18 Kasım 2012 Pazar

SOSYALİZMDE İŞGÜCÜ META MIDIR?



SOSYALİZMDE İŞGÜCÜ META MIDIR?
 Sosyalizmde işgücünün meta olduğu oportünist tezinin incelenmesine geçmeden önce önemsediğimiz bir noktayı vurgulamak istiyoruz.
Stalin’in “Son Yazılar”ında eleştirel biçimde şunlara dikkat çeker:
“Daha ötesi, Marx’ın, kapitalizmin analiziyle uğraştığı ve yapay olarak bizim sosyalist ilişkilerimizle ilişkilendirilen, ‘Kapital’inden alınmış başka bazı kavramların da örneğin ‘gerekli’ emek, ve ‘artı’ emek, ‘gerekli’ ürün ve ‘ürün, ‘gerekli’ çalışma zamanı, ‘artık’ çalışma zamanı gibi kavramların bir kenara bırakılması gerektiğini düşünüyorum…” Devamla, kapitalizmin tahlilinde kullanılan kavramlarla sosyalizmin ekonomik olgularının tahlil edilmeyeceğini vurgular.
Stalin yoldaşın değerlendirmesi yerindedir. Sosyalizmin ekonomik kategorileri izah edilirken kapitalizme özgü kategorileri dile getirilen kavramlarla tanımlamalar ve açıklamalar yapılamaz. Bilinir ki, kavramlar, nesnel gerçeği en yakın, en tam tanımlamaya ve yansıtmaya dönük bilgi araçlarıdır. Her olgu, kendi nesnel temeli üzerinde yükselir ve kendine özgü ve ayırıcı nitelikleri vardır. Dolayısıyla kavramlar bu gerçeğe uygun düşmek ve bu gerçeği dile getirmekle, en tam yansıtmakla yükümlüdür.
Sorunu bu noktadan ele aldığımızda sosyalizmde “gerekli emek, artı emek vardır” saptamasını savunan ve bu kavramları ısrarla kullananlar ciddi bir şekilde eleştirilmelidir. Proletaryanın kendi sınıf dili/literatürü vardır ve biz onu kullanmalıyız. Sosyalizmde “gerekli emek” ve “artı emek”, “gerekli ürün”, “artı ürün”, “gerekli çalışma zamanı”, “artı çalışma zamanı” vb. gibi kapitalizme özgü olgular yoktur. Sosyalizmin ekonomik temelinin henüz kurulmadığı, sömürünün henüz tümden son bulmadığı koşulları geçiyoruz. Çünkü proletarya diktatörlüğü, geri bir ülkede bu koşullarda bir devlet kapitalizmi politikasını uygulamak zorundadır ya da zorunda kalabilir (SB’de NEP uygulaması hatırlansın). Ya da zengin köylülük henüz sınıf olarak yok edilememiştir, zengin köylülüğü sınırlandırma (”kısıtlama”) politikası izlenmektedir. Bu çerçevede kulaklar işgücü sömürüsü yapabilmektedirler vb. Dolayısıyla işgücü bu koşullarda ve bu sınırlar içerisinde meta olarak kalmaya devam eder. Ama bunu geçiyoruz ve asıl soruna geliyoruz.
Sosyalist üretim sürecinde iş günü de ikiye bölünür: Kendisi için çalışma ve toplum için çalışma; kendisi için emek, toplum için emek; kendisi için ürün, toplum için ürün. Sosyalizmde temel üretim araçları tüm halkın mülkiyeti biçiminde toplumsallaştırılmıştır. İnsanın insan üzerindeki sömürüsü ortadan kaldırılmıştır. Dolayısıyla ücretli emek/işgücü meta olmaktan çıkmıştır. Emek gücü/işgücü özel kapitalist karakterini yitirmiş ve tümüyle toplumsal karaktere sahiptir. Emeğin bireysel karakteri ile emeğin toplumsal karakteri arasında herhangi bir uzlaşmaz karşıtlık bulunmamaktadır.
Birinci olarak, sosyalizmde işgücü, pazarda alınıp sayılan bir mal değildir. Oysa kapitalizmde işgücü metası kapitalist pazarda alınıp satılan bir maldır.
İkinci olarak, kapitalizmde işgücü kendi değerinden daha büyük değer üretir. Karşılığı ödenmeyen ve kapitalist devlet ya da kapitalist tarafından el koyulan bir değerdir bu. El koyulan bu değer, artı değerdir. İşçi, artı emekten, artı değerden yararlanamaz. Oysa sosyalizmde, işçi, kendisi için emeğin karşılığını gerekli toplumsal kesintiler yapıldıktan sonra alır. Toplum için emek bölümünden de (toplum için ürün) devlet tarafından sunulan sosyal hizmetler aracılığıyla, parasız ya da ucuza sunulan sosyal hizmetler aracılığıyla faydalanır.
Üçüncü olarak, kapitalizmde iş ücreti, işgücünün fiyatıdır. İş gücünün fiyatı, gerekli emeğin karşılığıdır. Kapitalist, kapitalist maliyet fiyatlarını düşürmek ve artı değeri yükseltmek için sürekli uğraşır. Faturasını ödemekte işçiye düşer. Böylece işgücü metasının fiyatı diğer metalardan farklı olarak genellikle değerinden aşağıya sapma eğilimi gösterir. Bu aynı zamanda işçinin gerekli emeğinin karşılığını bile tam olarak alamadığını gösterir. Ayrıca kapitalizmde iş ücreti nominal olarak artsa da gerçekte satın alma gücü -gerçek ücret- sürekli düşer (enflasyon, artan pahalılık, artan vergiler vs. hatırlansın). Oysa sosyalizmde iş ücreti, kendisi için emeğin fiyatıdır. İşçi kendisi için emeğin karşılığını tam olarak alır. Dahası, sosyalizmde iş ücreti iki biçimde artma eğilimine sahiptir: a) İş ücretinin sürekli yükselişi biçiminde; ki bu, uzun vadede giderek önemsizleşir; b) gerçek ücretin sürekli artması biçiminde, ki bu giderek artar. Örneğin SSCB’de ücretlilerin gerçek gelirleri, yılda aldıkları ücretlerin ortalamasıyla kıyaslandığı zaman, üçte bir oranını aşacak boyutlara ulaşmıştır 1950’lerde.
Dördüncüsü olarak, kapitalizmde işgücü artı-değer ürettiği oranda bir değere sahiptir. Dün yedek işsizler ordusu biçiminde, bugün kronik kitlesel işsizlik olgusu biçiminde ortaya çıkan işsizlik ücretli emeği, işçileri, en önemli üretici gücü yıkıma uğratır. Oysa sosyalizmde işgücü, işçiler, ücretliler işsizliği tanımazlar bile. Emeğin kalifikasyonu sürekli yükseltilir. Kalifikasyon giderlerini toplum adına devlet yüklenir. Çalışanların, toplumun maddi ve manevi gereksinimlerinin karşılanması olanaklı en yüksek düzeyde karşılanır.
Beşincisi olarak, kapitalizmde emek üretkenliğinin yükseltilmesinin faturası her bakımdan işçiye kesilir; ister modern teknolojini kullanımı biçiminde olsun, isterse de mutlak artı değerin büyütülmesi yolundan olsun. Oysa sosyalizmde emek üretkenliğinin yükseltilmesinin temel yolu modern tekniğin en son ve gelişkin biçiminin kullanılması yoluyla gerçekleşir. Dolayısıyla mutlak ve nispi sömürüye sosyalizmde yer yoktur. Üstelik emek üretkenliğinin sürekli yükseltilmesi ücretlilerin gerçek satın alma gücünü yükselttiği gibi, kendilerine ayıracakları zaman kazanarak her bakımdan kendilerini geliştirme olanaklarını da çoğaltıp zenginleştirmektedir.
Altıcı olarak, kapitalist toplumun temel ekonomik yasası artı-değer yasasıdır, emperyalizm aşamasında ise azami kardır. Dolayısıyla kapitalizmde emek gücü ve işçilerin tek değeri artı değerin ve karın üretilmesi ve azamileştirilmesidir. Oysa sosyalizmde temel amaç insandır, insanın maddi ve manevi gereksinmelerinin azami derecede karşılanmasıdır. Komünizme geçişin maddi ve kültürel temelinin yaratılması ve olgunlaştırılmasıdır vb. Dolayısıyla ücretlilerin işgücünün meta olduğu saptaması yanlış bir savunu ve tezi ifade etmektedir.
Yedinci olarak, kapitalizmde işgücünün fiyatı arz ve talep yasasının etkisi altında şekillenir. Sosyalizmde bu yasa esas olarak sınırlandırılmıştır ve kolhozlara ait ürün fazlasının satışı ve “örgütsüz pazarda”  faaldir. Ama ücretlerin belirlenmesinde bu serbestlik yoktur. Devlet planı gereğince iş ücretleri önceden planla belirlenir ve ilan edilir.
Sekizinci olarak, kapitalizmde üretimin düzenleyicisi değer yasasıdır. Sosyalizmde ise değer yasası sınırlandırılmıştır ve alanı da her geçen gün daraltılmaktadır. Ve değer yasası üretimin düzenleyicisi değildir. Dahası emeğin sektörler arası dağılımını da değer yasası düzenlememektedir. Fiyatlar serbest olmadığı gibi, fiyatlar, sosyalizmin temel ekonomik yasasına bağlı yapılan plan gereğince önceden saptanır. Devletin sunduğu sosyal hizmetler arttıkça, sosyalist ekonominin iki biçimi arasındaki ayrımlar azaldıkça, değer yasasının, meta üretiminin, parasal ekonominin etkileri ve biçimleri de giderek zayıflar, silinmeye, nihai uykuya yatmaya başlar.
Dokuzuncu olarak, kapitalizmde egemen sınıf burjuvazidir, oysa sosyalizmde egemen sınıf proletaryadır. Dolayısıyla hem egemen sınıf olup, hem de işgücünün meta olması, işgücünü kendi kendisine satın alıp yine kendisine satması vs. olanaklı değildir. Sosyalizm, proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlendiği ve kapitalizmin, meta ekonomisi sisteminin temellerine yönelerek tasfiye ettiği eylemin adıdır. Sömürünün, meta ekonomisinin, küçük meta ekonomisinin tasfiye edildiği bir sistemde işgücü meta olamaz. (Sosyalizmin ilk gelişme evresinde bir dönem daha küçük meta ekonomisi varlığını sürdürür ama bu, geçici bir olgudur sadece.) Kapitalizm ücretli kölelik sistemidir. Ücretli kölelik sistemi tasfiye edildiği için de işgücü meta olmaktan çıkar.
Yukarıdaki olguları bir tablo halinde birleştirdiğimizde de sosyalizmde işgücünün meta olmadığı açığa çıkmaktadır. O halde sosyalizmde işgücü meta olmadığı gibi “hem metadır, hem de değildir” biçiminde ileri sürülen tez de yanlıştır. Ortacı oportünist, tasfiyeci revizyonist bir tezdir.
Deniyor ki, işgücünün fiyatı da gerekli emek tarafından üretiliyor, dolayısıyla bütün metalar emek ürünleri olduğu için de işgücü metadır. Oysa doğrusu şudur: Sosyalizmde gerekli emek kategorisi yoktur. Bu kategori, ücretli kölelik sistemi tasfiye edildiği için sosyalizmde yoktur.
Sosyalizmde işgücünün fiyatı yukarı da anlattığımız temelde kendisi için emek tarafından belirlenmektedir. Bu ikisi niteliksel olarak birbirinden farklı iki ayrı olgudur. Karıştırılması insanı doğru yoldan çıkarır. Yanıtımız net olmalıdır: Sosyalizmde işgücü meta olmaktan çıkmıştır.
Peki ama Marx ve Lenin, komünizmin alt evresinde “burjuva hukuku”nun bölüşüm ilişkileri çerçevesinde de olsa süreceğini, ancak komünizmin üst evresinde ortadan kalkacağını saptarlar, buna ne demeli? (Burada, “sosyalizmin sınıfsız toplum” olduğu, sosyalizme geçmek için bir “geçiş programı” öneren revizyonist ve tipik Troçkist teoriyi ve sapmayı geçiyoruz. Tasfiyeci yönelim revizyonizm ve tasfiyecilik üretir, bu nesnelerin doğası gereğidir.)
Komünistler eşitlikten, ekonomik eşitliği anlarlar. Bir diğer ifadeyle, sınıfların kaldırılmasını anlarlar. Ekonomik eşitliğin gerçekleştiği, sınıf ayrımlarının ortadan kalktığı toplum biçimi komünizmdir. Dolayısıyla bölüşüm ilişkileri alanında geçerli ilke de “herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimine göre” ilkesidir.
Komünizmin alt evresi olan sosyalizmde, temel üretim araçları toplumsallaştırılmış olduğu için (ki, toplumsallaşmanın en yüksek aşaması/biçimi komünizmin üst evresinde gerçekleşir ve komünist üretim ilişkisinde somutlaşır) toplum üyeleri arasında bu bağlamda eşitlik sağlanmıştır. Ama tüm toplum üyeleri arasında ekonomik eşitlik henüz sağlanmamıştır. Çünkü öncelikle ekonomik gelişme düzeyi henüz buna elvermemektedir. Dolayısıyla bölüşüm ilişkileri alanında geçerli ilke, “herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre” ilkesidir. Ve burada bölüşüm ilkesi çerçevesindeki ilke temel üretim araçları alanını kapsamaz, sadece bireysel tüketim nesneleri düzeyinde geçerlidir. Ve eşitsizlik, kafa emeği ile kol emeği, kentle kır, daha iyi ücret alanla alamayan, gelir düzeyi yüksek kolhozlarla gelir düzeyi daha düşük kolhozlar arasında, ülkenin ekonomik olarak daha gelişkin bölgeleri ile daha geri bölgeleri arasında, devlet sektörü ile grup sektörü arasında henüz bir olgudur. Ancak, sosyalizmden komünizme geçiş süreci, bu vb. (örneğin SSCB’de ileri uluslarla geri uluslar arasındaki tarihten gelen fiili eşitsizlikler gibi) eşitsizliklerin adım adım azalacağı ve giderek son bulacağı bir süreçtir.
Sorunu sınırlandırarak ele aldığımızda, komünizmin alt evresinde söz konusu sosyalist ilke, burjuvazisiz “burjuva hak”tır. Çünkü “bu hak, özünde her hak gibi eşitsizliğe dayanan bir haktır.” “Bu eşit hak, eşit olmayan emek için eşit olmayan bir haktır.” “Bir biçimde belirli bir miktar emek, başka bir biçimde aynı miktar emekle değiştirilir.” Dolayısıyla, bu olgu, “ilke olarak-burjuva bir haktır.” “…bu eşit hak, hala burjuva sınırlar içinde kalmaktadır. Üreticilerin hakkı, sağladıkları emekle orantılıdır; eşitlik, gerçekte, ölçümün aynı ölçütle, emek ile yapılmasından ileri gelmektedir.” “Bu durumda eşit emek sarfettikleri halde ve dolayısıyla toplumsal tüketim fonundan eşit ölçüde yararlanma olanağına sahip bulundukları halde, biri gerçekte ötekinden çok alacaktır, biri ötekisinden daha zengin olacaktır, vb…” (Marx) Bu sosyalizmin kendisinden kaynaklanan bir kusur değildir. Unutmamalıyız ki “Marx, komünizmin içine bir parça ‘burjuva’ hukuku sokmadı, aksine kapitalizmin bağrından çıkan bir toplumda ekonomik ve politik açıdan kaçınılmaz olanı aldı.” (Lenin)
Sosyalizm tarihten gelen eşitsizlikleri bir çırpıda ortadan kaldıramaz. Tarihsel bakımdan verili durumdan yola çıkılacaktır. Nihai amaca kilitlenmiş bir iradeyle, ekonomik ve kültürel gelişme yoluyla, zamanla bu kusurlara son verilebilecektir. Bireysel tüketim nesnelerinin tüketilmesi alanındaki eşitsizlik, bu eşitsizliğin arkasında yatan eşit emeğin eşit emekle değiştirilmesi ölçütü, herkesin emeğine göre ilkesi ve hakkı, somut tarihsel koşullardan yalıtık salt iradi tedbirlerle, dilek ve temennilerle, çıkarılacak kararnamelerle aşılamaz. Marx’ın dediği gibi, “Hak, hiçbir zaman, toplumun ekonomik yapısının ve ona tekabül eden kültürel gelişmesinin üstüne çıkamaz.”
Peki, ama gerek Marx-Engels, gerekse de Lenin ve Stalin bu saptamalarına karşın neden sosyalizmde işgücünün meta olduğunu ileri sürerek vurgulamazlar? Bu bir rastlantı mı? Bizce hayır, bu bir rastlantı değildir.
Çünkü burada işgücünün “içerik ve biçimi değişmiştir.” (Marx) Bunun içerik ve biçimini yukarıda maddeler halinde formüle etmiştik, tekrarlamak gerekmiyor. Dolayısıyla hem öyledir, hem de böyledir tezi, gerçekte kaba materyalist bir tezdir. Aynı kaba materyalist tezden yola çıkarsak, Lenin’in komünizmin alt evresinde “Yani komünizm altında yalnızca burjuva hukukunun değil, burjuvazinin olmadığı burjuva devletin bile varlığını belli bir süre koruması sonucu çıkar!” (Devlet ve Devrim, s. 118)  saptamasından hareketle, sosyalist diktatörlüğü (proletarya diktatörlüğü) ne sosyalisttir ne de kapitalisttir, hem kapitalisttir, hem de sosyalisttir tezine varır ve savunmak zorunda kalırız. Oysa Lenin, burada sosyalist diktatörlüğün sosyalist diktatörlük olmaktan çıkmadan burjuvasız “burjuva hak”kın koruyuculuğunu da yapmak zorunda kaldığını, bunun kaçınılmaz bir çelişki oluşturduğunu, bu çelişkinin gerçeğin çelişkisi olduğunu, çelişkinin devrimci çözümünün sosyalizmden komünizme geçmekle gerçekleşeceğini vurgular ve hareketin diyalektiğini, diyalektiğin hareketini çarpıcı bir şekilde, göreli anlamı içerisinde, vurgular. Oysa Lenin’in tahlilini göreli anlamlarından kopararak keyfi yorumlara gidersek mekanik materyalist sonuçlara ve revizyonizme saplanmaktan kurtulamayız. Sosyalist diktatörlük, proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi ve politikayı yönetmesidir. Proletaryanın egemenliğini başka bir sınıfla paylaşmadığı ve paylaşmayacağı diktatörlüğüdür. (Kesintisiz devrimin birinci aşamasından ikinci aşamasına geçerken özgün geçiş biçimleri ortaya çıkabilir, ama konumuz bu değil ve geçiyoruz.) Diktatörlüğün sınıf karakteri proleterdir. Programı, komünizme geçiş programıdır. Eyleminin içeriği, her tür özel mülkiyeti ortadan kaldırmaktır. Nihai amacı komünizmdir. Bir geçiş devletidir; devletten devletsizliğe geçişin aracıdır. Tüm eylemleri de bu amaca, nihai amaca tabidir. Burada hatırlatmanın yeridir: “Eğer görüntü ile gerçek çakışsaydı bilime gerek kalmazdı.” (Marks) Her an vurgulanmalıdır: Revizyonizme, Troçkizm’e, orta yolcu oportünizme, tasfiyeciliğe yenik düşmek komünistlerin işi değildir.
Değer yasası sosyalizm ve komünizme özgü bir yasa ve ekonomik bir kategori değildir. Değer yasası burjuva bir ekonomik yasadır. Değer yasası, meta ekonomisi sisteminin genel ekonomik yasasıdır. Sosyalizmde bu yasa (sosyalizmin ekonomik temelinin henüz kurulmadığı aşamada bu yasanın etkisini, ağırlığını vs. geçiyoruz, çünkü tartışma ve eleştiri, sosyalizmin ilk evrelerine, kısmi bir evresine özgü bir tartışma ve eleştiri ile sınırlı bir tartışma değil, sosyalizm dönemine ilişkin bir tartışma ve eleştiridir!)) belli sınırlar içerisinde etkindir. Sosyalizmde de değer yasası, meta üretimi ve değişimi var oldukça varlığını koruyacaktır. Bireysel tüketim nesneleri metadır. İki sosyalist mülkiyet biçimi arasındaki meta dolaşımı var oldukça ve yerini ürün değiş tokuşuna bırakmadığı sürece de (ki bu ikinci durum nezdinde de sorun üzerinde kafa yormaya değer ayrıca) var olmaya devam edecektir. Kolhozların ürün fazlasını satma, kolhozcu köylülüğün bireysel yan işletmesinden elde ettiği ürünleri satması eylemi de değer yasasına tabi olmaya devam edecektir.
Ancak değer yasası, sosyalizmde daha baştan sınırlanmıştır. Çünkü temel üretim araçlarının meta olmaktan çıkarılmıştır. Üretim kar için değil, toplumun maddi ve kültürel gereksinimlerini azami derecede karşılanması temel ekonomik yasasına dayanmaktadır. Ekonomi planlı sosyalist ekonomidir. Böylece değer yasası daha baştan sınırlanmış ve denetim altına alınmıştır. Sosyalizmden komünizme gidiş süreci ilerlediği/olgunlaştığı oranda değer yasasının etkisi de artan oranda sınırlanacak ve giderek tasfiye olacaktır.
Değer yasası sosyalizmde üretimin ve fiyatların, ücretlerin ve sektörler arası emeğin dağılımının düzenleyicisi değildir. Ama tüm bunlar üzerinde ciddi etkileri vardır ve bu yasa, hep hesaba katılmak zorundadır. Ama bilinir ki, hesaba katmak bir şeydir, düzenleyici eksen olarak ele almak farklı bir şeydir. Bu bakımdan Stalin’in ekonomik sorunlar üzerine yapılan tartışmalardaki burjuva revizyonist fikirlere karşı yürüttüğü mücadele, eleştiriler ve değerlendirmeler yol gösterici olmalıdır.
Kapitalizmde işgücü metadır ve iş ücreti, işgücünün fiyatını ifade eder ve değer yasası, iş ücretini düzenleyen ekseni oluşturur. Oysa sosyalizmde iş ücretinin düzenleyici eksenini değer yasası oluşturmaz; işgücünün fiyatı, gerekli-emeğin karşılığını oluşturmaz. İş ücretinin düzenleyici eksenini, sosyalizmin temel ekonomik yasasına bağlı olarak, kendisi için emek ve gerçek ücretin sürekli arttırılması ekseni oluşturur. Çünkü işgücü meta olmaktan artık çıkmıştır. Kapitalizm, pazar için üretimdir ve amacı kardır; kapitalizmde her şey ve doğal olarak işgücü de metadır. Sosyalizmde işgücü pazar için üretimin yasaları tarafından belirlenmez ve zaten ortada böyle bir pazar da yoktur. Sosyalizmde işgücünün nitelik ve niceliğini, dağılımını ve yeniden üretimini belirleyen sosyalizmin temel ekonomik yasasıdır, bu yasaya dayanan sosyalist planlı gelişme yasasıdır.
Bu temel gerçekleri eksen aldığımızda görülecektir ki, sosyalizmde işgücü bir meta değildir. Yine bu eksene bağlı kaldığımızda görülecektir ki, işçi, toplam toplumsal emekten hem kendisi için emeğinin karşılığını sosyalist iş ücreti olarak alır, hem de toplam toplumsal emekten, kendisinin toplum için emek olarak katıldığı/katkı yaptığı tüm toplumun yararlandığı sosyal hizmetlerden yararlanarak daha geniş ölçüde pay alır. Üretici güçler geliştiği oranda, toplumsal ekonomik gelişme daha fazla elverdiği oranda emekçilerin gerçek gelir düzeyi de o oranda artar, gerçek ücretler daha da yükselir. Parasız hizmetler alanı geliştiği oranda da ücretlerin önemi kalmamaya başlar. Bu durumda sosyalizmde işgücünün meta olmadığı, değer yasasının düzenleyici ekseni oluşturmadığı, dolayısıyla hem evet hem hayır yanıtının da Marksizm-Leninizm’den bir sapma olduğu, ortacı oportünist bir tezi ifade ettiği ortaya çıkar. “Emeğe göre paylaşım ilkesi” fiili eşitsizliği içermesine, sadece bireysel tüketim nesnelerinin dağılımında ortaya çıkmasına ve “burjuva hukuku” ifade etmesine karşın ücretler sosyalist ekonominin temel ekonomik yasasına bağlı düzenlenmesi nedeniyle, ücretin, salt kendisi için emeğin karşılığı ile sınırlı olmadığını net olarak görmek gerekir. Burada da “burjuva hukuk” sınırlanmıştır. Bu sınırlar içerisinde “burjuva hak” olan emeğe göre dağılım ilkesi değer yasasının yansıma biçimlerinden birisini oluşturmaktadır. Ama ücretler, belkide daha doğrusu, işçinin geliri, salt para biçiminde işçinin eline geçen bireysel ücretle sınırlı değildir ve bu formül salt bu sınırlar içerisinde anlaşılamaz. İşçi, çalışmasının karşılığının bir biçimini bireysel para biçiminde alırken, ikinci biçimini ise toplumsal karşılıksız hizmetler biçiminde almaktadır. Ayrıca vurgulamak gerekir ki, iş ücreti sosyalizmde tek tek işletmelerin, tek tek sektörlerin durumuna göre belirlenmez, aksine, ekonominin genel gereksinimlerine, ekonominin stratejik gerekleri ve gereksinmelerine, beş yıllık planların gereksinimine bağlı olarak belirlenir.
Bu durumda, iş ücreti salt doğrudan ücretten oluşur saptaması yüzeysel bir yaklaşımı ifade eder. Böylece de değer yasasının etki alanı genişletilir ve giderek değer yasası düzenleyici eksen olarak alınmış olur ya da bu mantık, kendi nesnel mantığı doğrultusunda buraya varır. Bu gerçeği bilince çıkarmak gerekir.
Konuyu bu temelde aldığımız zaman, “her emekçinin toplumsal toplam üründen aldığı pay, onun yaptığı işin niteliği ve niceliği tarafından belirlenmektedir” (Ekonomi Politik Ders Kitabı, C.II, s.180) saptaması bizce eksik ve hatalı bir saptamadır. Bu yanlış, hem bu kitabın sorunu koyuştaki iç çelişkisini dile getirmekte ve hem de ücretler politikası alanında oldukça sık vurgulanan eşitlik düşmanlığı sapmasına da eşlik etmektedir.
 “Maddi ilgi”nin, “emeğe göre ücret ilkesi”nin en sıkı bir biçimde uygulanmazsa işe ve üretime karşı ilgisizliğin temel probleme dönüşeceği ve ilginin geliştirilebilmesi için bu ilkeyi sıkı biçimde uygulamak gerektiği saptaması üzerinde de durmak lazım. Doğal olarak, sorunu incelerken sosyalizmin tarihsel deneyimlerine başvurmak gerekiyor. Marx ve Lenin sorunu incelerken ortada böyle bir deneyim bulunmuyordu ve Lenin’in yaşadığı deneyim ise çok sınırlıydı.
Şimdi şu soruları soruyoruz: Sosyalizmin deneyleri incelendiğinde ortaya çıkan olgu, tartıştığımız sorunda neyi kanıtladı? Hangi tezler doğrulandı, hangi tezlerin yanlışlığı ortaya çıktı? Stalin yoldaşın önderliği döneminde izlenen ücret ve maddi teşvik politikası ne kadar doğruydu? Yanlışları nelerdi? Bugün hiçbir şey olmamış gibi eski teorik koyuşu olduğu gibi benimsemeye devam mı edeceğiz, yoksa eleştirel değerlendirerek daha ileriye mi gideceğiz? Bu soruların yanıtlanması gerekir.
Biz, SSCB’DE KAPİTALİZMİN RESTORASYONU, SOSYALİZMİN SORUNLARI, TARİHİ DESLER (Akademi-Ceylan Yayınları) kitabımızda bu soruların yanıtını genişçe vermiştik. Dolayısıyla burada yanıtlarımızı bazı bakımlardan sınırlayıp vereceğiz.
Birincisi, 1931 yılında belirlenen ücretler politikası, o gün için acil bir gereksinimdi. Ama bu politikalar geçicilik perspektifiyle ele alınmalıydı. Kitleler buna göre de eğitilmeliydi.
İkincisi, bu geçici uygulamalar teorileştirilerek ilke katına çıkarılmamalıydı.
Üçüncüsü, hiç olmasa 1945 sonrası emekçi sınıf ve tabalar, parti, devlet, ekonomi, kültür-sanat alanlarında ortaya çıkmış gelir farklılaşmasına son verecek bir yeni politikaya geçilebilirdi ve geçilmeliydi. (Aslında kapitalizmden komünizme dek sürecek kesiksiz devrimin bir bileşeni olarak anti-bürokratik bir devrim olarak da sosyalist devrimin derinleştirilip geliştirmesine gereksinim vardı. Ki, sosyalizmden komünizme geçiş süreci kesintisiz devrim sürecidir.)
Dördüncüsü, 30’lu yıllarla birlikte belirlenen ücret ve maddi teşvikler politikasından komünistler yararlanmayı reddetmeliydiler.
Beşincisi, maddi ilgiyi, yüksek ücretleri, ücretler arası farklılaşmayı “her yönlü” farklılaştırmayı teşvik eden bir ücret politikası ekonomik bakımdan da ayrıcalıklı bir yeni tip küçük burjuva tabakayı teşvik ederek geliştirmiştir bürokratik yozlaşmayla birlikte.
Altıncısı, sosyalist barışçıl inşa koşullarında ideolojik ve kültürel devrim boyutu ihmal edilmiş, bu ihmalin gölgesine de sığınmış olan yeni tip küçük burjuva tabaka, tabakalaşmayı kutsayıp yüceltmiş, her bakımdan teşvik etmeye özel önem vermiştir.
Bu ön hatırlatmalardan sonra şu olgu vurgulanmalıdır: Tarihi tecrübe göstermiştir ki, geçici ve zorunlu kesitler hariç, sosyalist inşa sürecinde gelir farklılaşmasını teşvik eden politikalar izlenmemelidir. Parasız sosyal hizmetler alanını yaymaya, çeşitlendirmeye daha fazla önem verilmelidir. Özellikle sosyalizmin kent ve kırda ekonomik temellerinin oluşup gelişmesi sürecinde, üretici güçlerin hızlı gelişimini ihmal etmeden sosyalizmin ekonomik görevleri ideolojik ve kültürel devrimin eşliğinde geliştirilmelidir. Dahası sosyalizmdeki zaafların “kelebek etkisi”ni düşündüğümüzde özellikle kesintisiz bir devrim süreci olan sosyalizmden komünizme yürürken ideolojik ve kültürel devrimi kavranacak halka olarak ele almak gerekir. Maddi teşvikten çok manevi teşvikleri önemsemek ama manevi teşvikleri de “kişi kültü”nün aracı haline gelmemesine, getirilmemesine azami önemi vermek gerekir. Bireysel maddi teşvikten çok üretici güçlerin gelişmesine paralel parasız ekonomik ve sosyal hizmetleri geliştirmek gerekir. Maddi teşvikten çok canlı, hareketli, iç ve uluslararası proleter devrimin gereksinimlerine bağlanmış devrimci dinamizmi diri tutmak lazım. Tek ülkede veya birkaç ülkede devrimin (“küreselleşme” ve “sosyalizmin yenilgisi” vb. gibi gerekçelerin ardına gizlenerek Troçki’nin, Troçkistlerin, IV. Enternasyonalin bir veya birkaç ülkede, tek ülkede sosyalizmin olanaklı olmadığı teori ve tezini savunmak, üstelik fütursuzca bunu da “21. asrın sosyalizmi”, “teorik yenilenme”, “tarihten ders çıkarma” vb. vb. adına yapmak sadece ve sadece Marksizm-Leninizm’den sapıldığının Troçki’nin ideolojik yörüngesine girilmeye başlandığının, tasfiyeci bir gidişin olduğu anlamına gelir) uluslararası proleter sosyalist devrimin çıkarlarına bağlı olması bilincini, proletarya enternasyonalizmini hareketli bir tarzda elde bayraklaştırmak gerekir vb.
Tüm bunlarla birlikte şunu söyleyebiliriz: Yaşanmış deneylerden sonra, Marksizm-Leninizm’in kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde “burjuva hukuku”na ilişkin temel değerlendirmesi doğru olmakla birlikte teorik olarak da çubuk fazla bükülmüştür. Artık çubuğu bükmekten vazgeçmeli. Çubuğun fazla büküldüğünü Marx’ın “Gotha Programının Eleştirisi”nde, Lenin’in “Devlet ve Devrim”inde görmekteyiz. Ki, bu durum, anlaşılabilirdir de. Ama artık ortada yaşanmış deneyimler var ve biz, bunları görmezden gelemeyiz. Ayrıca E. Hoca yoldaşın önderliği döneminde ücret ve gelir farklılaşmasını azaltmaya önem veren politikadan da öğrenmeliyiz. E. Hoca yoldaş, başta SSCB olmak üzere Sosyalist Kamp’ta ortaya çıkan restorasyonun derslerinden çıkardığı sonuçlara dayanarak bu politikayı gündemleştirip pratikleştirmiştir. Tasfiyeciliğin bu konuda bir şey söylememesi anlamlı ve son derece olumsuz bir durumdur. 21. asrın başındayız. Artık yazar-çizerken tarihsel deneylere dayanarak, işleyerek, sonuçlar çıkararak, zenginleşerek yürümek zorundayız. Bu bakış açısı, hele de sosyalizmin deneyleri üzerinde tartışırken, asla ihmal edilemez ve edilmemesi gerekir. Ama tasfiyecilik, bu ihmali göstermiştir ne yazık ki. Bu bir rastlantı mıdır acaba?
Kitabımızın ilgili bölümlerinde işlemiştik, ama burada da vurgulamak isteriz. Bu konuda Engels’in şu tahlili artık çok daha fazla önemsenmelidir. O, şöyle diyor:
“Peki bütün o bileşik emeğe daha yüksek ücret ödenmesi önemli sorunu nasıl çözümlenir? Özel üreticiler toplumunda, nitelikli işçinin yetişme giderleri özel kişiler ya da aileleri yüklenirler; öyleyse nitelikli emek gücünün daha yüksek fiyatı önce özel kişilere ödenir; usta köle daha pahalıya satılır, usta işçiye daha yüksek ücret ödenir. Sosyalist örgütlenmeli toplumda, bu giderleri toplum yüklenir. Öyleyse meyveler bir kez üretildikten sonra, bileşik emeğin daha büyük değerleri toplumundur. İşçinin kendisinin ek bir hakkı yoktur…” (Anti Dühring, s. 294)
Kanımızca, geçicilik perspektifiyle uygulama dönemleri hariç, ücretler politikasında Engels’in bu saptamasına sıkı sıkıya bağlı kalınmalıdır. Örneğin, SSCB’de 1945 sonrası bu politika pratikleştirilebilirdi ve pratikleştirilmeliydi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder