SOSYALİZMDE İŞGÜCÜ META MIDIR?
Sosyalizmde işgücünün meta olduğu oportünist tezinin incelenmesine geçmeden önce
önemsediğimiz bir noktayı vurgulamak istiyoruz.
Stalin’in “Son
Yazılar”ında eleştirel biçimde şunlara dikkat çeker:
“Daha ötesi,
Marx’ın, kapitalizmin analiziyle uğraştığı ve yapay olarak bizim sosyalist
ilişkilerimizle ilişkilendirilen, ‘Kapital’inden alınmış başka bazı kavramların
da örneğin ‘gerekli’ emek, ve ‘artı’ emek, ‘gerekli’ ürün ve ‘ürün, ‘gerekli’
çalışma zamanı, ‘artık’ çalışma zamanı gibi kavramların bir kenara bırakılması
gerektiğini düşünüyorum…” Devamla, kapitalizmin tahlilinde kullanılan
kavramlarla sosyalizmin ekonomik olgularının tahlil edilmeyeceğini vurgular.
Stalin yoldaşın
değerlendirmesi yerindedir. Sosyalizmin ekonomik kategorileri izah edilirken
kapitalizme özgü kategorileri dile getirilen kavramlarla tanımlamalar ve
açıklamalar yapılamaz. Bilinir ki, kavramlar, nesnel gerçeği en yakın, en tam
tanımlamaya ve yansıtmaya dönük bilgi araçlarıdır. Her olgu, kendi nesnel temeli
üzerinde yükselir ve kendine özgü ve ayırıcı nitelikleri vardır. Dolayısıyla
kavramlar bu gerçeğe uygun düşmek ve bu gerçeği dile getirmekle, en tam
yansıtmakla yükümlüdür.
Sorunu bu
noktadan ele aldığımızda sosyalizmde “gerekli emek, artı emek vardır” saptamasını
savunan ve bu kavramları ısrarla kullananlar ciddi bir şekilde
eleştirilmelidir. Proletaryanın kendi sınıf dili/literatürü vardır ve biz onu
kullanmalıyız. Sosyalizmde “gerekli emek” ve “artı emek”, “gerekli ürün”, “artı
ürün”, “gerekli çalışma zamanı”, “artı çalışma zamanı” vb. gibi kapitalizme
özgü olgular yoktur. Sosyalizmin ekonomik temelinin henüz kurulmadığı,
sömürünün henüz tümden son bulmadığı koşulları geçiyoruz. Çünkü proletarya
diktatörlüğü, geri bir ülkede bu koşullarda bir devlet kapitalizmi politikasını
uygulamak zorundadır ya da zorunda kalabilir (SB’de NEP uygulaması
hatırlansın). Ya da zengin köylülük henüz sınıf olarak yok edilememiştir,
zengin köylülüğü sınırlandırma (”kısıtlama”) politikası izlenmektedir. Bu
çerçevede kulaklar işgücü sömürüsü yapabilmektedirler vb. Dolayısıyla işgücü bu
koşullarda ve bu sınırlar içerisinde meta olarak kalmaya devam eder. Ama bunu
geçiyoruz ve asıl soruna geliyoruz.
Sosyalist
üretim sürecinde iş günü de ikiye bölünür:
Kendisi için çalışma ve toplum için çalışma; kendisi için emek, toplum için
emek; kendisi için ürün, toplum için ürün. Sosyalizmde temel üretim araçları tüm halkın mülkiyeti biçiminde
toplumsallaştırılmıştır. İnsanın insan üzerindeki sömürüsü ortadan
kaldırılmıştır. Dolayısıyla ücretli emek/işgücü meta olmaktan çıkmıştır. Emek
gücü/işgücü özel kapitalist karakterini yitirmiş ve tümüyle toplumsal karaktere
sahiptir. Emeğin bireysel karakteri ile emeğin toplumsal karakteri arasında
herhangi bir uzlaşmaz karşıtlık bulunmamaktadır.
Birinci olarak,
sosyalizmde işgücü, pazarda alınıp sayılan bir mal değildir. Oysa kapitalizmde
işgücü metası kapitalist pazarda alınıp satılan bir maldır.
İkinci olarak,
kapitalizmde işgücü kendi değerinden daha büyük değer üretir. Karşılığı
ödenmeyen ve kapitalist devlet ya da kapitalist tarafından el koyulan bir
değerdir bu. El koyulan bu değer, artı değerdir. İşçi, artı emekten, artı
değerden yararlanamaz. Oysa sosyalizmde, işçi, kendisi için emeğin karşılığını
gerekli toplumsal kesintiler yapıldıktan sonra alır. Toplum için emek
bölümünden de (toplum için ürün) devlet tarafından sunulan sosyal hizmetler
aracılığıyla, parasız ya da ucuza sunulan sosyal hizmetler aracılığıyla
faydalanır.
Üçüncü olarak,
kapitalizmde iş ücreti, işgücünün fiyatıdır. İş gücünün fiyatı, gerekli emeğin
karşılığıdır. Kapitalist, kapitalist maliyet fiyatlarını düşürmek ve artı
değeri yükseltmek için sürekli uğraşır. Faturasını ödemekte işçiye düşer.
Böylece işgücü metasının fiyatı diğer metalardan farklı olarak genellikle
değerinden aşağıya sapma eğilimi gösterir. Bu aynı zamanda işçinin gerekli
emeğinin karşılığını bile tam olarak alamadığını gösterir. Ayrıca kapitalizmde
iş ücreti nominal olarak artsa da gerçekte satın alma gücü -gerçek ücret-
sürekli düşer (enflasyon, artan pahalılık, artan vergiler vs. hatırlansın).
Oysa sosyalizmde iş ücreti, kendisi için emeğin fiyatıdır. İşçi kendisi için
emeğin karşılığını tam olarak alır. Dahası, sosyalizmde iş ücreti iki biçimde
artma eğilimine sahiptir: a) İş ücretinin sürekli yükselişi biçiminde; ki bu,
uzun vadede giderek önemsizleşir; b) gerçek ücretin sürekli artması biçiminde,
ki bu giderek artar. Örneğin SSCB’de ücretlilerin gerçek gelirleri, yılda
aldıkları ücretlerin ortalamasıyla kıyaslandığı zaman, üçte bir oranını aşacak
boyutlara ulaşmıştır 1950’lerde.
Dördüncüsü
olarak, kapitalizmde işgücü artı-değer ürettiği oranda bir değere sahiptir. Dün
yedek işsizler ordusu biçiminde, bugün kronik kitlesel işsizlik olgusu
biçiminde ortaya çıkan işsizlik ücretli emeği, işçileri, en önemli üretici gücü
yıkıma uğratır. Oysa sosyalizmde işgücü, işçiler, ücretliler işsizliği
tanımazlar bile. Emeğin kalifikasyonu sürekli yükseltilir. Kalifikasyon
giderlerini toplum adına devlet yüklenir. Çalışanların, toplumun maddi ve
manevi gereksinimlerinin karşılanması olanaklı en yüksek düzeyde karşılanır.
Beşincisi
olarak, kapitalizmde emek üretkenliğinin yükseltilmesinin faturası her bakımdan
işçiye kesilir; ister modern teknolojini kullanımı biçiminde olsun, isterse de
mutlak artı değerin büyütülmesi yolundan olsun. Oysa sosyalizmde emek
üretkenliğinin yükseltilmesinin temel yolu modern tekniğin en son ve gelişkin
biçiminin kullanılması yoluyla gerçekleşir. Dolayısıyla mutlak ve nispi
sömürüye sosyalizmde yer yoktur. Üstelik emek üretkenliğinin sürekli yükseltilmesi
ücretlilerin gerçek satın alma gücünü yükselttiği gibi, kendilerine
ayıracakları zaman kazanarak her bakımdan kendilerini geliştirme olanaklarını
da çoğaltıp zenginleştirmektedir.
Altıcı olarak,
kapitalist toplumun temel ekonomik yasası artı-değer yasasıdır, emperyalizm
aşamasında ise azami kardır. Dolayısıyla kapitalizmde emek gücü ve işçilerin
tek değeri artı değerin ve karın üretilmesi ve azamileştirilmesidir. Oysa
sosyalizmde temel amaç insandır, insanın maddi ve manevi gereksinmelerinin
azami derecede karşılanmasıdır. Komünizme geçişin maddi ve kültürel temelinin
yaratılması ve olgunlaştırılmasıdır vb. Dolayısıyla ücretlilerin işgücünün meta
olduğu saptaması yanlış bir savunu ve tezi ifade etmektedir.
Yedinci olarak,
kapitalizmde işgücünün fiyatı arz ve talep yasasının etkisi altında şekillenir.
Sosyalizmde bu yasa esas olarak sınırlandırılmıştır ve kolhozlara ait ürün
fazlasının satışı ve “örgütsüz pazarda”
faaldir. Ama ücretlerin belirlenmesinde bu serbestlik yoktur. Devlet
planı gereğince iş ücretleri önceden planla belirlenir ve ilan edilir.
Sekizinci
olarak, kapitalizmde üretimin düzenleyicisi değer yasasıdır. Sosyalizmde ise
değer yasası sınırlandırılmıştır ve alanı da her geçen gün daraltılmaktadır. Ve
değer yasası üretimin düzenleyicisi değildir. Dahası emeğin sektörler arası
dağılımını da değer yasası düzenlememektedir. Fiyatlar serbest olmadığı gibi,
fiyatlar, sosyalizmin temel ekonomik yasasına bağlı yapılan plan gereğince
önceden saptanır. Devletin sunduğu sosyal hizmetler arttıkça, sosyalist
ekonominin iki biçimi arasındaki ayrımlar azaldıkça, değer yasasının, meta
üretiminin, parasal ekonominin etkileri ve biçimleri de giderek zayıflar,
silinmeye, nihai uykuya yatmaya başlar.
Dokuzuncu
olarak, kapitalizmde egemen sınıf burjuvazidir, oysa sosyalizmde egemen sınıf
proletaryadır. Dolayısıyla hem egemen sınıf olup, hem de işgücünün meta olması,
işgücünü kendi kendisine satın alıp yine kendisine satması vs. olanaklı
değildir. Sosyalizm, proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlendiği ve kapitalizmin,
meta ekonomisi sisteminin temellerine yönelerek tasfiye ettiği eylemin adıdır.
Sömürünün, meta ekonomisinin, küçük meta ekonomisinin tasfiye edildiği bir
sistemde işgücü meta olamaz. (Sosyalizmin ilk gelişme evresinde bir dönem daha
küçük meta ekonomisi varlığını sürdürür ama bu, geçici bir olgudur sadece.)
Kapitalizm ücretli kölelik sistemidir. Ücretli kölelik sistemi tasfiye edildiği
için de işgücü meta olmaktan çıkar.
Yukarıdaki
olguları bir tablo halinde birleştirdiğimizde de sosyalizmde işgücünün meta
olmadığı açığa çıkmaktadır. O halde sosyalizmde işgücü meta olmadığı gibi “hem
metadır, hem de değildir” biçiminde ileri sürülen tez de yanlıştır. Ortacı
oportünist, tasfiyeci revizyonist bir tezdir.
Deniyor ki,
işgücünün fiyatı da gerekli emek tarafından üretiliyor, dolayısıyla bütün
metalar emek ürünleri olduğu için de işgücü metadır. Oysa doğrusu şudur:
Sosyalizmde gerekli emek kategorisi yoktur. Bu kategori, ücretli kölelik
sistemi tasfiye edildiği için sosyalizmde yoktur.
Sosyalizmde
işgücünün fiyatı yukarı da anlattığımız temelde kendisi için emek tarafından
belirlenmektedir. Bu ikisi niteliksel olarak birbirinden farklı iki ayrı
olgudur. Karıştırılması insanı doğru yoldan çıkarır. Yanıtımız net olmalıdır:
Sosyalizmde işgücü meta olmaktan çıkmıştır.
Peki ama Marx
ve Lenin, komünizmin alt evresinde “burjuva hukuku”nun bölüşüm ilişkileri
çerçevesinde de olsa süreceğini, ancak komünizmin üst evresinde ortadan
kalkacağını saptarlar, buna ne demeli? (Burada, “sosyalizmin sınıfsız toplum”
olduğu, sosyalizme geçmek için bir “geçiş programı” öneren revizyonist ve tipik
Troçkist teoriyi ve sapmayı geçiyoruz. Tasfiyeci yönelim revizyonizm ve
tasfiyecilik üretir, bu nesnelerin doğası gereğidir.)
Komünistler
eşitlikten, ekonomik eşitliği
anlarlar. Bir diğer ifadeyle, sınıfların
kaldırılmasını anlarlar. Ekonomik eşitliğin gerçekleştiği, sınıf ayrımlarının
ortadan kalktığı toplum biçimi komünizmdir. Dolayısıyla bölüşüm ilişkileri
alanında geçerli ilke de “herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimine
göre” ilkesidir.
Komünizmin alt
evresi olan sosyalizmde, temel üretim araçları toplumsallaştırılmış olduğu için
(ki, toplumsallaşmanın en yüksek aşaması/biçimi komünizmin üst evresinde
gerçekleşir ve komünist üretim ilişkisinde somutlaşır) toplum üyeleri arasında
bu bağlamda eşitlik sağlanmıştır. Ama tüm toplum üyeleri arasında ekonomik
eşitlik henüz sağlanmamıştır. Çünkü öncelikle ekonomik gelişme düzeyi henüz
buna elvermemektedir. Dolayısıyla bölüşüm ilişkileri alanında geçerli ilke,
“herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre” ilkesidir. Ve burada bölüşüm
ilkesi çerçevesindeki ilke temel üretim araçları alanını kapsamaz, sadece
bireysel tüketim nesneleri düzeyinde geçerlidir. Ve eşitsizlik, kafa emeği ile
kol emeği, kentle kır, daha iyi ücret alanla alamayan, gelir düzeyi yüksek
kolhozlarla gelir düzeyi daha düşük kolhozlar arasında, ülkenin ekonomik olarak
daha gelişkin bölgeleri ile daha geri bölgeleri arasında, devlet sektörü ile
grup sektörü arasında henüz bir olgudur. Ancak, sosyalizmden komünizme geçiş süreci,
bu vb. (örneğin SSCB’de ileri uluslarla geri uluslar arasındaki tarihten gelen
fiili eşitsizlikler gibi) eşitsizliklerin adım adım azalacağı ve giderek son
bulacağı bir süreçtir.
Sorunu
sınırlandırarak ele aldığımızda, komünizmin alt evresinde söz konusu sosyalist ilke, burjuvazisiz “burjuva
hak”tır. Çünkü “bu hak, özünde her hak gibi eşitsizliğe dayanan bir haktır.”
“Bu eşit hak, eşit olmayan emek için eşit olmayan bir haktır.” “Bir biçimde
belirli bir miktar emek, başka bir biçimde aynı miktar emekle değiştirilir.”
Dolayısıyla, bu olgu, “ilke olarak-burjuva bir haktır.” “…bu eşit hak, hala
burjuva sınırlar içinde kalmaktadır. Üreticilerin hakkı, sağladıkları emekle
orantılıdır; eşitlik, gerçekte, ölçümün aynı ölçütle, emek ile yapılmasından
ileri gelmektedir.” “Bu durumda eşit emek sarfettikleri halde ve dolayısıyla
toplumsal tüketim fonundan eşit ölçüde yararlanma olanağına sahip bulundukları
halde, biri gerçekte ötekinden çok alacaktır, biri ötekisinden daha zengin
olacaktır, vb…” (Marx) Bu sosyalizmin kendisinden kaynaklanan bir kusur
değildir. Unutmamalıyız ki “Marx, komünizmin içine bir parça ‘burjuva’ hukuku
sokmadı, aksine kapitalizmin bağrından çıkan bir toplumda ekonomik ve politik
açıdan kaçınılmaz olanı aldı.” (Lenin)
Sosyalizm
tarihten gelen eşitsizlikleri bir çırpıda ortadan kaldıramaz. Tarihsel bakımdan
verili durumdan yola çıkılacaktır. Nihai amaca kilitlenmiş bir iradeyle,
ekonomik ve kültürel gelişme yoluyla, zamanla bu kusurlara son
verilebilecektir. Bireysel tüketim nesnelerinin tüketilmesi alanındaki
eşitsizlik, bu eşitsizliğin arkasında yatan eşit emeğin eşit emekle
değiştirilmesi ölçütü, herkesin emeğine göre ilkesi ve hakkı, somut tarihsel
koşullardan yalıtık salt iradi tedbirlerle, dilek ve temennilerle, çıkarılacak
kararnamelerle aşılamaz. Marx’ın dediği gibi, “Hak, hiçbir zaman, toplumun
ekonomik yapısının ve ona tekabül eden kültürel gelişmesinin üstüne çıkamaz.”
Peki, ama gerek
Marx-Engels, gerekse de Lenin ve Stalin bu saptamalarına karşın neden
sosyalizmde işgücünün meta olduğunu ileri sürerek vurgulamazlar? Bu bir
rastlantı mı? Bizce hayır, bu bir rastlantı değildir.
Çünkü burada
işgücünün “içerik ve biçimi değişmiştir.” (Marx) Bunun içerik
ve biçimini yukarıda maddeler halinde formüle etmiştik, tekrarlamak gerekmiyor.
Dolayısıyla hem öyledir, hem de böyledir
tezi, gerçekte kaba materyalist
bir tezdir. Aynı kaba materyalist tezden yola çıkarsak, Lenin’in komünizmin alt
evresinde “Yani komünizm altında yalnızca burjuva hukukunun değil, burjuvazinin
olmadığı burjuva devletin bile varlığını belli bir süre koruması sonucu çıkar!”
(Devlet ve Devrim, s. 118) saptamasından
hareketle, sosyalist diktatörlüğü (proletarya diktatörlüğü) ne sosyalisttir ne
de kapitalisttir, hem kapitalisttir, hem de sosyalisttir tezine varır ve
savunmak zorunda kalırız. Oysa Lenin, burada sosyalist diktatörlüğün sosyalist
diktatörlük olmaktan çıkmadan burjuvasız “burjuva hak”kın koruyuculuğunu da
yapmak zorunda kaldığını, bunun kaçınılmaz bir çelişki oluşturduğunu, bu
çelişkinin gerçeğin çelişkisi olduğunu, çelişkinin devrimci çözümünün
sosyalizmden komünizme geçmekle gerçekleşeceğini vurgular ve hareketin
diyalektiğini, diyalektiğin hareketini çarpıcı bir şekilde, göreli anlamı
içerisinde, vurgular. Oysa Lenin’in tahlilini göreli anlamlarından kopararak keyfi
yorumlara gidersek mekanik materyalist sonuçlara ve revizyonizme saplanmaktan
kurtulamayız. Sosyalist diktatörlük, proletaryanın egemen sınıf olarak
örgütlenmesi ve politikayı yönetmesidir. Proletaryanın egemenliğini başka bir
sınıfla paylaşmadığı ve paylaşmayacağı diktatörlüğüdür. (Kesintisiz devrimin
birinci aşamasından ikinci aşamasına geçerken özgün geçiş biçimleri ortaya
çıkabilir, ama konumuz bu değil ve geçiyoruz.) Diktatörlüğün sınıf karakteri
proleterdir. Programı, komünizme geçiş programıdır. Eyleminin içeriği, her tür
özel mülkiyeti ortadan kaldırmaktır. Nihai amacı komünizmdir. Bir geçiş
devletidir; devletten devletsizliğe geçişin aracıdır. Tüm eylemleri de bu
amaca, nihai amaca tabidir. Burada hatırlatmanın yeridir: “Eğer görüntü ile
gerçek çakışsaydı bilime gerek kalmazdı.” (Marks) Her an vurgulanmalıdır:
Revizyonizme, Troçkizm’e, orta yolcu oportünizme, tasfiyeciliğe yenik düşmek
komünistlerin işi değildir.
Değer yasası
sosyalizm ve komünizme özgü bir yasa ve ekonomik bir kategori değildir. Değer
yasası burjuva bir ekonomik yasadır. Değer yasası, meta ekonomisi sisteminin
genel ekonomik yasasıdır. Sosyalizmde bu yasa (sosyalizmin ekonomik temelinin henüz kurulmadığı aşamada bu yasanın
etkisini, ağırlığını vs. geçiyoruz, çünkü tartışma ve eleştiri, sosyalizmin ilk
evrelerine, kısmi bir evresine özgü
bir tartışma ve eleştiri ile sınırlı bir tartışma değil, sosyalizm dönemine ilişkin bir tartışma ve eleştiridir!)) belli
sınırlar içerisinde etkindir. Sosyalizmde de değer yasası, meta üretimi ve değişimi
var oldukça varlığını koruyacaktır. Bireysel tüketim nesneleri metadır. İki
sosyalist mülkiyet biçimi arasındaki meta dolaşımı var oldukça ve yerini ürün
değiş tokuşuna bırakmadığı sürece de (ki bu ikinci durum nezdinde de sorun
üzerinde kafa yormaya değer ayrıca) var olmaya devam edecektir. Kolhozların
ürün fazlasını satma, kolhozcu köylülüğün bireysel yan işletmesinden elde
ettiği ürünleri satması eylemi de değer yasasına tabi olmaya devam edecektir.
Ancak değer
yasası, sosyalizmde daha baştan sınırlanmıştır. Çünkü temel üretim araçlarının meta olmaktan çıkarılmıştır. Üretim kar
için değil, toplumun maddi ve kültürel gereksinimlerini azami derecede
karşılanması temel ekonomik yasasına dayanmaktadır. Ekonomi planlı sosyalist
ekonomidir. Böylece değer yasası daha baştan sınırlanmış ve denetim altına
alınmıştır. Sosyalizmden komünizme gidiş süreci ilerlediği/olgunlaştığı oranda
değer yasasının etkisi de artan oranda sınırlanacak ve giderek tasfiye
olacaktır.
Değer yasası
sosyalizmde üretimin ve fiyatların, ücretlerin ve sektörler arası emeğin dağılımının düzenleyicisi değildir. Ama tüm bunlar
üzerinde ciddi etkileri vardır ve bu yasa, hep hesaba katılmak zorundadır. Ama
bilinir ki, hesaba katmak bir şeydir,
düzenleyici eksen olarak ele almak farklı bir şeydir. Bu bakımdan Stalin’in
ekonomik sorunlar üzerine yapılan tartışmalardaki burjuva revizyonist fikirlere
karşı yürüttüğü mücadele, eleştiriler ve değerlendirmeler yol gösterici
olmalıdır.
Kapitalizmde
işgücü metadır ve iş ücreti, işgücünün fiyatını ifade eder ve değer yasası, iş
ücretini düzenleyen ekseni oluşturur. Oysa sosyalizmde iş ücretinin düzenleyici
eksenini değer yasası oluşturmaz; işgücünün fiyatı, gerekli-emeğin karşılığını
oluşturmaz. İş ücretinin düzenleyici eksenini, sosyalizmin temel ekonomik
yasasına bağlı olarak, kendisi için emek ve gerçek ücretin sürekli arttırılması
ekseni oluşturur. Çünkü işgücü meta olmaktan artık çıkmıştır. Kapitalizm, pazar
için üretimdir ve amacı kardır; kapitalizmde her şey ve doğal olarak işgücü de
metadır. Sosyalizmde işgücü pazar için üretimin yasaları tarafından belirlenmez
ve zaten ortada böyle bir pazar da yoktur. Sosyalizmde
işgücünün nitelik ve niceliğini,
dağılımını ve yeniden üretimini
belirleyen sosyalizmin temel ekonomik yasasıdır, bu yasaya dayanan sosyalist
planlı gelişme yasasıdır.
Bu temel
gerçekleri eksen aldığımızda görülecektir ki, sosyalizmde işgücü bir meta değildir. Yine bu eksene bağlı
kaldığımızda görülecektir ki, işçi, toplam toplumsal emekten hem kendisi için
emeğinin karşılığını sosyalist iş ücreti olarak alır, hem de toplam toplumsal
emekten, kendisinin toplum için emek olarak katıldığı/katkı yaptığı tüm
toplumun yararlandığı sosyal hizmetlerden yararlanarak daha geniş ölçüde pay
alır. Üretici güçler geliştiği oranda, toplumsal ekonomik gelişme daha fazla
elverdiği oranda emekçilerin gerçek
gelir düzeyi de o oranda artar, gerçek ücretler daha da yükselir. Parasız
hizmetler alanı geliştiği oranda da ücretlerin önemi kalmamaya başlar. Bu
durumda sosyalizmde işgücünün meta olmadığı, değer yasasının düzenleyici ekseni
oluşturmadığı, dolayısıyla hem evet hem hayır yanıtının da
Marksizm-Leninizm’den bir sapma olduğu, ortacı oportünist bir tezi ifade ettiği
ortaya çıkar. “Emeğe göre paylaşım ilkesi” fiili eşitsizliği içermesine, sadece
bireysel tüketim nesnelerinin dağılımında ortaya çıkmasına ve “burjuva hukuku”
ifade etmesine karşın ücretler sosyalist ekonominin temel ekonomik yasasına
bağlı düzenlenmesi nedeniyle, ücretin, salt kendisi için emeğin karşılığı ile
sınırlı olmadığını net olarak görmek gerekir. Burada da “burjuva hukuk”
sınırlanmıştır. Bu sınırlar içerisinde “burjuva hak” olan emeğe göre dağılım
ilkesi değer yasasının yansıma biçimlerinden birisini oluşturmaktadır. Ama
ücretler, belkide daha doğrusu, işçinin geliri, salt para biçiminde işçinin
eline geçen bireysel ücretle sınırlı değildir ve bu formül salt bu sınırlar
içerisinde anlaşılamaz. İşçi, çalışmasının karşılığının bir biçimini bireysel
para biçiminde alırken, ikinci biçimini ise toplumsal karşılıksız hizmetler
biçiminde almaktadır. Ayrıca vurgulamak gerekir ki, iş ücreti sosyalizmde tek
tek işletmelerin, tek tek sektörlerin durumuna göre belirlenmez, aksine,
ekonominin genel gereksinimlerine,
ekonominin stratejik gerekleri ve
gereksinmelerine, beş yıllık planların gereksinimine bağlı
olarak belirlenir.
Bu durumda, iş
ücreti salt doğrudan ücretten oluşur saptaması yüzeysel bir yaklaşımı ifade
eder. Böylece de değer yasasının etki alanı genişletilir ve giderek değer
yasası düzenleyici eksen olarak alınmış olur ya da bu mantık, kendi nesnel
mantığı doğrultusunda buraya varır. Bu gerçeği bilince çıkarmak gerekir.
Konuyu bu
temelde aldığımız zaman, “her emekçinin toplumsal toplam üründen aldığı pay,
onun yaptığı işin niteliği ve niceliği tarafından belirlenmektedir” (Ekonomi
Politik Ders Kitabı, C.II, s.180) saptaması bizce eksik ve hatalı bir
saptamadır. Bu yanlış, hem bu kitabın sorunu koyuştaki iç çelişkisini dile
getirmekte ve hem de ücretler politikası alanında oldukça sık vurgulanan eşitlik düşmanlığı sapmasına da eşlik
etmektedir.
“Maddi ilgi”nin, “emeğe göre ücret ilkesi”nin
en sıkı bir biçimde uygulanmazsa işe ve üretime karşı ilgisizliğin temel
probleme dönüşeceği ve ilginin geliştirilebilmesi için bu ilkeyi sıkı biçimde
uygulamak gerektiği saptaması üzerinde de durmak lazım. Doğal olarak, sorunu
incelerken sosyalizmin tarihsel deneyimlerine başvurmak gerekiyor. Marx ve Lenin
sorunu incelerken ortada böyle bir deneyim bulunmuyordu ve Lenin’in yaşadığı
deneyim ise çok sınırlıydı.
Şimdi şu soruları soruyoruz: Sosyalizmin deneyleri
incelendiğinde ortaya çıkan olgu, tartıştığımız sorunda neyi kanıtladı? Hangi
tezler doğrulandı, hangi tezlerin yanlışlığı ortaya çıktı? Stalin yoldaşın
önderliği döneminde izlenen ücret ve maddi teşvik politikası ne kadar doğruydu?
Yanlışları nelerdi? Bugün hiçbir şey olmamış gibi eski teorik koyuşu olduğu
gibi benimsemeye devam mı edeceğiz, yoksa eleştirel değerlendirerek daha
ileriye mi gideceğiz? Bu soruların yanıtlanması gerekir.
Biz, SSCB’DE KAPİTALİZMİN RESTORASYONU, SOSYALİZMİN SORUNLARI, TARİHİ DESLER
(Akademi-Ceylan Yayınları) kitabımızda bu soruların yanıtını genişçe vermiştik.
Dolayısıyla burada yanıtlarımızı bazı bakımlardan sınırlayıp vereceğiz.
Birincisi, 1931
yılında belirlenen ücretler politikası, o gün için acil bir gereksinimdi. Ama bu politikalar geçicilik perspektifiyle ele alınmalıydı. Kitleler buna göre de
eğitilmeliydi.
İkincisi, bu geçici uygulamalar
teorileştirilerek ilke katına
çıkarılmamalıydı.
Üçüncüsü, hiç olmasa 1945 sonrası emekçi sınıf
ve tabalar, parti, devlet, ekonomi, kültür-sanat alanlarında ortaya çıkmış
gelir farklılaşmasına son verecek bir
yeni politikaya geçilebilirdi ve geçilmeliydi. (Aslında kapitalizmden komünizme
dek sürecek kesiksiz devrimin bir bileşeni olarak anti-bürokratik bir devrim
olarak da sosyalist devrimin derinleştirilip geliştirmesine gereksinim vardı.
Ki, sosyalizmden komünizme geçiş süreci kesintisiz devrim sürecidir.)
Dördüncüsü, 30’lu yıllarla birlikte belirlenen
ücret ve maddi teşvikler politikasından komünistler
yararlanmayı reddetmeliydiler.
Beşincisi,
maddi ilgiyi, yüksek ücretleri, ücretler arası farklılaşmayı “her yönlü”
farklılaştırmayı teşvik eden bir ücret politikası ekonomik bakımdan da
ayrıcalıklı bir yeni tip küçük burjuva tabakayı teşvik ederek geliştirmiştir
bürokratik yozlaşmayla birlikte.
Altıncısı, sosyalist barışçıl inşa koşullarında
ideolojik ve kültürel devrim boyutu ihmal edilmiş, bu ihmalin gölgesine de
sığınmış olan yeni tip küçük burjuva tabaka, tabakalaşmayı kutsayıp yüceltmiş,
her bakımdan teşvik etmeye özel önem vermiştir.
Bu ön
hatırlatmalardan sonra şu olgu vurgulanmalıdır: Tarihi tecrübe göstermiştir ki,
geçici ve zorunlu kesitler hariç, sosyalist inşa sürecinde gelir
farklılaşmasını teşvik eden politikalar izlenmemelidir. Parasız sosyal
hizmetler alanını yaymaya, çeşitlendirmeye daha fazla önem verilmelidir.
Özellikle sosyalizmin kent ve kırda ekonomik temellerinin oluşup gelişmesi
sürecinde, üretici güçlerin hızlı gelişimini ihmal etmeden sosyalizmin ekonomik
görevleri ideolojik ve kültürel devrimin eşliğinde geliştirilmelidir. Dahası
sosyalizmdeki zaafların “kelebek etkisi”ni düşündüğümüzde özellikle kesintisiz
bir devrim süreci olan sosyalizmden komünizme yürürken ideolojik ve kültürel
devrimi kavranacak halka olarak ele almak gerekir. Maddi teşvikten çok manevi teşvikleri önemsemek ama manevi teşvikleri de “kişi kültü”nün aracı
haline gelmemesine, getirilmemesine azami önemi vermek gerekir. Bireysel maddi
teşvikten çok üretici güçlerin gelişmesine paralel parasız ekonomik ve sosyal
hizmetleri geliştirmek gerekir. Maddi teşvikten çok canlı, hareketli, iç ve
uluslararası proleter devrimin gereksinimlerine bağlanmış devrimci dinamizmi diri tutmak lazım. Tek ülkede veya birkaç ülkede
devrimin (“küreselleşme” ve “sosyalizmin yenilgisi” vb. gibi gerekçelerin
ardına gizlenerek Troçki’nin, Troçkistlerin, IV. Enternasyonalin bir veya
birkaç ülkede, tek ülkede sosyalizmin olanaklı olmadığı teori ve tezini
savunmak, üstelik fütursuzca bunu da “21. asrın sosyalizmi”, “teorik
yenilenme”, “tarihten ders çıkarma” vb. vb. adına yapmak sadece ve sadece
Marksizm-Leninizm’den sapıldığının Troçki’nin ideolojik yörüngesine girilmeye
başlandığının, tasfiyeci bir gidişin olduğu anlamına gelir) uluslararası
proleter sosyalist devrimin çıkarlarına bağlı olması bilincini, proletarya
enternasyonalizmini hareketli bir tarzda elde bayraklaştırmak gerekir vb.
Tüm bunlarla
birlikte şunu söyleyebiliriz: Yaşanmış deneylerden
sonra, Marksizm-Leninizm’in kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde “burjuva
hukuku”na ilişkin temel değerlendirmesi doğru olmakla birlikte teorik olarak da
çubuk fazla bükülmüştür. Artık çubuğu bükmekten vazgeçmeli. Çubuğun fazla
büküldüğünü Marx’ın “Gotha Programının Eleştirisi”nde, Lenin’in “Devlet ve
Devrim”inde görmekteyiz. Ki, bu durum, anlaşılabilirdir de. Ama artık ortada
yaşanmış deneyimler var ve biz, bunları görmezden gelemeyiz. Ayrıca E. Hoca
yoldaşın önderliği döneminde ücret ve gelir farklılaşmasını azaltmaya önem
veren politikadan da öğrenmeliyiz. E. Hoca yoldaş, başta SSCB olmak üzere
Sosyalist Kamp’ta ortaya çıkan restorasyonun derslerinden çıkardığı sonuçlara
dayanarak bu politikayı gündemleştirip pratikleştirmiştir. Tasfiyeciliğin bu
konuda bir şey söylememesi anlamlı ve son derece olumsuz bir durumdur. 21.
asrın başındayız. Artık yazar-çizerken tarihsel deneylere dayanarak, işleyerek,
sonuçlar çıkararak, zenginleşerek yürümek zorundayız. Bu bakış açısı, hele de
sosyalizmin deneyleri üzerinde tartışırken, asla ihmal edilemez ve edilmemesi
gerekir. Ama tasfiyecilik, bu ihmali göstermiştir ne yazık ki. Bu bir rastlantı
mıdır acaba?
Kitabımızın
ilgili bölümlerinde işlemiştik, ama burada da vurgulamak isteriz. Bu konuda Engels’in
şu tahlili artık çok daha fazla önemsenmelidir. O, şöyle diyor:
“Peki bütün o
bileşik emeğe daha yüksek ücret ödenmesi önemli sorunu nasıl çözümlenir? Özel
üreticiler toplumunda, nitelikli işçinin yetişme giderleri özel kişiler ya da
aileleri yüklenirler; öyleyse nitelikli emek gücünün daha yüksek fiyatı önce
özel kişilere ödenir; usta köle daha pahalıya satılır, usta işçiye daha yüksek
ücret ödenir. Sosyalist örgütlenmeli toplumda, bu giderleri toplum yüklenir.
Öyleyse meyveler bir kez üretildikten sonra, bileşik emeğin daha büyük
değerleri toplumundur. İşçinin kendisinin ek bir hakkı yoktur…” (Anti Dühring,
s. 294)
Kanımızca,
geçicilik perspektifiyle uygulama dönemleri hariç, ücretler politikasında
Engels’in bu saptamasına sıkı sıkıya bağlı kalınmalıdır. Örneğin, SSCB’de 1945
sonrası bu politika pratikleştirilebilirdi ve pratikleştirilmeliydi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder