelelerden oluşmamaktadır.
Çağımızda, proletaryanın tüm burjuvaziye, tüm kapitalizme, meta ekonomisi
sisteminin temellerine karşı yönelen sosyalist ve komünist amaçlarıyla bağlı
mücadelesinin yanı sıra, bir de, sosyalist olmamakla birlikte, emperyalizm ve
gericiliğe karşı mücadele eden değişik emekçi sınıf ve tabakalar, değişik
ezilen toplumsal kategoriler (ulusal, etnik, cinsel, inançsal vb.)
bulunmaktadır. Tüm bu mücadeleler çağımızda, dünya devriminin bir yedeği, bir
müttefikidir. Kuşkusuz ki, ezilenlerin hareketi, ister sınıfsal isterse de
ulusal vb. kimlikler ve talepler etrafında ortaya çıksın, eğer bu hareketler,
emperyalizme yönelmiyorsa, aksine, emperyalizmi güçlendiren, emperyalizme
yedeklenen ya da yedeği haline gelen hareketler ise, bu durumda, bu
hareketlerin ilerici niteliğinden de söz edilemez zaten. Yani sırf bir ezilme,
sömürülme ilişkisi var diye de ezilenlerin gerici rol oynayan hareketleri
desteklenemez.
İşte, elinizdeki kitap, işçi sınıfı ile diğer emekçi sınıf ve tabakalar ve
diğer ezilen toplumsal kesimler arasındaki ilişkileri devrimci proletaryanın
perspektifinden değerlendirmektedir. Proletaryanın sosyalist görevleri ve
mücadelesi ile demokratik görevleri ve mücadelesi bağıntısında, bu iki
mücadelenin hem ayrı hem de birleşik boyutlarını bir bütünlük içerisinde ortaya koymaktadır.
Böylece, devrimci proletaryanın sosyalist
çizgisi ile tüm sömürülen ve ezilen kesimleri kapsayan ve onları içeren demokratik görevleri ve mücadelesi
arasındaki içsel bağı, özgün ve ayırdedici karakteristikleri ve bütünsel
perspektifi somutlaştırmaktadır. Kapitalizmi yıkacak sosyalizmi kuracak tek devrimci sınıf olan işçi sınıfı, sömürülenlerin
ve ezilenlerin bir bileşenidir ama o, sömürülenleri ve ezilenleri de kendisiyle
birlikte kurtaracak, ancak bu yoldan kurtuluşunu başarabilecek ve güvence
altına alabilecek tek sınıftır.
Böylece o, herhangi bir ezilen sınıf, herhangi bir ezilen kategori olmanın
ötesinde, tüm ezilenlerin kavgasının da sonuna dek tek tutarlı devrimci öncüsü,
önderi olan ve olabilecek tek devrimci sınıftır. Son çeyrek yüzyıldır bu temel
gerçeği unutturmaya çalışan, Marksizm-Leninizm’e ve işçi sınıfına ölü köpek
muamelesi yapan yalnızca uluslararası burjuvazi değildir, aksine, aynı muamele,
bu sınıfın yedeği olan “küreselleşme”ci Marksist, sosyalist vs. kılıklı sol
liberal akım ve akıntı tarafından da yapılmaktadır fütursuzca. Bu akıntının
uluslararası sermayeyle birleşik ideolojik saldırılarına karşın, işçi sınıfı
çağımızın tek temel devrimci sınıfı, geleceği elde tutan sınıfı, kendisiyle
birlikte insanlığı sömürüden, zulümden, toplumsal adaletsizlikten
kurtarabilecek biricik devrimci sınıfı oluşturmaya devam etmektedir. Bu rolü
oynamak, onun tarihsel kaderidir. Varsın proletaryanın düşmanları kurt
ulumalarına devam ede dursunlar.
Marksizm-Leninizm ve proletarya adına, sömürülen, ezilen sınıf ve
tabakaların, ezilen ulusun, ezilen ulusal toplulukların, ezilen cinsin, ezilen
inanç ve mezheplerin, ezilen toplumsal kimliklerin demokratik karaktere sahip
mücadelelerini ve onların ilerici demokratik ve devrimci demokratik kavgalarını
küçümseyen, dahası, yok sayan; demokratik mücadelenin üstünden atlamayı bir
erdemmiş gibi sunan herhangi bir akım Marksist-Leninist karaktere sahip olamaz.
Keza, söz konusu sınıf ve tabakaların ve ezilen toplumsal kimliklerin
demokratik mücadelesini her şey haline getiren ya da temel alan, proletaryanın
ve proletaryanın sosyalist mücadelesi ve amaçları yerine ikame eden akımlar da
Marksist-Leninist adını hak edemezler.
Bu bağlamda elinizdeki kitap, proletaryanın demokratik ve sosyalist
görevleri, asgari ve azami programı, demokratik devrim ve sosyalist devrim,
demokratik diktatörlük ve sosyalist diktatörlük ilişkisinde, teoriye ve
tarihsel deneyime, somut gerçeğe dayanarak, halkçı oportünizmle, küçük burjuva
demokratizmiyle ideolojik olarak hesaplaşmaktadır. Kuşkusuz ki, proletaryanın
en geri tabakalarının eğilimlerini temsil eden, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülüğünü
ekonomik-sendikal mücadeleye, politik perspektifini burjuva demokrasisine
indirgeyen işçici eğilim (Menşevizm) Marksist-Leninist adını hakkedemez. Yine
kuşkusuz ki, gerek proletarya adına işçi sınıfı dışındaki sömürülen sınıfların
ve ezilen toplumsal kimliklerin mücadelesine burun kıvırarak bakan “işçici”
eğilim (ekonomizm-Menşevizm), gerekse kent ve kır küçük burjuvazisinin radikal
demokratik eğilimlerini temsil eden halkçı devrimcilik, gerekse, değişik
renkleriyle, ezilenleri temsil eden küçük burjuva demokratik eğilimlerin
radikal, ortacı, pasifist eğilimleri olsun, tüm bunlar, gerçekte,
Marksizm-Leninizm’e yabancı akımlardır. Son tahlilde (çünkü bu akımların
değişik eğilimleri arasında devrimcilikle reformculuk gibi temel bir politik
ayrım bulunmaktadır) bu akımların azami ufku, demokratik kapitalist bir
ekonomik-toplumsal sistemle, burjuva demokrasisiyle sınırlıdır. Ve biliyoruz
ki, en köklü demokratik dönüşümler bile kapitalizmin temellerini yıkamaz. Bunun
için proletaryanın sosyalist mücadelesi ve sosyalist devrimin zaferi gerekir.
Aslında, son birkaç on yıllık tarihsel kesitte ortaya çıkan “küreselleşme”ci
akım (yeni tip sol liberal dalga), ideolojik saldırılarının merkezine devrimci
proletaryayı ve Marksizm-Leninizm’i oturturken bu olgunun keskin bilincini
temsil etmektedir. Ki, bu süreçte, devrimci olan, komünist olan her şey,
istisna tanımaz bir şekilde bu saldırı dalgasının hedef tahtası haline
getirilmiştir. Proletaryadan, devrimden, sosyalizm ve komünizmden intikam
alınmıştır.
Her ne kadar “Marks haklıymış!” haykırışları yeniden canlanarak yükselmeye
başlamışsa da, özellikle 90’lardan bu yana geçen tarihsel kesitin
karakteristiklerinden birisi ve başta geleni, proletaryaya,
Marksizm-Leninizm’e, devrim ve sosyalizme duyulan inanç ve bağlılığın dibe
vurmasıydı. Bu dibe vurma olgusu, emperyalist küreselleşmenin yeni dalgasının
atılımı, revizyonist/kapitalist bloğun çöküşü, küresel çapta devrim ve karşı
devrim arasındaki güç ilişkilerinde dünya devrimi aleyhine ortaya çıkan köklü
değişiklikler temelinde şekillenmişti. İşte tamda bu köklü değişiklikler
sürecinde, yenilgi ve gericilik koşullarında, dünya komünist hareketi ve
uluslararası devrimci-demokrasi komünist ve devrimci konumlarından hızla ve
geniş çaplı uzaklaşmaya başlamıştı. Bu tablo içerisinde, uluslararası
tekellerin dünya devrimi karşısında (siyasal inisiyatifi de ele geçirmesiyle
birleşik), yeni tip emperyalist ideolojik saldırı dalgası ve ideolojik
hegemonyası koşullarında, yeni tip sol liberal bir dalga da kabararak yeryüzünü
istila etti. Buna göre: Tarihin sonuna gelinmişti. Kapitalizm nihai zaferi
kazanmıştı. Proletarya, sosyalizm, devrim, Marksizm-Leninizm mi? Tarih bu
sapkınlıklara da yanıtını zaten vermişti… Uluslararası tekellerin yeni tip
“paradigma”sı ve ideolojik formu olan “neo-liberalizm”, radikalizm ve yenilikçi
giysileri içinde, ilkesiz, pragmatik, belirsiz, eklektik, kaderci, bütünlükten
yoksun, nesnel gerçeği yadsıyan, dünyayı değiştirme mücadelesini inkar eden,
bilim ve teori düşmanlığıyla şekillenmiş tipik muhafazakar karakteriyle, “post-modernizm”,
“post-Marksizm” kılıklarında, son bulduğu iddia edilen sınıflar mücadelesi
arenasını işgal etmişti. Yani, politik mücadele tarihinin belli dönüm
noktalarında görülen şey, bir kez daha, ama kendine has koşullar altında, yeni
tip ideolojik biçimler ve saldırılarla gündemleşti, gündemleşmişti.
Uluslararası sermayenin ve yedeğindeki akımların yeni tip saldırısının
merkezine bir kez daha enternasyonal proletarya, Marksizm-Leninizm, devrim ve
sosyalizm oturtuldu. El birliğiyle “öldü”ğü ilan edilen devrimci ve sosyalist
değerler, dahası, insanlığın tarih boyunca yarattığı ve biriktirdiği ilerici
olan ne varsa tüm bu değerler, küresel ölçekte doludizgin bir saldırı
harekatıyla mahkum edilerek, gözden düşürülerek, tarihsel bellekten de silinmek
istendi. Böylece küreselleşmeci akıntının bir bileşeni olan yeni tasfiyeci
rüzgarlar bir fırtınaya dönüşerek ve uluslararası sermayenin yeni tip ekonomik,
siyasal, ideolojik saldırısına ve hegemonyasına “taze” kan taşımaya başladı.
Gerçekte, yenilik adına ileri sürülen ve propagandası yapılan teori ve
tezler, esasen, eski teori ve tezlerin, yeni koşullarda güncellenmesinden
ibarettir. Bu teori ve tezlerin bir kısmı, Marksizm öncesi sosyalizme aittir.
Söz konusu teori ve tezler, Marksizm öncesi sosyalizmin Marksizm karşısında
kesin yenilgiye uğramasından sonra, kendi zeminin terk ederek, Marksizm adına,
Marksizm’in zemininde ortaya çıkan revizyonizmin (Bernsteincılık), II.
Enternasyonal oportünizminin,
Buharinciliğin, Browderizm’in; iktidardaki modern revizyonizmin ilk
biçimi olan Titoizm’in, SSCB’de ortaya çıkarak proletarya diktatörlüğünü
tasfiye eden Kruşçevizm’in ve ardılı modern revizyonizmin, Avro Komünizmi’nin;
Batılı emperyalist dünyada 60’lı yıllarda canlanarak gelişen sosyalizm maskeli
burjuva reformculuğunun (“Batı Marksizmi”), küçük burjuva anarşizminin, burjuva
sosyal demokrat akımın; “Doğu Marksizmi”nin vb. revizyonist, reformist,
oportünist, liberal demokratik tarihsel çizginin/çizgilerin, “küreselleşmeci”
formda, yeni bir biçimde makyajlanarak üretilmesinden ve daha büyük bir
fütursuzlukla propagandasından ibarettir. Kapitalist emperyalizmin, onun
hareket yasaları temelinde, ortaya çıkan bazı eğilimlerinin keskinleşmesi, bazı
eğilimlerinin, çelişkili gerçeklerinin yeni biçimler alması ya da ortaya
çıkması da söz konusu ideolojik saldırı kampanyasında baştan sona çarpıtılarak
kullanıldı.
Açık emperyalist propaganda bir yana, onu solcu giysiler içinde üreterek
geliştiren akım ve akıntı, sayısız renge ve tona bürünerek bu saldırılarını
pratikleştirdi. Kuşkusuz ki, bu saldırı dalgasının etkili olmasına yol açan ve
yeni tip ideolojik Haçlı Seferberliğinin etkili olması için sınırsızca
kullanılan bazı önemli tarihsel
faktörler de vardı. Özellikle 20. asrın ikinci yarısından sonra Marksizm-Leninizm’in
üç bileşeni alanında teorinin zenginleştirilerek geliştirilememesi; dünya
komünist hareketinin niteliksel bakımdan zayıf ve önemli zaaflarla şekillenmiş
olması; sosyalizmin, ilk büyük tarihsel atılım, zafer ve kazanımlarını
koruyamayarak, 1956 dönemecinden başlayarak, bir yenilgi sürecine girmesinin
altı çizilmelidir burada. Keza, uluslararası modern revizyonizmin ve yeni tip
burjuvazinin, Marksizm-Leninizm, devrim vb. adına proletarya ve halkları tüm
bir tarihsel süreç boyunca sistematik bir tarzda silahsızlandırarak tasfiyeci
ve yeni tip burjuva karşı devrimci misyonunu büyük bir başarıyla oynaması
olgusunun da altı çizilmelidir. İşte uluslararası sermayenin ve yedeğindeki
akımların yeni tip Haçlı Seferi, bu koşullarla da birleşti; tüm bunlar
ilkesizce, sınırsızca sömürüldü. Bu tablo, daha geniş çaplı ideolojik
yıkımların da bir aracı olarak kullanıldı ve bu, etkili de oldu.
İşte Marksizm-Leninizm’in yerine “post-modernizm”in, onun bir türevi olan
“post-Marksizm”in, post-Marksizmin bir biçimi olan “Ezilenlerin Marksizmi”nin,
proletaryanın yerine “ezilenler”in geçirilmesi “operasyon”u böyle gelişti.
İşte, dünyayı değiştirme eyleminde proletaryanın temel alınmasının reddi, sınıf
siyasetinin reddi, sınıfın görüş açısından sınıfsal ve toplumsal olguların
analizinin ve dünyayı değiştirme eyleminin reddi böylece yükselişe geçti. İşte
sözde “indirgemecilik”in reddi, “işçicilik”in reddi, “çokluğa”, “istikrarsız
çoğul özneye” dayanan siyaset ve “radikal demokrasi”, “Marksizm”in “ezilenlerin
barbarlığıyla, kanıyla aşılanması” ve “sınıfa hapsedilmemesi”, “ezilenlerin
işçi sınıfına karşı öncelik” taşıdığı ya da işçi sınıfının ezilenlerden
herhangi biri olduğu sözde fikirleri böylece gündemleşerek ivmelendi. İşte tüm
bunlar ve bağlı olarak, Marksizm’in modernizmden kopuşamadığı, modernizmin bir
biçimi olduğu propagandası söz konusu yeni tip tasfiyeci saldırı ve
hegemonyanın çeşitli tezahürleri olarak ortaya çıktı. Gerçekte bu fırtına,
post-modernizme, post-Marksizm’e tavır aldığını söyleyen, dahası, tavır alan
geniş bir yelpazeyi de bir biçimde ya da çeşitli biçimlerde ideolojik etkisi
altına alabildi. Fırtına güçlüydü, çünkü bu fırtına düşsel tasarımlardan çıkan
ve esen bir fırtına değildi, aksine, bu, bir olguydu; çağımızın nesnel
gerçekleriyle, çağın içerisinde geçilen kesitinde ortaya çıkan, örtüşen, iç içe
geçen, kızışan çelişkilerine dayanan ve maddi toplumsal, politik
gelişmeleriyle, altüst oluşlarla şekillenmiş, buradan dinamizmini alan bir
fırtınaydı. Emperyalist küreselleşmenin atılımı, uluslararası tekellerin
hegemonyasıyla belirlenen; emperyalist dünya ekonomisinin, uluslararası
işbölümünün ve siyasal üstyapısının yeniden yapılanması, proletaryanın
yapısında ortaya çıkan köklü değişiklikler; sosyal emperyalist kampın çöküşü…
gibi olguları burada, bir kez daha, hatırlamak bile gereksizdir. Yeni tip
tasfiyecilik fırtınası, tamda bu dönemin somut bir ifadesiydi.
Bu tasfiyeci fırtına, “Elveda proletarya!”, “Elveda eski toplum!”, “Elveda
dinazorlar çağı!” diye haykıran uluslararası tekellerin ideolojik manipülasyonunun
sol saflarda, “ezilenler” cephesindeki sol liberal yankısıydı gerçekte. Ve ne
acıdır ki bu yankı ve ideolojik yıkım, parıltılı bir söylemin “zarafeti” ve
marifetiyle “teorik açılım”, “yenilenme”, “yaratıcılık”, “yaratıcı Marksizm”,
“dogmatizmin aşılması”, “muhafazakarlığa karşı mücadele” vb. olarak lanse
edildi. Bu vb. pespaye teoriler yirmi dört saat, her saniye “yaratıcı ve zengin
açılımlar” olarak yenilenlerin ve “ezilenler”in piyasasında pazarlandı.
İnanacak olursak, artık çağımız, “yenilikçilik çağı”ydı. Yenilikçilik (!)
parıldıyordu. Teorinin zenginleşmesi, eskimiş önerme ve formülasyonlarının
aşılması, çerçevesi 20. asırda kalmış ideolojik ve teorik, programatik vb.
çerçevelerin aşılması; “yaratıcı Marksizm” adına “dogmatizm”in mahkum edilmesi
manipülasyonu artık yükselen değerlerin bir parçasıydı. Yenilen sınıfların
pişmanlar ve dönekler piyasasında ve “küreselleşme”nin sofrasında kırıntı
kapmaya çalışanlar pazarında, hiçbir bilimsellik kaygısı taşınmadan, fütursuzca
“yenilikçi”, yetmedi mi, “en yenilikçi” kesilme ve “muhafazakar”lığa çatma
rekabeti elmas değeri kazanarak gelişti. Ebedi gençlik (!) iksiri içtiği
söylenen kapitalist emperyalizmin dünya pazarı bir de bu yoldan sınıfı, ezilen,
sömürülen sınıf ve tabakaları sersemletmek, beyinlerini sömürgeleştirmek, ebedi
köleliğe mahkum etmek amacıyla, en sağından en soluna kadar geniş bir yelpazeye
hitap eden ve etki gücü olan envai çeşit teorik, ideolojik, felsefi, siyasi,
sanatsal, kültürel yeniliklerle(!) doldurulup taşırıldı. Zaten yenilginin
şokuyla sersemlemiş ve umudunu tümden yitirmiş, pişmanlıkla bir daha o günlere
geri dönmemeyi öğütlemeye başlamış olan küçük burjuvazi de gözünü
“küreselleşme”nin sofrasından önlerine atılacak nimetlere dikmişti. “Sınıf
savaşımından nefretleriyle, ondan kaçınma hayalleriyle, keskin köşeleri ortadan
kaldırma, yumuşatma, uzlaştırma girişimleriyle ayırdedi”len küçük burjuva
demokratları ve aydınları emperyalist küreselleşmenin ideologlarının ürettiği
teorilere sımsıkı sarılmakla kalmadı, “sosyalist” geçmişlerinin verdiği
donanımla da yeni tip saldırı dalgasının öncü askerleri olarak ileri atıldılar.
Söz konusu nefretleri bu güruhu biledi, bin bir renge girerek burjuva
liberalizmine daha sıkı sarılmalarına yol açtı. Ama tabii ki onlar yine de
muhaliftiler (!), uslanmaz çocuktular (!); öyle ya, yoksa foyaları hemencecik
açığa çıkacaktı değil mi! İşte onların elindeki cezbedici ışıltılı kılıçlardan
birisi de “post-Marksizm” ve onun bir “diğer” türevi olan “Ezilenlerin
Marksizmi”ydi. Tabii ki bu sözde Marksizm’e ve sözde ezilenlere biçilen görev
“küreselleşme” ve yeni tip burjuva liberalizmi çerçevesinde majestelerin
muhalefeti olmaktı, yoksa daha fazlası değil! Devrimci dönemlerde devrimci,
gericilik dönemlerinde gerici ya da en iyisi, gericiliği rahatsız etmeyecek
cici “ilerici muhalif” rolüne yatma: İşte sizlere çok çok uyanık küçük
burjuvamızın sınıf halleri! Tarihin ve
politik mücadelenin dersidir ve daima hatırlamalıyız: “Parıldayan her şey altın
değildir!”
Marksizm-Leninizm’in, proletaryanın, sosyalizmin atağa kalktığı, politik
başarı ve zaferlerle yürüdüğü dönemlerde proletaryaya ve hareketine gıptayla
bakan, dahası, yaltaklanan küçük burjuva, hareketin yenildiği ya da geri
çekildiği dönemlerde umutsuzluk ve pişmanlık içinde debelenir ve onu ve değerlerini
aşağılamak için karşı saldırıya geçer. Marksizm-Leninizm’i, komünist hareketi,
proletarya sosyalizminin tarihini “işçicilik”le, “işçici sosyalizm”le,
“ezilenler”e karşı ilgisizlikle, “ezilenlere” horlamayla ve düşmanca bakmakla,
ezilenlere karşı “siyasi” davranmakla, modernist olmakla, modernizmin safını
seçmekle vb. de suçlar. Tabii ki “küreselleşme”ci küçük burjuvamız bunu tarihi,
teoriyi, politik pratiği tahrif ve revize ederek, kendi duygu ve tasarımlarına,
bastırılmış komplekslerine, “ezilmişli”ğine, pişmanlığına dayanan post-modern,
post-Marksist yeni bir tarih yazımının ve yeniçağ-toplum-sınıf teorilerinin
eşliğinde yapar ve pazarlar. Eh, ne de olsa o, bir “muhafazakar, dogmatik,
doktriner, anakronik” değil, “yenilikçi, reel-politiker ve yaratıcı
Marksist”tir; özcesi o, dönemin, her dönemin adamıdır. Modaya uygun olarak, en
kıvrak dansöze taş çıkartırcasına becerikli, zeki ve kıvraktır. Daima,
zeytinyağı gibi suyun üstünde kalmasını bilir. Bernsteincılığın,
Kautskyciliğin, II. Enternasyonal oportünizminin, Menşevizmin, Troçkizm’in,
modern revizyonizmin ekonomizminin, “işçici”liğinin günahlarını da
Marksizm-Leninizm’e yıkarak “ezilenler” üzerine, “Marksizmin işçi sınıfına
hapsedilmesi”, “dogmatik Marksizm”, işçicilik”, “indirgemecilik” vs. üzerine
fırtınalar koparır. Önce, Marksizm-Leninizm düşmanı tarihsel revizyonist
çizginin günahlarını Marksizm’e, Marks Engels’e, Lenin’e, Stalin’e,
Marksizm-Leninizm’e yıkmak ve sonra da küstahça karşısına geçip, “Marksizmi
işçicilikten kurtarma” operasyonu örgütlemek; yani işçi sınıfından azade bir
Marksizm, Marksizm’den azade bir işçi sınıfı! Sonuç, proletaryasız bir
Marksizm, Marksizm’siz bir proletarya! Tabii ki sözde Marksizm, ruhunu
kaybetmiş, kapitalizm için tehlike olmaktan çıkmış, anlamı kalmamış, “modernizm”in
uzvu olan bir Marksizm ve işçi sınıfı! Burjuvazinin ve küçük burjuvazinin
istediği, hedeflediği şeyde tamda budur zaten.
Biliyoruz ki, Marksizm-Leninizm işçi sınıfında maddi silahını, işçi sınıfı
da Marksizm-Leninizm’de entelektüel silahlarını bulmuştur. Birbirinden yalıtık,
birbirini yadsıyan, birbirinin karşısına koyulan, birbirini “ötekileştiren” bu
iki güç, tek bir bütünde kaynaşamayan bu iki güç, kapitalizm için zararsız ve
kendi tarihsel rolünü oynamaktan mahrum, iktidarsız bir güç demektir. Ötesi
yok. Cafcaflı laf salatası ile üstü örtülmek istenen şey, oportünist tilkiye
has renkli “açılımlar”la karartılan temel gerçek budur işte! Açık ki, tilki
kümese bekçi olmak istemektedir. Zaten
küçük burjuvamız için önemli olan şey, kapitalizmi yıkacak sosyalizmi kuracak
tek devrimci sınıf olan işçi sınıfının, ancak sömürülenleri, ezilenleri
kendisiyle birlikte kurtararak insanlığı kurtaracak olan enternasyonal
proletaryanın devrimci tarihsel rolünün, böylece de güncel politik devrimci
rolünün ret ve mahkum edilmesidir. Kuşkusuz ki bu rolün reddi, onun
ideolojisinin, partisinin, tarihsel başarılarının; kendisinin dışındaki
sömürüden, zulümden, toplumsal adaletsizlikten acı çeken tüm toplumsal
kesimlerle ilişkileniş tarzının da
ret ve mahkum edilmesidir. Yani sorun, asıl ve belirleyici sorun, devrimci
proletaryanın sosyalist bir sınıf olarak tarihsel
rolünün ve tüm ezilen, sömürülen, toplumsal sınıf ve tabakaların, ezilen
ulusların ve ulusal toplulukların, ezilen cinsin, ezilen kültürlerin, ezilen
inançların, ezilen sosyal kategorilerin demokratik
öz taşıyan mücadelelerinin de öncüsü
olarak proletaryanın tarihsel rolünün ve güncel önderliğinin tasfiye
edilmesidir. Tüm bu saldırıların ana nedeni işte, tamda bu gerçekte
yatmaktadır. Geçmeden ekleyelim: Ezilenlere karşı duydukları platonik
aşklarının dışında küçük burjuva pasifizminin ve küçük burjuva elitizminin
teorisini yapanların bir de ağızlarına doladıkları şu “devrimci şiddet” çok ama
çok komik kaçıyor, doğrusu. Ama bu sözlerimizin bu kaçkın küçük burjuva
eğilimin gerçek durumunu anlatmak için çok hafif kaldığı da açıktır.
Marksizm-Leninizm’in toplumları, tarihi, sınıf mücadelesini salt sömürülen
sınıflara ve “işçiciliğe” indirgediği, sınıflı “toplumların tarihi sınıf
mücadelelerin tarihidir” ünlü Marksist önermesinin “ezilenleri” görmediği
manipülasyonuna başvuran küçük burjuvazi,
hangi biçime bürünürse bürünsün, ister bir cinsin, ister bir ulusun,
isterse farklı bir ezilen toplumsal kategorinin mücadelesinin, son tahlilde bir sınıf mücadelesi
olduğunu; hangi biçimlerde ve hangi toplumsal taleplerle ortaya çıkarsa çıksın,
bu mücadelelerin sınıf mücadelesinin bir görünümü; sınıfların damgasını vurduğu
bir mücadele alanı olduğu gerçeğini yadsıyarak, sınıflı toplumların tarihinin
bir sınıf mücadelesi tarihi, tarihin motorunun sınıflar mücadelesi olduğu
gerçeğini kavrayamadığını ve yadsıdığını da ele vermektedir. Bu tür
yaklaşımlar, çarpıcı bir tarzda, sınıf mücadelesini sivil toplumla devlet
arasındaki mücadele biçiminde çarpıtan ve cehalet içinde yüzen küçük burjuvanın
sivil toplumcu burjuva liberal zihniyet ve ruhunu yansıtmaktadır. “İnsanlar,
her zaman, siyasetteki aldatmaların ve aldanmaların aptal kurbanları
olmuşlardır ve bütün ahlaksal, dinsel, siyasal ve toplumsal sözler, bildiriler
ve vaadler arkasındaki şu ya da bu sınıfın çıkarlarını aramayı öğrenmedikleri
sürece de, böyle kalacaklardır.” (Lenin) “UYGAR dünyanın tümünde, Marx'ın
öğretisi, marksizme bir çeşit ‘zararlı mezhep’ gözü ile bakan, (resmi ve
liberal) bütün burjuva biliminin aşırı düşmanlığını ve nefretini
uyandırmaktadır. Ve, başka bir tutum da beklenemez, çünkü sınıfların savaşımı
temeline dayanan bir toplumda, ‘tarafsız’ toplumsal bilim yoktur.” Bu bilim,
işçi sınıfı ile “ezilenler” karşısında da tarafsız değildir ve asla tarafsız da
olamaz. Gerek “tarafsızlık”, gerek proletarya ile ezilenler karşısında
“tarafsızlık”, gerekse de “ezilenler” lehine proletarya aleyhtarlığında
ifadesini bulan “tarafsızlık” burjuva liberalizmin, küçük burjuva
tasfiyeciliğin politikasıdır. Ekonomik-toplumsal, sınıfsal temellerinden
koparılmış, içeriği boşaltılmış,
“ezilenler”le devlet arasında geçen bir sözde mücadele teorisi tarihsel,
bilimsel, güncel gerçeklerin sivil toplumcu çarpıtılmasından; tüm toplumsal
kötülüklerin kaynağı olarak devleti gösteren anarşist saçmalıktan ibarettir.
Bu, sınıflar mücadelesinden nefret eden, burjuvanın kuyruğu olmayı maharet
bilen ve kapitalizmi yıkılmaktan kurtarmak isteyen küçük burjuvanın sözde
sınıflar üstü duruşunun, böylece liberal oportünist karakterinin keskin bir
ifadesidir.
Ezilenlerin mücadelesinin sınıf mücadelesi olmadığını ya da ezilenlerin
mücadelesinin sınıf mücadelesinin dışında olduğunu ileri sürmek ya da
Marksizm-Leninizm’i bir de buradan eleştirmek kadar ilkel bir düşünce yoktur.
Küçük burjuva ideolojinin Marksizm, Marksizm-Leninizm adına ortaya çıkan
türevlerini birden fazla Marksizm olarak lanse eden, birden fazla Marksizm ve
Marksist akım anlayışı ve “bütünsel Marksizm” üzerine gevezelik yapan;
“Dogmatik Marksizm”le, “dar Marksizm”le post-modernizm ve post-Marksizm
arasında bir yerde durarak sözde yeni sentezler peşinde koşan; ezilen
sınıfların eşitliği, ezilenlerin eşitliği ve düşüncelerinin eşitliği ( “eşit
haklara sahip”-Bakunin) fikrini savunan, küçük burjuva sosyalizminin bir
biçimini yansıtan; proletaryaya bariz bir anti-pati ile yaklaşan, “dünyayı
kurtarma işini” gerçekleştirmenin “modern proletaryanın tarihsel görevi”
olduğunu, Bilimsel Sosyalizm’in proletarya hareketinin “teorik ifadesi
olduğunu” yadsıyan post-Marksist çevrelerin “Ezilenlerin Marksizmi”nin de
teorisinin özü yeni tip burjuva liberalizminden başka bir şey değildir. “Ezilenler”,
“Ezilenlerin Marksizmi”, “Ezilenlerin Marksist Partisi”, teorileştirmesi; sınıf
politikasının reddi, ilkeli sınıf politikasının reddi, işçi sınıfı ile
Marksizm-Leninizm ilişkisinin teorik alanla sınırlı, politik pratiğine yön
vermeyen bir ilişki olarak lanse edilmesi; önemli olanın güç ve iktidar olmak
olduğu, Marksizm’in modernizmden, aydınlanmadan kopuşamadığı vb. gibi
teorileştirmeler post-modernizmin sahte Marksistlik iddiası bayrağı altındaki
ifadeleridir. Marksizm’in, işçi sınıfının bilimsel ideolojisi olmadığı,
Marksizm’in (post’lu ve Troçkist akımların Leninizm’i unutturma ve tasfiye
operasyonuna bağlı olarak Marksizm-Leninizm kavramını kullanmaktan uzak durarak,
“Marksizm”, “Marksistlik” vb. vurgusuyla şekillenen literatür inşası!)
ezilenlerin kurtuluş ideolojisi olduğunun vurgulanması, doğal olarak, tabloyu
tamamlıyor. Politikada önemli olanın başarı, güç ve iktidar olduğu, burada,
ilkelerin ve teorinin bir değer taşımadığı yaklaşımı, aynı zamanda tipik bir
burjuva, küçük burjuva pragmatizmini ve Makyavelizm’ini de yansıtmaktadır.
Doğal olarak bu duruşun teorisini yapan ve sözde Marksistlik iddiasında bulunan
bu akıntının Marksizm-Leninizm’in yerine “Ezilenlerin Marksizmi”ni,
proletaryanın yerine “ezilenleri”, proletarya ve yarı proletaryanın sosyalist
birliği yerine “ezilenler”in “sosyalist birliği”ni geçirmesi; ezilenlerin
mücadelesinin proletaryanın hegemonyasında yürütülmesine karşı çıkarak devrimci
tarihsel ve güncel özneyi ezilenler
ilan etmesinin tesadüfü olmadığı açıktır.
Doğal olarak bu politika tarzı, işçi sınıfı hareketine dayanan komünist
çalışmanın yerine, genel bir sosyalistlik iddiasına ve söylemde ifadesini bulan
sözde bir sosyalist politikaya, “çokluk”a yönelen, nerde hareket orda bereket
diyen bir politika tarzına dayanır ya da komünistleri oraya çağırır ve
etkilediklerini düşündüğü kesimlere de, “ne oldu, hani sözleriniz vardı” vs.
diyerek seslenme cüretini gösterir. Açık ki, bu yönelim, işçi sınıfının
kurtuluşunun kendi eseri olacağı şiarının yerine, “ezilenlerin kurtuluşu kendi
eseri olacaktır” sloganının geçirilerek “elveda proletarya” denmesinin bir
başka “yaratıcı Marksist” açılımından ibarettir. Hele de bugün dünyamızın, çok
daha burjuva ve proleter olduğu bir tarih kesitinde, bunu savunmak çok daha
büyük bir ilkelliktir. Hele de, emperyalizm ve proleter devrimler çağında, tüm
ezilen toplumsal kimliklerin her biçimiyle ilerici, demokratik, devrimci,
anti-faşist, anti-emperyalist mücadelesinin sosyalist dünya devriminin bir
yedeği, bir bağlaşığı haline geldiğini ortaya koyan ve program, strateji,
taktiklerini buna göre şekillendiren Lenin’in, Stalin’in, III. Enternasyonal’in
politik çizgisi ve tarihsel pratiği koşullarında bu, çok çok daha büyük bir
ilkellik ve tahrifattır. Hele de Rusya, Doğu Avrupa devrimlerine
Marksist-Leninist teoriye dayanarak, komünist partilerin, proletaryanın
önderlik etmiş olduğu bir tarihsel deneyime karşın söz konusu sözde
eleştirilerin yapılabilmesi çok daha keskin bir demagojiyi ifade etmektedir.
Rusya ve Doğu Avrupa devrimlerinin deneylerinin kanıtladığı gibi, bu devrimler
kendine has tarihsel mücadelenin değişik evrelerinden geçerek, böylece
ezilenlerin sorunlarını da çözerek ilerlemiştir. Proletaryanın önderlik ettiği
bir tarihsel deneyime karşın bu tip sözde eleştirilerin ve ideolojik
saldırıların yöneltilmesi çok daha keskin ve çürümüş bir akımla ve akıntıyla ve
onların tasfiyeci saldırılarıyla karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir.
Verdiği zararlar ne olursa olsun, öyle parlak laflarla, demagojik ve
manipülatif propaganda ve ajitasyonla proletaryayı teslim alacaklarını sanan
tasfiyeci oportünistler ve tasfiyeciliğin girdabına kapılmış gafiller daima
yanılmışlardır ve yanılmaya da devam edeceklerdir. Marksizm-Leninizm’i
dogmatizm ve sekterlikle, yaratıcı olmaktan uzak olmakla, ezilenleri
“ötekileştirmek”le suçlayanlar, açık ki, tasfiyeciliğin çürük ipine
sarılmışlardır. “Dahası var. Felsefe tarihi ve toplumsal bilim tarihi bize tam
bir açıklıkla gösteriyor ki, marksizmde, dünya uygarlığının gelişme çizgisi
dışında doğmuş, dar görüşlü, taşlaşmış bir öğreti olan ‘sektarizm’e benzer hiç
bir şey yoktur.” (Lenin) Şu veya bu zaman diliminde ezilenlere dönük pratik
politikadaki (iç ve dış) komünist hareketin yetersizlikleri ise, teorinin
içselleştirilmesindeki eksikliklerle, politik deneyim eksiklikleriyle, kısacası
olgunlaşma eksikliğiyle ilgilidir. Bunun da suçu Marksizm-Leninizm’e
yüklenemez. “Marksist öğreti güçlüdür, çünkü doğrudur. Kapsamlı ve uyumludur ve
insana kör inancın, gericiliğin ve burjuva baskısını savunmanın hiç bir
biçimiyle bağdaşmayan, eksiksiz bir dünya görüşü sağlar.” Bunu yadsıyanların
oportünizmin, revizyonizmin, tasfiyeciliğin bataklığında konaklaması
kaçınılmazdır. Eğer bilimlerdeki gelişmeleri felsefi açıdan bir zenginleşme
aracı haline getiremediysek, eğer emperyalist küreselleşmenin zamanında
analiziyle de politik-ekonomiyi zenginleştirerek geliştiremediysek, eğer
sosyalizmin tarihsel zafer ve yenilgilerini eleştirel olarak zamanında çözümleyerek
sınıf mücadelesi ve sosyalizm teorisini zenginleştirerek geliştiremediysek,
böylece yolumuzu yetkince açarak yürüyemediysek, bunun suçu
Marksizm-Leninizm’de değil, onun öğrencilerinde ve dünya komünist
hareketindedir. Bu bir şeydir, bunlardan ders çıkararak ilerlemek bir şeydir,
fakat bu alanlardaki komünist hareketin yetersizliklerini ve zaaflarını
sömürerek Marksizm-Leninizm’i anakronik, dogmatik, yaratıcı olmaktan uzak bir
öğreti olarak ilan etmek, onun yerine post-Marksizmi geçirmek farklı bir şeydir.
Kuşkusuz ki ikincisi revizyonizm ve tasfiyeciliktir ya da “Sözkonusu olan şey,
marksizmin liberal taklidinin, sınıflar savaşımı üzerine marksist ve devrimci
bir görüş yerine liberal bir görüşü geçirmenin ta kendisidir.” (Lenin) Yapılan
şey, tamda budur.
Her gericilik ve yenilgi dalgasının ortaya çıktığı dönemde ya da
dönemeçlerde, kapitalizmin, “liberal demokrasi”nin sınırlarına doğru geri
çekiliş tarihsel bir olgudur. Söz konusu dönüş ve gerileme kesitlerinde,
kapitalizmi yıkacak sosyalizmi kuracak, komünizme doğru yürüyecek tek devrimci sınıf olan proletaryadan,
proletarya hareketinin kurtuluş teorisi olan Marksizm-Leninizm’den, devrim ve
sosyalizmden umudun kesilmesi, burjuva demokrasisine, küçük burjuva
reformizmine, tasfiyeci oportünizme geri çekiliş veya kaçış dalgası çarpıcı
biçimlerde ortaya çıkar. Bu olgu, enternasyonal proletarya hareketinin kendi
tarihinin en derin, en yıkıcı yenilgisi dönemi olan, 1950’lerin ikinci
yarısından başlayarak gelen ve son çeyrek asırda daha çarpıcı biçimler alarak
açığa çıkan yenilgisi sürecinin karakteristiklerinden de bir kez daha görüldü.
İşte tamda bu dönemde, revizyonizm, reformizm, tasfiyeci oportünizm, sayısız
tonuyla halkçılık ve sol liberalizm rüzgarı, küreselleşmeci yeni tip burjuva
rüzgarın yenilikçi ve şatafatlı sözlerinin ardına arsızca gizlenerek,
gezegenimizin dört bir yanında at koşturmaya başladı. Çünkü dönem devrimci bir
dönem ve dönemin modası da proletarya, devrim, sosyalizm, Marksizm-Leninizm
değildi. Uluslararası karşı devrim gemi azıya almıştı. Sosyalizm eski
çekiciliğini yitirmişti. Gün, proletaryaya, ideoloji ve pratiğine, tarihine,
devrim ve sosyalizm ideallerine resti çekme, bu değerleri dinazorlar çağına
mahsus; eskimiş, dogmatik, yaratıcı olmaktan uzak, muhafazakâr ilan etme
günüydü. “Ezilenler” teorisi
rüzgarı, tamda bu tarihsel ve politik konjonktürde, Marksizm, Marksizm-Leninizm
adına post-modern tekniklerle pazarlanmaya başlandı ve yaygın bir çekim merkezi
haline de gelmeyi başardı.
Buna göre, inanacak olursak, artık küresel yeni mi yeni bir dünya
kuruluyordu. Yeniçağ, yeni toplum, yeni sınıf, yeni toplumsal hareketler
tahlilleri de revaçtaydı. Artık yapay, çağ dışı, hegemonik bir anlatının ürünü
olan işçi sınıfı önderliğine, işçi sınıfının ezilenler içerisindeki
“ayrıcalıklı” yerine de izin verilemezdi. İnanacak olursak, artık, sınıftan da,
sınıflardan da, sınıf mücadelesinden de bahsedilemez, artık söz konusu olan
“tekil kimlikler” mücadelesidir. Artık sınıflar mücadelesi yerini, birey,
azınlıklar, yurttaşlık, tüketici, feminal, kültürel haklar, cemaatçilik,
çevrecilik, göçmenlik, etnik kimlikler vb. gibi “tekil kimlikler” mücadelesine,
“tekil kimlikler çoğulluğu”na bırakmıştır. Artık “bütüncül kimlik”ler yoktur.
Artık proletarya yoktur. Artık “ezilenler”, artık “çokluk”, artık proletaryanın
“ayrıcalıklı” yerini kaybettiği “değişken çoklu özne”, “demokratik eşdeğerlilik zinciri”, “radikal
ve çoğul özne”, “özneler çoğulluğu”, “yeni çoğulluk alanları”, “gökkuşağı
renginde ezilenler” vardır. Artık, “eşdeğerli farklılıklar”, “karmaşık kolektif
irade grupları”, “sürekli değişken özne konumları” var. Artık bırakın şu
“anakronik” dar kafalı sekterliği. Anlayın artık, “hegemonik anlatılara göre
epistemolojik statü iddiasında buluna”mayacağımız bir çağdan geçmekteyiz.
Örneğin, “Post-modernizmin doruğu” ilan edilen şu pespaye Negriciliğin,
“İmparatorluk” ve “Çokluk” kitaplarında, yoğun bir demagoji ve manipülasyon
eşliğinde ortaya koyduğu “yoksullar”, “proletarya”, “ezilenler” çığırtkanlığı
ve teorileştirmesi elbette ki rastlantısal değildi. Bilmem hangi çok sayın
post-Marksist aydınların “radikal demokrasi” çığırtkanlığı da boşuna değildi
kuşkusuz. Hepsi, hangi formülasyon ve renklendirmeyle ortaya çıkarsa çıksın,
evet, hepsinin tek derdi, devrimci proletaryanın tarihsel ve politik misyonunun
reddi ve tasfiyesi üzerinedir. Okuyucuya, ideolojik çakallığın, tırnak içi
aktarılmış formüllerine özellikle dikkat etmesini öneriyoruz. Her şeyinde işçi
sınıfının önderlik iddiasının reddi var, her şeyiyle tiksinti veren süslü
derinlik gösterisiyle de hastalıklı bir üslup var. Post’larımıza göre, her şey
yapaydır, bir yapaylıklar oyunudur. Her şey, dildir, söylemdir, metindir,
imajdır, simülasyondur, falandır filandır. Öyle ya, “Olgular yoktur, yorumlar
vardır.” (Nietzsche) Tarih bitmiştir. Nesnel gerçek yoktur. Akıl da ölmüştür.
Özne, insan, toplum, bilim, “üst anlatılar”, bütünlüklü projeler bitmiştir.
Sınıflar, sınıf mücadelesi, devrimler, sosyalist ve komünist bir gelecek vs.
vs. buharlaşmıştır. Zaten onlar yoktu. Zaten onlar yanlıştı. Zaten doğru da yoktu.
Zaten doğruya da ulaşılamaz. Zaten yok yerde, yok yerötesi bir yerde, hiç
yerde, hiç yerötesi bir yerde yok yere bir hayaletler çağında yaşıyoruz. Zaten
yaşadığımızdan da emin olamayız. Zaten… Zaten…
Evet, açıktır ki tüm bu idealist şarlatanlıklar; her rengiyle felsefi
idealizmin seferberliğiyle, devrime, sosyalizme, insanlığın kendi tarihinde
biriktirdiği ilerici olan her şeye karşı gözü dönük bu saldırı kampanyası,
kapitalizmi proleter devrim tehlikesinden kurtarmak içindir. Tüm bu
hokkabazlıklar, proletaryayı yok saymak, “Elveda proletarya!” demek, devrimci
proletaryanın tarihsel devrimci işlevini, önderlik nitelik ve yeteneğini
reddetmek, gaz bombalarıyla boğmak içindir. Post-modernizmin “ezilenler”
teorisi, kurgusu, vurgusu, manipülasyonu da bu temel gerçekle bağlı. Diyelim
ki, Lenin’den daha Leninci süslemeler de bu gerçeği örtemez. Dil kemiksiz,
oportünizm belkemiksiz olsa da, nesnel toplumsal maddi gerçeğin ve devrimci
proletaryanın sağlam bir bel kemiği, bilimsel bir dili, dünyayı değiştirme gücü
vardır; kurgular alemi bu gerçeği ortadan kaldıramaz. Düşsel bir alemde, bir
bilinmezler deryasında değil, son derece maddi bir dünyada yaşıyoruz. Bu
dünyanın dilini; bilimsel, derinlikli, bütünlüklü çözmeyi tarihte ilk kez
başaran Marksizm’dir, Marksizm-Leninizm’dir. Doğanın, tarihin, toplumların
çağlar boyu kavranamamış gizemini aydınlatmış ve aydınlatmaya devam eden bir
bilim, bilimsel bir dünya görüşü, dünyayı değiştirmenin bilimsel aracı olan
Marksizm-Leninizm karşısında post’lu akımların da bir geleceği olamayacağı açık
ve kesindir.
Dünya çapında yeni bir devrimci canlanmanın yükselişiyle küresel yeni tip
sol liberal ideolojik saldırı dalgası da, giderek etkisini yitirme sürecine
girmeye başlamıştır. (Tabii ki, böyle bir dönemde ve önümüzdeki süreçte,
post’lularımız, işlevlerini oynayabilmek için, en azından bir kısmı,
politikleşmek, politik iddialarda (!) bulunmak zorunda kalacaklardır.) Ama bu,
henüz, bu dalganın etkisinin aşıldığı anlamına gelmemektedir. Dünya komünist
hareketi de henüz, ne ideolojik ve örgütsel bunalımını aşabilmiş ne
de teorik-ideolojik savunma
pozisyonundan çıkabilmiş değildir. Hala “popüler” olan şey, proletarya,
Marksizm-Leninizm, sosyalizm, devrim değil, “post-modernizm”, “post-Marksizm”,
“Ezilenlerin Marksizmi”, “ezilenlerin” dünyayı değiştirecek temel devrimci özne
olarak lanse edilmesi ve ezilenlerin sosyalist birliği ile sözde kapitalizmi
yıkma, sosyalizmi kurma rüzgârıdır.
Tıpkı bir dönemin “insan”, tıpkı bir dönemin “üreticiler”, tıpkı bir
dönemin ”halk”, tıpkı bir dönemin
“köylüler”, tıpkı bir dönemin “emekçi halk” kavramlarının popüler kavramlar,
teori ve tezler olması gibi, günümüzde de, hala, “ezilenler” teorisi, tezleri
üzerinde bir tasfiyeci fırtına esmekte ve en çok çarpıtılan kavramlardan
birisini de “ezilenler” kavramı oluşturmaktadır. Oysa biliyoruz ki, ekonomik ve
toplumsal gerçeklerin, sınıfsal ilişkiler bütününün, sınıf mücadelesinin
üstünde ya da dışında genel olarak insandan, genel olarak üreticilerden, genel
olarak halktan vb. bahsedilemeyeceği gibi genel olarak ezilenlerden de
bahsedilemez. Sınıflar mücadelesi olgusu dışında ya da üstünde yer alan böyle
kategoriler yoktur ve sınıf mücadelesi, “ezilenler” içerisinde de sürer.
“Ezilenler” teorisi ve propagandası, yalnızca proletaryanın tarihsel devrimci
rolünün reddi değil, aynı zamanda sınıf çelişkilerinin üstünü örtme,
“ezilenleri” bir tür homojen birlik olarak sunma karakteristiğini de
taşımaktadır. Bu propaganda, ezilenler ve ezilenler hangi özgün kimliği
(ulusal, milliyet, cinsel, cemaatsel, mezhepsel, inançsal vb. gibi) temsil
ederse etsin, bu kategori ya da kategorilerin, kendi içerisinde sınıfsal
bakımdan bölünmüş olduğunu, farklı sınıf ve tabakalardan oluşan hareket
halindeki nesnel toplumsal kategori(ler) olduğu gerçeğinin de üstünü örtme
manipülasyonunu simgelemektedir. Kuşkusuz ki bu yaklaşımın diyalektikle,
materyalizmle, Marksizm-Leninizm ile bir ilişkisi bulunmamaktadır.
Yeniden vurguluyoruz: Her okur, post’lu akımların, “ezilenler” teorisi ve
pratiği üzerinde özel bir önem ve vurguyla durmasının nedeni ya da nedenleri
üzerinde ısrarla durmalıdır. Bunun rastlantısal olmadığı açık ve kesindir.
Post’lu akımın herhangi bir devrimci niteliği olmadığı da açık ve kesindir. O
halde, soruna verilen bu önemin, tarih, felsefe, teori, politik mücadele
bağıntısında bir anlamı olduğu da açık ve kesindir. Post’lu akıma karşı onun
felsefesiyle, teorisiyle, politikası ve eleştirileriyle, söylemiyle mücadele
edilemeyeceği de açık ve kesindir. Kuşkusuz ki ideolojik ve politik
düşmanlarımızdan da öğrenmeliyiz ve öğrenmeye devam edeceğiz. Tarihin ve
teorinin, politik mücadelenin bu dersini nihilistçe yadsımak ya da küçümsemek
bizlere göre değildir ve olmamalı da! Fakat okurun da farkında olduğu gibi,
post’lu akım salt post’lu akımla karakterize değildir. Dahası, post’lu akımın
devrimci ve komünist olmadığını anlayan ve karşı tavır alan devrimci ve
komünist hareketin de bu akımdan şöyle ya da böyle ama bir biçimde etkilendiği
de açık ve kesindir. O halde, bu tip etkilerin olup olmadığını, eğer varsa, bu
etkilerin, hangi tarihsel arka plana ve tarihsel konjonktüre dayanarak, hangi
biçimlerde ortaya çıktığını eleştirel tarzda incelemek de kaçınamayacağımız bir
yükümlülüktür. Marks’ın, Marksizm-Leninizm’in vurguladığı gibi, Marksizm’in
yöntemi, eleştirel ve devrimcidir. Bunu unutmak, Marksçılığı-Leninciliği
unutmak demektir.
Devrimci proletaryanın dışındaki sömürülen sınıf ve tabakaların hareketi,
en ileri biçimler alan ve alabilecek hareketleri de dahil, sosyalist karakter taşımaz. Devrimci proletarya hareketi dışındaki
ezilen ulusların, ulusal toplulukların, ezilen inançların ve mezheplerin vb.
hareketlerin en ileri, en radikal biçimleri de dahil, sosyalist değil,
demokratik karaktere sahiptir. Bu, tarihsel deneyim tarafından kanıtlanmış ve
teori tarafından da açıklığa kavuşturulmuştur zaten. Proletarya, sömürülen ve
ezilen sınıfların olduğu gibi ezilen ulusların vb. hareketlerini de
emperyalizme ve bağlaşıklarına darbe indirdiği oranda destekler ve dahası, bu
ilerici ve devrimci hareketlerin öncülüğünü de yaparak savaşımı yönetir,
yönetmelidir. Çünkü bağımsızlık, demokrasi, politik özgürlük savaşımının da
sonuna dek tek tutarlı devrimci öncüsü sosyalist proletaryadır. Biliyoruz ki,
ezilenlerin, her iki biçimiyle hareketi, kapitalizmin, meta ekonomisi
sisteminin temellerine, bir bütün olarak burjuvaziye ve onun egemenliğine karşı
yönelemez ve yıkamaz. Bunu başarmaya yetenekli tek sınıf, işçi sınıfıdır. Çünkü
onun teorisi, özel mülkiyetin tüm biçimlerine karşıdır. Çünkü yalnızca devrimci
proletarya sınıflar mücadelesi kabulünü proletarya diktatörlüğüne dek götürür.
Çünkü yalnızca o, özel mülkiyeti tasfiye etmenin politik aracı olarak proletarya
diktatörlüğünü öngörür ve gerçekleştirir. Çünkü yalnızca işçi sınıfı kendisiyle
birlikte tüm sömürülen ve ezilen insanlığı kurtararak kendisini kurtarabilir.
Çünkü o, özel mülkiyetle bağlarını koparmış tek sınıftır ve onu ücretli
köleliğe mahkum eden şey, tam da kapitalist özel mülkiyet sistemidir. Diğer
sınıf ve tabakalar, diğer ezilen kategorilerin hiç birisi bu niteliği temsil
etmez ve hepsi de özel mülkiyet tabanı üzerinde durur. Ki, “ezilenler” teorisi
bu bilimsel ve tarihsel geçekleri yadsır, öyle ya da böyle, ama yadsır ya da
revize eder.
Ezilenlerin hareketini temel almak, ezilenlerin
hareketini sosyalist ilan etmek ile proletaryayı temel almak, proletarya
dışındaki ezilenlerin hareketini demokratik karakterde bir hareket olarak
görmek iki farklı görüştür. Dünyayı değiştirmenin ana öznesi olarak ezilenleri
seçmekle, bu eylemin öznesi, öncüsü, önderi olarak proletaryayı temel almak ve
ezilenlerin hareketinin proletaryanın öncülüğünde ve hegemonyasında olması
gerektiğini (bu hegemonya yoksa hegemonyayı kazanmak perspektifine göre
çalışmak) savunmak iki farklı uzlaşmaz görüştür. Buradaki ayrım ilkesel,
ideolojik, programatiktir; birinci görüş açısı her bakımdan küçük burjuva görüş
açısıdır, halkçılıktır, post-Marksizmdir; Marksizm-Leninizm’in ret ve inkarı ve
tasfiyesidir. Diyalektik materyalist yöntem, hareket halindeki nesnel gerçeğin,
somut tarihsel koşulların denetlenebilir verileri üzerinde bu vb. kavram ve
kategorileri soyutlar, içeriklerini aydınlatır. Lenin’in dediği gibi “Bu
sorunları laf ebeliğiyle geçiştirmeye çalışmaktan daha zararlı ya da ilkesiz
bir tutum olamaz.” “Ezilenler” teorisine ve manipülasyonuna ve küçük burjuva
hayalciliğine karşı Marksizm-Leninizm’in teorik temelini, ana ilkelerini ve tüm
bunların bilinç ve ruhunu oluşturan proletaryanın komünist devrimci
tarihsel-politik misyonunu savunmak Marksist Leninist Komünistlerin görevidir.
Nasıl ki insanları, kendileri hakkında sahip oldukları düşünce ve
değerlendirmelere göre değil de, siyasal eylemlerine, eylemlerinin içeriğine
göre tanımlamak gerekiyorsa, “ezilenler” teorisi ve sloganına da, şu veya bu
zeki insanın şu veya bu iyi ya da kötü niyet sahibinin değerlendirmelerine göre
değil, nesnel ideolojik-siyasi
içeriğine göre, sınıflar arası temel
ilişkiler alanında bu teori ve sloganın oynadığı role, tuttuğu yere ve neyi
temsil ettiğine, kimlerin hizmetinde olduğu gerçeğine göre değerlendirmek
gerekmektedir. “Ezilenler” teorisi ve sloganına yaklaşımda önemli ve
belirleyici olan şey, kişinin ya da
kişilerin ya da bir partinin sübjektif olarak neye inandığı değil, “sınıf ilişkilerinin objektif mantığıdır.”
(Lenin) Ve kuşkusuz bu temel üzerinde söz konusu sloganın ve propagandanın,
ideolojik saldırının konjonktürel
olarak oynadığı role de bakmak
gerekmektedir. Marks’ın dediği gibi, “Dış görünüş ile şeylerin özü eğer
doğrudan doğruya çakışsaydı, her türlü bilim gereksiz olurdu.” Bu “ezilenler”
teorisi ve propagandası için de geçerlidir. Bu teori ve sloganın arka planında
Marksizm-Leninizm’e, proletaryaya, sosyalizm ve komünizme inancını yitirmiş ya
da zaten inançsız, post-Marksizm’in kokuşmuş iğrenç liberal sularında kulaç
atan küçük burjuvazi ve bu sınıfın politik hesapları yatmaktadır. Bu hesap,
proletaryanın küçük burjuvazinin amaçlarına bağımlı kılınması ve proletaryanın
küçük burjuvazinin politik erekleri doğrultusunda kullanılmasından ibarettir.
Küçük burjuvazi, kapitalizmi, kapitalizmi yıkacak tek devrimci sınıftan -proletaryadan- kurtarmaya çalışmaktadır. İşin özü ve özeti
budur.
Sınıf mücadelesini, sınıfsal ayrımları, proletarya ile burjuvazi arasındaki
uzlaşmaz karşıtlığı, proletaryanın temel devrimci tarihsel görevini unutturmaya
çalışan küçük burjuvazinin bu çabası “ezilenler” teorisinde dile gelerek
propaganda edilmektedir. Halkçılığın ve oportünizmin değişik türlerinin
geçmişten beri Marksizm-Leninizm’i halkın ve yoksulların ideolojisi, proletarya
partisini halkın partisi ilan ettiklerini (ki Sovyet ve Çin modern
revizyonizminin kendine özgü formlarda tüm halkın partisi, kapitalist olmayan
yoldan kalkınma vb. teorilerini de ayrıca hatırlatmak gerekir); proletaryanın
öncülüğünü ideolojik öncülükle sınırlandırdığını; antiemperyalizmi,
antifaşizmi, halkçı mücadeleyi; iş, ekmek, özgürlük, adalet, eşitlik talep ve
mücadelesini sosyalist mücadele olarak lanse ettiğini; bu platformda duran
akımlardan kiminin “hemen sosyalizm” derken, kiminin de sosyalizmi belirsiz ve
uzak geleceğin sorunu olarak propaganda ettiğini hatırlatmaya bile gerek yok.
Bu propagandaya, halkçılığın ve post-Marksizmin bu çığırtkanlığına tıpkı
Marks-Engels gibi, tıpkı Lenin gibi karşı çıkmak gerekmektedir. “Marks-Engels,
sınıf ayrımlarını unutma eğilimi gösteren ve genel olarak üreticilerden,
halktan ya da emekçi halktan bahseden kişilere daima karşı çıkmışlardır. Marks
ve Engels’i okumuş biri, bütün bu eserlerde, herhangi bir ayrım yapmaksızın
üreticilerden, halktan ya da emekçi halktan bahsedenlerin sürekli olarak alaya
alındığını hatırlayacaklardır. Genel olarak emekçi halk ya da işçiler diye bir
şey yoktur”; evet, tıpkı genel olarak
“ezilenler” diye bir şey olmadığı gibi!
Kavramlar, teorileştirmeler, kategoriler hareketli nesnel gerçeği bilimsel
bakımdan aslına en yakın ya da tam olarak yansıttığı, ifade ettiği oranda
bilimsel bakımdan anlamlı ve değerlidirler. Unutmamalıyız ki yeni tip burjuva
ideolojinin son saldırı dalgasını, örneğin 1980’ler öncesi tarih kesitinden,
çok daha derin ve çarpıcı ayıran
olgularından birisi de kavramların, nesnel ekonomik-toplumsal, sınıfsal ve
bilimsel içeriğinden koparılarak iğdiş edilmesi ve çok amaçlı, çok anlamlı, çok
katlı ilkesiz ve belirsiz bir tarzda kullanılmasıdır. “Tarihin Sonu!” sözde
teorisi ve propagandasına göre tarihin sonu sınıfların, ideolojilerin, öznenin,
bilimin de sonudur. Dolayısıyla dinazorlar çağına (hele de Marksist-Leninist
literatüre ait kavramlar söz konusu olunca!) ait kavramlar da artık tarih
dışıdır; dolayısıyla artık nesnel geçeği yansıtan, bilimsel olarak tanımlayan
kavramlardan da zaten bahsedilemez. İşte son çeyrek yüzyılda proletaryanın
yerine ikame edilmeye çalışılan sınıflar üstü ya da sınıf ayrımlarını gizlemeye
yarayan, sınıf çelişkilerinin üstünü örten, proletaryanın rolünü unutturmaya
çalışan “ezilenler” kavramı, teorisi ve
propagandası; somut tarihsel bağlamından koparılmış; sınıfsal, toplumsal,
politik içeriği boşaltılmış bir “ezilenler” kavramıyla; sınıfsal mücadelenin
yerine geçirilen bireysel, sosyal ve kültürel kimlikler ve talepler
mücadelesiyle; “yeni toplumsal hareketler” adına ezilenler teorisi ile yapılan
manipülasyon, küçük burjuvaziye çok parıltılı ve çekici gelse de, gerçekte,
proletaryanın sınıf ideolojisinin, sınıfsal kurtuluşunun ret ve inkarından,
tasfiyecilikten başka bir anlamı yoktur. İster küçük burjuva sınıf kimliğinin
gözü dönük tarzda açıkça ortaya çıkan liberal türevleri, ister pespembe renk
cümbüşüyle gülücükler saçarak huzura arz-ı endam eden türleri, isterse kıpkızıl
giysiler içinde ellerinde demet demet gül desteleri taşıyan ve çevresine kızıl
mı kızıl gülücükler dağıtan türevi olsun, tasfiyecilik tasfiyeciliktir.
Kuşkusuz ki tasfiyeciliğin en tehlikeli türü de kızıl giysilere bürünerek
dinazorlar (!) çağına ateş açan tasfiyecilik türüdür. Tasfiyeci oportünizmin bu
türü, proletarya içinde küçük burjuvaziyi temsil eder ve daima yanıltma gücü de
daha yüksektir. Ama en nihayetinde onun da çürüyerek dağılışı ve proletaryanın
sırtından atılması kaçınılmazdır ve bu, eşyanın doğası gereğidir.
Çağımız, emperyalizm ve proleter devrimler çağıdır. Çağımızın içeriğine
damgasını basan olgu, kapitalizmden sosyalizme geçiştir. Çağımıza damgasını
basan ve çağımızı değiştirecek tek devrimci sınıf ise proletaryadır.
“Ezilenler”in böyle bir niteliği
yoktur ve olamaz da! “Ezilenler” sınıfın yerine ikame edilemez, sınıfın
tarihsel politik misyonu da “ezilenler”e havale edilemez. Bu bir.
Sınıflar üstü bir “ezilenler” kategorisi tarihte ne yer almıştır ne de yer
alacaktır. Bu iki.
“Ezilenler” kategorisi, sınıflı
toplumların doğuşundan bu yana var olagelen ve her bir tarihsel çağda yeniden
ve yeniden yapılanan, kendi içerisinde yalnızca sömürülen emekçi sınıf ve
tabakaları barındırmayan, dahası, ezilen etnik kimlikleri, ezilen ulusları,
ezilen inançları ve mezhepleri, ezilen cinsi de içeren bir kavramdır. Bu üç.
Proletaryayı “ezilenlerin hareketi” içerisinde daha fazla ilgilendiren şey,
sömürülen emekçi sınıf ve tabakalardır. Devrimci proletarya “ezilenlerin
hareketi” içerisinde emekçi sınıf ve tabakalara dayanmaksızın, ezilenler
içerisinde geçici bir tarihsel politik kesitte yer alan burjuva sınıf ve
katmanları ya da ezilenlerin burjuva katmanlarını (onlarla geçici, koşula bağlı
taktik ittifakları reddetmeksizin) tecrit etme temelinde onları bir biçimde
yedeğine almaksızın ezilenlerin ilerici demokratik ve devrimci demokratik
hareketine de öncülük/önderlik yapamaz. “Dünyanın bütün işçileri ve ezilen
halkları birleşin!” şiarı bu bakımdan da anlamlıdır. Bu dört.
Komünist Partisi “ezilenler”in değil, işçi sınıfının politik partisidir.
Marksizm-Leninizm halkın ideolojisi olmadığı gibi “ezilenlerin ideolojisi” de
değil, proletaryanın ideolojisidir. Proletarya sosyalizmi ezilenlerle, ezilenlerin
özgün talepleri ve hareketiyle özgün bir tarzda ilişkilenirken (ki bu
olmaksızın ezilenlerin hareketleriyle ilişkilenmek zaten olanaklı değil), başka
bir görüş açısından değil, yalnızca ve yalnızca kendi sınıfsal amaçlarıyla
bağlı olarak, bunu bir saniye bile olsun unutmadan, ilişkilenir. Evet,
proletarya yalnız sömürülen ve ezilen sınıfların değil, ezilenlerin doğrudan
sınıfsal taleplerle ortaya çıkmayan (ulusal vb.) hareketine de öncülük etme
misyonunu pratik-politik duruşunda da enerjik bir tarzda somutlaştırmalıdır.
Ezilenlerin proletarya partisini kendi öncüsü olarak görüp sahiplenmesi,
öncünün böyle bir etki gücü kazanması gerekli ve çok iyi bir şeydir. Devrimci
proletarya ezilenleri de kapsayacaktır. Fakat bu bir şeydir, proletarya
partisini “halkın partisi”, “ezilenlerin partisi” ilan etmek ve göstermek
farklı bir şeydir. Ajitasyon çalışmasında zaman zaman kullanılabilecek bu tür
nitelemelerden, teori, ideolojik mücadele ve propaganda çalışması söz konusu
olunca uzak durmak gerekmektedir. Hele de halkçı, sol liberal rüzgarların
estiği, kafa karışıklığının arttığı dönemlerde ya da dönemeçlerde bu sorun çok
daha büyük bir ilkesel, ideolojik ve politik anlam derinliğine sahiptir ve
sahip olmak zorundadır. Komünist partisini hem işçi sınıfının partisi, hem
halkın partisi, hem ezilenlerin partisi olarak tanımlamak eklektik ve orta
yolcu tasfiyeci bir karaktere sahiptir. Bu tip yaklaşımların “21. yüzyılın
sosyalizmi”ne doğru ileri bir adımı oluşturması bir yana, dahası, geriye,
halkçılığa, post-Marksizme doğru tasfiyeci bir geri gidişi ifade ettiği
kesindir. Sorunun özü, burada ana sorun, komünist partilerin hangi sınıfın
partileri olduğu sorunudur; işçi sınıfının mı başka sınıf ve kategorilerin mi?
Bu sorun öyle hafifsenecek, üzerinden atlanacak, geçiştirilecek bir sorun
değildir; dahası yaşamsal önemde bir sorundur. Bu beş.
Komünist partisi ve devrimci proletarya ezilenlerin (ezilen cinsin, ezilen
ulusun, ezilen ulusal toplulukların, ezilen inançların, ezilen toplumsal
kimliklerin) kavgasının başına da geçerek mücadelesini yönetir. Proletarya ve
öncüsü, sınıfsal, ulusal, cinsel, toplumsal kimlikler etrafında ortaya çıkan
her tür demokratik hareketin başında yer alır ve bu hareketleri kendi
hegemonyasında birleştirir ve birleştirmelidir. Hangi biçimde ortaya çıkarsa
çıksın, proletarya dışındaki ezilen kategorilerin hiçbir hareketi sosyalist
değildir ve olamaz da. Proletarya dışındaki ezilenlere ya da onun herhangi bir
kategorisine sosyalist nitelik biçmek, sosyalizm mücadelesinden etkilenseler
bile, onlardan sosyalizm mücadelesini vermelerini beklemek demek, teoriden ve
tarihsel deneyimden açık bir uzaklaşma demektir. Bu altı.
Proletarya ile halka, proletarya ile
“ezilenler”e aynı değeri vermek, aynı önemi ve ağırlığı biçmek, hele de şu “küreselleşme çağı”nda, dünyamızın çok
daha kapitalist ve çok daha proleter olduğu tarihsel kesitte, küçük burjuva
demokratizmine, halkçılığa, tasfiyeci oportünizme doğru daha keskin geri
gitmek, Bilimsel Sosyalist ideolojiyi küçümsemek ya da yadsımak ve oportünizmde
konaklamak olacaktır. Tıpkı Lenin’in Sosyalist Devrimci Parti’yi eleştirirken
söylediği gibi, “sosyalist ideolojiye karşı küçümseyici bir tavır almak ve aynı
anda aydın kesimine, proletaryaya ve köylülüğe eşit derecede dayanmaya
çalışmakla (istesin ya da istemesin) kaçınılmaz olarak Rus proletaryasının
siyasal ve ideolojik açılardan Rus burjuva demokrasisine tutsak olmasına yol
açmaktadır. Kuram karşısında küçümseyici tavır, kaçak oynamak ve sosyalist
ideoloji konusunda kararsızlık, kaçınılmaz olarak burjuva ideolojisinin oyununa
gelmektir. Rus aydın kesimi ve Rus köylülüğü proletaryayla karşılaştırılabilir toplumsal tabakalar olarak, yalnızca burjuva demokratik bir hareketin
dayanağı olarak iş görebilirler.” (italikler Lenin’e ait) Açık ve kesindir:
Proletarya dışındaki herhangi bir emekçi sınıf ve tabakanın, herhangi bir
ezilen toplumsal kategorinin hareketi yalnızca burjuva demokratik hareketin bir
biçimini temsil eder ve asla proletarya ile aynı yere konulamaz ve sosyalist
bir mücadele de veremez. Proletaryanın yerine ezilenleri, ezilenlerin yeni
toplumsal hareketlerini, halkı, yoksulları geçiren ya da proletarya ile aynı
ağırlığın verilmesi gerektiğini savunan her zihniyet, Marks’ın, proletarya
hakkındaki “modern toplumda gerçekten devrimci tek bir sınıf olduğuna ilişkin
öğretisinin karşısına” dikilmekte ve “umutsuz bir kavram kargaşasını açığa
vurmak”tadır. (Lenin) Aksi görüş açısı, aynı kesinlikte, küçük burjuvazinin,
küçük burjuva sosyalizminin görüş açısı ve propagandasından ibarettir. Komünist
saflarda ortaya çıktığı oranda da küçük burjuvazinin ideolojik
istikrarsızlığını, küçük burjuva sınıfa ve teorilerine karşı duyulan bir
eğilimi, sınıfın teori ve pratiğinden uzaklaşmayı ifade eder. Hangi biçimde
ortaya çıkarsa çıksın, komünistler bakımından bu, ilkesel tavizi, ideolojik
uzlaşıcılığı ifade eder ve kabul edilemezdir. Komünistlerin teori ve pratiğinin
merkezinde proletarya durur. Üretim içinde tuttuğu rol nedeniyle çağımızın
merkezinde duran ve çağımızı değiştirecek tek devrimci sınıf proletaryadır. “Ezilenler”,
ezilenlerin hiçbir kategorisi bu nitelik ve yeteneği taşımaz. Bu yedi.
Komünistler “ezilenler”in (burjuva demokratik hareketini desteklerken)
komünizm kılığında ortaya çıkan politik temsilcilerinin yüzündeki sahte
sosyalist maskeyi indirmekle yükümlüdürler. Bunu yapmayan bir komünist partisi,
kendi teorisinden, politik misyonundan uzaklaşıyor, burjuva demokratik harekete
yedeklenmeye başlıyor ya da başlamıştır demektir. Bu sekiz.
İşçi sınıfı hareketine dayanan bir partinin inşa edilememiş olmasının (ki
bu, dünya çapında bir sorundur!), dahası, geçtik bunu, işçi sınıfı hareketine
bağlanmak yönelimi bakımından az çok sistematik ve istikrarlı bir yönelimin
bile hiçbir zaman geliştirilememiş olması, geçtik bunu, sınıfa dönük ciddi bir
politik çalışmanın olmaması, sınıf hareketiyle dişe değer bir bağın olmamasının
ana nedenini tamda küçük burjuva demokrasisinin, halkçı devrimciliğin, post-Marksizmin
çok ciddi ideolojik ve teorik etkisiyle; sınıfa karşı çok ciddi güvensizlikle;
kendi öz çizgisinden sapışla bağlı olduğu ise kesindir. Bu da dokuz.
Komünist hareket, küçük burjuva devrimci demokratik geçmişinden gelen
halkçı zihniyetin kalıntıları ile hesaplaşmak zorundadır. Komünist hareketin ve
işçi sınıfı hareketinin en temel zayıflığı, ikisini de güçten düşüren temel
zaafı birbirinden kopukluğudur. Komünist hareket bu zayıflığını aşmak
zorundadır. Komünist hareketin işçi sınıfı hareketiyle bağ kopukluğu onu tarihi
boyunca bir gölge gibi izleyen temel zaafıdır. Bu zaaf, işçi sınıfına karşı
derin bir güven eksikliği ile Marksizm-Leninizm dışı arayışları doğurmaktadır.
Komünist hareket işçi sınıfı hareketine bağlanmadan, kendi sınıf temeline
oturmadan; böylece halkçılıkla, halkçılığın değişik eğilimleriyle kendi arasına
pratik-politik olarak sınır çekmedikçe kendisini halkçı sapmalardan da kolay
kolay kurtaracak gibi gözükmüyor. Yani sorunu salt kavrayış zayıflığıyla da
izah etmek pek olanaklı değildir artık kırk yıllık devrimci tarihimizin
ardından. Yani sorun salt kavrayış yetersizliğiyle bağlı değildir, bu, aynı
zamanda işçi sınıfına bağlanmış/dayanan bir politik partinin yaratılmamış
olması tarihsel politik gerçeğiyle, bu gerçeğin yarattığı zafiyetle de
bağlıdır.
Partinin, komünist hareketle işçi sınıfı hareketinin birliği olduğu temel
önermesinin mükemmeliyetçi kavranışının (partiyi kurmayı adeta bilinmez bir
geleceğe erteleyen mükemmeliyetçiliğin) aşılması gerekliydi ve aşıldı; ancak bu
kez, bir başka uca, işçi sınıfı çalışmasının ihmali, komünist hareketle işçi
sınıfı hareketinin birliğini kurma çalışmasının adeta giderek unutulmasına yol açtı. Bu da, sınıf dışı arayışları
güçlendirdi. Nesnel olarak bu, ideolojik yabancılaşmadır, temel ve güncel zorlu
devrimci çalışmadan uzaklaşmanın bir tezahürüdür. İşçi sınıfının temel tarihsel
devrimci rolünün derinlemesine bilince çıkarılmaması, istikrarlı bir sınıf
çalışmasının biçimlendirilmemesi, program ve devrimci stratejiden uzaklaşma
yönelimi, sınıf mücadelesinin önünü açacak teorik hakimiyetin zayıflığı, erken
başarı peşinde koşma, görece kolay yoldan başarılar kazanabilecek,
kitleselleşebilecek ve gelişebilecek bir çalışma tarzı, yenilikçi söylemin
içerisine bürünmüş yeni tip tutuculuk; tüm bunlar, genel tablomuzun da birer
parçasıdır. Bu durum, aynı zamanda post-modernist ve post-Marksist ideolojik
cereyanlara etkili karşı koyamamanın, ondan da etkilenmenin ifadeleridir. Bu
tablonun ilkeli, özeleştirel aşılması gerektiği bizce açıktır. Bu tablo,
yapısal ve tarihseldir. Bu tablo, komünist
hareketin küçük burjuva oportünist günahlarının ürünüdür. Yani salt dışımızdaki
cereyanlardan etkilenmeyle, küçük burjuva demokrasisinin, yeni tip sol
liberalizmin baskısıyla da bağlı değildir; komünist işçi hareketinin
yaratılamamış olmasıyla, bu bağıntıda tüm tarihimiz boyunca başarılı bir pratik
yaratamamış olmamızla da bağlıdır. Bu başarısızlık, istikrarsızlık,
yalpalamalar böylece aynı zamanda kendi tarihsel ve yapısal günahlarımızın kefareti olarak da karşımıza çıkıyor ve
geçmişin yükleri, güncel, konjonktürel cereyanlarla da birleşerek dönüp
komünist hareketi güçten düşürüyor, geriye doğru gitmesine yolu döşüyor.
Dolayısıyla kopuş da yapısal ve tarihsel olmak zorundadır.
Birlik devrimi atılımı kendi temelleri doğrultusunda ve öz deneyimlerinin
eleştirel aşılmasıyla tutarlılıkla ileri gidemedi, giderek yüzeyselleşti ve henüz
canlı, dahası, yedi canlı olan
geçmişin kalıntılarına ve zaaflarına yenik düştü. Komünist hareket ancak
kendini köklü ve bütüncül bir tarzda aşarak, yenileyerek tutarlılıkla
ilerleyebilir. Herhangi bir komünist güç ancak kendi küçük burjuva yüklerinden,
ayak bağlarından kurtularak adını hak edebilir ve amaçları için geleceğe
güvenle ilerleyebilir. Bu olmaksızın proletarya sosyalizminin geleceği de
olmaz. Komünist hareket, Birlik Devrimi gibi bir tarihsel sıçramayı
başarmıştır. Bu temelde, bu temel üzerinde, birlik devriminin ilkeli ve
devrimci yenilikçi zihniyetine bağlı yeni bir “birlik devrimi”ne gereksinim
var. İdeolojik bunalımı da aşmanın tek yolu buradan geçmektedir. Birlik
Devrimi, tek bir dönemeçten, tek bir atılımdan ibaret bir hareket değildir, aksine,
kendini, kendi özgün temeli ve ayırıcı karakteristikleri ekseninde, yeniden ve
yeniden üreterek inşa edecek bir devrimdir ve böylece o, kesintisiz bir devrim
özelliğini taşımaktadır ve taşımalıdır. İrade denen şey burada eylemli olarak
yolunu açarak ilerlemelidir. İhtiyaç, böyle bir iradenin geliştirilmesidir.
Olmayan şey de budur şimdilik. Gelişmesi önlenmiş olan şeyin kendisi de budur.
Komünist hareket, yalnızca teorik, programatik ve stratejik söylemiyle
değil, aynı zamanda bunlarla tutarlı olarak pratik-politik
gelişme hattındaki duruşu ve yönelimiyle de (söz ile eylemin birliği!) küçük
burjuva demokrasisinin öteki eğilimleriyle kendi arasındaki sınır çizgilerini
ortaya koymak; işçi sınıfına dayanan bir
politik güç kimliği ile bu ayrımı netleştirmek, dost ve düşman önünde
sınıfı temsil eden ve sınıf hareketine dayanarak halkların ve ezilenlerin
mücadelesine öncülük yapan bir politik güç olduğunu kanıtlamak zorundadır. İşte
devrimci ve komünist tarihimiz boyunca çözmediğimiz, çözemediğimiz ana sorun
buradadır ya da sorunun kendisi budur! Ki burada da, yalnız teorik değil,
pratik tutarlılıktan da uzaksan, bu durumda, ezilenlerin başına, proletaryayı
eklemek de (“proletarya ve ezilenler”!) anlamlı bir duruş değildir. Buradan
bakacak olursak, proletarya vurgusu, örneğin Türkiyeli Maoistlerde daha
güçlüdür. Üstelik Maoist hareketin sınıfla bağları genelde daha güçlü olmuştur
komünist harekete göre diyebiliriz. Bu, aynı zamanda tarihin ironisidir.
Komünist hareket sınıf mücadelesi arenasında kendi öz kimliğiyle anlamlı bir güç olabilmek için, kendi strateji ve
taktiklerini yaşama geçirebilmek için işçi sınıfı hareketi içerisinde anlamlı
bir politik güç olmak zorundadır. Komünist hareket bunu başaramadığı sürece,
diğer şeylerin yanı sıra, gelecek için de kendini inşa edemeyeceği açıktır. Bu
durumda ise, onun politik varlığı anlamlı değildir ya da giderek tüm anlamını
kaybedecektir. Proletaryayı temel almayan, iş, ekmek, adalet, eşitlik,
özgürlük, barış diyen, azami programını, sosyalist görevlerini unutan, hadi
diyelim ikincil plana süren, yalnızca proletarya ile değil, geniş emekçi
kitlelerle de ciddi bağlar kuramayan, komünist işçi hareketi yaratma
perspektifinden sapmış herhangi bir kuvvetin, “ama bizim çalışmamız zaten işçi
sınıfı çalışmasıdır” (öyle ya, ne de olsa komünist hareket zaten işçi sınıfını
temsil eder!) demesi ve demeye getirmesi, post-Marksizmin, “Ezilenlerin
Marksizmi” tasfiyeciliğinin, halkçı oportünizmin etki gücünün tipik ve çarpıcı
bir yansımasıdır. Bu aynı zamanda, komünist teorinin ve hareketin daima karşı
çıktığı, eleştirdiği, “ideolojik öncülük” tezidir, sınıfın önderliğini
“ideolojik önder”liğe indirgeyen halkçı oportünizmin teori ve pratiğidir. Bu
teori (ve pratik), proletaryaya reddiye yazan küçük burjuvazinin, sosyalizm
adına ortaya çıkan halkçı devrimciliğin sosyalizme reddiye yazan teorisidir.
Biz komünistiz, dolayısıyla yaptığımız her çalışma zaten işçi sınıfı
çalışmasıdır bakış açısı, kendiliğindenciliğin
tipik teorileştirilmesidir; durumun teorisidir. (Vurgulanması gerekir ki, son
çeyrek asrın yükselen değerleri içerisinde üzerine methiyeler dizilen temel
değerlerinden birisini de kendiliğindenliğin yüceltilmesi, kendiliğindenciliğin
teorize edilmesidir.)
Bu teorinin, bu teorileştirmenin Marksizm-Leninizm ile en ufak bir ilişkisi
yoktur. Komünist teorinin ve komünist hareketin ve komünistlerin daima
oportünizm olarak eleştirdiği bu perspektifin, “kendiliğinden sürecin bilinçli
temsilcisi” olan komünist hareketle bir ilişkisi olmadığı, tipik bir ideolojik
yabancılaşma ve tasfiyecilik olduğu çok açık ve kesindir. Kendiliğindenlik
önünde kölece boyun eğiş, ancak bu kadar parlak, bu kadar çarpıcı bir başarıyla
dile getirilebilir. Bu kavramlaştırma, kendi içeriğini de başarıyla ve keskin
bir şekilde dile getirdiği için de yüksek bir başarıyı temsil etmektedir. Altı
çizilerek okunmalıdır: Marks’ın, Lenin’in dört dörtlük yadsınması ve
tasfiyesinden, tipik bir kokuşmuş burjuva liberalizmden başka bir şey olmayan post-Marksizme
göre, sosyalist bir hareket, ekonomik, sınıfsal ve politik temellerinden ve
tablodan bağımsız ya da özerk olarak ideolojik-siyasi olarak kendini
oluşturabilir ve oluşturmalıdır; sosyalist hareketin ilkesel ve pratik-politik
olarak sınıfla bağlı olması, sınıfı temsil etme iddiası gereksizdir, zorunlu
değildir. İdeolojik ve siyasal çıkarlar söylem yoluyla kurulmalı ve
kurgulanmalıdır. Onların maddi ve sınıfsal temellere oturması gerekmez;
pratik-politik olarak örneğin işçi sınıfına dayanması gerekmez ve
gerekmemelidir. Proleter sınıfın maddi çıkarlarını ifade eden, ona dayanan bir
önderlik ve hegemonya perspektifi, çokluk üzerinde iktidarcı, totaliter,
indirgemeci perspektiftir. Sosyalist hareket ezilenler/çokluk/çoğul değişken
özneler içerisinde çalışmalı, tekil kimlikler üzerinden, anı yaşayarak siyaset
yapmalıdır. Politik çalışma nerde güç olunabilecekse oraya yöneltilmelidir. Sınıf
siyaseti bitmiştir; 20. asrın hegemonik paradigmasına dayanan ve onu ifade eden
sınıf mücadelesine proletaryanın önderlik/öncülük etmesi perspektifi artık
bitmiştir. Proletaryanın mücadelede, devrimlerde hegemonyasını kurması
gerektiği şeklindeki eski Marksist teorinin sınıfa biçtiği ayrıcalıklı yer de
kalmamıştır; işçi sınıfı da diğer ezilen toplumsal kategorilerden birisidir en
fazlasından; aralarındaki ilişki eşitlik ve özgürlük ilişkisi olmalı;
sosyalistler, bu temelde, “çokluk”a dönük çalışmalıdırlar. Ezilenler arasında
hegemonik ve hiyerarşik paradigma dogmatizmdir, muhafazakarlıktır, anomalidir,
anakroniktir. “Eşdeğer farklılıklar” arasına hiyerarşiyi koymayalım. Söylem
yoluyla üretilmiş totaliter, otoriter bakış açılarından kopalım. Ezilenler
içinde ya da çokluk içinde modernist iktidar ilişkileri (önderlik, hegemonya
vb.) kurmayalım. 20. yüzyılın sosyalizm deneyleri de proletaryanın ve
ideolojisinin iflas ettiği, infilak ettiği bir yüz yıldır. Sınıf hiçbir zaman
iddia edildiği gibi devrimci bir tarihsel rol falan da oynamamıştır; sınıfa
neden güveniyorsunuz ki! Sizin sınıf dediğiniz artık “çokluk”tur. “Çokluk”a
dönük çalışın ama bu da zaten sosyalist çalışmadır. Sınıf ve sınıf siyaseti
artık ölmüştür, anlayın artık bunu canım! Üstelik bu perspektif,
Marks-Engels’in Komünist Manifestosu’ndan daha radikal, daha militan bir
Komünist Manifesto’dur; bu, çağımızın Manifestosu’dur. Bırakın şu dinozorluğu;
muhafazakar olmayın, doktriner direnişinizden vazgeçin artık; direnmeyin yeni
çağın Komünist Manifesto’suna karşı. Sizleri anlamak mümkün değil doğrusu!!!
Modernizmin dünyasından, o dünyanın bir kolu, bir biçimi olan “sınıfçı
Marksizm”den, “dogmatik Marksizm”den, “mezhepçi Marksizm”den, Marksizm-Leninizm’den,
“Stalinizm”den kopalım artık. Lütfen proletaryaya önderlik rolü biçerek, sınıf
hareketine dayanan bir sosyalist çalışma inşa ederek “çokluk”u, “çokluk”un
işçiler dışındaki diğer “ezilen” kesim ve kategorilerini ötekileştirmeyelim;
önemli olan söylemdir pratik değil, söylem eylemi de belirler, her şey
söylemdir, dildir, dilin de kemiği yoktur, anlayın lütfen vs. vs. İşte böyle!
Demek ki, dilin kemiği yoktur! Demek ki, maddi bir güç olarak, dünyayı
değiştirecek tek sınıf olarak işçi sınıfını temel alarak, pratik tutarlılıkla
sınıf hareketine bağlanmak yerine, söylemle, “çokluk”a, yani “ezilenler”e dönük
söylem düzeyinde sosyalist politika yapmak; sınıf hareketine dayanan bir “söylem”, propaganda, ajitasyon, örgütlenme
ve eylem yerine, sosyalizm adına çokluğa (“ezilenler”e) dönük genel politika
yapmak Marksizm-Leninizm değil, post-modernizm, post-Marksizmdir. Demek ki
maddi olarak sınıf hareketine dayanan, sınıfın önderlik misyonu temelinde
emekçilerle, ezilenlerle ilişkilenmenin reddi tipik bir oportünizm ve
inkarcılıktır. Demek ki bu, sınıf siyasetinin tasfiyesi, sınıfa dayanarak ezilenler dünyasına önderlik
etme siyasetinin tasfiyesi; sınıfın, herhangi bir devrimci özne olarak ele
alınması; sınıfın, diğer sınıf ve tabakalar karşısında özel, temel, ayrıcalıklı
tarihsel misyonunun ve güncel pratik duruşunun yadsınmasından başka bir şey
değildir.
Demek ki, teori ile pratiğin birliğine (söz ile eylemin birliği!)
dayanmayan, işçi sınıfına dayanmayan, ısrarla, istikrarlı bir tarzda komünist
işçi hareketi yaratmaya yönelmeyen ve dayanmayan, biz zaten komünistiz,
komünist hareketin çalışması zaten işçi çalışmasıdır özlü tez, halkçı
oportünizmin ideolojik öncülük (ki bunun bilinen en önemli ve başta savunucusu
Mahir Çayan’dır) teorisinin, stratejisinin, taktiğinin, daha güncel olarak,
tasfiyeci post-modernizmin damgasını
taşımaktadır.
Her kavramın, her fikrin, her teorinin, her söylemin objektif bir karşılığı/anlamı vardır. Kavramlar, fikirler,
teoriler, tezler, söylem sınıflar üstü değildir, aksine, sınıflı her toplumda,
tüm bunlar, bir sınıfın damgasını taşır. Burada niyetlerin yeri yoktur,
olmamalı, burada, tüm bunların nesnel ve bilimsel anlamları üzerinde durmak,
eleştirel aydınlatmak zorundayız. Gerisi, kabul edilemez. Eleştirdiğimiz
oportünist yanılgının da devrimci proletaryayı silahsızlandırdığı, komünist
harekete çok ağır zararlar verdiği, çok zaman kaybettirdiği, onu, geriye doğru
çektiği; onu, hem tarihsel hem de güncel devrimci görevlerinden geriye
götürdüğü, işçi sınıfı ideolojisi ve pratiğinden geriye düşürdüğü kesindir.
Tasfiyeciliğin “ezilenler” revizyonu ve teorisi ile bağlı ve ondan etkilenmeyi
ifade eden bu küçük burjuva sapma ve yanılgı da ilkeli bir özeleştiriyle, pratiğin önünü açan bir özeleştiriyle
aşılmalıdır. Marksist-Leninist teorinin ve komünist bir hareketin, “Hareket her
şey, nihai amaç hiçbir şeydir!” diyen Bernsteincılıkla, “Anı yaşa!” diye
haykıran post-modernizmle, “Nerde hareket, orada bereket!” diyen ilke ve omurga
yoksunu oportünizm ve pragmatizmle hiçbir ilişkisi olamaz. Post-Marksizmle
uzlaşmak post-Marksizme götürür. Bu da on.
Komünist hareketin temel ve bağlayıcı belgelerinde vurgulandığı gibi: “İşçi
hareketinin dışında doğan komünist hareket, bütün gelişim evreleri boyunca
teorisinin proleter sınıf karakterine ve programının odağında proletarya
durmasına karşın, proleter sınıf hareketine dayanan bir politik güç
olamamıştır. Bu çelişkili durum komünist hareketi kesin bir yol ayrımına
getirmiştir. Ya teorisi ile programı ile eylemi arasındaki devrimci tutarlığı sağlayarak,
proletarya hareketine sıkı sıkıya bağlı, öncü politik hareketi, devrimin önderi
gerçek bir politik sınıf partisi olarak gelişecek ya da başka yola girecektir.
Bütün tarihi boyunca yaşadığı çelişki, en keskin biçimde kendini göstermekte ve
çözümünü dayatmaktadır. Komünist hareket bu çelişkiyi, teori ve programının
gösterdiği yolda çözecek devrimci iradeyi ortaya koyma görüş açısı ve
kararlılığına sahiptir.” “Stratejik planımızın öncelikli hedefi, işçi sınıfı
içinde gerçek bir çekim merkezi haline gelmek, komünist partisini inşa etmek,
devrimci bir işçi hareketi yaratmaktır. İlk öncelik budur. Stratejinin diğer
tüm sorunlarını ancak buna bağlı çözümleyebiliriz.” “…burada bir kez daha, işçi sınıfı
saflarındaki komünist çalışmanın güçlenmesinin aynı zamanda stratejik
önderliğin en önemli sorunlarının da çözüm anahtarı olduğu gerçeğine geliriz.
Stratejik önderliğin geliştirilmesi bakımından da, sınıf içinde yoğunlaşma
hattında ilerlemeliyiz.” “Bugün taktik planımızı saptarken, en temel sorunun,
tıpkı stratejik planda olduğu gibi, işçi sınıfı hareketi içinde belirli ve az
çok politik bir gücü elinde bulunduran komünist bir partinin henüz bulunmaması
olduğu açıktır.” Bu sözler yaklaşık yirmi yıl önce söylenmiştir. Birlik devrimi
ve partileşme atılımıyla bunu başarabilecek ve başarmak için de yeni bir sürece
girmiş olan hareket, bu misyon ve iddiasının arkasında duramadı. “Komünistler,
ana güçlerinin kesin bir kararlılıkla ve duraksamaksızın işçi sınıfı içerisinde
çalışmaya teksif etmekle yükümlü oldukları halde, bunu yapamamışlardır.” “Bu
noktadaki her tereddüdün, her yalpalamanın, her zikzakın, davaya çok büyük ve
onarılamaz zararlar vereceğinin bilinç ve sorumluluğuyla hareket edeceklerdir.
Komünist hareket programı ve teorisinde vurgulanan öncülük iddiasını, tamamen
bilinçli ve iradi bir biçimde sınavdan geçirecektir.” gibi son derece net,
güçlü, parlak, çarpıcı vurgulara karşın, söz ile eylemi arasında bir tutarlılık
sağlayamamıştır. Bu, açıkça sınıfta kalmadır. Vurgulanan irade sınavdan geçmiş ve yeni dönemin ilk
evresinde, güçlü ve olumlu olan yönelim, giderek terk edilmiş ve yeni dönemin
deneyimi de pratik bakımdan açıkça başarısız
olmuştur.
Stalin’in şu sözleri yol
göstermelidir bizlere: “Yoldaşlar, belli bir grubun, belli bir eğilimin, belli
bir partinin devrimci ruhu, sözler ve yaptığı açıklamalarla sınanamaz. Belli
bir grubun, belli bir eğilimin, belli bir partinin ruhu, yaptığı işlerle,
patiği ile, pratik planları ile sınanır. Ne kadar çarpıcı olursa olsunlar,
yapılan işlerle desteklenmemişlerse, uygulamaya konulmamışlarsa, sözlere ve
açıklamalara inanılamaz.” Ele aldığımız konuda, aradan geçen iki on yıla
yaklaşan tarihsel deneyimlerimiz, belgelerde ortaya konulan çarpıcı ve parlak
perspektifi fiilen büyük bir oranda, esasen terk ettiğimizi, bu kararlılığa
sahip olmadığımızı keskin bir tarzda ortaya koymuştur. Sağa sola çekilecek bir
yanı da yok bu tablonun. Teori ile pratiğin tutarlılığı üzerine söz söylerken,
söz ile eylemin bu kadar açılmasının, ortada bir parti tarzı olmadığını, böyle
bir tarz geliştirilemediğini çok çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu,
bir sonuçtur. Asıl sorun, buna yol açan önderlik anlayışı, çalışma tarzı,
zihniyet vb.nin eleştirel açığa çıkarılması ve giderilmesidir. Bir atasözünde
dille geldiği gibi: “Çıngıraklı deve kaybolmaz.” Gerçek durumun anlaşılmasını,
bilince çıkarılmasını, dersleriyle donanmayı engelleyen zihniyetler, hangi
biçim altında ortaya çıkarsa çıksın, artık gözden kaçamaz. Tarihsel deneyim bir
kez daha kanıtlamıştır ki, dar pratikçi, idareimaslahatçı bir önderlik anlayışı
ve çalışma tarzıyla da bu ve benzeri sorunlar çözülemez. Biçimsel kalan,
tutarlılıkla yolunu açmayan özeleştiriler de durumu kurtaramaz. Yeni tip
tutuculuğun, yedi, hatta yetmiş yedi canlı eskinin yeni dönemde, yeni içinde
tutunarak kendini üretmesinin ve baskın hale gelmesinin ve kendini
örtülemesinin ifadesi olan ajitatif “parti tarzı” söylemiyle de,
“doktrinerizm”e, “dogmatizm”e çatarak da artık durumu kurtarmak olanaklı
değildir. “Parti tarzı” bir hedeftir, en ileri anlamını ve anlatımını da Birlik
Devrimi atılımında ve partileşme kazanımında buldu ama ne yazık ki, kendini
üreterek geliştiremedi. Kendi içsel zaaflarımız bunu önledi. Bu hedefin
kazanılması ve sürekli de geliştirilmesi gerekmektedir.
Parlak formülasyonlar, ajitatif söylemler mücadelede yararlı olabilir ama
tek koşulla: Eğer bizleri kendi cazibesine mahkum etmiyorsa, eğer bizleri
gerçekler dünyasından koparmıyorsa, eğer bizleri kendi öz çizgimizden
uzaklaştırmıyorsa, eğer özeleştirel kendimizi aşmamızı, yeni derslerle donanmamızı
engellemiyorsa! Eğer bu işlevselliğe ket vuruyorsa, dahası; yenilikçi söylemin
içine tutunarak kendimizi aşmamızı engelleyen, bu temelde kendini üreten bir
tutuculuk olarak kendini var ediyorsa, ya da bunun aracı haline geliyorsa;
önderleşmeye hizmet etmek yerine, stratejik ufuktan yoksun birkaç yıllık
başarıların ardından yenilgi ve başarısızlığa sürüklüyorsa, ardından nispeten
uzun gerileme, yıpranma, duraksama, tasfiyeci bürokratik çürüme üretiyorsa vb.
gibi tablolara aracılık yapıyorsa; durumun teorisinin yapmanın aracı haline
geliyorsa, adeta kendini tekrarlamaya hizmet ediyorsa, bu durumda,
komünistlerin buna gereksinimi olmadığı ve olmayacağı açık ve kesindir. Bunca
tarihi deneyimden sonra soruna, sorunlara daha soğukkanlı ve eleştirel, daha
derin ve bütünlüklü, özeleştirel yaklaşmak gerektiği açıktır, açık olmalıdır.
Bu, devrimci proletaryanın asgari ve azami amaçlarının zorunlu, kaçınılamaz
kıldığı mutlak gerekliliktir. Şöyle ya da böyle, bundan kaçınmak, sadece ve
sadece Marksizm-Leninizm’den kaçmak demek olacaktır.
Köklerimiz Suphi’lerin TKP’sine uzanır. Bu bir yana, 71 devrimci
hareketinden bu yana, kesintisiz diyebileceğimiz bir tarih var geride. Haydi,
buna “40 yıllık tarih” diyelim. Bu, 40 yıllık yaşanmışlık, 40 yıllık deneyim
demektir. Komünist hareketin doğuşu bağlamında, 79’u dönemeç olarak alacak
olursak, geride bıraktığımız tarih, 30
yılı aşıyor. Birlik Devrimi’nden bu yana alacak olursak, 20 yıla yaklaşan bir
tarih var geride. İşin neresindeyiz? Daha derin, bütünlüklü bir eleştiri ve
özeleştiriyle tarihin dersleriyle silahlanıp sürece müdahale etmek gerektiği
açık değil mi? Evet, açıktır. Başarı ve
kazanımlarımıza sahip çıkarken, hata, zaafla ve eksikliklerle açık ve kesin
hesaplaşacağız. Ancak böyle ilerleyebiliriz. Çağın en iyi bilim insanlarından
biri olan A. Einstein’in şu değerli sözleri kulağımıza küpe olmalıdır:
“Aptallığın en büyük kanıtı, aynı şeyi defalarca yapıp farklı bir sonuç almayı
ummaktır.” Oysa biz, bu kadar düşüncesiz değiliz. “Sorunlar, onları
yaratanların mantığı ile çözümlenemez.” O halde, tarihsel kazanımlarımıza da
dayanarak köklü ve ilkeli bir zihniyet devrimi ile sorunları çözmek zorundayız;
çünkü sorun “teorik ve pratik” zihniyette ifadesini bulmaktadır. “Zorlukların
göbeğinde fırsatlar yatıyor.” Bu zorluklarımızı aşabiliriz ve aşmalıyız;
zorluklar, onlara karşı mücadelede yeni bir enerji uyandırır ve komünistleri
biler sadece.
Evet, küçük burjuva oportünist zaafları ve yönelimleri açıkça görmek ve
özeleştirel de kopuşmak lazım. Tarihsel eylemimizin berrakça açığa çıkardığı
gibi, artık, bugüne kadar geldiğimiz gibi gidemeyiz. Bir biçimde kendini
“tekrarlamak”, politik mücadelenin gerisine düşmeye ve niteliksel aşınmaya
götüren bir tekrara ihtiyaç yoktur. Tarihsel kazanımlarımıza dayanacağız,
zaaflarımızla hesaplaşacağız, daha gelişkin bir nitelik kazanarak yürüyeceğiz.
Biliyoruz ki, öncü, ancak kendisini ilkeli bir şekilde eleştirerek, tarihin
dersleriyle silahlanarak ilerleyebilir. Program ve stratejisine bağlı kalarak
ve derinleşerek, stratejisine uygun bir taktiksel gelişme hattında ilerleyerek
bu sorununu ve sorunlarını çözebilir ancak. Teorisi, programı, stratejisinden
her ayrılış ise onu öz çizgisinden ve misyonundan uzaklaştırır. Ve evet, daha
yirmi yıl kadar önce vurgulanmış olan söz konusu yol ayrımına, başka bir şey
haline gelme yoluna bir biçimde girilmiştir de. Komünist hareket bu zaaflı ve
tehlikeli gidişine dur demek, tarihin dersleriyle silahlanıp, birlik devriminin
zihniyet ve temel çizgisinde silkinip kendisine gelmek; misyonuna, iddialarına
bağlı bir gelişme yoluna girmek, bütünsel yenilenme, yeni bir “birlik devrimi”
atılımı ile ilkeli bir şekilde yürümek zorundadır. Birlik devriminde dile gelen
zihniyet, yenilenme, atılım, irade tek bir atılımdan ibaret değildir ve olamaz
da. Komünist hareket mücadelenin gelişimi seyrinde yeniden ve yeniden kendini
fethederek aşmakla yükümlüdür. Bu da on bir.
Soruna herhangi bir görüş açısından değil de, salt Marksizm-Leninizm
açısından bakacak olursak, ki komünistlik iddiası kesinkes bunu gerektirir,
yeni tip sol liberalizmin “ezilenler” teorisi ve propagandası nihai olarak
sırtını kapitalizme yaslamış küçük burjuva demokrasisinin proletaryanın teori
ve pratiğine, proletaryanın tarihsel eylem ve kazanımlarına karşı yönelttiği
reddiye hareketidir. Marksist-Leninist söyleme büründürülerek lanse edildiği
gibi, bu kavram ve teori, ne öyle masumane bir kavramdır (post-modernizmin,
post-Marksist akıntının soruna verdiği önemi hatırlayalım!!!) ne de öyle yeni
bir “bilimsel” açılımdır. İşin özü ve özeti, “ezilenler” teorisi proletaryanın
ve teorisinin tasfiyesi, burjuva demokratizmine ve küçük burjuva demokrasisine
doğru bir geri dönüştür. Nesnel olarak, proletarya sosyalizminin küçük burjuva
demokrasisi içerisinde erimesini ifade eder. Proletaryadan, Marksizm-Leninizm’den
kesilmiş umutların yerine yoksulları, halkı, ezilenleri, çokluğu, çok özneli
çokluğu geçirme saldırısıdır. Hele de devrimin ilk adımının demokratik halkçı
devrim olduğu ülkelerde ve bu arada bizim coğrafyamızda, söz konusu teori, çok
daha geçerli olmak üzere, Marksizm-Leninizm’e dönük teorik-ideolojik-politik
saldırının daha tehlikeli bir biçimidir. Bu bağlamda elinizdeki kitap, devrimci
proletaryanın “ezilenler”e dönük demokratik devrimci görevleri ve
mücadelesiyle, proletaryanın sosyalist görevleri ve mücadelesi sorununda ve
proletaryanın bu iki mücadelenin karşılıklı ilişkisi ve iç bütünlüğü konusunda
komünist perspektifi geliştirerek vurgulamaktadır.
Elinizdeki kitap, gündelik devrimci çalışma ile program arasındaki
ilişkiler bütününün bilince çıkarılabilmesi bakımından da önem taşımaktadır.
Gündelik politik çalışmada proletarya sosyalizmini küçük burjuva demokrasisinin
değişik eğilimleriyle ayıran şey, komünist hareketin günlük çalışması ile
programı arasındaki ilişkidir; gündelik çalışmanın programı tarafından yönetilmesidir. Günlük politik çalışmalarını
programının yönetiminde pratikleştirmeyen bir komünist güç, kaçınılmaz olarak
küçük burjuva demokrasisine yedeklenir. Burada, ekonomik, siyasal ve toplumsal
sorunlardan hareketle güncel mücadeleyi örgütlemede iki sınıf arasındaki ayrım
çizgisi programda ortaya çıkar. Öyle ya, gündelik politik çalışma salt devrimci
proletaryaya özgü bir nitelik değildir ve küçük burjuvazinin ilerici ve
devrimci politik partileri de bu çalışmayı yürütmektedirler; üstelik hala
sosyalist bir sınıf olma iddiasıyla! Dolayısıyla günlük çalışmasını programının
yönetimine vermeyi başaramayan bir proleter sosyalist hareketin kıskançlıkla
koruması gereken politik bağımsızlığını yitirmesi, küçük burjuva demokrasisine
yedeklenmesi kaçınılmazdır. Kaçınılmazdır, çünkü proletarya devrim sürecine bir
bütün olarak programı temelinde katılır; işte bu bütünlük belirsizleştiği,
ikincil plana itildiği ya da unutulduğu koşullarda, proletarya ile küçük
burjuvazi arasındaki sınır çizgileri silinmeye, küçük burjuvazi proletaryayı
teslim almaya başlar.
Aynı tehlike, gündelik devrimci çalışmanın komünizm adına sadece veya belirleyici olarak asgari programın yönetiminde yürütülmesi
durumunda da geçerlidir. Kitap, bu bakımdan da uyarıcı bir perspektif
sunmaktadır. En tutarlı ve en ileri biçimleriyle bile olsa, gündelik devrimci
çalışmaların; iş, ekmek, barış, özgürlük, adalet, eşitlik mücadelesiyle
sınırlanması ya da bu mücadelenin, antikapitalist sosyalist perspektifin
unutulması, geri plana itilmesi, salt asgari programın önderliğinde verilmesi
durumunda da aynı tehlike geçerlidir. Bu, sosyalist çalışmanın ve azami
programın unutulması demektir. Çünkü bu ikinci durumda da, küçük burjuva
devrimci demokrasisi ile komünist hareket arasındaki ayrım çizgileri silinmiş,
iki sınıfın temsilcileri asgari program üzerinde birleşmiş ve böylece
proletarya sosyalist nitelik ve programını yitirmiş olacaktır. Çünkü bir an
olsun bile unutulmamalıdır ki, devrimci proletarya, gerek gündelik politik
çalışmalarını, gerekse de antiemperyalist demokratik devrimi örgütlerken,
sosyalist amaçlarına bağlı olarak sürece bir tüm olarak programı temelinde,
katılır. Ve devrimci proletarya için demokratik devrimci görevler, sosyalist
amaçları karşısında sadece ikincil
derecede önem taşıyan, geçici
görevlerdir. Bu temel, ayırıcı karakteristiğin geri plana itildiği,
belirsizleştiği her durumda burjuva ve küçük burjuva demokrasisinin komünist
hareketi kirletmesi, ideolojik-siyasi çizgisini ve duruşunu bozması
kaçınılmazdır.
Yeridir, özellikle vurgulamak gerekmektedir: Türkiye, örneğin bir 70’lerin,
bir 80’lerin küçük burjuvalar ülkesi olan Türkiye’si de değildir; Türkiye bir
küçük burjuvalar ülkesi olmaktan çıkmıştır. Türkiye, bugün dünle
kıyaslanmayacak kadar çok daha burjuva ve çok daha proleter bir ülkedir.
Derinlik ve kapsamı itibari ile devrimimiz örneğin bir Rusya, bir Çin
devrimlerinde olduğu gibi ya da bir Komünist Enternasyonal’in 1928 Programı’nda
çizilen burjuva demokratik devrimlerin derinlik ve kapsamına sahip değildir ve
olamaz da. Türkiye’de kapitalizmin gelişme derecesi, sınıfsallaşma tablosu
Rusya-Çin-28 Programı gerçekleri ve tablosundan çok daha gelişkindir,
keskindir; keza böylece, çözmemiz gereken burjuva demokratik görevlerin
çerçevesi de daha dardır; ve Türkiye’de demokratik devrimden sosyalist devrime
geçiş daha özgün, daha hızlı, daha güçlü gerçekleşecektir. Böylece, bu tablo
içerisinde, proletaryanın çözmekle yükümlü olduğu ve üzerinden atlayarak
geçemeyeceği demokratik görevler tüm önemine karşın, bu görevler, bugünün
Türkiye’sinde proletaryanın sosyalist ve komünist amaçları karşısında çok daha
ikincil ve geçici görevler olarak durmaktadır. Bu durum, devrimci proletarya
bakımından sosyalist mücadele ve görevlerin yoğunluğunu, derinlik ve
genişliğini, keskinliğini vurgular ve vurgulamalıdır ve ayrıca, komünistleri
sarsmalıdır.
Demek ki komünist hareket, iş, ekmek, barış, özgürlük vb. taleplerinin
mücadelesini de programı temelinde, bir bütün olarak programı temelinde ve
önderliğinde verecektir; burada da asgari program azami programının yönetim ve denetiminde olacaktır. Bunu unutmak
demek sosyalizmi unutmak demektir. Bunu unutmak demek, küçük burjuva
demokrasisine yedeklenmek ve tasfiyecilik demektir. Dolayısıyla komünist
hareket, her durum ve dönemde, proletarya sosyalizmi ile küçük burjuva
demokrasisinin her türüyle kendi arasındaki sınır çizgilerini kalınca çekmek ve
korumak; küçük burjuvazinin suratındaki sahte sosyalist maskeyi çekip almakla
yükümlüdür. Dolayısıyla bu alandaki gerilemenin de üstüne açık ve ilkeli,
özeleştirel bir tarzda gitmek ve kendimizi aşmakla yükümlüyüz. Yukarıda işaret
ederek geldiğimiz gibi, bu alanlardaki hata ve zaaflar bir içsel bütünlüğe
sahiptir; çözümü de bütünlüklü olmak zorundadır. Elbette ki komünist hareket bu
vb. zaaflarını özeleştirel düzeltme ve yetkinleşme niteliğine sahiptir. En
nihayetinde sınıf mücadelesi düz bir çizgide gelişmemekte, tarihin gelişimi de
diyalektiğin yasalarına bağlı olarak şekillenmektedir…
Tüm bir iç ve uluslararası tarihsel deneyimin kanıtladığı gibi, komünist
harekette en büyük tehlike, küçük burjuvazidir. Komünist hareketteki küçük
burjuvazi, hareketi burjuva etkiye açık hale getirir; proletarya üzerinde
burjuva bir etkinin bir biçimini ifade eder. Komünist harekette oportünizmin,
tasfiyeciliğin, revizyonizmin, bürokratizmin, kariyerizmin, maceracılığın,
küçük burjuva oportünist sapmaların kaynağını oluşturur. Yine aynı deneyimlerin
kanıtladığı gibi, komünist hareket, anti-proleter, anti-Marksist Leninist
akımlara, sapmalara, yalpalamalara karşı mücadele içinde gelişerek güçlenir. En
nihayetinde, çelişki yasası evrensel hareketin kaynağıdır ve “Gelişme
karşıtların mücadelesidir.” (Lenin) Komünist hareket, ideolojik-teorik, siyasi,
örgütsel bağışıklık sistemini sistematik bir tarzda yetkinleştirmekle yükümlüdür.
Komünist hareket bağışıklık sistemini,
yalnızca Marksizm-Leninizm’le ve
yalnızca proleter kolektivizm ruhuyla
geliştirebilir, yetkinleştirebilir ve yetkinleştirmek zorundadır. Bu olmaksızın
komünist hareketin, gerek içerden gerekse de dışarıdan bireyci özel mülkiyet
dünyasının baskısına karşı koyması olanaklı değildir.
Sürekli hareket, değişme ve gelişme halinde olan sınıf mücadelesinin
gerekleri ve gereksinmeleri bu donanımın geliştirilmesinin kesintisiz karakterini vurgular. Donanım denen şey, tek bir
atılımlık hareketten oluşmaz. O, sürekliliğe ve sürekli daha yüksek bir
niteliğe dayanmak ve kendisini üretmek zorundadır. “Eğiticinin kendisinin de
eğitilmesi gerektiğini unuttu”ğu koşullarda, kendisini “evrensel akıl” olarak
görmeye başladığı yerde, gerçek hayattan kopma başlamış ve çürüme sürecine
girilmiş demektir. Atasözünde çarpıcı bir tarzda dile geldiği gibi: “Yarım
doktor candan, yarım imam dinden eder!” Küçük burjuvaziye karşı bağışıklık
sistemleri zayıflayan komünist bir hareket, özel mülkiyet tarafından
kuşatılmışlık koşullarında, burjuvazinin de baskısına daha açık hale gelir.
Teoriye hakimiyet zayıflığı, deneyim eksikliği, tarihten ve öz deneyimlerinden
eleştirel öğrenememe vb. gibi sorunlar da söz konusu etki gücünü besler. Her
konuda olduğu gibi, bu konuda da, kendi öz deneyimlerimiz de içinde olmak üzere,
SSCB’nin, Sosyalist Kamp’ın ve Uluslararası Komünist Hareket’in tarihsel
deneyiminden öğrenmek yaşamsal önemdedir. Her şeye karşın bizim gibi küçük
burjuvazinin hala yaygın, küçük burjuva havanın bu kadar baskın olduğu bir
ülkede bu, yüz kat daha önemli bir görev ve sorumluluktur. Komünistler sınıf
mücadelesinde kendilerini yalnızca öğretmen olarak görmemeli; mücadelenin hem
öğretmeni hem de öğrencisi olmayı başarmalıdırlar. Kendini hep öğretmen görmeye
başlayan bir komünist ya da komünist bir hareket, tarihin çağrısına yanıt
olamaz. “Arpa ekip buğday beklememeli.” Bunu unutmak demek, Marksizm-Leninizm’i
unutmak demektir.
Kasım-Aralık 2011 İstanbul
Hasan OZAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder