Translate

17 Kasım 2012 Cumartesi

“KÜRESELLEŞME” ANTİEMPERYALİZM ve SOSYALİZM



   “KÜRESELLEŞME”

ANTİEMPERYALİZM ve SOSYALİZM

          
Öteden beri, bu sorun hakkında, sınıfsal karakterleri ve politik nitelikleri gereği doğru bir kavrayışa sahip olmayan akımlar, emperyalist küreselleşmenin son dalgası ile birlikte, Marksist-Leninist teoriye karşı ideolojik saldırılarında daha da fütursuzlaştılar. İddiaya göre, anti-emperyalist ve anti-kapitalist mücadele arasındaki farklılık bitmiştir, vs. Oysa anti-emperyalist ve anti-kapitalist mücadelenin ele alınış tarzı bakımından ilkeli ve açık bir teorik ve politik kavrayışa sahip olmak, günümüz koşulları açısından daha bir önem taşımaktadır.
Üretimin ve sermayenin hızlanarak artan yoğunlaşması, merkezileşmesi ve uluslararasılaşması; kapitalizmin dünya çapında derinlemesine ve genişlemesine gelişmesi; revizyonist/kapitalist kampın çöküşü; özellikle 90’larla en keskin biçimlerde ortaya çıkan yenilgi ve gericilik dalgası bir dizi küçük burjuva akımın, hem Marksizm-Leninizm’den daha fazla uzaklaşmasına hem de “Marksist”, “Marksist-Leninist” olma iddiasıyla anti-Marksist-Leninist ideolojik saldırılarını yoğunlaştırmasına yol açtı. Bu koşulların, antiemperyalizm ve antikapitalizm sorunun kavranışında bir yandan derin bir kafa karışıklığı yarattığı, öte yandan bir dizi oportünist akımın daha bilinçli bir tarzda kafa karışıklığını körükleyerek güç kazanma çabasına girmelerine yol açtığını biliyoruz.
Hatırlatmak gerekirse; anti-emperyalist ve anti-kapitalist mücadelenin ele alınışında (diyelim ki 20. asrın başından bu yana), tarihsel olarak başlıca iki ana akım dikkat çekmektedir; bu akımlardan birisini Troçkist akım, ötekini küçük burjuva devrimci-demokrasisi oluşturmaktadır. Her iki akım, savunularını “Marksizm”, “Marksizm-Leninizm”, “sosyalizm/komünizm” adına yapmaktadırlar.
Troçkist hareket, anti-kapitalist/sosyalist mücadeleyle anti-emperyalist mücadeleyi aynılaştıran, ikisini bir ve aynı şey olarak pazarlayan bir bakış açısını, halkçı devrimcilik ise anti-emperyalist mücadeleyi anti-kapitalist/sosyalist mücadeleden koparan, dahası, söz konusu görevleri ve mücadeleleri sosyalist olarak sunan bir bakış açısını savunmaktadır. Özellikle son çeyrek asırda hızlanmış olan emperyalist küreselleşme sürecinde ortaya çıkan bir dizi olgu; kapitalizmin küresel ölçekte hızlanmış olan gelişimi, proletaryanın küresel ölçekte büyümesi, dünya pazarını temel alan uluslararası tekellerin gelişen hegemonyası, kapitalist emperyalizmin geçirdiği yapısal değişim, anti-emperyalist mücadele ile anti-kapitalist mücadelenin daha fazla iç içe geçmesi vb, teorisi ve pratiği iktidarsızlıkla belirlenen Troçkizm’in ve Troçkist IV. Enternasyonal’in ve yörüngesindeki Troçkizan, yarı-Troçkist veya şöyle ya da böyle, bir biçimde Troçkizm’den etkilenen çevrelerin revizyonist savunularını daha fütursuzca ileri sürmesinin gerekçesi yapılmaktadır. Yanı sıra, kapitalist/revizyonist sistem ve kampın çöküşü, bu çözülüş ve çöküşün Troçkist hareket tarafından, tümüyle demagojik ve manipülatif bir tarzda “Stalinizmin çöküşü”, “Stalinist sistemin çöküşü”, “Stalinist bürokratik diktatörlüklerin yıkılışı”, “Stalinci aşamalı devrim teorisinin”, “Stalinci tek ülkede sosyalizmin inşası teorisinin” çöküşü vb. olarak lanse edilmesi, incelediğimiz sorunda da daha küstahça saldırı ve çarpıtmalara baş vurmasının aracı olarak da kullanıldı ve kullanılmaktadır. Ayrıca, işçi sınıfı üzerine lafazanlığıyla tanınan Troçkist hareketin önemli bir kesiminin “Devrimci Marksizm”den “Ezilenlerin Marksizm”ine, “proletarya” vurgusundan “ezilenler” vurgusuna kayması da dikkate değer bir gelişmedir. Ki kendini çok değişik formlarda ortaya koyan ezilenci oportünizm ve tasfiyecilik son birkaç on yılın post-Marksist yönelişinin tezahürleridir. Yenilgi ve gericilik koşullarının ürünü olan tasfiyecilik, yeni tip burjuva liberalizminin görünümlerinden birisidir; bunu, kısaca, sosyalizm maskeli yeni tip sol liberalizm olarak da tanımlayabiliriz.
Diğer yandan, halkçı devrimcilik, gelişimi hızlanan emperyalist küreselleşme sürecinde daha çarpıcı biçim ve düzeylere ulaşan emperyalist saldırganlığa karşı; emperyalist kampla yeni sömürge ülke halkları arasında daha da derinleşen uçurum, yeni-sömürgeci bağımlılığın katmerleşmesi, himayeci sömürgeciliğin geliştirilmesi, NAFTA, AB gibi emperyalist bloklaşmalara dahil edilen yeni sömürge ülkelerin bir tür iç sömürgelere dönüştürülmesi, yeni sömürge ülkelerin görünüşteki siyasi bağımsızlığının iyice biçimselleştirilmesi, bu ülkelerin ulusal zenginliklerinin uluslararası emperyalist tekellere doğrudan fütursuzca peşkeş çekilmesi, kent ve kır küçük burjuvazisinin hızlanan yıkımı; sosyalizmin dibe vuran prestiji; özellikle de 90’lardan sonra içerisine girilen küresel yenilgi ve gericilik yıllarının tasfiyeci baskısı altında, anti-emperyalist mücadeleyi anti-kapitalist mücadeleden daha fazla koparan, küçük burjuva devrimci- demokratik karakterini daha açıkça ortaya koyan bir yönelime girdi. Sosyalizmden daha fazla uzaklaştı. Demokratik ve anti-emperyalist mücadele ve görevleri daha iğreti biçimlerde sosyalizm olarak lanse etti.
“Küreselleşme” olgusunda somutlaşan değişme ve gelişmeler, Marksist-Leninist kesintisiz devrim teorisini geçersizleştirmek, antiemperyalist demokratik halkçı mücadele ile sosyalist antikapitalist mücadele arasındaki farklılığı ortadan kaldırmak bir yana, aşağıda üzerinde duracağımız gibi, daha fazla iç içe geçmesine yol açmıştır. Antiemperyalist mücadelenin sosyalist mücadele olarak lanse edilmesi de, gerçekte, hangi biçime bürünürse bürünsün, halkçı ve ezilenci oportünizmin bir biçimidir. Enternasyonalist proletaryanın sosyalist bilinç ve eylemini bozmaktan, halkçı devrimci-demokratik bir görev ve mücadelenin sosyalist bir görev ve mücadele olarak yutturulmaya çalışılmasından ibarettir. Örneğin, Troçkist devrim teorisi ile Maoist devrim teorisi, birbirine zıt kutuplarda durmakla birlikte, her iki akımın antiemperyalist mücadeleyi sosyalist olarak proletaryaya lanse etmesi, Marksist-Leninist teoriyi, farklı biçimlerde de olsa, revizyona tabi tutması tipik bir olgudur.
Enternasyonal proletarya ve komünist öncüsü, emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadelede sonuna kadar devrimci olan tek tarihsel-politik sınıf ve güçtür. Proletarya ve öncüsünün emperyalizme ve kapitalizme karşı sonuna dek devrimci mücadelenin tek tutarlı temsilcisi olması, onun sınıfsal doğasından, teorisinden ve politik amaçlarından kaynaklanır. Çünkü proletaryanın teorisi, özel mülkiyetin tüm biçimlerinin ortadan kaldırılmasını ve politikası, özel mülkiyetin tasfiyesinin aracı olarak (insanlık tarihinin son devleti olan ve doğası gereği bir geçiş devleti olan) proletarya diktatörlüğünün (proletarya demokrasisinin) kurulmasını ve proletaryanın nihai hedefi olan komünist topluma (sınıfsız toplum) geçilmesini emreder. Proletaryayı ücretli köleliğe mahkum eden kapitalist özel mülkiyet dünyasıdır. Dolayısıyla proletarya, kendisini ücretli köleliğe mahkum eden nesnel maddi koşulları proleter devrim yoluyla tasfiye etmeden, egemen sınıf olarak örgütlenmeden, sosyalizmden komünizme yürümeden, komünizmi küresel ölçekte kurmadan kurtuluşa ulaşamaz. Bu olgu, proletaryayı bütün ezilen, sömürülen insanlığın öncüsü yapar. Proletarya ancak bütün insanlığı emperyalizmden ve kapitalizmden kurtararak kendisini kurtarabilir. Proletaryanın sınıf bencilliğinden uzak biricik sınıf olması, her türlü milliyetçilikten arınmış enternasyonalist bir sınıf olması, işte bu temel tarihsel ve sınıfsal gerçeklerle bağlıdır. Tarihsel ve güncel bakımdan sadece devrimci proletaryaya özgü olan sosyalist-komünist mücadeleyi yoksullara, halka, ezilenlere, yeni sosyal hareketlere havale etmek, Marksizm-Leninizm ve Marksist Leninist Komünistler için düşünülemez bile!
Enternasyonal proletarya, anti-kapitalist bir sınıftır. Genel olarak özel mülkiyete, özel olarak da kapitalist özel mülkiyete karşı oluş ve duruş, onun sınıf ideolojisi olan Marksizm-Leninizm’de sistematik ifadesini bulur. Dolayısıyla devrimci proletarya, özel mülkiyetin her biçimine ve sermaye egemenliğine karşı her türlü mücadelesini anti-kapitalist sosyalist perspektifle ele alır ve nihai amacına bağlı kılar. Bu bağlamda, anti-emperyalist mücadele anti-kapitalist mücadeleden ayrılmaz; anti-emperyalist mücadeleyi anti-kapitalist/sosyalist mücadelenin bir parçası olarak, kapitalizmi yıkma sosyalizmi kurma, komünizme doğru ilerleme perspektifine bağlayarak ele alır.
Sosyalizm, proletarya diktatörlüğü ve komünizm için mücadele, dolaysız bir biçimde anti-kapitalist mücadeledir. Proletaryanın sosyalist görev ve mücadelesi tüm kapitalizme, tüm burjuvaziye, meta ekonomisinin temellerine karşı mücadelesini ifade eder.  Kapitalizmin sosyalist devrim ve proletarya diktatörlüğü aracılığıyla yıkılmasını/tasfiyesini anlatır. Bu mücadeleyi vermeye yetenekli tek sınıf ise devrimci proletaryadır. Ve o bu mücadeleyi, komünist partisi (proletaryanın genelkurmayı) aracılığıyla yürütür.
Anti-emperyalist mücadele ise; emperyalizme bağımlılık ilişkilerinin, emperyalist sömürü ve baskının anti-emperyalist (demokratik halkçı) devrimle tasfiyesini ifade eder. Bu mücadelenin kaynağını (nesnel maddi temelini) ise, emperyalizm ile emperyalizme bağımlı ezilen uluslar ve halklar arasındaki çelişki oluşturur. Ve bu mücadele, doğası gereği, anti-emperyalist demokratik devrimci karaktere sahiptir. (Sosyalist devrimin gündemde olduğu ülkelerde, kuşkusuz ki, emperyalist tekelci burjuvaziye karşı mücadele doğrudan sosyalist bir mücadeledir.)
Emperyalizme karşı mücadeleyi, tüm bir 20. asrın tarihsel deneyimlerinden de görülebileceği gibi (örneğin Çin, Küba ve Nikaragua devrimleri, daha yakın ve taze pratikler olarak Nepal Devrimi ve ABD’nin Irak işgaline karşı küresel ölçekte ortaya çıkan büyük kitle hareketi hatırlansın), proletarya dışında, kent ve kır küçük burjuvazisi de yürütme yeteneğindedir. Küçük burjuvazi, anti-kapitalist bir sınıf değildir. En nihayetinde kendisi de bir küçük burjuvadır; küçük çaplı özel mülkiyetin temsilcisidir. Küçük meta ekonomisi, küçük burjuvazinin maddi temelini oluşturur. Dolayısıyla, evet, kesindir, küçük burjuvazi sosyalist bir sınıf değildir, anti-emperyalist demokratik halkçı görevlerin ötesinde sosyalizm, sosyalist devrim, proletarya diktatörlüğü için mücadele edemez. Ama o, kendisini sosyalist bir sınıf olarak sunduğu oranda, doğal olarak, halkçı görevleri “sosyalizm”, “sosyalist görevler ve mücadele” olarak sunacaktır. Fakat bundan hareketle, küçük burjuva devrimciliğinin, tarihsel bakımdan sınırlı, geçici, yalpalayan devrimciliği çerçevesinde de olsa devrimci-demokratik mücadele yürütümeyeceği gibi  bir sonuç çıkarılamaz.
Küçük burjuvazinin teorisi, özel mülkiyetin tüm biçimlerinin tasfiyesini içermez ve öngörmez. O, sadece kendisini ezen, sömüren, iflasına yol açarak proleterleşmesine neden olan büyük çaplı kapitalist mülkiyet biçimlerine (emperyalist burjuvaziye, işbirlikçi tekelci burjuvaziye ve feodal kalıntılara) karşıdır. Dolayısıyla o, kendisini yok oluşa mahkum eden büyük çaplı kapitalist mülkiyetin ve emperyalizmin tasfiyesinin politik aracı olarak, devrimci-demokratik bir diktatörlüğü öngörür. Yani küçük burjuvazinin teorisi ile politik mücadelesinin ufku, politik ve tarihsel olarak, devrimci-demokratik bir programla (proletaryanın asgari programıyla), anti-emperyalist demokratik devrimle, devrimci-demokratik bir diktatörlükle sınırlıdır. Küçük burjuvazinin önderlik ettiği devrimler, demokratik kapitalist bir ekonomik-toplumsal düzen kurmakla sınırlıdır. Böylece, küçük burjuva diktatörlükler, bir geçiş diktatörlüğünü; burjuvazinin iktidarına için bir geçiş evresini oluşturmaktadır ya da bu diktatörlükler nihai olarak burjuva diktatörlüklere dönüşmektedir. (Nikaragua devrimi deneyimi hatırlansın). Bu olgu, küçük burjuvazinin önderliğinde gerçekleşen devrimlerin, son tahlilde, neden emperyalizme teslim olmak zorunda kaldığı gerçeğini de bizlere açık ve net bir şekilde izah etmektedir…
Ama devrimci proletarya için, devrimci-demokratik halkçı görevler, o arada anti-emperyalist görevler, üzerinden atlanamayacak ve kendi önderliğinde çözülmesi gereken geçici devrimci görevleri oluşturur. Demokratik görevler, demokratik mücadele, anti-emperyalist demokratik halk devrimi, kendi hegemonyasındaki devrimci-demokratik diktatörlük, sosyalist ve komünist görevleri yanında, ikincil derecede önem taşıyan, kalıcı olmayan ve sosyalist/komünist amaçlarına ulaşmak için, geçerken çözülmesi gereken; sosyalizm için mücadeleyi kolaylaştıran azami programına bağlı tarzda ele aldığı ve çözeceği görevlerdir. Doğal olarak, komünist partisi ve işçi sınıfı, sınıf mücadelesine, anti-emperyalist demokratik halkçı devrime bir bütün olarak programı (asgari ve azami programı) temelinde katılır ve devrimde hegemonyasını kurar.
Devrimci proletarya, devrimci-demokratik görevlerle sosyalist görevlerini karşı karşıya koymaz; sosyalist perspektifine, nihai amacına bağlı kalarak güncel mücadeleyi örgütler ve yönetir. Bu bağlamda, anti emperyalist devrimci demokratik görevleri yadsıyan ve bu görevleri de sosyalist görevler olarak sunan sekter ve özünde sağ pasifist her türlü akıma karşı olduğu gibi, anti-emperyalist devrimci demokratik görevleri nihai amaç olarak sunan ve perspektifi devrimcidemokrasiyle sınırlı, bu görevleri sosyalizm mücadelesinden kopararak amaçlaştıran; birincileri ikincilere bağlı almayan, birincilerin proletaryanın sosyalist ve komünist amaçları ve mücadelesi karşısında ikincil önemde ve azami programı yanında kalıcı olmayan geçici görevler olarak kabul etmeyen sağ oportünist akım(lar)a da karşıdır. Gerçekte farklı öncüllerden ve birbirine zıt uçlardan yola çıkmakla birlikte, Marksist-Leninist kesintisiz devrim teori ve programının red ve inkarı, her iki akımın tasfiyeci temel karakteristiği olarak karşımıza çıkmaktadır. Keza bu eksende her iki oportünist akım, proletaryayı aldatmak için, gerçekte, anti-emperyalist demokratik halkçı devrimci görevleri sosyalist görevler, sosyalizm olarak sunmada ortaklaşmaktadır. Post-Marksizmin, post-Marksizmin kendisi ya da bir türevi olan “Ezilenlerin Marksizmi”nin, “ezilenler” teorisinin, “Ezilenlerin Marksist Partisi” oportünizminin, “Elveda proletarya” haykırışı ya da proletaryanın sınıf olarak önemsizleştiği, sınıfa öteki ezilenler içerisinde ayrıcalıklı bir yer, önderlik ve hegemonya rolü vermenin “aşılmış 20. yüzyılın totaliter paradigması” olduğu savunusu, artık günümüzde “ezilenler”in, “çokluk”un kapitalizmi yıkacak sosyalizmi kuracak temel gücü oluşturduğu oportünizmi, açık ki tarihsel kaynağını ya da kaynaklarından birisini, tarihsel halkçı oportünizmden, Troçkizm’den vb. almaktadır. Söz konusu ortaklaşma, her biçimiyle oportünizmin, revizyonizmin, Marksizm-Leninizm’i, devrimci proletaryanın tarihsel rolünü yadsıma ve tasfiye etmede birleşmesinin bir tesadüf olmadığı açıktır.
20. asrın ikinci yarısında, özellikle de son çeyrek asrında yaşanan önemli değişiklikler yukarıdaki temel perspektifimizi ve söz konusu sağ ve “sol” oportünist akımlara yönelik eleştirilerimizde temel bir değişiklik yaratmamıştır.
Emperyalizm, tekelci kapitalizm olmaya devam etmektedir. Ancak günümüz tekelci kapitalizmi, örneğin bir 1970’ler öncesi tekelci kapitalizminden farklı olarak uluslararası tekeller tarafından yönetilen bir tekelci kapitalizmdir. Son birkaç on yılda üzerinde çokça durulan ve günlük literatüre giren “küreselleşme” kavramı, dosdoğru, emperyalist küreselleşmeyi ifade eder ve emperyalist küreselleşmenin hızlanan, ivmelenen gelişimini yansıtır. Gerçekte, son birkaç on yıldan beri ivmelenen ve uluslararası tekellerin hegemonyasını ifade eden emperyalist küreselleşme, kapitalizmin tarihinin dördüncü büyük “küreselleşme” dalgasını oluşturmaktadır. Fakat emperyalist kapitalizmin bu son küreselleşme dalgası, tekelci kapitalizmin daha yüksek ve yeni tipini oluşturmakla, daha öncekilerden daha farklı ayırt edici karakteristiklere sahiptir.
Hızlanan emperyalist küreselleşme/uluslararasılaşma süreciyle birlikte, üretim ve sermaye, küresel ölçekte daha bir toplumsallaşmış, uluslararası kapitalist entegrasyon süreci daha bir ivmelenmiş; üretimin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin bireysel kapitalist biçimi arasındaki uzlaşmaz karşıtlık daha bir keskinleşmiştir. Kapitalizm, küresel ölçekte derinlemesine ve genişlemesine daha güçlü bir şekilde gelişmiştir. Küresel ölçekte yeniden yapılanan emperyalist kapitalizm ve bu yeniden yapılanmanın dinamosunu oluşturan uluslararası tekeller olgusu, kapitalist üretim sürecinde dünya proletaryasının ve halklarının sömürüsüne daha özgün biçimler kazandırmıştır. Artık tüketicilerin eline geçen herhangi bir metanın parçaları (örneğin otomobil, bilgisayar, gömlek vs.), değişik ülkelerde, yeryüzünün değişik noktalarına yayılmış işletmelerde üretilmekte ve üretilen metanın parçaları pek çok değişik ülkeden gelerek monte edilmekte ve böylece pazara sürülmektedir. (Bilişim, iletişim, ulaştırma teknolojilerindeki olağanüstü sıçramalar bunu olanaklı kılmıştır.) Bu olgu, değişik ülke proleterlerinin aynı uluslararası tekel tarafından sömürülmesini ifade etmekte, bu durum proletaryanın enternasyonalist karakterini daha bir yetkinleştirerek geliştirmektedir. Bu olgu, proletaryanın zaten uluslararası niteliğe sahip sınıf karakterini ve enternasyonalist niteliğini pekiştirirken, proleter devrimin enternasyonalist karakterini daha çarpıcı biçimlerde ortaya çıkararak, ona daha geniş ve derin bir temel sağlamaktadır.  Küresel ölçekte işçi sınıfı daha da büyümüştür. Küresel ölçekte, kırsal küçük burjuvazinin tasfiyesi süreci yoğunlaşmıştır. Ticari tarım hızla gelişirken, önemli bir kır proletaryası da gelişmiştir. Kentsel küçük burjuvazinin niceliği göreli olarak daha fazla artmıştır. Kentsel yarı-proletarya büyümüştür. Kentsel mücadelenin alanı, ağırlığı ve maddi temeli güçlenmiş ve genişlemiştir. Geleneksel orta burjuvazi (ve küçük burjuvazi) hızla çözülür ve tasfiye edilirken, küçük ve orta ölçekli burjuvazi, yeni koşullara uygun olarak, uluslararası tekellerin, emperyalist küreselleşmenin gereksinmeleri temelinde yeniden yapılanma sürecine girmiş; küçük ve orta ölçekli modern işletmeler (KOBİ) ÇUŞ’ların uzantıları haline getirilmiştir. İşsizlik olağanüstü ölçülerde artmıştır, küresel yapısal kronik işsizlik düzeyine çıkmıştır vb.
Bu vb. olgular, gerek tek tek ülkelerde, gerek bölgesel ve kıtasal ölçekte ve gerekse de küresel çapta (zaten çözümü pratik-siyasal bir sorun haline gelmiş ve ilk örneğini Büyük Ekim Devrimi’nin oluşturduğu, daha sonra sosyalist bir kampın ortaya çıkışıyla taçlanmış olan) uluslararası sosyalist devrimin nesnel ekonomik ve toplumsal koşullarının geçmişle kıyaslanmayacak derecede daha fazla olgunlaşarak keskinleştiğini kanıtlamaktadır. Açık ki, bu olgular, ülkesel, bölgesel, kıtasal, küresel ölçekte proletaryanın devrimlere önderlik ve devrimlerde hegemonya kurma yeteneğine çok güçlü bir temel oluşturmuştur. Emperyalizme bağımlı ülkelerde, anti-emperyalist demokratik halk devrimlerinin kesiksiz olarak daha hızlı bir şekilde sosyalist devrimlere dönüştürülmesine daha büyük güvenceler sağlamıştır. Sosyalist inşa sürecine bir dizi avantaj sunmuştur.
Tek tek ülkelerin ulusal ekonomileri emperyalist dünya sisteminin birer halkası konumundadır. Uluslararası tekeller tarafından yönetilen emperyalist dünya sistemi, tek tek ülkeleri daha güçlü bir şekilde emperyalist dünya ekonomi sistemine entegre etmektedir. Emperyalist küreselleşme süreci ve bu sürecin ivme kazanmış oluşu, söz konusu bağımlılık sürecini ve tahakkümü yeni bir temel ve biçimde daha da katmerleştirmiştir. Ancak emperyalist dünya sistemi, dünya pazarlarını temel alarak semiren “ÇUŞ”ların gitgide büyüyen belirleyici ve yönlendirici gücüne karşın, ulusal ekonomilerin emperyalist dünya sistemine tek tek halkalar olarak bağımlılığına son verebilmiş, yer küremizi zincirin halkaları olmaktan çıkararak tek bir halkaya dönüştürebilmiş de değildir. Evet, gidiş bu yöndedir. Ama bu kadar! Dahası, biz, emperyalizm bu noktaya varmadan (ki, bir “ultra-emperyalizm” mümkün değildir!) yıkılacağına ve sosyalizmin 21. asırda zafer kazanacağına inanıyoruz. Emperyalist kapitalizm, bugün geçmişle kıyaslanmayacak denli keskin bir biçimde emekçi insanlığa ve proletaryaya ya barbarlık içinde yok oluş ya da sosyalizm yolunda kurtuluş seçeneği dışında üçüncü bir yol bırakmış değil. Zaten “üçüncü yol” seçeneği dün de yoktu bugün de yoktur… Emperyalist/kapitalist sistemin, dünya nüfusunun % 80’nini açık açık gözden çıkardığı ve gözden çıkardığını da fütursuzca ilan ettiği ve önümüzdeki on yıllarda daha da beterini üreteceğini gördüğümüze göre, bu saptamada tereddüde gerek olmadığı açık olsa gerek. Evet, 21. asır, Yeni Ekimlerin, sosyalizmin zafer çağı/asrı olacaktır…
Burada şu soruları sorabiliriz: Dünyamızın bu tablosundan emperyalizme bağımlı ülkelerde anti-emperyalist demokratik halkçı devrimlerin geçersizleştiği, her ülkede işe hemen ve doğrudan sosyalist devrimlerle başlamak gerektiği sonucu çıkar mı? Artık uluslararası sosyalist devrim sürecinin tek tip devrimlerden, sadece sosyalist devrimlerden oluştuğu, anti-emperyalist görevlerin hemen ve doğrudan dolaysız olarak anti-kapitalist/sosyalist görevler olduğu, küçük burjuva devrimci demokrasisinin geçici ve göreli de olsa anti-emperyalist mücadele yürütemeyeceği sonucu çıkar mı?
Küçük burjuvazinin göreli ve geçici de olsa, anti-emperyalist devrimci demokratik halkçı bir mücadele yürüteceğine inanmayan ve reddeden; anti-emperyalist demokratik devrim sosyalist devrim, devrimci-demokratik diktatörlük ve sosyalist diktatörlük, asgari ve azami program ayrımını reddeden, Marksizm-Leninizm’in uluslararası proleter devrim teorisini ve bu teorinin temel bileşenlerden birisini oluşturan Marksist-Leninist kesintisiz devrim teorisini yadsıyan bir kafa yapısından bu sorulara bilimsel devrimci yanıtlar beklemek, açık ki saçmalık olur.
 Yukarıda çizdiğimiz tablo, emperyalist kapitalizmin geldiği noktadaki biçimlenmesi, konuyla ilgili olarak birkaç sonucun daha çıkarılmasını ya da vurgulanmasını gerektirmektedir.
Birinci olarak, bugün anti-emperyalist mücadele anti-kapitalist/sosyalist mücadeleye, sosyalist devrim mücadelesine daha derinden bağlanmıştır. Kapitalizmin tasfiyesine bağlanmayan bir anti-emperyalist mücadele, anti-emperyalist demokratik halkçı devrim, devrimci-demokratik diktatörlük, günümüz emperyalizm koşullarında, (bazı özel tarihsel koşulları dışta tutarak söylemek gerekirse) daha hızlı bir tarzda yeniden emperyalist bağımlılığın pençesine düşmeye mahkumdur.
Çünkü anti-kapitalist sosyalist perspektife bağlanmayan bir anti-emperyalizm, sosyalist devrime bağlanmayan/dönüşmeyen bir anti-emperyalist halkçı devrim; proletarya diktatörlüğüne dönüşmeyen bir anti-emperyalist devrimci demokratik halkçı diktatörlük, en nihayetinde, demokratik kapitalist bir ekonomik-toplumsal düzen kurmakla, bir düzen örgütü olmakla sonlanacak; dahası, burjuva diktatörlüğe geçişte bir ara basamak olacak ve yeniden emperyalizmin kollarına atılmak ve köleleşmek kaçınılmaz bir son olacaktır.
 Çünkü, günümüz koşullarında, mali sermaye ve uluslararası tekeller tarafından yönetilen kapitalist entegrasyon sürecinin daha derinden gerçekleştiği, uluslararası kapitalist işbölümünün yeniden yapılandığı; emperyalist baskı, kuşatma, teslim alma saldırısının orta bir yol bırakmadığı koşullarda; üretimin, dolaşımın, teknolojinin, ticaretin geçmişle kıyaslanmayacak denli daha üst düzeyde yoğunlaşıp merkezileştiği vb. koşullarda, sosyalist devrim mücadelesine tabi olmayan, sosyalist devrime dönüşmeyen anti-emperyalist (demokratik halkçı) devrimlerin (bazı özgün koşulları dışta tutarak söyleyecek olursak) yaşama şansı ve ömrü geçmişteki kadar bile olamayacaktır.
İkinci olarak, yukarıdaki tablo, çağımızın (emperyalizm ve proleter devrimler çağının) temel sorunu ve çözümü pratik-siyasal bir sorun haline gelmiş olan proleter devrimin zaferi sorununun çözümünü daha keskin, daha derin ve daha kapsamlı bir nesnel temel yaratarak, proleter devrimin nesnel koşulları ile öznel koşulları arasındaki uçurumun sıçramalı bir tarzda çözümünü gündemleştirerek keskin bir şekilde dayatmıştır. Emperyalist ülkelerin proletaryası ile bağımlı ülkelerin proletaryasını kapsayan ve birleştiren daha güçlü bir proleter enternasyonalist, anti/kapitalist/sosyalist birleşik bir gücün, yeni tipte bir komünist enternasyonalin yaratılmasını daha yakıcı hale getirmiştir…
Üçüncü olarak, yukarıdaki özet tablo, emperyalist ülkelerin proletaryası ile bağımlı ülkelerin halkları arasında, geçmişten daha yüksek bir temel ve derinlikte, daha ileri yeni tipten bir anti-emperyalist birleşik halk cephesinin kurulmasının maddi temelini güçlendirmiştir. Bu görevin çözümü düne göre daha yakıcı pratik-siyasal bir sorun durumundadır.
Üretimin daha yüksek bir temel ve gelişkinlik düzeyinde uluslararasılaşmış/toplumsallaşmış olması; aynı uluslararası tekellerin “merkez” ve bağımlı “çevre” proletaryası ve halklarını sömürüyor oluşu, bir yandan uluslararası burjuvazinin kozmopolit karakterini derinleştirirken, öte yandan da proleter ve emekçilerin enternasyonalist mücadele ve birleşik cephesinin zorunluluğunu daha da ivedileştirip gündemleştirmiştir. Örneğin, devrimci ve komünist bir önderlikte olmasa da, anti-emperyalist karaktere sahip olan ve tüm ülkeleri, tüm kıtaları, tüm dünyayı saran ve sarsan ABD’nin Irak işgalini protesto hareketleri gelecek büyük ve sert mücadelelerin sadece öncü nabız atışları, erken uyarı aracı ve öncül çarpışmalarıdır. Emperyalist küreselleşmeye karşı gelişen yeni tipte kitle hareketi ve Irak işgaline karşı küresel ölçekte ortaya çıkan büyük kitle hareketinin deneyimi, daha bugünden yukarıdaki saptamamızı doğrulayan sadece iki tipik örnektir.
Son çeyrek asırda, emperyalizmin, uluslararası tekellerin baskı ve sömürüsü daha keskin ve daha sistematik bir şekilde doruklara doğru tırmandı. Yer küremizin baş patronu olan Amerikan emperyalizminin ekonomik, siyasi, askeri saldırganlığı dörtnala koşuyor. Sosyalizmin itibarı (bugün giderek canlanmasına karşın) dibe vurdu. Küresel ölçekte içerisine girilen yenilgi, doludizgin gericilik ve karşı devrim dönemi henüz köklü bir şekilde aşılabilmiş değil (ama gelişmenin yönü olumludur). Emperyalizme bağımlı “çevre”de görünüşte siyasi bağımsızlığa sahip ülkelerin biçimsel bağımsızlığı çok daha iğreti biçimler aldı; klasik yeni sömürge ülkeler yeni tipten bir sömürgeleştirilme sürecini yaşıyor vb. vb.
Bu tablo içerisinde, son çeyrek asırda, öteden beri “Marksizm-Leninizm”, “sosyalizm” adına hareket eden küçük burjuva devrimci demokrasisi derin ve kapsamlıbirtasfiyecilik sürecine girdi. Devrimden ve sosyalizmden yüz çeviriş; devrimci program, strateji ve taktikten kaçış; reformizme dümen kırış, reformist çizgide “demokrasi” mücadelesiyle, “anti-emperyalizm”le, “kimlikler mücadelesi”yle yetinme egemen hale geldi.
Küçük burjuvazinin devrimci kalabilen kesimi ise, daha açık ve kaba bir biçimde Marksizm-Leninizm’in, sosyalizmin etkisinden ve proletaryadan, proletarya enternasyonalizminden uzaklaşarak “iş”, “ekmek”, “özgürlük”, “demokrasi”, “ulusal bağımsızlık”, “halk”, “yoksullar” ve “ezilenler” vurgusu ekseninde anti-emperyalist demokratik halkçı devrim perspektifiyle, demokratik kapitalist bir düzenin kuruluşu ereğiyle daha açık bir kimlikle ortaya çıkmaya başladı. Demokratik ve anti-emperyalist mücadeleyi sosyalizm mücadelesinin karşısına koyarak sosyalizme yarı-açık veya kapalı reddiye yazdı. (Nepal Devrimi örneğinde görülebileceği gibi, kendi devrimci-demokratik çizgisinde sonuna dek gitmede daha tutarsızlaşmaya, dünya konjonktürünü gerekçe göstererek kararlı bir tarzda iktidarı ele geçirmede istikrarsızlık ve egemen sistemle uzlaşmaya vb. başladı. Meksika Zapatistlerinin –EZLN- örneğinde olduğu gibi ilk silahlı devrimci başkaldırının ardından “üçüncü yol” adına hızla “post-modernizm”de konakladı. Başta El Salvador’da olmak üzere pek çok Latin Amerika ülkesinde önemli devrimci silahlı güçlerin devrimci çizgi ve eylemi terk ederek, “politik çözüm” adı altında reformizmde konaklayarak sistemlerin içine çekildi. PKK örneğinde görüldüğü gibi, ulusal devrimcilikten silahlı ulusal reformizme ve “post-modernizm”e yuvarlandı. Tamil Kaplanları, ETA, İRA örneklerinde görüldüğü gibi, yalpalamalar, uzlaşma eğilimleri artmaya başladı, kimi yeniden saflaşmaya başladı ya da içlerinde önemli reformist güçler doğmaya başladı vb.) Böylece, anti-emperyalist mücadele ve demokratik görevlerin sosyalist amaçlara bağlı bir tarzda ele alınmasına karşı daha iğreti bir tavır takındı. Anti-emperyalist devrimci görevlerin anti-kapitalist mücadelenin amaçlarına ve tabanına bağlayarak ele alınmasını reddetti. Anti-kapitalist görevleri anti-emperyalist (demokratik-devrimci) görevlerle sınırladı. Üstelik tüm bunları kaba bir biçimde “sosyalist mücadele ve görevler” olarak da lanse etmeye de devam etti.
Kuşkusuz ki, bu olgular, teori ve politikası, azami ufku demokratik kapitalist bir ekonomik ve toplumsal düzen kurmakla sınırlı olan küçük burjuva devrimci-demokrasisinin sınıfsal ve politik karakterinin daha net ortaya çıkmasına da hizmet etti. Uluslararası Maoist hareket, bu ikincilerin tipik örneğini oluşturmaktadır. Zaten küçük burjuvazi, kapitalist toplumun temel bir sınıfı değildir. Proletarya ve burjuvazi arasında yer alan ve dağılmakta olan sınıfsal-toplumsal bir tabakadır. Bir yandan burjuva olarak sınıf atlama özlem ve tutkusu, kendi küçük mülkine sıkı sıkıya sarılma sınıf tavrı, öte yandan büyük ölçekli kapitalist mülkiyetin, emperyalist küreselleşmenin hızlanan gelişimi temelinde sürekli bir tarzda iflasa, proleter saflara itilmesi küçük burjuvazinin iktisadi temelindeki ikili karakterinin bir sonucudur. İktisadi temeldeki ikili karakter, onun politik-ekonomisinin, küçük burjuvazinin politikada sürekli yalpalamasının, bir uçtan diğer uca savrulmasının, bir elini burjuvaziye, diğer elini proletaryaya uzatmasının nesnel maddi-ekonomik temelini oluşturur. Umutsuzca proletarya ile burjuvaziyi uzlaştırmaya çalışan, uzlaşmaz sınıf mücadelesinden liberallere has bir şekilde nefret eden, sınıfsal ayrımları, sınıflar arasındaki mücadeleyi belirsizleştirip muğlaklaştıran, çelişkilerin üstünü örten küçük burjuvazi, bu yönelimi ile Marksizm-Leninizm’i burjuva ideolojisiyle birleştirmeye, tek potada eritmeye çalışmaktadır.  Burada söz konusu olan şey, “marksizmin liberal taklidinin, sınıflar savaşımı üzerine marksist ve devrimci bir görüş yerine liberal bir görüşü geçirmenin ta kendisidir.” (Lenin) “Post-Marksizm”, “Ezilenlerin Marksizmi”, “ezilenler” teorisi (ezilenlerin bir sınıf olarak sunulması ya da sınıfsal analizin yerine sınıflar üstü ya da dışı analizlerin yapılması, “ezilenler”in sosyalist özne ilan edilmesi, proletaryanın yerine “ezilenler”in geçirilmesi, vb. gibi), açıktır ki, düpedüz burjuva liberal bakış açısıdır, hangi reformist ya da devrimci sözlerle ortaya çıkarsa çıksın, Marksizm-Leninizm’in liberal taklididir, Marksizm-Leninizm’in yerine burjuva liberalizmin geçirilmesidir. Proleter sosyalist görüş açısının ve görevlerin yoksullara, halka, ezilenlere özgü bakış açısı ve görevler olarak sunulması ya da pazarlanması, oportünizmin sağ ve “sol” biçimlerinin, o arada, post-Marksizmin, ezilenci tasfiyeci oportünizmin maharetidir sadece.
Küçük burjuvazi, kapitalist toplumun temel bir sınıfı değildir. Dolayısıyla temel bir devrimci sınıfın bağımsız devrimci rolünü oynayamaz, oynamaz. O geçici, göreli bağımsız devrimci rolünü ancak proletaryanın kararlı mücadelesinin etkisiyle az-çok istikrarlı oynayabilir. Proletaryanın devrimci etkisinin gerilediği, güçten düştüğü koşullar da ise, politik olarak oynayabileceği sınırlı bağımsız devrimci rolünün gerilemesi, burjuvaziye yakınlaşması, burjuva etki altında daha da tutarsızlaşması kaçınılmaz bir sonuçtur. Özellikle 80’ler, 90’lar sonrası tarihsel ve politik konjonktür düşünüldüğünde, küçük burjuva devrimci-demokrasisinin içerisine sürüklendiği tasfiyecilik, az-çok devrimci karakterini koruyabilen bölüğünün ise tasfiyecilikten güçlü bir şekilde etkilenmesi ve daha derinden yalpalaması, tutarlı bir iktidar mücadelesine girememesi, sosyalizmin etkisinden uzaklaşması daha açık anlaşılabilecek bir tablodur.
Teoride revizyonizme, politikada reformizme, örgütlenmede legalizme dayanan parlamenterist tasfiyeci, post-modernist akımın değişik renkleriyle birlikte tipik örneklerine yerküremizin bütün kıtalarında rastlayabiliriz. Kuzey Kore’de yapılmış olan Pyanyang Bildirgesi’nde somutlaşmış olan ilkesiz, tasfiyeci, reformcu uluslararası platform; Belçika Emek Partisi tarafından düzenli toplanan ilkesiz ve tasfiyeci revizyonist uluslararası platform; en geniş “sol” kuvvetlerin cephesel birliği olarak da tanımlayabileceğimiz ve Amerikan emperyalizmine, “neo-liberalizme” karşı mücadele şiarıyla yola çıkarak seçimi kazandıktan sonra Amerikan emperyalizmine, IMF ve DB’ye yedeklenen, Brezilya’da “neo-liberal” politikaların uygulayıcısı haline gelen Brezilya İşçi Partisi deneyimi; El Salvador’da kendini tasfiye ederek legal reformcu çizgide sistem içi bir güç haline gelen silahlı devrimci cephenin deneyimi; Meksika’daki Zapatistlerin post-modernizmde konaklaması deneyimi ilk anda hemen akla gelen bazı örneklerdir. Keza, “liberal Avrupa’ya karşı, Sosyal Avrupa” şiarıyla yola çıkmış olan, AB çapında tasfiyeci, sosyal reformist bir birleşik cephe karakteri taşıyan “Avrupa Sol Parti”si örneği; küresel çapta “Zengin Kuzeye” karşı “Yoksul Güneyi” savunan ve sınıfsal temelde bir bakış açısı ve mücadeleyi yadsıyan geniş bir aydın tabakasının varlığı; “modernizmin eleştirisi” adı altında “post-modernist”, “post-Marksist” akımın özellikle küçük burjuva aydın tabakası üzerinde dünya çapında yarattığı devrimci olmayan gerici etki; yanı sıra, Türkiye’de, başlangıçta ÖDP çatısı altında bir araya gelen eski devrimci yapıların tümüyle tasfiyeci, revizyonist partileşme deneyimi de bir diğer örneği oluşturmaktadır. Keza PKK’nin ideolojik ve programatik ulusal devrimci çizgiden ulusal reformcu çizgiye tasfiyeci geçişi ve gerilemesi de bu tabloya eklenebilecek ve ilk anda akla düşen bir diğer örnektir. Kuşkusuz ki, PKK’nin çizgisel kırılmasına karşın, elde silah savaşımı sürdürmesi son derece değerli bir duruştur.
Kısacası, ne anti-kapitalist sosyalist mücadele anti-emperyalist mücadeleyle sınırlanıp/daraltılıp eşitlenebilir ne de anti-emperyalist mücadele anti-kapitalist mücadeleyle karşı karşıya konulabilir. Doğru kavrayış, hem iki mücadele arasındaki kopmaz bağı ve hem de iki görev ve mücadele arasındaki niteliksel farklılığı bilince çıkaran ve bu iki mücadeleyi diyalektik bir bütünde sosyalist bakış açısıyla ele alan kavrayıştır.
Küçük burjuvazinin Marksizm-Leninizm, sosyalizm ve komünizm adına sağ ya da “sol” biçimlerde ortaya çıkışı ise, bir yandan ondan etkilenmeyi ama öte yandan da, nesnel olarak ve esas olarak da proletaryayı aldatmaya dönük, proletaryayı kendi politik amaçları için büyük bir güç olarak kullanmak politikasını ifade etmektedir.
Emperyalist küreselleşme süreci ve gelişen yeni mücadele süreci, gerçekte bu bakımdan da safları daha fazla netleştirmiştir, netleştirecektir. Devrim ve sosyalizm dalgasının gerilediği, komünist hareketin güçsüz düştüğü bir tarih kesitinde küçük burjuvazinin proletaryaya dönük saldırılarının kışkırttığı ideolojik karmaşanın etkisi de gitgide zayıflayacaktır. Gelişmenin yönü budur. Ama açık ve kesindir ki, Marksizm-Leninizm’in, proletaryanın, devrim ve sosyalizmin hala politik çekim merkezi olmaktan uzak olduğu, Uluslararası Komünist Hareketin ideolojik ve örgütsel krizini aşmaktan uzak olduğu günümüz koşullarında söz konusu saflaşma ve netleşme ilkeli, sistematik bir teorik-ideolojik-siyasi-örgütsel mücadeleyi gerektirmektedir. Hiçbir kazanım ve zafer kendiliğinden gelmemiştir ve gelmeyecektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder