FAŞİZM, NEO-FAŞİZM, ABD, TRUMP, SEÇİMLER -V
Cumhuriyetçi Ronald Regan'ın ABD başkanı seçilmesiyle açılan dönem, ABD'nin küresel emperyalist neo-liberal saldırısını başlattığı bir dönemeç oldu.
Daha sonraki süreçte de ''neo-liberal'', ''neo-muhafazakar'' politikalar sürece damgasını basmaya devam etti. Kapitalist/revizyonist sistemin dağılışı, giderek özellikle 11 Eylül saldırısı bu ''neo-con muhafazakar'' politikada derinleşme dönemi oldu. ''Neo-con'' eğilim belirgin faşist (''neo-faşist'') karakter sergileyen bir yönelişti. ABD proletaryasının direnişinin geriletildiği, dünya devriminin geri çekildiği, ABD'nin yenilmez ve kutsanmış bir güç olarak ilan edildiği tarihsel kesit, demokratik hak ve özgürlüklerin sürekli darbelendiği, ırkçılığın, şoven milliyetçiliğin, yerli halklar, siyahlar, göçmenler, kadınlar, LGBT, çevre düşmanlığının tavan yaptığı, militaristleşmenin daha da ivmelendiği bir süreç oldu.
Uygulanan politikalarla bir kutupta servet ve zenginlik birikirken, diğer kutupta sefalet, işsizlik, açlık alabildiğine birikti. Sınıflar arası uçurum büyüdü. ''Küreselleşme'' süreciyle birlikte Beyaz ''orta sınıflar''ın ve beyaz proleter kitlelerin yaşam standartının gerilemesiyle ortaya çıkan öfke, devrimci bir çıkışın olmadığı koşullarda, sistem içi alternatiflerle sürekli zehirlendi. Doğal olarak bu süreçte en fazla yoksullaşan ve ezilen kesim, ABD yurttaşı olan göçmen işçi ve emekçiler, yasa-dışı yaşamak zorunda kalan, her türlü güvenceden yoksun, ucuz iş gücünü temsil eden göçmen kesimler oldu. Bu kesimlerden gelen, özellikle siyahi kesimlerin toplumsal hareketi, gettolardaki öfke patlamaları sürekli devlet terörüyle yanıtlandı. Obama gibi bir siyahinin kullanışlı bir araç olarak başkanlığa seçilmesi, aynı zamanda göçmen ve siyahilerden yükselen tepkiyi nötralize etmenin aracı olarak kullanıldı. Ki Obama, ABD tarihinin ilk siyahi başkanı oldu. ''Neo-con''ların gerek içerde, gerekse de uluslararası politikalardaki saldırganlığının yarattığı ABD teşhiri ve yükselen ABD karşıtlığını onarmanın, iç ve dış politikada ''yeni çağ'', ''kutsanmış ABD'' propagandası ve ''ABD demokrasisi''nin sarsılan prestijini geri kazanmanın aracı olarak kullanıldı. Ki Obama dönemi de, içerde ve dışarda neo-liberal emperyalist saldırgan politikaların uygulanmaya devam ettiği bir süreç oldu. Obama döneminde uygulanan politikaların devam edegelen servet ve sefalet çelişkisini daha da keskinleştirmesi, tekeller ve burjuva devlet, Cumhuriyetçi Parti ve yedeğindeki güçler tarafından ırkçı ve daha saldırgan politikalar etrafında yükselişi örgütlemenin fırsatı olarak kullanıldı.
2012 seçim sürecinde ırkçı, faşist Trump, örneğin, Obama'nın ABD'de doğmadığını, bundan dolayı başkan adayı olamayacağını ileri sürmesi de tesadüfi değildi. Trump, seçim kampanyası sürecinde, Meksikalılar somutunda göçmenlerin ''Ülkeye suçu, uyuşturucuyu, tecavüzü getir''dikleri üzerinden göçmenleri günah keçisi ilan etmişti. ''Meksika sınırına duvar örme'' üzerinden de yapılan göçmen düşmanlığı karşısında, Katolik Kilisesi lideri Papa Francesko, ''Yalnız duvar örmeyi düşünen Hrıstiyan olamaz'' açıklamasını yapmak zorunda kalmıştı.
Aynı Trump, Obama'yı, ''IŞİD terör örgütünü kurmakla'', başkan adayı olarak Trump'un karşısına DP'den aday olan Hillary Clinton'u, ''terör örgütü kurucu ortaklarından biri'' olmakla itham etmişti.
Trump, cinsiyetçi, kadın düşmanı politikasının bir gereği olarak, seçim kampanyası boyunca, kürtaj karşıtlığını sürekli vurgulamış, 1973 yılında yürürlüğe giren Kürtaj yasasının iptal edilmesini ve 1973'den beri kürtaj olan kadınların ve kürtajı yapan doktorların cezalandırılmasını ısrarla vurgulamış, muhafazakâr aile değerleri üzerinde dizginsiz bir demagoji yapmıştı.
Kadın düşmanlığında sınır tanımayan Trump, 2008'de, H. Clinton'un DP'den başkanlık adaylığı yarışmasında Obama karşısında yenilgisini H. Clinton'un Obama tarafından ''becerilmesi'' olarak lanse etmişti. (bkz. Wikipedia)
Irkçı faşist Trump iktidarının kadın düşmanı, cinsiyetçi saldırılarına karşı, ABD'de milyonlarca kadının, LGBT+'nin öfkesinin sokaklara yansıması, küresel destek ve ortak eylemlere desteklenmesi boşuna değildi.
Trump, böyle bir sürecin üzerinde başkanlık koltuğuna oturdu. Trump'un seçim kampanyasının ''mimarı'' olduğu söylenen Steve Bannon'nun tipik bir faşist olduğunu ise hatırlatmaya bile gerek yok. Trump'un başkanlık seçim çalışmalarına, ırkçılık, göçmen düşmanlığı, ''Güney sınırında göç akışına karşı sıkı tedbirler'' alma ve duvar örme' vaadi, çevreci düşmanlığı, din özgürlüğü*, kürtaj karşıtlığı ve kadın düşmanlığı; ''küreselleşmeci'' basına ve küreselleşmeci eğilimlere karşı meşrebince teşhir çalışması damgasını bastı.
''Ya ABD'den yanasın ya da teröristsin.'' ''Terörizme karşı sonsuz savaş!'', ''Terörizm her an her yerde, güvende değiliz!'', ''Ulusal güvenliğimizi korumalıyız.'' propagandası Trumpçuluğa da damgasını basmaya devam etti. ''Radikal İslamcı terör''le mücadele adına İslam düşmanlığı, ''Medeniyetler savaşı'' kışkırtıcılığı; Çin düşmanlığı eksenine dayanan propaganda ve saldırıları yoğunlaştırdı. ABD'yi ''yeniden'' güçlü ve zengin kılma, ekonomiyi geliştirme sözü, ''Önce Amerika!'' çığırtkanlığı, geniş alt yapı yatırımları yapma, istihdamı geliştirme sözü, ''himayeci politika''ya (''ekonomik milliyetçilik'') dönüş, tekellerin vergilerinin düşürülmesi gibi vaatlerle sermayenin yanı sıra özellikle de beyaz ırktan geniş emekçi kesimlerin de desteğini kazandı. Bu destek içerisinde beyaz yaşlı nüfusun, kırsal seçmenin, beyaz erkek seçmenin desteği daha belirgindi.
Başkanlık
yarışına Cumhuriyetçi Parti'nin adayı olarak giren "Amerika'yı
Yeniden Büyük Hale Getirme!" sloganına, ırkçı ve dinci
vurgulara dayanan Trump,
2016 seçimlerinde, Demokrat Parti adayı H. Clinton'dan 3 milyon oy
daha az almasına rağmen, ABD seçim sisteminin yapısından dolayı
başkan seçildi.
Kendisi de bir dolar milyarderi olan Trump ilk iş olarak dolar milyaderlerinden ve Wall Street temsilcilerinden oluşan bir kabine kurdu. Basında yapılan analizlere göre, Trump kabinesi, ABD tarihinde görülmemiş ölçekte dolar milyarderlerinin yer aldığı ilk kabinedir. Ki Trump, 10 milyar dolarlık mal varlığı olduğunu açıklamış; vergi kaçırdığı iddiası karşısında H. Clinton'la olan bir tartışmasında pişkince ''20 yıldır Federal Hükümete vergi vermediğini itiraf etmek'' zorunda kalmıştı. Trumplu yıllar, % 1'in zenginliğine zenginlik kattığı bir dönem oldu. Trump dönemi, henüz burjuva demokrasisini savunmakla birlikte önemli faşist (''neo-faşist'') eğilimlere sahip olan neo-liberallerle neo-faşist Trumpçu klikler arası mücadelelere tanık oldu. Bu çatışma, Amerikan sermayesinin ve gladyo devletinin iç çatışmanın ifadesiydi. Trump'un seçimleri kaybettiği halde kendisinin kazandığında ısrar etmesi, başkanlığı zorla ele geçirmek istemesi, Kongre Binası'nın darbeci faşist bir işgale uğraması, söz konusu iç mücadelenin bir devamıdır.
Trumpçu politikanın, dünya egemenliği mücadelesinde gerilemekte olan ABD hegemonyasını koruyabilmek, küresel rekabet ve mücadelede etki alanını geliştirebilmek için ''iç cepheyi sağlamlaştırma'' politikası olduğu söylenebilir. Dış politikada önceliği Çin'in yükselişinin önünü kesme, 21. yüzyılda rekabet mücadelesinin merkezi haline gelmeye başlayan Asya-Pasifik hattında yoğunlaşmayı içeriyordu. Rusya'ya karşı her cephede rekabet ederken özel olarak hedef almaması, Çin karşıtı politikaları geliştirmesi, Pasifik'te Japonya-Avusturalya bağlaşmasını geliştirmesi; Venezüella, Küba, İran ve Kuzey Kore'nin hedefleştirilerek kuşatılması, özellikle Çin'e karşı girişilen ticari rekabet ve ambargolar, İran üzerindeki baskı ve ambargonun pekiştirilmesi bu politikanın bazı yansımalarıydı. Trump'un Ortadoğu'dan, Afganistan'dan, Avrupa'dan çekilme, NATO yükümlülüklerini sınırlama gibi söylem ve baskıları, sermaye içerisindeki iç mücadelelerle ilgiliydi; yoksa ABD'nin üç kıtanın birleştiği, dünya petrol ve doğal gaz rezervinin büyük bir kesiminin olduğu, stratejik geçiş hatlarının yaşamsal önem taşıdığı Ortadoğu'yu bırakıp gitmesi zaten mümkün değildir.
Trump döneminde askeri-sınai komplexe, orduya ayrılan bütçe büyümeye devam etti. Bugün ABD'nin ''savunma'' bütçesi, 750 milyar dolara yaklaşmıştır. 2012 ile 2019 arası dönemde ABD'nin ''savunmaya ayırdığı bütçe, % 85'lik bir artış''la rekor kırmıştır. Dünya çapında 2 trilyon civarında olduğu söylenen askeri harcamanın 750 milyar dolarının Amerikan emperyalizmine ait olması çarpıcı bir olgudur ve ABD sınai-askeri komplexinin iç politikadaki etki gücü hakkında da somut bir fikir vermektedir. ''Uzay gücü''nün dördüncü bir ordu olarak kurulması da Trump döneminde gerçekleşti. ''Ulusal güvenlik'' için askeri-sınai komplexin korunması ve büyütülmesi hakkında ABD sermayesi ve devleti, DP ve CP içinde esaslı farklılıklardan bahsedilemez; var olan farklılık ve çatışmalar, bu devasa gücün hangi öncelikler ve hedefler doğrultusunda kullanılacağına dairdir.
Ekim Kılıç, ABD'li akademisyen Barry Lituchy ile New-York'da yaptığı röportajda, akademisyenin şu sözleri, ilgiye değerdir;
''Onların ( DP ve CP-bn.) üzerinde anlaşmaya vardığı ilk konu devletin iktidarıdır: Oligarşinin yerli ve yabancı her düşmana karşı korunmasıdır. Bu, tüm vergilerin yüzde 50’sinden fazlasıyla finanse edilen askeri-endüstriyel-istihbarat kompleksi anlamına geliyor.''
''11 Eylül sonrası özgürlüklerimizi korumak bahanesiyle askeri bir düzen kurmak için trilyonlarca dolar harcadılar.'' diyen başka bir yazarın açıklamaları da militarizmin ekonomik, siyasal, toplumsal, ideolojik güç olarak varlığına, gelişimine, toplumsal yaşamın askerileşmesine işaret etmektedir.
Dünyada olduğu gibi, ABD'de de ''neo-con''cu, Trumpçu faşist propaganda aygıtı, göçmenleri özel olarak hedefleştirmektedir. Beyaz ırktan olmayanların, beyaz ırkın yerini almaya başladığını; beyazların ve beyaz ırkın dünyada üstünlüğünü kaybedeceğini ve beyazların kendi ülkelerinde azınlığa düşeceklerini; beyaz uygarlığın, beyaz ırkların dinlerini, kültürlerini kaybedecekleri ve dünyanın bir cehenneme dönüşeceğini sistematik bir biçimde işledi. Göçmen, siyahi, yerli halklar, Yahudi ve Müslüman düşmanlığı bu ırkçı faşist saldırıların örtüsü olarak kullanılmaktadır. Ki ABD tarihi aynı zamanda ırkçılıkla şekillenmiş bir tarihtir.
ABD'nin tarihi, kölelik, yerli halkların soykırımı üzerinde şekillenen, başka ülkeleri işgal etmenin, başka ülkelerde sayısız askeri darbeler ve kitlesel katliamlar, suikastlar örgütlemenin, anti-komünizmle belirlenen meşhur bir tarihtir. Bu tarihe ABD burjuvazisinin önderliğinde beyaz ırk damgasını vurmuştur; bu olgu güncel bir tarihsel gerçek olmaya da devam etmektedir. Trumpçu milliyetçi, himayeci propagandanın özü, dünya çapında gerilemekte olan ABD/ABD uluslararası tekellerini her bakımdan koruma ve güçlendirme politikasıdır. Değişik sermaye klikleri içerisinde ortaya çıkan ve mücadelelere yol açan şey, bu sürecin yol ve yöntemleriyle ilişkilidir...
Kongre baskını ile daha keskin biçimler alarak ortaya çıkan sermaye içi çatışmanın, ''milliyetçilikle küreselleşmecilik'' arasında olduğu propagandası da gerçekleri yansıtmaktan uzaktır. ABD ''küreselleşme''nin öncülüğünü yapan devletti. ABD tekelleri uluslararası tekellerdir (ÇUŞ). Üretimin ve sermayenin uluslararasılaşmasından en kazançlı çıkan tekeller ABD tekelleri oldu. Trumpçu politika da ABD tekellerinin, tekelci sermayesinin çıkarlarını temsil eden politikadır. Bu bağlamda Trumpçu ''ekonomik milliyetçilik'', AB, Çin tekelleri karşısında ABD tekellerini ve pazarlarını koruma, rekabetçi politikayı ''korumacı politika'' ile besleyip geliştirme politikasıdır. Son tahlilde ABD sermayesinin çıkarlarını savunan klikler arasında, gerilemekte olan ABD hegemonyasının korunması ve etkinleştirilmesi, rakip emperyalist devlet ve blokların dizginlenmesi ve darbelendirilmesi noktasında bir birlik vardır. Çin-Rusya ekseni, AB ekseni ile ilişkiler konusunda bazı önemli farklılıklar ve mücadeleler olmasına karşın, gerçek durum budur.
Çok
kutupluluk olgusunun yükselmesi, ''bölgeselleşme''yi de
getirmektedir. ''Küreselleşme'' ve ''bölgeselleşme'',
''bloklaşma'' koşullarındaki emperyalist kapışmada, burjuva
milliyetçiliği ile küreselleşmenin iç içe geçmesi; her bir
somut önemli gelişmede yeniden biçimlenmesi doğal ve
kaçınılmazdır. İddia edildiği gibi, ABD dünyadan elini-eteğini
çekerek ''içe kapanmacı'' bir politika falan izlemiyor. Herbir
emperyalist devlet kendi tekellerinin arkasında, yanında ve
önündedir. Gerekli gördüğü her durumda ''milliyetçi''
politikalara, tedbirlere, manevralara da başvurmaktadır. Faşizm ve
savaş tehlikesinin yükselişiyle milliyetçilik, şovenizm vs.
atağa geçecektir. Ticaret savaşları her türlü baskı, saldırı,
çevreleme vb. biçimlerde tırmanacaktır. Burada belirleyici olan,
tekellerin ve devletlerin ekonomik, siyasal, askeri çıkarları ve
stratejileridir. Zayıflayan ve gerileyen bir emperyalist
gücün
ya da güçlerin himayeci, milliyetçi kesilirken, gelişen
emperyalist ve kapitalist devletlerin ''küreselleşmeci'' kesilmesi
de bu tablo içerisinde anlaşılırdır. Fakat her halükarda,
burjuva milliyetçiliği, burjuvazinin iç ve uluslararası alandaki
ideolojik silahı olmaya devam edecektir. ''Klasik milliyetçilik''ten
farklı olarak ''yeni tip milliyetçilik'' suratına küreselleşme
maskesi takarak kendi sermayesinin çıkarlarını savunmanın, dünya
pazarında kendi tekellerinin gelişip büyümesi politikasını
ifade etmektedir.
Trump'un ''ekonomik milliyetçi''liğinin arka planını da bu oluşturmaktadır. Kendi iç pazarını Almanya, Çin vb. gibi ülkelerin rekabetinden korumak isteği de anlaşılır bir durumdur...
DEVAM EDECEK
Hasan OZAN İLTEMUR
*Busch'un aktif militanı, Trump yandaşı, '' 'Amerikalı politikacı, iş kadını, eğitim aktivisti ve hayırsever. Blackwater'ın kurucusu Erik Prince'in büyük kardeşi.' '' Betsy DeVos'un propagandasında vurguladığı okulları özelleştirirken 'arzumuzun kültürle Tanrı'nın krallığını ilerletmeye devam edecek şekillerde yüzleşmek olduğu" Trumpçulukla karakterize laiklik karşıtı açıklamalarını hatırlayalım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder