“KÜRESELLEŞME”
ANTİEMPERYALİZM
ve SOSYALİZM
Öteden beri,
bu sorun hakkında, sınıfsal karakterleri ve politik nitelikleri gereği doğru
bir kavrayışa sahip olmayan akımlar, emperyalist küreselleşmenin son dalgası
ile birlikte, Marksist-Leninist teoriye karşı ideolojik saldırılarında daha da
fütursuzlaştılar. İddiaya göre, anti-emperyalist ve anti-kapitalist mücadele
arasındaki farklılık bitmiştir, vs. Oysa anti-emperyalist ve anti-kapitalist
mücadelenin ele alınış tarzı bakımından ilkeli ve açık bir teorik ve politik
kavrayışa sahip olmak, günümüz koşulları açısından daha bir önem taşımaktadır.
Üretimin ve
sermayenin hızlanarak artan yoğunlaşması, merkezileşmesi ve
uluslararasılaşması; kapitalizmin dünya çapında derinlemesine ve genişlemesine
gelişmesi; revizyonist/kapitalist kampın çöküşü; özellikle 90’larla en keskin
biçimlerde ortaya çıkan yenilgi ve gericilik dalgası bir dizi küçük burjuva
akımın, hem Marksizm-Leninizm’den daha fazla uzaklaşmasına hem de “Marksist”,
“Marksist-Leninist” olma iddiasıyla anti-Marksist-Leninist ideolojik
saldırılarını yoğunlaştırmasına yol açtı. Bu koşulların, antiemperyalizm ve
antikapitalizm sorunun kavranışında bir yandan derin bir kafa karışıklığı
yarattığı, öte yandan bir dizi oportünist akımın daha bilinçli bir tarzda kafa
karışıklığını körükleyerek güç kazanma çabasına girmelerine yol açtığını
biliyoruz.
Hatırlatmak
gerekirse; anti-emperyalist ve anti-kapitalist mücadelenin ele alınışında
(diyelim ki 20. asrın başından bu yana), tarihsel olarak başlıca iki ana akım
dikkat çekmektedir; bu akımlardan birisini Troçkist akım, ötekini küçük burjuva
devrimci-demokrasisi oluşturmaktadır. Her iki akım, savunularını “Marksizm”,
“Marksizm-Leninizm”, “sosyalizm/komünizm” adına yapmaktadırlar.
Troçkist hareket,
anti-kapitalist/sosyalist mücadeleyle anti-emperyalist mücadeleyi aynılaştıran,
ikisini bir ve aynı şey olarak pazarlayan bir bakış açısını, halkçı devrimcilik
ise anti-emperyalist mücadeleyi anti-kapitalist/sosyalist mücadeleden koparan,
dahası, söz konusu görevleri ve mücadeleleri sosyalist olarak sunan bir bakış
açısını savunmaktadır. Özellikle son çeyrek asırda hızlanmış olan emperyalist
küreselleşme sürecinde ortaya çıkan bir dizi olgu; kapitalizmin küresel ölçekte
hızlanmış olan gelişimi, proletaryanın küresel ölçekte büyümesi, dünya pazarını
temel alan uluslararası tekellerin gelişen hegemonyası, kapitalist
emperyalizmin geçirdiği yapısal değişim, anti-emperyalist mücadele ile
anti-kapitalist mücadelenin daha fazla iç içe geçmesi vb, teorisi ve pratiği iktidarsızlıkla belirlenen
Troçkizm’in ve Troçkist IV. Enternasyonal’in ve yörüngesindeki Troçkizan, yarı-Troçkist
veya şöyle ya da böyle, bir biçimde Troçkizm’den etkilenen çevrelerin
revizyonist savunularını daha fütursuzca ileri sürmesinin gerekçesi yapılmaktadır.
Yanı sıra, kapitalist/revizyonist sistem ve kampın çöküşü, bu çözülüş ve
çöküşün Troçkist hareket tarafından, tümüyle demagojik ve manipülatif bir
tarzda “Stalinizmin çöküşü”, “Stalinist sistemin çöküşü”, “Stalinist bürokratik
diktatörlüklerin yıkılışı”, “Stalinci aşamalı devrim teorisinin”, “Stalinci tek
ülkede sosyalizmin inşası teorisinin” çöküşü vb. olarak lanse edilmesi,
incelediğimiz sorunda da daha küstahça saldırı ve çarpıtmalara baş vurmasının
aracı olarak da kullanıldı ve kullanılmaktadır. Ayrıca, işçi sınıfı üzerine
lafazanlığıyla tanınan Troçkist hareketin önemli bir kesiminin “Devrimci
Marksizm”den “Ezilenlerin Marksizm”ine, “proletarya” vurgusundan “ezilenler”
vurgusuna kayması da dikkate değer bir gelişmedir. Ki kendini çok değişik formlarda
ortaya koyan ezilenci oportünizm ve tasfiyecilik son birkaç on yılın
post-Marksist yönelişinin tezahürleridir. Yenilgi ve gericilik koşullarının
ürünü olan tasfiyecilik, yeni tip burjuva liberalizminin görünümlerinden
birisidir; bunu, kısaca, sosyalizm maskeli yeni tip sol liberalizm olarak da
tanımlayabiliriz.
Diğer yandan, halkçı
devrimcilik, gelişimi hızlanan emperyalist küreselleşme sürecinde daha çarpıcı
biçim ve düzeylere ulaşan emperyalist saldırganlığa karşı; emperyalist kampla
yeni sömürge ülke halkları arasında daha da derinleşen uçurum, yeni-sömürgeci
bağımlılığın katmerleşmesi, himayeci sömürgeciliğin geliştirilmesi, NAFTA, AB
gibi emperyalist bloklaşmalara dahil edilen yeni sömürge ülkelerin bir tür iç
sömürgelere dönüştürülmesi, yeni sömürge ülkelerin görünüşteki siyasi
bağımsızlığının iyice biçimselleştirilmesi, bu ülkelerin ulusal
zenginliklerinin uluslararası emperyalist tekellere doğrudan fütursuzca peşkeş
çekilmesi, kent ve kır küçük burjuvazisinin hızlanan yıkımı; sosyalizmin dibe
vuran prestiji; özellikle de 90’lardan sonra içerisine girilen küresel yenilgi
ve gericilik yıllarının tasfiyeci baskısı altında, anti-emperyalist mücadeleyi
anti-kapitalist mücadeleden daha fazla koparan, küçük burjuva devrimci-
demokratik karakterini daha açıkça ortaya koyan bir yönelime girdi.
Sosyalizmden daha fazla uzaklaştı. Demokratik ve anti-emperyalist mücadele ve
görevleri daha iğreti biçimlerde sosyalizm olarak lanse etti.
“Küreselleşme”
olgusunda somutlaşan değişme ve gelişmeler, Marksist-Leninist kesintisiz devrim
teorisini geçersizleştirmek, antiemperyalist demokratik halkçı mücadele ile
sosyalist antikapitalist mücadele arasındaki farklılığı ortadan kaldırmak bir
yana, aşağıda üzerinde duracağımız gibi, daha fazla iç içe geçmesine yol
açmıştır. Antiemperyalist mücadelenin sosyalist mücadele olarak lanse edilmesi
de, gerçekte, hangi biçime bürünürse bürünsün, halkçı ve ezilenci oportünizmin
bir biçimidir. Enternasyonalist proletaryanın sosyalist bilinç ve eylemini
bozmaktan, halkçı devrimci-demokratik bir görev ve mücadelenin sosyalist bir
görev ve mücadele olarak yutturulmaya çalışılmasından ibarettir. Örneğin,
Troçkist devrim teorisi ile Maoist devrim teorisi, birbirine zıt kutuplarda
durmakla birlikte, her iki akımın antiemperyalist mücadeleyi sosyalist olarak proletaryaya lanse
etmesi, Marksist-Leninist teoriyi, farklı biçimlerde de olsa, revizyona tabi
tutması tipik bir olgudur.
Enternasyonal proletarya ve komünist
öncüsü, emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadelede sonuna kadar devrimci olan
tek tarihsel-politik sınıf ve güçtür.
Proletarya ve öncüsünün emperyalizme ve kapitalizme karşı sonuna dek devrimci
mücadelenin tek tutarlı temsilcisi olması, onun sınıfsal doğasından, teorisinden
ve politik amaçlarından kaynaklanır.
Çünkü proletaryanın teorisi, özel
mülkiyetin tüm biçimlerinin ortadan
kaldırılmasını ve politikası, özel
mülkiyetin tasfiyesinin aracı olarak (insanlık tarihinin son devleti olan ve
doğası gereği bir geçiş devleti olan) proletarya diktatörlüğünün (proletarya
demokrasisinin) kurulmasını ve proletaryanın nihai hedefi olan komünist topluma (sınıfsız toplum) geçilmesini
emreder. Proletaryayı ücretli köleliğe mahkum eden kapitalist özel mülkiyet
dünyasıdır. Dolayısıyla proletarya, kendisini ücretli köleliğe mahkum eden
nesnel maddi koşulları proleter devrim
yoluyla tasfiye etmeden, egemen sınıf
olarak örgütlenmeden, sosyalizmden
komünizme yürümeden, komünizmi küresel ölçekte kurmadan kurtuluşa ulaşamaz.
Bu olgu, proletaryayı bütün ezilen, sömürülen insanlığın öncüsü yapar. Proletarya ancak bütün insanlığı emperyalizmden ve
kapitalizmden kurtararak kendisini kurtarabilir. Proletaryanın sınıf
bencilliğinden uzak biricik sınıf olması, her türlü milliyetçilikten arınmış
enternasyonalist bir sınıf olması, işte bu temel tarihsel ve sınıfsal
gerçeklerle bağlıdır. Tarihsel ve güncel bakımdan sadece devrimci proletaryaya
özgü olan sosyalist-komünist mücadeleyi yoksullara, halka, ezilenlere, yeni
sosyal hareketlere havale etmek, Marksizm-Leninizm ve Marksist Leninist
Komünistler için düşünülemez bile!
Enternasyonal proletarya,
anti-kapitalist bir sınıftır. Genel olarak özel mülkiyete, özel olarak da
kapitalist özel mülkiyete karşı oluş ve duruş, onun sınıf ideolojisi olan
Marksizm-Leninizm’de sistematik ifadesini bulur. Dolayısıyla devrimci proletarya,
özel mülkiyetin her biçimine ve sermaye egemenliğine karşı her türlü
mücadelesini anti-kapitalist sosyalist
perspektifle ele alır ve nihai
amacına bağlı kılar. Bu bağlamda, anti-emperyalist mücadele anti-kapitalist
mücadeleden ayrılmaz; anti-emperyalist mücadeleyi anti-kapitalist/sosyalist
mücadelenin bir parçası olarak,
kapitalizmi yıkma sosyalizmi kurma, komünizme doğru ilerleme perspektifine bağlayarak ele alır.
Sosyalizm, proletarya diktatörlüğü ve
komünizm için mücadele, dolaysız bir biçimde anti-kapitalist mücadeledir.
Proletaryanın sosyalist görev ve mücadelesi tüm
kapitalizme, tüm burjuvaziye, meta ekonomisinin temellerine karşı
mücadelesini ifade eder. Kapitalizmin
sosyalist devrim ve proletarya diktatörlüğü aracılığıyla yıkılmasını/tasfiyesini
anlatır. Bu mücadeleyi vermeye yetenekli tek
sınıf ise devrimci proletaryadır.
Ve o bu mücadeleyi, komünist partisi (proletaryanın genelkurmayı) aracılığıyla
yürütür.
Anti-emperyalist mücadele ise;
emperyalizme bağımlılık ilişkilerinin, emperyalist sömürü ve baskının
anti-emperyalist (demokratik halkçı) devrimle tasfiyesini ifade eder. Bu
mücadelenin kaynağını (nesnel maddi temelini) ise, emperyalizm ile emperyalizme
bağımlı ezilen uluslar ve halklar arasındaki çelişki oluşturur. Ve bu mücadele,
doğası gereği, anti-emperyalist demokratik devrimci karaktere sahiptir. (Sosyalist devrimin gündemde olduğu ülkelerde,
kuşkusuz ki, emperyalist tekelci burjuvaziye karşı mücadele doğrudan sosyalist
bir mücadeledir.)
Emperyalizme karşı mücadeleyi, tüm
bir 20. asrın tarihsel deneyimlerinden de görülebileceği gibi (örneğin Çin,
Küba ve Nikaragua devrimleri, daha yakın ve taze pratikler olarak Nepal Devrimi
ve ABD’nin Irak işgaline karşı küresel ölçekte ortaya çıkan büyük kitle
hareketi hatırlansın), proletarya dışında, kent ve kır küçük burjuvazisi de
yürütme yeteneğindedir. Küçük burjuvazi, anti-kapitalist bir sınıf değildir. En
nihayetinde kendisi de bir küçük burjuvadır;
küçük çaplı özel mülkiyetin temsilcisidir. Küçük meta ekonomisi, küçük
burjuvazinin maddi temelini oluşturur. Dolayısıyla, evet, kesindir, küçük
burjuvazi sosyalist bir sınıf değildir, anti-emperyalist demokratik halkçı
görevlerin ötesinde sosyalizm, sosyalist devrim, proletarya diktatörlüğü için
mücadele edemez. Ama o, kendisini sosyalist bir sınıf olarak sunduğu oranda,
doğal olarak, halkçı görevleri “sosyalizm”, “sosyalist görevler ve mücadele”
olarak sunacaktır. Fakat bundan hareketle, küçük burjuva devrimciliğinin,
tarihsel bakımdan sınırlı, geçici, yalpalayan devrimciliği çerçevesinde de olsa
devrimci-demokratik mücadele yürütümeyeceği gibi bir sonuç çıkarılamaz.
Küçük burjuvazinin teorisi, özel mülkiyetin tüm biçimlerinin tasfiyesini içermez ve öngörmez. O, sadece kendisini ezen, sömüren,
iflasına yol açarak proleterleşmesine neden olan büyük çaplı kapitalist
mülkiyet biçimlerine (emperyalist burjuvaziye, işbirlikçi tekelci burjuvaziye
ve feodal kalıntılara) karşıdır. Dolayısıyla o, kendisini yok oluşa mahkum eden
büyük çaplı kapitalist mülkiyetin ve emperyalizmin tasfiyesinin politik aracı olarak, devrimci-demokratik bir diktatörlüğü öngörür. Yani küçük burjuvazinin teorisi ile politik
mücadelesinin ufku, politik ve
tarihsel olarak, devrimci-demokratik bir programla (proletaryanın asgari
programıyla), anti-emperyalist demokratik devrimle, devrimci-demokratik bir
diktatörlükle sınırlıdır. Küçük
burjuvazinin önderlik ettiği devrimler, demokratik kapitalist bir
ekonomik-toplumsal düzen kurmakla
sınırlıdır. Böylece, küçük burjuva diktatörlükler, bir geçiş diktatörlüğünü;
burjuvazinin iktidarına için bir geçiş evresini oluşturmaktadır ya da bu
diktatörlükler nihai olarak burjuva diktatörlüklere dönüşmektedir. (Nikaragua
devrimi deneyimi hatırlansın). Bu olgu, küçük burjuvazinin önderliğinde
gerçekleşen devrimlerin, son tahlilde, neden emperyalizme teslim olmak zorunda
kaldığı gerçeğini de bizlere açık ve net bir şekilde izah etmektedir…
Ama devrimci proletarya için, devrimci-demokratik halkçı görevler, o
arada anti-emperyalist görevler, üzerinden atlanamayacak ve kendi önderliğinde
çözülmesi gereken geçici devrimci
görevleri oluşturur. Demokratik görevler, demokratik mücadele, anti-emperyalist
demokratik halk devrimi, kendi hegemonyasındaki devrimci-demokratik
diktatörlük, sosyalist ve komünist görevleri yanında, ikincil derecede önem taşıyan, kalıcı
olmayan ve sosyalist/komünist
amaçlarına ulaşmak için, geçerken
çözülmesi gereken; sosyalizm için mücadeleyi kolaylaştıran azami programına bağlı tarzda ele aldığı ve çözeceği
görevlerdir. Doğal olarak, komünist partisi ve işçi sınıfı, sınıf mücadelesine,
anti-emperyalist demokratik halkçı devrime bir bütün olarak programı (asgari ve azami programı) temelinde katılır ve devrimde hegemonyasını kurar.
Devrimci proletarya,
devrimci-demokratik görevlerle sosyalist görevlerini karşı karşıya koymaz; sosyalist perspektifine, nihai amacına bağlı kalarak güncel
mücadeleyi örgütler ve yönetir. Bu bağlamda, anti emperyalist devrimci
demokratik görevleri yadsıyan ve bu görevleri de sosyalist görevler olarak sunan sekter ve özünde sağ pasifist her
türlü akıma karşı olduğu gibi, anti-emperyalist devrimci demokratik görevleri nihai amaç olarak sunan ve perspektifi devrimci –demokrasiyle
sınırlı, bu görevleri sosyalizm mücadelesinden kopararak amaçlaştıran;
birincileri ikincilere bağlı almayan, birincilerin proletaryanın sosyalist ve
komünist amaçları ve mücadelesi karşısında ikincil önemde ve azami programı
yanında kalıcı olmayan geçici görevler olarak kabul etmeyen sağ oportünist
akım(lar)a da karşıdır. Gerçekte farklı öncüllerden ve birbirine zıt uçlardan
yola çıkmakla birlikte, Marksist-Leninist kesintisiz devrim teori ve programının
red ve inkarı, her iki akımın
tasfiyeci temel karakteristiği olarak karşımıza çıkmaktadır. Keza bu
eksende her iki oportünist akım, proletaryayı aldatmak için, gerçekte,
anti-emperyalist demokratik halkçı devrimci görevleri sosyalist görevler,
sosyalizm olarak sunmada ortaklaşmaktadır. Post-Marksizmin, post-Marksizmin
kendisi ya da bir türevi olan “Ezilenlerin Marksizmi”nin, “ezilenler”
teorisinin, “Ezilenlerin Marksist Partisi” oportünizminin, “Elveda proletarya”
haykırışı ya da proletaryanın sınıf olarak önemsizleştiği, sınıfa öteki
ezilenler içerisinde ayrıcalıklı bir yer, önderlik ve hegemonya rolü vermenin
“aşılmış 20. yüzyılın totaliter paradigması” olduğu savunusu, artık günümüzde
“ezilenler”in, “çokluk”un kapitalizmi yıkacak sosyalizmi kuracak temel gücü
oluşturduğu oportünizmi, açık ki tarihsel kaynağını ya da kaynaklarından
birisini, tarihsel halkçı oportünizmden, Troçkizm’den vb. almaktadır. Söz
konusu ortaklaşma, her biçimiyle oportünizmin, revizyonizmin, Marksizm-Leninizm’i,
devrimci proletaryanın tarihsel rolünü yadsıma ve tasfiye etmede birleşmesinin
bir tesadüf olmadığı açıktır.
20. asrın ikinci yarısında, özellikle de son çeyrek asrında yaşanan
önemli değişiklikler yukarıdaki temel perspektifimizi ve söz konusu sağ ve
“sol” oportünist akımlara yönelik eleştirilerimizde temel bir değişiklik
yaratmamıştır.
Emperyalizm, tekelci kapitalizm
olmaya devam etmektedir. Ancak günümüz tekelci kapitalizmi, örneğin bir
1970’ler öncesi tekelci kapitalizminden farklı olarak uluslararası tekeller tarafından
yönetilen bir tekelci kapitalizmdir. Son birkaç on yılda üzerinde çokça durulan
ve günlük literatüre giren “küreselleşme” kavramı, dosdoğru, emperyalist
küreselleşmeyi ifade eder ve emperyalist küreselleşmenin hızlanan, ivmelenen
gelişimini yansıtır. Gerçekte, son birkaç on yıldan beri ivmelenen ve uluslararası
tekellerin hegemonyasını ifade eden emperyalist küreselleşme, kapitalizmin
tarihinin dördüncü büyük “küreselleşme” dalgasını oluşturmaktadır. Fakat
emperyalist kapitalizmin bu son küreselleşme dalgası, tekelci kapitalizmin daha
yüksek ve yeni tipini oluşturmakla, daha öncekilerden daha farklı ayırt edici
karakteristiklere sahiptir.
Hızlanan emperyalist küreselleşme/uluslararasılaşma
süreciyle birlikte, üretim ve sermaye, küresel ölçekte daha bir
toplumsallaşmış, uluslararası kapitalist entegrasyon süreci daha bir
ivmelenmiş; üretimin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin bireysel kapitalist
biçimi arasındaki uzlaşmaz karşıtlık daha bir keskinleşmiştir. Kapitalizm,
küresel ölçekte derinlemesine ve genişlemesine daha güçlü bir şekilde
gelişmiştir. Küresel ölçekte yeniden yapılanan emperyalist kapitalizm ve bu
yeniden yapılanmanın dinamosunu oluşturan uluslararası tekeller olgusu,
kapitalist üretim sürecinde dünya proletaryasının ve halklarının sömürüsüne
daha özgün biçimler kazandırmıştır. Artık tüketicilerin eline geçen herhangi
bir metanın parçaları (örneğin otomobil, bilgisayar, gömlek vs.), değişik
ülkelerde, yeryüzünün değişik noktalarına yayılmış işletmelerde üretilmekte ve
üretilen metanın parçaları pek çok değişik ülkeden gelerek monte edilmekte ve
böylece pazara sürülmektedir. (Bilişim, iletişim, ulaştırma teknolojilerindeki
olağanüstü sıçramalar bunu olanaklı kılmıştır.) Bu olgu, değişik ülke
proleterlerinin aynı uluslararası
tekel tarafından sömürülmesini ifade etmekte, bu durum proletaryanın
enternasyonalist karakterini daha bir yetkinleştirerek geliştirmektedir. Bu olgu,
proletaryanın zaten uluslararası niteliğe sahip sınıf karakterini ve
enternasyonalist niteliğini pekiştirirken, proleter devrimin enternasyonalist
karakterini daha çarpıcı biçimlerde ortaya çıkararak, ona daha geniş ve derin
bir temel sağlamaktadır. Küresel ölçekte
işçi sınıfı daha da büyümüştür. Küresel ölçekte, kırsal küçük burjuvazinin
tasfiyesi süreci yoğunlaşmıştır. Ticari tarım hızla gelişirken, önemli bir kır
proletaryası da gelişmiştir. Kentsel küçük burjuvazinin niceliği göreli olarak daha
fazla artmıştır. Kentsel yarı-proletarya büyümüştür. Kentsel mücadelenin alanı,
ağırlığı ve maddi temeli güçlenmiş ve genişlemiştir. Geleneksel orta burjuvazi
(ve küçük burjuvazi) hızla çözülür ve tasfiye edilirken, küçük ve orta ölçekli
burjuvazi, yeni koşullara uygun olarak, uluslararası tekellerin, emperyalist
küreselleşmenin gereksinmeleri temelinde yeniden yapılanma sürecine girmiş;
küçük ve orta ölçekli modern işletmeler (KOBİ) ÇUŞ’ların uzantıları haline
getirilmiştir. İşsizlik olağanüstü ölçülerde artmıştır, küresel yapısal kronik
işsizlik düzeyine çıkmıştır vb.
Bu vb. olgular, gerek tek tek
ülkelerde, gerek bölgesel ve kıtasal ölçekte ve gerekse de küresel çapta (zaten
çözümü pratik-siyasal bir sorun haline gelmiş ve ilk örneğini Büyük Ekim
Devrimi’nin oluşturduğu, daha sonra sosyalist bir kampın ortaya çıkışıyla
taçlanmış olan) uluslararası sosyalist devrimin nesnel ekonomik ve toplumsal
koşullarının geçmişle kıyaslanmayacak derecede daha fazla olgunlaşarak
keskinleştiğini kanıtlamaktadır. Açık ki, bu olgular, ülkesel, bölgesel,
kıtasal, küresel ölçekte proletaryanın devrimlere önderlik ve devrimlerde hegemonya
kurma yeteneğine çok güçlü bir temel
oluşturmuştur. Emperyalizme bağımlı ülkelerde, anti-emperyalist demokratik halk
devrimlerinin kesiksiz olarak daha hızlı bir şekilde sosyalist
devrimlere dönüştürülmesine daha büyük güvenceler sağlamıştır. Sosyalist inşa
sürecine bir dizi avantaj sunmuştur.
Tek tek ülkelerin ulusal ekonomileri
emperyalist dünya sisteminin birer halkası konumundadır. Uluslararası tekeller
tarafından yönetilen emperyalist dünya sistemi, tek tek ülkeleri daha güçlü bir
şekilde emperyalist dünya ekonomi sistemine entegre etmektedir. Emperyalist
küreselleşme süreci ve bu sürecin ivme kazanmış oluşu, söz konusu bağımlılık
sürecini ve tahakkümü yeni bir temel ve biçimde daha da katmerleştirmiştir.
Ancak emperyalist dünya sistemi, dünya pazarlarını temel alarak semiren “ÇUŞ”ların
gitgide büyüyen belirleyici ve yönlendirici gücüne karşın, ulusal ekonomilerin
emperyalist dünya sistemine tek tek halkalar olarak bağımlılığına son
verebilmiş, yer küremizi zincirin halkaları olmaktan çıkararak tek bir halkaya
dönüştürebilmiş de değildir. Evet, gidiş bu yöndedir. Ama bu kadar! Dahası,
biz, emperyalizm bu noktaya varmadan (ki, bir “ultra-emperyalizm” mümkün
değildir!) yıkılacağına ve sosyalizmin 21. asırda zafer kazanacağına
inanıyoruz. Emperyalist kapitalizm, bugün geçmişle kıyaslanmayacak denli keskin
bir biçimde emekçi insanlığa ve proletaryaya ya barbarlık içinde yok oluş ya da
sosyalizm yolunda kurtuluş seçeneği dışında üçüncü bir yol bırakmış değil.
Zaten “üçüncü yol” seçeneği dün de yoktu bugün de yoktur…
Emperyalist/kapitalist sistemin, dünya nüfusunun % 80’nini açık açık gözden
çıkardığı ve gözden çıkardığını da fütursuzca ilan ettiği ve önümüzdeki on
yıllarda daha da beterini üreteceğini gördüğümüze göre, bu saptamada tereddüde
gerek olmadığı açık olsa gerek. Evet, 21. asır, Yeni Ekimlerin, sosyalizmin
zafer çağı/asrı olacaktır…
Burada şu soruları sorabiliriz:
Dünyamızın bu tablosundan emperyalizme bağımlı ülkelerde anti-emperyalist
demokratik halkçı devrimlerin geçersizleştiği, her ülkede işe hemen ve doğrudan
sosyalist devrimlerle başlamak gerektiği sonucu çıkar mı? Artık uluslararası
sosyalist devrim sürecinin tek tip devrimlerden, sadece sosyalist devrimlerden
oluştuğu, anti-emperyalist görevlerin hemen ve doğrudan dolaysız olarak
anti-kapitalist/sosyalist görevler olduğu, küçük burjuva devrimci
demokrasisinin geçici ve göreli de olsa anti-emperyalist mücadele
yürütemeyeceği sonucu çıkar mı?
Küçük burjuvazinin göreli ve geçici
de olsa, anti-emperyalist devrimci demokratik halkçı bir mücadele yürüteceğine
inanmayan ve reddeden; anti-emperyalist demokratik devrim sosyalist devrim,
devrimci-demokratik diktatörlük ve sosyalist diktatörlük, asgari ve azami
program ayrımını reddeden, Marksizm-Leninizm’in uluslararası proleter devrim
teorisini ve bu teorinin temel bileşenlerden birisini oluşturan
Marksist-Leninist kesintisiz devrim teorisini yadsıyan bir kafa yapısından bu
sorulara bilimsel devrimci yanıtlar
beklemek, açık ki saçmalık olur.
Yukarıda çizdiğimiz tablo, emperyalist
kapitalizmin geldiği noktadaki biçimlenmesi, konuyla ilgili olarak birkaç
sonucun daha çıkarılmasını ya da vurgulanmasını gerektirmektedir.
Birinci olarak, bugün
anti-emperyalist mücadele anti-kapitalist/sosyalist mücadeleye, sosyalist
devrim mücadelesine daha derinden bağlanmıştır. Kapitalizmin tasfiyesine
bağlanmayan bir anti-emperyalist mücadele, anti-emperyalist demokratik halkçı
devrim, devrimci-demokratik diktatörlük, günümüz emperyalizm koşullarında,
(bazı özel tarihsel koşulları dışta tutarak söylemek gerekirse) daha hızlı bir
tarzda yeniden emperyalist bağımlılığın pençesine düşmeye mahkumdur.
Çünkü anti-kapitalist sosyalist
perspektife bağlanmayan bir anti-emperyalizm, sosyalist devrime
bağlanmayan/dönüşmeyen bir anti-emperyalist halkçı devrim; proletarya
diktatörlüğüne dönüşmeyen bir anti-emperyalist devrimci demokratik halkçı
diktatörlük, en nihayetinde, demokratik kapitalist bir ekonomik-toplumsal düzen
kurmakla, bir düzen örgütü olmakla sonlanacak; dahası, burjuva diktatörlüğe
geçişte bir ara basamak olacak ve yeniden emperyalizmin kollarına atılmak ve
köleleşmek kaçınılmaz bir son olacaktır.
Çünkü, günümüz koşullarında, mali sermaye ve
uluslararası tekeller tarafından yönetilen kapitalist entegrasyon sürecinin
daha derinden gerçekleştiği, uluslararası kapitalist işbölümünün yeniden
yapılandığı; emperyalist baskı, kuşatma, teslim alma saldırısının orta bir yol
bırakmadığı koşullarda; üretimin, dolaşımın, teknolojinin, ticaretin geçmişle
kıyaslanmayacak denli daha üst düzeyde yoğunlaşıp merkezileştiği vb.
koşullarda, sosyalist devrim mücadelesine tabi olmayan, sosyalist devrime
dönüşmeyen anti-emperyalist (demokratik halkçı) devrimlerin (bazı özgün
koşulları dışta tutarak söyleyecek olursak) yaşama şansı ve ömrü geçmişteki
kadar bile olamayacaktır.
İkinci olarak, yukarıdaki tablo, çağımızın (emperyalizm ve proleter
devrimler çağının) temel sorunu ve çözümü pratik-siyasal bir sorun haline
gelmiş olan proleter devrimin zaferi sorununun çözümünü daha keskin, daha derin
ve daha kapsamlı bir nesnel temel yaratarak, proleter devrimin nesnel koşulları
ile öznel koşulları arasındaki uçurumun sıçramalı bir tarzda çözümünü
gündemleştirerek keskin bir şekilde dayatmıştır. Emperyalist ülkelerin proletaryası
ile bağımlı ülkelerin proletaryasını kapsayan ve birleştiren daha güçlü bir
proleter enternasyonalist, anti/kapitalist/sosyalist birleşik bir gücün, yeni
tipte bir komünist enternasyonalin yaratılmasını daha yakıcı hale getirmiştir…
Üçüncü olarak, yukarıdaki özet tablo, emperyalist ülkelerin proletaryası
ile bağımlı ülkelerin halkları arasında, geçmişten daha yüksek bir temel ve
derinlikte, daha ileri yeni tipten bir anti-emperyalist birleşik halk
cephesinin kurulmasının maddi temelini güçlendirmiştir. Bu görevin çözümü düne
göre daha yakıcı pratik-siyasal bir sorun durumundadır.
Üretimin daha yüksek bir temel ve gelişkinlik düzeyinde
uluslararasılaşmış/toplumsallaşmış olması; aynı uluslararası tekellerin
“merkez” ve bağımlı “çevre” proletaryası ve halklarını sömürüyor oluşu, bir yandan
uluslararası burjuvazinin kozmopolit karakterini derinleştirirken, öte yandan
da proleter ve emekçilerin enternasyonalist mücadele ve birleşik cephesinin
zorunluluğunu daha da ivedileştirip gündemleştirmiştir. Örneğin, devrimci ve
komünist bir önderlikte olmasa da, anti-emperyalist karaktere sahip olan ve tüm
ülkeleri, tüm kıtaları, tüm dünyayı saran ve sarsan ABD’nin Irak işgalini
protesto hareketleri gelecek büyük ve sert mücadelelerin sadece öncü nabız
atışları, erken uyarı aracı ve öncül çarpışmalarıdır. Emperyalist
küreselleşmeye karşı gelişen yeni tipte kitle hareketi ve Irak işgaline karşı
küresel ölçekte ortaya çıkan büyük kitle hareketinin deneyimi, daha bugünden
yukarıdaki saptamamızı doğrulayan sadece iki tipik örnektir.
Son çeyrek asırda, emperyalizmin,
uluslararası tekellerin baskı ve sömürüsü daha keskin ve daha sistematik bir
şekilde doruklara doğru tırmandı. Yer küremizin baş patronu olan Amerikan
emperyalizminin ekonomik, siyasi, askeri saldırganlığı dörtnala koşuyor.
Sosyalizmin itibarı (bugün giderek canlanmasına karşın) dibe vurdu. Küresel
ölçekte içerisine girilen yenilgi, doludizgin gericilik ve karşı devrim dönemi
henüz köklü bir şekilde aşılabilmiş değil (ama gelişmenin yönü olumludur).
Emperyalizme bağımlı “çevre”de görünüşte siyasi bağımsızlığa sahip ülkelerin
biçimsel bağımsızlığı çok daha iğreti biçimler aldı; klasik yeni sömürge
ülkeler yeni tipten bir sömürgeleştirilme sürecini yaşıyor vb. vb.
Bu tablo içerisinde, son
çeyrek asırda, öteden beri “Marksizm-Leninizm”, “sosyalizm” adına hareket eden
küçük burjuva devrimci demokrasisi derin ve kapsamlıbirtasfiyecilik sürecine
girdi. Devrimden ve sosyalizmden yüz çeviriş; devrimci program, strateji ve
taktikten kaçış; reformizme dümen kırış, reformist çizgide “demokrasi”
mücadelesiyle, “anti-emperyalizm”le, “kimlikler mücadelesi”yle yetinme egemen
hale geldi.
Küçük burjuvazinin
devrimci kalabilen kesimi ise, daha açık ve kaba bir biçimde
Marksizm-Leninizm’in, sosyalizmin etkisinden ve proletaryadan, proletarya
enternasyonalizminden uzaklaşarak “iş”, “ekmek”, “özgürlük”, “demokrasi”,
“ulusal bağımsızlık”, “halk”, “yoksullar” ve “ezilenler” vurgusu ekseninde
anti-emperyalist demokratik halkçı devrim perspektifiyle, demokratik kapitalist
bir düzenin kuruluşu ereğiyle daha açık bir kimlikle ortaya çıkmaya başladı.
Demokratik ve anti-emperyalist mücadeleyi sosyalizm mücadelesinin karşısına
koyarak sosyalizme yarı-açık veya kapalı reddiye yazdı. (Nepal Devrimi
örneğinde görülebileceği gibi, kendi devrimci-demokratik çizgisinde sonuna dek
gitmede daha tutarsızlaşmaya, dünya konjonktürünü gerekçe göstererek kararlı
bir tarzda iktidarı ele geçirmede istikrarsızlık ve egemen sistemle uzlaşmaya
vb. başladı. Meksika Zapatistlerinin –EZLN- örneğinde olduğu gibi ilk silahlı
devrimci başkaldırının ardından “üçüncü yol” adına hızla “post-modernizm”de
konakladı. Başta El Salvador’da olmak üzere pek çok Latin Amerika ülkesinde
önemli devrimci silahlı güçlerin devrimci çizgi ve eylemi terk ederek, “politik
çözüm” adı altında reformizmde konaklayarak sistemlerin içine çekildi. PKK
örneğinde görüldüğü gibi, ulusal devrimcilikten silahlı ulusal reformizme ve
“post-modernizm”e yuvarlandı. Tamil Kaplanları, ETA, İRA örneklerinde görüldüğü
gibi, yalpalamalar, uzlaşma eğilimleri artmaya başladı, kimi yeniden saflaşmaya
başladı ya da içlerinde önemli reformist güçler doğmaya başladı vb.) Böylece,
anti-emperyalist mücadele ve demokratik görevlerin sosyalist amaçlara bağlı bir
tarzda ele alınmasına karşı daha iğreti bir tavır takındı. Anti-emperyalist
devrimci görevlerin anti-kapitalist mücadelenin amaçlarına ve tabanına
bağlayarak ele alınmasını reddetti. Anti-kapitalist görevleri anti-emperyalist
(demokratik-devrimci) görevlerle sınırladı. Üstelik tüm bunları kaba bir
biçimde “sosyalist mücadele ve görevler” olarak da lanse etmeye de devam etti.
Kuşkusuz ki, bu olgular,
teori ve politikası, azami ufku demokratik kapitalist bir ekonomik ve toplumsal
düzen kurmakla sınırlı olan küçük burjuva devrimci-demokrasisinin sınıfsal ve
politik karakterinin daha net ortaya çıkmasına da hizmet etti. Uluslararası
Maoist hareket, bu ikincilerin tipik örneğini oluşturmaktadır. Zaten küçük
burjuvazi, kapitalist toplumun temel bir sınıfı değildir. Proletarya ve
burjuvazi arasında yer alan ve dağılmakta olan sınıfsal-toplumsal bir
tabakadır. Bir yandan burjuva olarak sınıf atlama özlem ve tutkusu, kendi küçük
mülkine sıkı sıkıya sarılma sınıf tavrı, öte yandan büyük ölçekli kapitalist
mülkiyetin, emperyalist küreselleşmenin hızlanan gelişimi temelinde sürekli bir
tarzda iflasa, proleter saflara itilmesi küçük burjuvazinin iktisadi
temelindeki ikili karakterinin bir sonucudur. İktisadi temeldeki ikili
karakter, onun politik-ekonomisinin, küçük burjuvazinin politikada sürekli
yalpalamasının, bir uçtan diğer uca savrulmasının, bir elini burjuvaziye, diğer
elini proletaryaya uzatmasının nesnel
maddi-ekonomik temelini oluşturur. Umutsuzca proletarya ile burjuvaziyi
uzlaştırmaya çalışan, uzlaşmaz sınıf mücadelesinden liberallere has bir şekilde
nefret eden, sınıfsal ayrımları, sınıflar arasındaki mücadeleyi
belirsizleştirip muğlaklaştıran, çelişkilerin üstünü örten küçük burjuvazi, bu yönelimi
ile Marksizm-Leninizm’i burjuva ideolojisiyle birleştirmeye, tek potada
eritmeye çalışmaktadır. Burada söz konusu
olan şey, “marksizmin liberal taklidinin, sınıflar savaşımı üzerine marksist ve
devrimci bir görüş yerine liberal bir görüşü geçirmenin ta kendisidir.” (Lenin)
“Post-Marksizm”, “Ezilenlerin Marksizmi”, “ezilenler” teorisi (ezilenlerin bir
sınıf olarak sunulması ya da sınıfsal analizin yerine sınıflar üstü ya da dışı
analizlerin yapılması, “ezilenler”in sosyalist özne ilan edilmesi, proletaryanın
yerine “ezilenler”in geçirilmesi, vb. gibi), açıktır ki, düpedüz burjuva
liberal bakış açısıdır, hangi reformist ya da devrimci sözlerle ortaya çıkarsa
çıksın, Marksizm-Leninizm’in liberal taklididir, Marksizm-Leninizm’in yerine
burjuva liberalizmin geçirilmesidir. Proleter sosyalist görüş açısının ve
görevlerin yoksullara, halka, ezilenlere özgü bakış açısı ve görevler olarak
sunulması ya da pazarlanması, oportünizmin sağ ve “sol” biçimlerinin, o arada,
post-Marksizmin, ezilenci tasfiyeci oportünizmin maharetidir sadece.
Küçük burjuvazi,
kapitalist toplumun temel bir sınıfı değildir. Dolayısıyla temel bir devrimci
sınıfın bağımsız devrimci rolünü oynayamaz, oynamaz. O geçici, göreli bağımsız
devrimci rolünü ancak proletaryanın kararlı mücadelesinin etkisiyle az-çok
istikrarlı oynayabilir. Proletaryanın devrimci etkisinin gerilediği, güçten
düştüğü koşullar da ise, politik olarak oynayabileceği sınırlı bağımsız
devrimci rolünün gerilemesi, burjuvaziye yakınlaşması, burjuva etki altında
daha da tutarsızlaşması kaçınılmaz bir sonuçtur. Özellikle 80’ler, 90’lar
sonrası tarihsel ve politik konjonktür düşünüldüğünde, küçük burjuva
devrimci-demokrasisinin içerisine sürüklendiği tasfiyecilik, az-çok devrimci
karakterini koruyabilen bölüğünün ise tasfiyecilikten güçlü bir şekilde
etkilenmesi ve daha derinden yalpalaması, tutarlı bir iktidar mücadelesine
girememesi, sosyalizmin etkisinden uzaklaşması daha açık anlaşılabilecek bir
tablodur.
Teoride revizyonizme, politikada reformizme, örgütlenmede
legalizme dayanan parlamenterist tasfiyeci, post-modernist akımın değişik
renkleriyle birlikte tipik örneklerine yerküremizin bütün kıtalarında
rastlayabiliriz. Kuzey Kore’de yapılmış olan Pyanyang Bildirgesi’nde somutlaşmış olan ilkesiz, tasfiyeci, reformcu
uluslararası platform; Belçika Emek Partisi tarafından düzenli toplanan ilkesiz
ve tasfiyeci revizyonist uluslararası platform; en geniş “sol” kuvvetlerin
cephesel birliği olarak da tanımlayabileceğimiz ve Amerikan emperyalizmine,
“neo-liberalizme” karşı mücadele şiarıyla yola çıkarak seçimi kazandıktan sonra
Amerikan emperyalizmine, IMF ve DB’ye yedeklenen, Brezilya’da “neo-liberal”
politikaların uygulayıcısı haline gelen Brezilya İşçi Partisi deneyimi; El
Salvador’da kendini tasfiye ederek legal reformcu çizgide sistem içi bir güç
haline gelen silahlı devrimci cephenin deneyimi; Meksika’daki Zapatistlerin
post-modernizmde konaklaması deneyimi ilk anda hemen akla gelen bazı
örneklerdir. Keza, “liberal Avrupa’ya karşı, Sosyal Avrupa” şiarıyla yola
çıkmış olan, AB çapında tasfiyeci, sosyal reformist bir birleşik cephe
karakteri taşıyan “Avrupa Sol Parti”si örneği; küresel çapta “Zengin Kuzeye”
karşı “Yoksul Güneyi” savunan ve sınıfsal temelde bir bakış açısı ve mücadeleyi
yadsıyan geniş bir aydın tabakasının varlığı; “modernizmin eleştirisi” adı
altında “post-modernist”, “post-Marksist” akımın özellikle küçük burjuva aydın
tabakası üzerinde dünya çapında yarattığı devrimci olmayan gerici etki; yanı
sıra, Türkiye’de, başlangıçta ÖDP çatısı
altında bir araya gelen eski devrimci yapıların tümüyle tasfiyeci, revizyonist
partileşme deneyimi de bir diğer örneği oluşturmaktadır. Keza PKK’nin ideolojik
ve programatik ulusal devrimci çizgiden ulusal reformcu çizgiye tasfiyeci
geçişi ve gerilemesi de bu tabloya eklenebilecek ve ilk anda akla düşen bir
diğer örnektir. Kuşkusuz ki, PKK’nin çizgisel kırılmasına karşın, elde silah
savaşımı sürdürmesi son derece değerli bir duruştur.
Kısacası, ne anti-kapitalist sosyalist
mücadele anti-emperyalist mücadeleyle sınırlanıp/daraltılıp eşitlenebilir ne de
anti-emperyalist mücadele anti-kapitalist mücadeleyle karşı karşıya
konulabilir. Doğru kavrayış, hem iki mücadele arasındaki kopmaz bağı ve hem de
iki görev ve mücadele arasındaki niteliksel farklılığı bilince çıkaran ve bu
iki mücadeleyi diyalektik bir bütünde sosyalist bakış açısıyla ele alan
kavrayıştır.
Küçük burjuvazinin Marksizm-Leninizm,
sosyalizm ve komünizm adına sağ ya da “sol” biçimlerde ortaya çıkışı ise, bir
yandan ondan etkilenmeyi ama öte yandan da, nesnel olarak ve esas olarak da
proletaryayı aldatmaya dönük, proletaryayı kendi politik amaçları için büyük
bir güç olarak kullanmak politikasını ifade etmektedir.
Emperyalist küreselleşme süreci ve
gelişen yeni mücadele süreci, gerçekte bu bakımdan da safları daha fazla
netleştirmiştir, netleştirecektir. Devrim ve sosyalizm dalgasının gerilediği,
komünist hareketin güçsüz düştüğü bir tarih kesitinde küçük burjuvazinin
proletaryaya dönük saldırılarının kışkırttığı ideolojik karmaşanın etkisi de
gitgide zayıflayacaktır. Gelişmenin yönü budur. Ama açık ve kesindir ki,
Marksizm-Leninizm’in, proletaryanın, devrim ve sosyalizmin hala politik çekim
merkezi olmaktan uzak olduğu, Uluslararası Komünist Hareketin ideolojik ve
örgütsel krizini aşmaktan uzak olduğu günümüz koşullarında söz konusu saflaşma
ve netleşme ilkeli, sistematik bir teorik-ideolojik-siyasi-örgütsel mücadeleyi
gerektirmektedir. Hiçbir kazanım ve zafer kendiliğinden gelmemiştir ve
gelmeyecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder