Translate

31 Ocak 2021 Pazar

Trotsky ve Ukrayna ayrılıkçı hareketi*

 

Trotsky ve Ukrayna ayrılıkçı hareketi*



2 Mayıs 2014’te, Odessa’da faşist Ukraynalılar tarafından katledilen 17 yaşındaki yoldaş Vadim Papura anısına, bu belgeyi sizlerle paylaşıyoruz.

Türkiye Direniyor olarak Türkçe’ye çevirdiğimiz bu makale, Marxist-Leninist Teori Blog’unun “Moskova Yargılamaları, Bölüm 1, Sorgulama” [1] başlıklı makalesinin Ukrayna sorunu ile ilgili kısmından oluşmakta. Ek olarak, yazı içinde konu olan Ukraynalı Marksizmi yazısından da alıntılar yapacağız.

***

Poloya’nın Nazi işgalinden hemen önce Trotski, Ukrayna’nın SSCB’den ayrılması ve Sovyetler Birliğine karşı isyan lehinde tartışmaya başlamıştı.

Totaliter bürokrasi için Ukrayna SSC’si bir finansal birimin yönetim kolu ve Sovyet askeri üssü olmuştur. Kremlin’in tüm ezilen halklara, kolonilere, yarı-kolonilere karşı bugünkü tavrı  emperyalist devletlerden farksızdır. Batı Ukrayna’da kitlelerin Kremlin’e karşı olan eski güven ve sempatisinden eser kalmamıştır. Sadece umutsuz pasifist blokçular Ukrayna’nın birleşmesinin ve özgürlüğünün barışçıl diplomatik ilişkilerle olabileceğine inanabilir. Ukrayna’daki son ”iskan” katliamından sonra, kanımca şu an tek bir slogan olabilir: Birleşmiş, özgür ve bağımsız işçilerin ve köylülerin Sovyet Ukrayna’sı.”

Trotski, birleşmiş bir Ukrayna Sovyeti çağrısında bulunsa bile, gerçekçi olarak Ukrayna’daki tüm komünist güçler Stalin’i desteklerken, Stalin’in düşmanları burjuva milliyetçileri ve faşistlerdi. Hitler sınırlarına doğru yaklaşırken Ukrayna’nın SSCB’den ayrılması çağrısında bulunmak ne işe yarar? Sovyetler Birliği’ni güçsüz duruma düşürür ve Ukrayna’yı Hitler’in ellerine verir.

1936’da itiraflarında Tuhaçevsky, bu noktada tanıklık etti ki:

1935/1936 kışında, Pyatakov bana Trotski’nin SSCB’nin savaçta yenilmesi teminatını vermemizi istedi; Ukrayna’yı Almanlara ve Primorye’yi Japonlara vermemiz anlamına gelse bile SSCB’nin yenilgisine hazır olmak için, SSCB içi ve dışı tüm güçlerin hazır olması gerekir.”

Buharin de bunu doğruladı:

1934 kışında Radek bana Trotski’den yönergeler alındığını, Trotski’nin Almanlara Ukrayna’dahi belirli toprak tavizleri söz verdiğini söyledi. Ben buna karşı çıktım. Radek’in Trotski’ye mektup yazmasının ve fazla ileri gitmesini söylemesinin elzem olduğunu düşünüyordum. Trotski’nin bakış açısı hem siyasi hem taktiksel olarak uygunsuzdu. 

İfadesinde Pyatakov, sağ muhalefetin bir başka üyesi, dedi ki;

Pyatakov: Önce, Alman faşistleri Trotskist-Zinovievist bloka karşı olumlu bir tavır takınmaya ve eğer savaştan önce veya savaş sırasında iktidara gelirlerse destek vermeye söz vermişti. Ama karşılığında, faşistler bu tazminatı alacaklardı: Alman çıkarlarına ve dış politikada Alman hükümetine karşı genel olarak olumlu bir tavır; toprak tavizleri- özellikle, üstü kapalı bir şekilde ‘Ukrayna milli burjuva güçlerinin self-determinasyonu durumunda direnmemek’

Vyshinsky: Bu ne anlama geliyor?

Pyatakov: Üstü kapalı bir şekilde Radek, eğer Almanlar bir Ukrayna hükümeti kurarsa, Alman bir yönetici-general tarafından değil bir piyon tarafından yönetmesi durumunda Trotskist-Zinovievist blok buna karşı çıkmayacaktır.”

Gerçekten bu büyük ihtimalle Ukrayna’nın milli güçlerinin zaferi durumunda gerçekleşecek senaryodur. Ukrayna ya bir müttefik ya da Nazi Almanya’sının bir kukla devleti olacaktır. Böyle bir Ukrayna’nın “bağımsız bir Ukrayna Sovyeti” olması düşüncesi yalnızca gülünçtür.

Trotskistler, Ukrayna’da Stalin karşıtı ”Partizan” gruplarının varlığını vurguladılar. Bu gruplar tabi ki Hitler sempatizanı milliyetçilerdi, solcular değil. Dördüncü enternasyonal Hitler’in yanında SSCB’ye karşı savaşan OUN’u (Ukrayna Milliyetçiler Örgütü) destekledi. Bu yaptıklarına ideolojik dayanak bulmak için de Trostky’nin yazılarını kullandı. OUN’un iki fraksiyonu bölünmesi dayanağını göstererek, -Sağ kanat Stepan Banderra tarafından ve sözde ”Sol kanat” Melnyk önderliğinde-, Melnyk’in önderliğindeki sol fraksiyonu savundular. Gerçekte, Banderist fraksiyon da Melnykist fraksiyon da aralarındaki uzlaşmazlıklara rağmen Hitler ile işbirliği yapmaya devam etti. Melnyk hiç bir şekilde solcu değildi, İç Savaş’ta da Sovyet-Ukrayna Savaşı’nda da Sovyet devrimcilere karşı savaşmıştı.

Bir Troçkist yayın, (Devrimci Tarih) şöyle bir savunma getirmekte:

Ukrayna Sorunu’nu gündeme getirmek genelde ”Ukrayna Burjuva Milliyetçiliği ya da ”Nazi İşbirlikçiliği” hortlaklarından söz edilmesine sebep oluyor. Üzücü bir şekilde, bu çeşit önyargılar insanların damarlarına işlemiş durumda, Engels ve Luxembourg’a kadar giden Marksism’in içinde bir tarihi var. Stalinizmin yükselmesiyle işler öyle bir raddeye kadar zorlaştı ki zaman zaman konu üstüne mantıklı ve düşünülmüş tartışmalar yapmak imkansız. Ukrayna Sorunu, Trotsky’nin de dediği gibi, günün görevi ve bu sefer katlanmış güçle soruluyor.” [4]

Görünüşe göre “Stalinizm” sol sosyalistlerine Nazi işbirlikçilerine hizmet etmek konusunda şüpheli davranmak zorunda bırakmış.

Trotskistler devam ediyor:

OUN’un sağ ve sol kanadı arasında 1940’ta gerçekleşen ayrılma sonrası sol kanat işçi sınıfı tarafından ona empoze edilen sosyalist politikları gittikçe  benimsedi.”

Hatta UPA’yı [5], OUN’un Nazi işbirlikçisi Melnyk fraksiyonunun Polonyalılara Yahudilere ve diğer azınlaklara karşı etnik soykırım politikası uygulayan silahlı kanadını bile savunacak kadar ileri gittiler:

UPA savaş sırasında Rus Stalin’e karşı silahsız mücadele yürütmekten dolayı ‘Faşist’ olmakla suçlanıyor. UPA, Sovyet tarihinde en az bilinen devrimci hareketlerden biri olarak kalmaya devam ediyor, ve Stalinistler  tarafından bilerek işbirlikçi olarak gösteriliyor.”

Bu Trotskistlere göre UPA, sadece Stalinist propaganda yüzünden Faşizan görünen meşru bir ‘devrimci’ hareket! Geçtiğimiz günlerde yaşanan Ukrayna’daki faşist darbeden sonra bunu okumak gerçekten gülünç. Bunlar UPA destekçileri. Bunlar Nazi. Ukrayna’nın neo-nazi militan grubu Pravi-sektor, UPA bayrağını kendi bayrağı olarak benimsedi bile.

Trotsky’nin Sovyetler Birliğine en ufak bir yarı-solcu ya da yarı-devrimci retorikle muhalefet eden herkesi meşru ve Trotskistler tarafından desteğe değer gösteren yazılarının sonucu budur.

Trotsky, sürekli Stalin’i Hitler’le eşdeğer hatta daha kötü olduğunu söyleyen propagandalar yürütmüş, Hitler’in Sovyet Komünizmi’nin suçu olduğunu öne sürmüştür ve Sovyetler Birliği düşmanlarını, Ukrayna’da OUN gibi meşrulaştırmıştır.

Ukrayna üzerindeki makalesinde değişik bir propaganda taktiği kullanarak, önce Hitler’i eleştiriyor gibi dursa da aslında Stalin’i eleştiriyor. Tüm suçu Stalin’e atarak, Hitler’in sadece Sovyet suçlarına bir cevap olduğunu öne sürüyor:

”… ama Sovyet Ukrayna’sının Stalinist bürorasi tarafından tecavüzüne eş düşen bir Hitlervari Ukrayna politikası olmazdı.” -(Trotsky, ”Ukrayna Sorunu”)

Trotsky’nin Hitler’e yardım ederken bile onu eleştirmesi şaşırtıcı değildir. O, hedeflerine ulaşmak için yalan söylemek ve gereken her şeyi yapmaya hazırdı. Özünde, politikaları Hitler karşıtı değil, Sovyet karşıtı ve Hitler yanlısıydı. Tabii ki Trotsky’nin Hitler’e karşı özel bir sevgisi yoktu, Hitler’de Yahudi Trotsky’yi sevmezdi. Ancak ortak bir düşman paylaşırken birbirlerine yararlıydılar.

***

İfadelerinden alıntı yapılan Tuhaçevsky, Buharin ve Pyatakov’un verdiği bilgilerin, elle tutulur modern tarihsel çalışmaların ışığında pek güvenilir olmadıkları belirtilse de [6], Trotskistlerin şovenist grupların önünü açması, onları olduklarından farklı göstermesi bugün bile karşılaştığımız bir durum.

Trotsky’nin görüşleri doğrultusunda oluşan fikirler “Devrimci Tarih” [2] grubu ile Spartakist Lig [3] [4] arasında polemiğe de konu oluyor. Chris Ford, UPA’nın 3 makalesini yayınlamayı öneriyor ve geçmişte bu grupların Marksistler (Trotskistler) tarafından olumlandığını belirtiyor.

***

Ukrayna Sorunu, Trotsky’nin sözleriyle ”zamana uygun ve artan şiddetle” soruluyor. Bu yüzden sosyalistler için tarihini ve kökenlerini anlamak ve analiz etmek elzem. Bu anlamda Devrimci Tarih katkıda bulunabilir. Bunu akılda tutarak 3. Cilt numara 1’de Stalin ve Doğu Avrupa’da Komünizmi ele alan bölümüne katkıda bulunmak için, Yazı İşleri Kurulu’na katıldım. Başka bir sürü insanın desteğiyle, önde gelen Ukrayna Marksistlerinin 1940’larda bölgede olan çatışmalarla ilgili makalelerini sunduğumda, maalesef teklif,  yukarıda altı çizildiği gibi kuruldan bir cevapla karşılandı, özellikle Spartakist Ligi tarafından. 1940 ve 1950’lerin göçmen Ukrayna Devrimci Demokratik Partisi’nin (URDP) materyallerinin yayınlanmasına karşı bir dizi hayali durum ortaya çıkarıldı ve hiçbir güvenilir kanıt sunulmamasına rağmen yayınları engellendi. [4]

***

Chris Ford, Ukrayna’da UPA isimli etnik temizliğe katılan, Hitler’i destekleyen aktif bir organizasyonu şöyle savunuyor.

***

Açıklamaları ve Devrimci Tarihteki mektuplarında, savaş sırasında sadece Alman işgaline değil Rus Stalinizmine karşı silahlı mücadele yürüttüğü için UPA ”faşizan” olmakla suçlanıyor. UPA, Sovyet Tarihinde en az bilinen devrimci hareketlerden olarak kalmaya devam ediyor, Stalinistler tarafından bilerek işbirlikçi olarak gösteriliyor, ki bu çoğu Marksist’in kabullendiği bir yanlış anlaşılma. Şimdi anlaşılması gerekir ki ben hiçbir zaman, ve başka kimse daha, UPA yayınlarını basmayı önermedim yalnız o iki Ukrayna Marksist hareketinin analizini yayınlamayı önerdim. Ukrayna İsyan Ordusunun “Pozisyonu”nda der ki: Sovyet yönetimi sosyalist bir yönetim değildir çünkü sömüren ve sömürülen sınıflar içinde hala barınmaktadırlar. SSCB’deki işçiler ne kapitalizmi ne de Stalinist ”sosyalizmi” sitemektediler. Onlar gerçekten sınıfsız bir toplumun hayalindedirler, gerçek bir halk demokrasisinin.” Bir başka UPA yayınında (Oborona Ukrainy) okuyabiliriz ki: Sadece bağımsız bir Ukrayna devletinde Ekim Devrimi’nin toplumsal kazanımları derinleştirilip güçlendirilebilir.” Petro Poltava, bu hareketin bir lideri, açıkça belirtti ki ”her açıdan kapitalizme bir geri dönüş geriye doğru bir adım, bir gerilemedir.” Bunlar hiç kuşkusuz ki faşistin görüşleri değildir. [4]

***

Trotsky’nin görüşlerinin kaygan zemini, bir grup tarafından şovenist bir grubun “günahlarından arınması”na vesile olabilmekte. Bu kaygan zeminin üstünde, günümüzde yapılmakta olan politik taktikler, emperyalizmin taşeronlarını halk arasında kabul ettirmeye, onların politikalarını meşru hale getirmeye yaramakta.

Katkı Sunanlar:
İstanbul Direniyor’dan Yağmur
İstanbul Direniyor’dan Özgür
İzmir’den bir yoldaş

[1] Marksist Leninist Teori – İngilizce

[2] Uluslararası Komünist Lig (Dördüncü Enternasyonal) – İngilizce

[3] Spartakist Lig – İngilizce

[4] Ukraynalı Marksizmi – Chris Ford – İngilizce

[5] Ukrayna İsyan Ordusu

[6] Paul W. Blackstock’un İkinci Dünya Savaşı üzerine yazdığı kitapta yer alan “Tukhaçevsi Davası” başlıklı yazı, bir taraftan Stalin’in anti-Nazi hareketinin başlangıcını açıklıyor, bir tarafından da bu karmaşık olma durumunu şu şekilde açıklıyor:

Haziran 1937’de Kızıl Ordu’nun tasfiyesini hızlandıran Tukhachevsky Olayı, küçük bir istihbarat veya dezenformasyon operasyonundan çok daha fazlasıydı. Komplo hikayesinin (Tukhachevsky ve meslektaşlarının, Alman generalleriyle işbirliği içinde Stalin’in devrilmesini planlaması) güvenilirliği, geçtiğimiz yirmi yıl boyunca Sovyet dış politikasının karışık ve çoğu zaman çelişkili seyrinden kaynaklandı. [Alman-Sovyet askeri işbirliğinde bkz. L. Carsten, “The Reichswehr and the Red Army, 1920-1933” incelemesinde, Ekim 1962; sonraki çalışmaları “The Reichswehr and Politics, 1918 to 1933” (Oxford. 1966), ve John Erickson, “The Soviet High Command, A Military-Political History, 1918-1941” (Londra, 1962)] Nihayet Nasyonal Sosyalist Almanya’nın 1935 baharında barışı tehdit ettiğine karar veren Stalin, ABD’deki Alman askeri eğitim tesislerini kapattı ve askeri güçler (teeth) verilirse, Hitler’in yayılmacı hedeflerini hayal kırıklığına uğratabilecek bir ittifak sisteminde Fransa ve İngiltere’nin açık desteğini aradılar. Birbirine bağlı Fransız-Sovyet ve Sovyet-Çek askeri yardım paketleri Mayıs 1935’te imzalandı. Bununla birlikte, Çeklere karşı Doğu’ya ya da Fransa’ya karşı Batı’ya olası bir Alman saldırısını karşılamayı planlayan ortak bir Fransız-Sovyet askeri planı yoktu, bu yüzden Karşılıklı Yardım anlaşmaları en başından beri kağıt üstünde kalmıştı.



*TÜRKİYE DİRENİYOR SİTESİNDEN ( 02/05/2020)


27 Ocak 2021 Çarşamba

LENİN, BOGDANOV ÜZERİNE

 

Pravdy No 21, 25 Şubat 1914.

Toplu Eserler, Cilt 20, sayfa 121-124


Editörler, on üç “Sol Bolşevik” tarafından imzalanmış ve “Tiflis, Kafkasya” adresini içeren ve A. Bogdanov'un katkıda bulunması konusunda görüşümüzü soran bir mektup aldı. İmzacılar kendilerini "Vperyod grubunun ideolojik taraftarları" olarak adlandırıyorlar ve üslupları açık bir şekilde ve kesinlikle gazetemize düşman.


Buna rağmen, ilk ve son defa olarak onlarla tartışmaya girmenin zorunlu olduğunu düşünüyoruz.


Tutarlı bir Marksizm duruşuna bağlı olan işçi gazetelerine ve dergilerine A. Bogdanov'un katkıda bulunması neden imkansız hale geldi? Çünkü A. Bogdanov bir Marksist değildir.


Mektubun yazarları, Bogdanov'un tasfiyeci gazeteye yazdığı mektubunda verdiği ipucunun ardından, A. Bogdanov'un kişisel gerekçelerle, kişisel kin ve benzeri nedenlerle gazetelerimizin sütunlarından kayboluşunu açıklamaya çalışıyorlar. Bütün bunlar, üzerinde durmaya veya açıklamaya değmeyen katıksız saçmalıklar. Her şey oldukça basit ve sadedir.


Eğer mektubun yazarları “kişilikler” değil de, Marksistler arasında örgütsel ve ideolojik ilişkilerin tarihi ile ilgilenselerdi,  ta Mayıs 1909 da Bolşeviklerin bir temsilci toplantısında, ayrıntılı bir ön tartışma sonucunda, A. Bogdanov'un edebi-politik ifadelerinin tüm sorumluluğunu reddettiğini bilirlerdi. 


Eğer mektubun yazarları, dar kafalı skandal ve dedikodulara daha az önem verseler ve Marksistler arasındaki ideolojik mücadeleye daha fazla önem verselerdi, A. Bogdanov'un kitaplarında belirli bir sosyal ve felsefi sistem kurduğunu ve grup bağlılığına bakmaksızın tüm Marksistlerin, onun bu sistemini anti-Marksist olarak görerek karşı olduklarını ifade ettiklerini bilirlerdi. 


Marksizm'in tarihi ve Rusya'daki işçi sınıfı hareketiyle ilgilenen - ve öğrenmek, okumak ve öğrenmek için işi yapmaması gereken - herkes bilir ki, A. Bogdanov'un bir işçi gazetesine katkıları sorunu, çok daha önemli bir ilke sorunuyla, yani Marksist felsefe ile Bogdanov'un teorileri arasındaki ilişkiyle bağlantılıdır. Bu sorun kitaplarda, kitapçıklarda ve makalelerde tartışılmış, incelenmiş ve ölümüne işlenmiştir. Bir yazarın işçi basınına katkıları sorununa siyasi açıdan yaklaşılmalıdır, yani yazarın tarzı, zekası veya popülerleştirme yeteneği açısından değil, onun genel eğiliminin bakış açısındanteorileriyle işçilere ne verdiği açısından yaklaşılmalıdır. Marksistler, A. Bogdanov’un edebi faaliyetlerinin toplamının, proletaryanın bilincine, burjuva filozofların rötuşlanmış idealist kavramlarını aşılama girişimleri olduğuna inanıyorlar.


Eğer herhangi birisi durumun böyle olmadığını ve Marksizm'in felsefi ilkeleri konusundaki tartışmada, Plehanov değil, Ilyin (Lenin)  değil , ama haklı olanın Bogdanov olduğunu düşünürse, o kişi Bogdanov'un sistemine destek vermek için ortaya çıkmalıdır, ve bir işçi gazetesinin sütunlarında Bogdanov'un popüler makalelerinden birine veya diğerine yer verilmesi gerektiğini iddia etmemelidir. Ama biz, Marksistler arasında Bogdanov sisteminin destekçisi olmadığını biliyoruz. Onun teorilerine sadece “hizipçi” rakipleri değil, aynı zamanda kendi siyasi grubundaki eski meslektaşları da karşı çıktı.


Bogdanov ile meselenin durumu budur. Onun Marksizm'i "değiştirme" ve "düzeltme" girişimleri, Marksistler tarafından incelendi ve modern işçi sınıfı hareketinin ruhuna yabancı olarak görüldü ve kabul edildi. Daha önce işbirliği yaptığı gruplar, onun edebi ve diğer faaliyetlerinin tüm sorumluluğunu reddettiler. Kişi bundan sonra Bogdanov hakkında ne isterse düşünebilir, ancak Marksizm'in temel ilkelerini yayması için çağrılan işçi basınının sütunlarında kendisine yer verilmesini talep etmek, kişinin Bogdanov'un teorilerini,  Marksizm'i , ya da Marksist eğitimi işçi kitleleri arasında yayma görevini anlamadaki başarısızlığını ortaya serer.


Gazetemizin kendini adadığı işçi kitlelerini eğitme işi ile ilgili olarak, bizim yolumuz ve Bogdanov'un yolu ayrıdır, çünkü bu eğitimin ne olması gerektiği konusundaki anlayışımızda farklılaşırız. Kişisel ilişkilerle ilgili ipuçlarıyla, kişisel çıkar güdüleriyle gizlenen asıl mesele budur. Haber bültenlerinin eğilimini önemseyen işçiler, konuyu belirli yazarların "kişiliklerine" indirgemeye yönelik tüm bu girişimleri bir kenara itmeli; onların Bogdanov'un teorilerinin karakterine bakmaları gerekir. Bunu yapmaya başladıkları zaman, bizim ulaştığımız sonuca, yani Marksizm'in bir şey ve Bogdanov'un teorilerinin tamamen farklı bir şey olduğu sonucuna hızla ulaşacaklardır. Bir işçi gazetesi, proletaryasının zihnini burjuva, idealist karmaşık-türlü den temizlemeli, onlara sütunlarında bu sindirilemez  yiyeceği teklif etmemelidir.


Bize  "Buna rağmen, Pravda, Bogdanov'un birkaç makalesini yayınladı. Yani bu oldu." denilinebilir.

Ama, artık herkesin görebileceği gibi, Rusya'da ilk işçi gazetesinin yayınlanması gibi yeni bir girişimde bu kaçınılmaz bir hataydı. O dönemdeki sorumlu yoldaşlar, Bogdanov'un gazeteye sunduğu popüler makalelerde, Marksizm'in ABC'si propagandasının Bogdanov'un teorilerinin bu belirli özelliklerini gölgede bırakacağını ummuşlardı. Beklenebileceği gibi, işler farklı gelişti. Az çok tarafsız olan ilk makalelerden sonra Bogdanov, açıkça işçi gazetesini Marksizm'in değil, kendi ampiriyo-monizminin propagandası için bir araca dönüştürmeye çalıştığı bir makale gönderdi. Görünüşe göre A. Bogdanov, bu makaleye o kadar çok önem verdi ki, ondan sonra, yani 1913 baharından bu yana, başka makale göndermedi.


Bogdanov'un katkıları sorunu, bunu okuyucularımızın zaten bildiği şekilde çözen yayın kurulumuz için bir ilke meselesi haline geldi.


Şimdi Vperyod grubu hakkında bir söz. Gazetemizin sütunlarında buna “maceracı” deniliyor. 


Mektubun yazarları, dar kafalılar gibi değil, politik olarak düşünemedikleri için, bunda da bu grubun üyelerinin kişiliklerine karşı bir ima gördüler. Bu da saçma. Marksistler, bilimsel sosyalizmi temel almayan grupların, örneğin anarşistler, Narodnik teröristleri vb., gibi grupların izlediği politikaya "maceracı" diyorlar. Hiç kimse Vperyod grubunun bir anarcho-sendikalizme yöneldiğini ya da Lunacharsky'nin “tanrı inşası” na, Bogdanov'un idealizmine, ve S. Volsky'nin doktrinel anarşist eğilimleri vb., toleranslı olduklarını inkar etmeye çalışmayacak. Vperyod grubunun politikası anarşizme ve sendikalizme yöneldiği ölçüde, her Marksist ona bir maceracılık politikası diyecektir.


Bu, Vperyod grubunun tamamen dağılmasıyla doğrulanan bir gerçektir. İşçi sınıfı hareketi yeniden canlanır canlanmaz, belirli bir siyasi çizgi ya da sınıf siyaseti ve Marksizm ilkeleri hakkında anlayış olmaksızın en heterojen unsurlardan bir araya getirilen bu yama işi grup, tamamen dağıldı.


Marksizm bayrağı altında yürüyen işçi sınıfı hareketi, bu grupları, bu "ampiriyo-monistleri", "tanrı yapıcıları", "anarşistleri" ve benzerlerini görmezden gelecektir.


Pravdy No 21, 25 Şubat 1914.

Collected Works, Volume 20, pages 121-124


Çeviri; Erdogan A

28 Kasım 2020

24 Ocak 2021 Pazar

FAŞİZM, NEO-FAŞİZM, ABD, TRUMP, SEÇİMLER -VI

 

FAŞİZM, NEO-FAŞİZM, ABD, TRUMP, SEÇİMLER -VI

Trump döneminde;

''ABD, 1987’de Sovyetler Birliği’yle imzaladığı ve bu ülkenin dağılması sonrası Rusya’nın taraf olduğu Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması’ndan (INF) da Ağustos 2019’da resmen çekil''di.

''ABD, iklim değişikliğiyle mücadele etmeyi amaçlayan küresel Paris İklim Anlaşması’ndan'' Kasım 2020 itibari ile resmen çekildi.

Trump, 2015 yılında, Obama döneminde İran'la imzalanan nükleer anlaşmadan 2018 baharında çekildi.

Venezüella'da, Bolivya'da faşist darbeler örgütlendi.

Obama döneminde Hitlerci/nazist güçlerin ABD-AB eliyle örgütlenip seferber edilmesiyle gerçekleştirilen nazisit darbeyle işbaşı yapan Ukrayna'daki nazisist darbeci rejim Trump-ABD öncülüğünde Batılı emperyalist devletler tarafından her bakımdan aktifçe desteklenmeye devam edildi.

Suriye, Libya, Yemen'de görüldüğü gibi doğrudan ve yarı-dolaylı müdahale pratikleri de aynı emperyalist saldırganlığın diğer göstergeleriydi.

Trump, C-19 Pandemisi'ni kullanarak Çin karşıtı açıklamalar yapmaya zorladığı Dünya Sağlık Örgütü'nden, istediğini alamayınca çekildi.

Bu gerçekler, lümpen faşist Trump dönemindeki Amerikan emperyalizminin saldırgan politikasının bazı çıplak ifadeleriydi.

Irkçı faşist Trump, 2017'de çıkardığı bir kararnameyle, 7 Ortadoğu ülkesinden gelecek göçmenleri yasakladı. ''Yasadışı göç''ü önleme bahanesiyle Meksika ve ABD sınırına duvar ördü. Trump, SSCB dağılıncaya kadar, Batı ve ABD emperyalizmi tarafından, onlarca yıl ''Berlin Duvarı''nın sembolleştirilmesi üzerinden kendilerinin ''özgürlük''çülüğü, SSCB'nin ise totaliter diktatörlüğü temsil ettiği propagandasını merkeze alarak yürütülen anti-komünist kampanyaya nazire yaparcasına ördüğü duvara övgüler dizerken, ''Dünyanın en güçlü duvarı, inanılmaz bir teknolojiden yararlanıyor. Covid-19'u durdurdu, her şeyi durdurdu. Örneğin, Kaliforniya'da Meksika tarafında çok virüslü bölgeler var. Duvara sahip olmasaydık, durum bizim için de felaket olurdu' dedi.'' (Euronew.) Lümpen megaloman Trump bu sözleri söylerken C-19 Pandemisi ABD yoksullarını kırıp geçiyordu. Nüfusuna oranla pandemiden en fazla etkilenen ülke ABD'deydi. Meksika'daki pandemi etkisi ABD'den gerideydi.

Trump, seçim vaatlerinde 11 milyon göçmenin hepsini sınır dışı edeceği vaadinde bulundu. Milyonları bulmasa da yüzbinlerce göçmeni ABD'den attı.

Trump, İsrail Siyonizm'iyle Amerikan emperyalizmi arasındaki bağlaşmayı, Kudüs'ü İsrail'in başkenti ilan ederek pekiştirmeye devam etti.

Trump döneminde işçi, emekçi, siyahi, kadın direnişleri sürdü. Siyahi hareket, kadınların, LGBT+ hareketinin kitlesel karşı koyuşu, öne çıkan kitlesel hareketler olarak önemliydi. Bu hareketler kitlesel olarak patlak verdiği her kesitte uluslararası alanda halkların desteğini kazandı. Bu kitlesel hareketler, ABD'de keskinleşen sınıf çelişkisi ekseninde keskinleşen ve ortaya çıkan hareketlerdi.

Trump rejimi, gelişen bu hareketleri faşist terörle yanıtladı. Polis, ordu, istihbarat örgütleri içerisinde de önemli mevziler kazandı. Yüksek mahkemeye Trumpçu olarak bilinen önemli isimleri de atadı. ABD'nin burjuva demokrasisine dayanan uzun tarihsel geleneği ve bu geleneğin ya da biçimlenmenin yarattığı kurumsallaşmalar, kitlelerin demokratik kültür, bilinç ve tepkisi ve karşı-devrim içindeki iç çelişkiler olmasa, Trumpçu klik ve bağlaşıkları, ''milli şef''lik rejimi kurmada, yasama ve yargıyı yürütme erkinin uzantısı haline getirmede, devletten bağımsız her girişimi ezmede daha saldırganca davranacak ve bu bağlamda daha güçlü mevziler kazanabilecekti. Bu kliklerin iç mücadelesinde, demokratik toplumsal duyarlılığının yanı sıra, işçi sınıfının, kent yoksullarının, yerli topluluklarının, kadınların, siyahların yürüttüğü mücadelenin yanı sıra, daha güçlü patlak vermesi kaçınılmaz olan yeni mücadele dalgalarının baskısının rolü olmadığını düşünmek cehalet olur. Kapitalist dünya sisteminde, sınıflararası uçurumun en keskin, en derin ve kapsamlı nesnel temele oturduğu ülke ABD'dir. ABD burjuvazisi, tarihsel ve güncel olarak bu olgunun keskin sınıf bilincine sahiptir. 2000'lerden bu yana yeniden canlanan proletarya ve halkların mücadele dalgası, gerek dünya burjuvazisi gerekse ABD sermayesi bakımından özel önem taşımaktadır. Onlar, gelişmenin yönünü iyi okumakta ve tüm hazırlıklarını buna göre de yapmaktadır.

Pandemi öncesi 46 ülkede kitlesel işçi ve halk hareketleri gelişiyordu. Pandemi şimdilik bu gelişmenin önünü kesmiş olsa da, bu durum geçicidir ve Pandemi sürecinin öz deneyimleriyle şekillenmiş halkların, daha güçlü mücadelelere girişeceğini görmek gerekiyor. Pandemi, kapitalizmin ve burjuva devletlerin çürümüşlüğünü, çaresizliğini, zavallığını sergiledi; sermaye trilyonlarca dolarla, euro ile fonlanırken, zengin sınıfların dışında kalan kesimlerin nasıl pandemiye kurban edildiğini dolaysız yaşadılar. Yani, bilakis pandemi koşulları, yeni ve daha sert mücadelelerin koşullarını ve yeni dinamiklerini hazırlamıştır. Pandemiyi sermayeyi semirtmenin, siyasal ve toplumsal denetimi yoğunlaştırmanın aracı olarak kullanan ABD ve dünya sermaye devletleri, pandemi sonrası enternasyonal proletarya ve halkların daha sert yükselecek mücadeleleri ile karşı karşıya kalacaktır.

    21. yüzyıl, dünya devriminin daha güçlü patlak vereceği, faşizm ve savaş tehlikesinin yükseleceği bir asır olacağı bellidir*. Ana sorun, dünya devriminin olgunlaşmış nesnel koşulları ile öznel koşulları arasındaki uçurumun çözülmesidir. Sorunun çözümünün kaçınılmaz olduğu, ancak bu çözümün kendiliğinden gelmeyeceği, oldukça karmaşık süreçlerden geçileceği de açıkça bilince çıkarılmalıdır.

    Kuşkusuz ki, Amerikan proletaryası kendi sorunlarını kendi çözecektir. ABD proletaryasının en temel sorunu komünist/Marksist-Leninist bir partinin henüz ortada olmamasıdır.

    ABD'de emperyalist sistemin sınıfsal nitelikte olan, son tahlilde gelip sınıf sorununa dayanan toplumsal sorunlarının çözümünün temel yolu dünya devriminin bir parçası olarak proleter devrimin zaferinden, proletarya diktatörlüğü aracılığıyla komünizme doğru kesintisiz bir devrimin geliştirilmesinden geçmektedir. Ve kuşkusuz ki, bu devrim eşitsiz ve kesintisiz bir devrim süreci olan dünya proleter devriminin devasa bir bileşeni, tarihin gidişi üzerinde derin etkiler yaratacak bir devrim olacaktır. ABD proletaryası ve halklarının sömürüden, toplumsal adaletsizlik ve siyasal baskıdan kaynaklanan sorunlarını ABD sermayesinin iki ana partisi olan Demokrat ve Cumhuriyetçi partilerden beklenemez. Bu iki parti, emperyalist ABD'nin gelişkin emperyalist sınıf bilincine sahip, iç ve dış politikada Amerikan sermayesinin sözcülüğünü yapan partilerdir. İki parti de son tahlilde tekelci sermayenin stratejik çıkarları üzerinde birleşmekte ve ABD sermayesi adına politika yapmaktadır. Trump'un kurabileceği söylenen partinin de faşist karakterde olacağı açıktır.

    ABD'de gelişen faşist akım, örneğin, 1930'ların yükselen ve dünyanın yeniden paylaşımını talep eden Almanya, İtalya, Japonya gibi emperyalist devletlerden farklı olarak, hegemonyası gerileyen ve gerilemesi kaçınılmaz olan bir emperyalist ülkede gelişen bir akım karakteri taşımaktadır. Bu durumun ABD'de faşist hareketin gelişmesi, devletin faşistleşme eğilimi üzerinde bir dizi farklı özgünlüklerin ortaya çıkmasına yol açmış ve açacaktır. Bu yeni bir olgu da değildir; faşizm, her bir ülkenin somut tarihsel koşullarında özgül biçimler alarak ortaya çıkar ve gelişir. Ancak, herbir ülkede, ister gerileyen isterse yükselen emperyalist ülkeler olsun, faşizm, uluslararası tekellerin burjuva sınıf egemenliğinin en son ve en saldırgan biçimidir. Sınıfsal temelini tekelci burjuvazi oluşturmaya ve her bir uluslararası tekelin arkasında da kendi ulus devleti durmaya devam edeceği kesindir. II. Emperyalist Dünya Savaşı deneyiminden görüldüğü gibi, faşizm, emperyalist dünya sisteminin iç çelişki ve çatışmalarını, emperyalist devletler arası rekabet ve hegemonya mücadelesini de alabildiğine keskinleştirerek geliştirir...

    Politik kimliğini ''demokratik sosyalist'' olarak tanımlayan Senatör Bernie Sanders gibi politikacıların sahneye çıkışı da tesadüfi değildir. Sanders, 2016 ve 2020 yıllarında yapılacak başkanlık seçimlerinde DP'nin başkan aday adaylarındandı. ''Sosyalizm'' iddiası, ABD'de bir hayli dikkat çekmiş ve CP vb. çevreler tarafından sert saldırılara maruz kalmıştı; rakipleri DP'yi de komünistlik iddiası ile yıpratmaya çalışmışlardı. Sanders, başkan adayı olarak girdiği yarışta iki dönemde de oldukça yüksek oy ve mali destek kazanabilmişti, ancak DP'nin başkan adaylığı seçimlerini kazanamamıştı.

Sanders'in ''Sosyalizm'' iddiası ile politik arenaya sosyalist bir aday olarak çıkması ve geniş bir sempati ve destek bulması, tesadüfi değildi; aksine bu olgu, son tahlilde ABD proletaryası, kent yoksulları, göçmenler, kadınlar, gençler, diğer emekçi kesimler içerisinde büyüyen öfke ve yeni arayış gereksiniminin dolaylı bir ifadesiydi. Yoksa, anti-komünizmiyle, sol düşmanlığı ile ünlü ABD'de, üstelik ABD başkanlığı gibi bir kurumun başına aday olma hedefiyle, Sanders'in ortaya çıkması ve destek alması olanaklı olmayacaktı. Sanders, gerçekte, bir sosyalist değildir. O, en fazlasından bir sosyal demokrat olarak nitelenebilir. Kaldı ki, sosyal demokrasi adına hareket eden en gelişkin partiler Avrupa'da şekillenmişti. Bu partiler, uluslararası tekellerin hegemonyasıyla belirlenen ''neo-liberal'' politikalara bağlı olarak yeniden yapılanarak, bu politikaların savunucuları haline geldiler. Yani o, 50-60-70'ler sosyal demokrasisinin yerinde yeller esiyor. ABD gibi bir ülkede Sanders'in örnek aldığını savunduğu ''İsveç modeli''ni yaşama geçirebilmesi de olanaklı değildir. Sanders'in kendisi de buna inanmamıştır. O, sınıflararası uçurumun aşırı büyümüş olduğu ABD'de sınıflararası barış ütopyasını diri tutmak, ''toplumsal uzlaşı'' yoluyla kitlelerin dipten gelen dalgasını, öfkesini yatıştırmak peşindedir sadece. Böyle olmakla birlikte, Sanders'in, dünya anti-komünizminin tapınağında sosyalizm adına geniş kitleler içerisinde ciddi bir karşılık bulması, hem dipten mayalanan ve gelen ''sosyal hareket''liliğin ifadesi olduğu gibi, daha da önemlisi, sınıf mücadelesinin gereksinmelerine yanıt verebilecek bir komünist parti olmamasına karşın, gelecekte proletarya sosyalizminin önderliğinde ABD proletaryasının harikalar yaratabileceğininin de güçlü sinyalidir. ''ABD solu''nun en ileri düzeyde sunduğu seçenek, ''Franklin Roosevelt’in 1930’lardaki Yeni Anlaşması'' benzeri bir anlaşmadır, eğer buna ''sol'' denebilirse. 1930'ların sosyal demokrasisisinin sırtına basarak iktidara oturan Alman sosyal-demokrasisinin deneyimini ise burada hatırlatmaya bile gerek yok.

ABD'nin Minneapolis kentinde 2020 mayıs ayı sonlarında George Floyd'un vahşice katledilmesine karşı ayaklanan ve ABD geneline yayılan ve Black Lives Matter (Siyahların Yaşamları Değerlidir) eylemlerine yalnızca siyahiler değil, çok geniş bir beyaz genç kitlenin de katıldığını biliyoruz; Trump'un, devletin, ırkçı faşist para-militer güçlerin bu ve diğer büyük kitle eylemlerine nasıl gaddarca saldırdığını biliyoruz. Trump, bu süreçte yaptığı açıklamayla, ''Anti-Fa''ları terör örgütü ilan ederek kapatacağını açıklamıştı; ancak siyasal, toplumsal mücadelenin baskısı karşısında yasaklayamamıştı. Faşizme karşı demokrasi için mücadele söyleminin ardına gizlenerek, Bidenlere, DP ve CP gibi sermaye temsilcilerine yedeklenmek ''sol politika'' olarak sunulamaz. Faşizm ve ''küreselleşmeye karşı mücadele'' adına ''yeni bir New-Dal'' peşinde koşulamaz. Emperyalizmi kapitalizmle, faşizmi, ABD demokrasisi ile bağdaşmayan bir politika olarak görmek, eğer, cehaletten, politik saflıktan kaynaklanmıyorsa, bilinçli bir oportünizmdir. Liberal ve sosyal liberallerin bu vb. propagandası, sadece sermayeye yaramakta ve geniş kitlelerin mücadelesini yolundan saptırma misyonu oynamaktadır. Biden'in seçilmesini ayakta alkışlayan liberal ve sosyal liberallerin, AB'de dahil, Bidengiller familyesine övgüler dizmesi, sahte beklentiler yayması, bir kez daha proletaryayı, halkları aldatmayı hedeflemektedir. Bu hayalleri yayanların, ''Keynesyen kapitalizm'' propagandasını da yaptıklarını, ''neo-liberalizm''e karşı, sosyal liberal, küçük burjuva reformist propaganda ve ajitasyon yaptıkları da gözden kaçırılmamalıdır.

''ABD Başkanı Donald Trump’ın Twitter hesabı bloke edildikten sonra seçim kampanyasını yürüten ekibi, Twitter’da, sosyal ağın logosu olan kuşu kırmızıya boyanmış ve üzerinde orak ve çekiç çizilmiş olarak yayınladı.'' haberi, faşist kliğin dizginsiz anti-komünist niteliğini yansıtan verilerden birisidir. Trump kliğinin Twitter gibi kapitalizmin, tekellerin parlayan yıldızını orak-çekiçli logo çizdirerek teşhir etmesi, ABD sermayesinin kalbinde sönmemiş komünizm korkusunu yansıtmaktadır. Trumpa karşı sergilenen her davranışın, Trump tarafından ''komünist, terörist, vatan haini'' olarak sunulması (dinci-faşist Erdoğangiller familyasını de hatırlayalım) faşist demagojinin karakterini yansıtmaktadır. Ancak bu demagojik propaganda, anti-komünizmin kalesinde hala komünizm/terörizm korkusuna oynanabildiğine, toplumun geniş kesimleri üzerinde bu propagandanın etkili olabildiğini göstermesi açısından da çarpıcıdır.

Kongre binasının basılması eyleminin boşa çıkması, Bidengiller familyası da içerisinde olmak üzere, liberaller tarafından ''yüce Amerikan demokrasisi''ni yüceltmenin manipülatif aracı olarak kullanılmakta ve kullanılacaktır. Vurgulamak gerekir ki, yeni yönetim, bu girişimi, proletarya ve halklar üzerindeki baskıları yoğunlaştırmanın, yeni saldırı tedbirleri geliştirmenin, ''terörizme karşı mücadele'' adına iç ve dış politikada burjuva saldırganlığın silahı olarak değerlendirecektir. Monthly Reiwev dergisi tarafından kendisiyle röportaj yapılan gazeteci Max Blumenthal'in şu sözleri de bu gerçeği yansıtması bakından önemlidir; ''Ve Joe Biden'ın Vatanseverlik Yasası'nı güçlendirmeyi önerdiği bu yerel anti-terör yasası gibi yeni yasaların yürürlüğe girdiğini göreceğiz.'' (''Capitol güvenliğinin ihlali askeri bir operasyon gibiydi'', gazeteci Max Blumenthal ile yapılan röportajdan)

Egemen sınıflar kendi aralarındaki iç mücadele ve çatışmaları da daima proletarya ve halklara karşı mücadelenin aracı olarak kullanmışlardır. Bidengiller familyasının baskını yapanları terörist olarak nitelerken, bileceğiz ki, söz, yayın, örgütlenme, eylem özgürlüklerine karşı yeni kısıtlamalar getirilecek, siyasal ve toplumsal kontrol güçlendirilecek, bireysel özgürlükler kısıtlanacak, polis-asker-istihbarat aygıtı yetkinleştirilecek, asıl olarak ezilenlerin ve proletaryanın mücadelesine daha etkin saldırılacaktır. Askeri-sınai-istihbarat komplexiyle birlikte çalışan ve en ileri teknoloji şirketleri de olarak dikkat çeken ''bilgi teknolojileri'' sektörü, ''sosyal medya'' tekelleri, ABD devletinin ve kendi özgün çıkarları doğrultusunda herhangi bir yargı kararı olmadan Trump'un sosyal medya hesaplarına yasak getirmesi dikkat çekicidir. Bu önlem, sistem bakımından ana tehlikenin Trump değil, ilerici, devrimci toplumsal hareket olduğu ve yasak ve sansür saldırısının ana hedefinin mücadele ve mücadele dinamikleri olduğu gerçeğini gizlememelidir. İt dalaşının dönüp vuracağı asıl yer, proletarya ve halklardır, ezilen toplumsal kesimlerdir, göçmenlerdir, kadınlardır, siyahi harekettir. Sermayenin ve devletin faşizmle hesaplaşma çizgisi falan yoktur. Bazı tutuklamalar, yapılacak mahkemeler, bir kısım piyonun alabileceği cezalar, Bidengiller familyasının faşizmle hesaplaşma eylemi olarak da görülemez. Faşizmin kaynağı bizzatihi tekelci sermayedir, Amerikan emperyalizmidir. Faşizm tehlikesine nihai olarak son verebilmenin tek yolu Amerika'da proleter devrimin zaferidir.

Dünyamız küreselleşerek küçülmüş modern bir kente dönüşmüştür. Bu kentte iki temel sınıf vardır; proletarya ve burjuvazi. Dünyamızın geleceğini de kent merkezli savaşlar belirleyecektir ve bu savaşımda belirleyici olan temel devrimci sınıf enternasyonal proletaryadır. Bütün diğer ezilen sınıf ve tabakaların, toplumsal kesimlerin demokratik mücadeleleri, proletaryanın sınıf mücadelesine bağlanarak gelişecek ve sorunlarını bu temele dayanarak çözecektir. Çağımızın temel gerçeği budur.

ABD ve NATO'nun ''önleyici saldırı konsepti'', ''kaos stratejisi'', ''terörizmle küresel savaş stratejisi'', ''kontrollü kaos'', ''önleyici savaş doktrini'', ''hibrit savaşları'', ''asimetrik savaş'', ''siber savaş'', ''dördüncü nesil savaş'' vs. her ne deniyorsa, bu gerici, karşı-devrimci savaşın asıl olarak proletarya ve ezilen halkları vuracağı açıktır.

    Günümüz dünyasında faşizm olgusunu bilimsel devrimci bir faşizm teorisiyle çözümleyebiliriz. Bu teori, Stalin, Dimitrov, III. Enternasyonal'in ortaya koyduğu faşizm teorisidir. Teorinin zenginleştirilerek güncelleştirilmesi bir şeydir, ''yenileme'', ''zenginleştirme'' adına Marksist-Leninist faşizm teorisinin içeriğini tasfiye etmek farklı bir şeydir. İkincisi revizyonizm ve tasfiyeciliktir. ''Neo-faşizm'', faşizmdir.

    Kuşkusuz ki, tıpkı Marksizm-Leninizm gibi, komünist faşizm teorisi de donmuş, mekanik, dogmatik bir öğreti değildir. Onun çağımızın dinamik gerçekleri ile bağlı geliştirilmesi, zenginleştirilmesi gerekir. Bu bağlamda, demokratik ve sosyalist mücadelenin diyalektiği; emperyalizm ve faşizme, savaşa karşı mücadele strateji ve taktikleri; propaganda, ajitasyon, örgütlenme ve eylem biçimleri de ''küreselleşmiş'' dünyamızın gerçekleriyle birlikte ele alınarak geliştirilmesi gerekir. Bu konu. Ileride yazmayı düşündüğümüz makalelerimizde ayrıca ele alınacaktır.

    SON

    Hasan OZAN İLTEMUR

*''Bkz, '''NATO 2030: Yeni Bir Çağ İçin Birliktelik raporu.''











20 Ocak 2021 Çarşamba

FAŞİZM, NEO-FAŞİZM, ABD, TRUMP, SEÇİMLER -V

 FAŞİZM, NEO-FAŞİZM, ABD, TRUMP, SEÇİMLER -V

Cumhuriyetçi Ronald Regan'ın ABD başkanı seçilmesiyle açılan dönem, ABD'nin küresel emperyalist neo-liberal saldırısını başlattığı bir dönemeç oldu.

Daha sonraki süreçte de ''neo-liberal'', ''neo-muhafazakar'' politikalar sürece damgasını basmaya devam etti. Kapitalist/revizyonist sistemin dağılışı, giderek özellikle 11 Eylül saldırısı bu ''neo-con muhafazakar'' politikada derinleşme dönemi oldu. ''Neo-con'' eğilim belirgin faşist (''neo-faşist'') karakter sergileyen bir yönelişti. ABD proletaryasının direnişinin geriletildiği, dünya devriminin geri çekildiği, ABD'nin yenilmez ve kutsanmış bir güç olarak ilan edildiği tarihsel kesit, demokratik hak ve özgürlüklerin sürekli darbelendiği, ırkçılığın, şoven milliyetçiliğin, yerli halklar, siyahlar, göçmenler, kadınlar, LGBT, çevre düşmanlığının tavan yaptığı, militaristleşmenin daha da ivmelendiği bir süreç oldu.

Uygulanan politikalarla bir kutupta servet ve zenginlik birikirken, diğer kutupta sefalet, işsizlik, açlık alabildiğine birikti. Sınıflar arası uçurum büyüdü. ''Küreselleşme'' süreciyle birlikte Beyaz ''orta sınıflar''ın ve beyaz proleter kitlelerin yaşam standartının gerilemesiyle ortaya çıkan öfke, devrimci bir çıkışın olmadığı koşullarda, sistem içi alternatiflerle sürekli zehirlendi. Doğal olarak bu süreçte en fazla yoksullaşan ve ezilen kesim, ABD yurttaşı olan göçmen işçi ve emekçiler, yasa-dışı yaşamak zorunda kalan, her türlü güvenceden yoksun, ucuz iş gücünü temsil eden göçmen kesimler oldu. Bu kesimlerden gelen, özellikle siyahi kesimlerin toplumsal hareketi, gettolardaki öfke patlamaları sürekli devlet terörüyle yanıtlandı. Obama gibi bir siyahinin kullanışlı bir araç olarak başkanlığa seçilmesi, aynı zamanda göçmen ve siyahilerden yükselen tepkiyi nötralize etmenin aracı olarak kullanıldı. Ki Obama, ABD tarihinin ilk siyahi başkanı oldu. ''Neo-con''ların gerek içerde, gerekse de uluslararası politikalardaki saldırganlığının yarattığı ABD teşhiri ve yükselen ABD karşıtlığını onarmanın, iç ve dış politikada ''yeni çağ'', ''kutsanmış ABD'' propagandası ve ''ABD demokrasisi''nin sarsılan prestijini geri kazanmanın aracı olarak kullanıldı. Ki Obama dönemi de, içerde ve dışarda neo-liberal emperyalist saldırgan politikaların uygulanmaya devam ettiği bir süreç oldu. Obama döneminde uygulanan politikaların devam edegelen servet ve sefalet çelişkisini daha da keskinleştirmesi, tekeller ve burjuva devlet, Cumhuriyetçi Parti ve yedeğindeki güçler tarafından ırkçı ve daha saldırgan politikalar etrafında yükselişi örgütlemenin fırsatı olarak kullanıldı.

2012 seçim sürecinde ırkçı, faşist Trump, örneğin, Obama'nın ABD'de doğmadığını, bundan dolayı başkan adayı olamayacağını ileri sürmesi de tesadüfi değildi. Trump, seçim kampanyası sürecinde, Meksikalılar somutunda göçmenlerin ''Ülkeye suçu, uyuşturucuyu, tecavüzü getir''dikleri üzerinden göçmenleri günah keçisi ilan etmişti. ''Meksika sınırına duvar örme'' üzerinden de yapılan göçmen düşmanlığı karşısında, Katolik Kilisesi lideri Papa Francesko, ''Yalnız duvar örmeyi düşünen Hrıstiyan olamaz'' açıklamasını yapmak zorunda kalmıştı.

Aynı Trump, Obama'yı, ''IŞİD terör örgütünü kurmakla'', başkan adayı olarak Trump'un karşısına DP'den aday olan Hillary Clinton'u, ''terör örgütü kurucu ortaklarından biri'' olmakla itham etmişti.

Trump, cinsiyetçi, kadın düşmanı politikasının bir gereği olarak, seçim kampanyası boyunca, kürtaj karşıtlığını sürekli vurgulamış, 1973 yılında yürürlüğe giren Kürtaj yasasının iptal edilmesini ve 1973'den beri kürtaj olan kadınların ve kürtajı yapan doktorların cezalandırılmasını ısrarla vurgulamış, muhafazakâr aile değerleri üzerinde dizginsiz bir demagoji yapmıştı.

Kadın düşmanlığında sınır tanımayan Trump, 2008'de, H. Clinton'un DP'den başkanlık adaylığı yarışmasında Obama karşısında yenilgisini H. Clinton'un Obama tarafından ''becerilmesi'' olarak lanse etmişti. (bkz. Wikipedia)

Irkçı faşist Trump iktidarının kadın düşmanı, cinsiyetçi saldırılarına karşı, ABD'de milyonlarca kadının, LGBT+'nin öfkesinin sokaklara yansıması, küresel destek ve ortak eylemlere desteklenmesi boşuna değildi.

Trump, böyle bir sürecin üzerinde başkanlık koltuğuna oturdu. Trump'un seçim kampanyasının ''mimarı'' olduğu söylenen Steve Bannon'nun tipik bir faşist olduğunu ise hatırlatmaya bile gerek yok. Trump'un başkanlık seçim çalışmalarına, ırkçılık, göçmen düşmanlığı, ''Güney sınırında göç akışına karşı sıkı tedbirler'' alma ve duvar örme' vaadi, çevreci düşmanlığı, din özgürlüğü*, kürtaj karşıtlığı ve kadın düşmanlığı; ''küreselleşmeci'' basına ve küreselleşmeci eğilimlere karşı meşrebince teşhir çalışması damgasını bastı.

''Ya ABD'den yanasın ya da teröristsin.'' ''Terörizme karşı sonsuz savaş!'', ''Terörizm her an her yerde, güvende değiliz!'', ''Ulusal güvenliğimizi korumalıyız.'' propagandası Trumpçuluğa da damgasını basmaya devam etti. ''Radikal İslamcı terör''le mücadele adına İslam düşmanlığı, ''Medeniyetler savaşı'' kışkırtıcılığı; Çin düşmanlığı eksenine dayanan propaganda ve saldırıları yoğunlaştırdı. ABD'yi ''yeniden'' güçlü ve zengin kılma, ekonomiyi geliştirme sözü, ''Önce Amerika!'' çığırtkanlığı, geniş alt yapı yatırımları yapma, istihdamı geliştirme sözü, ''himayeci politika''ya (''ekonomik milliyetçilik'') dönüş, tekellerin vergilerinin düşürülmesi gibi vaatlerle sermayenin yanı sıra özellikle de beyaz ırktan geniş emekçi kesimlerin de desteğini kazandı. Bu destek içerisinde beyaz yaşlı nüfusun, kırsal seçmenin, beyaz erkek seçmenin desteği daha belirgindi.


Başkanlık yarışına Cumhuriyetçi Parti'nin adayı olarak giren "Amerika'yı Yeniden Büyük Hale Getirme!" sloganına, ırkçı ve dinci vurgulara dayanan Trump, 2016 seçimlerinde, Demokrat Parti adayı H. Clinton'dan 3 milyon oy daha az almasına rağmen, ABD seçim sisteminin yapısından dolayı başkan seçildi.

Kendisi de bir dolar milyarderi olan Trump ilk iş olarak dolar milyaderlerinden ve Wall Street temsilcilerinden oluşan bir kabine kurdu. Basında yapılan analizlere göre, Trump kabinesi, ABD tarihinde görülmemiş ölçekte dolar milyarderlerinin yer aldığı ilk kabinedir. Ki Trump, 10 milyar dolarlık mal varlığı olduğunu açıklamış; vergi kaçırdığı iddiası karşısında H. Clinton'la olan bir tartışmasında pişkince ''20 yıldır Federal Hükümete vergi vermediğini itiraf etmek'' zorunda kalmıştı. Trumplu yıllar, % 1'in zenginliğine zenginlik kattığı bir dönem oldu. Trump dönemi, henüz burjuva demokrasisini savunmakla birlikte önemli faşist (''neo-faşist'') eğilimlere sahip olan neo-liberallerle neo-faşist Trumpçu klikler arası mücadelelere tanık oldu. Bu çatışma, Amerikan sermayesinin ve gladyo devletinin iç çatışmanın ifadesiydi. Trump'un seçimleri kaybettiği halde kendisinin kazandığında ısrar etmesi, başkanlığı zorla ele geçirmek istemesi, Kongre Binası'nın darbeci faşist bir işgale uğraması, söz konusu iç mücadelenin bir devamıdır.

Trumpçu politikanın, dünya egemenliği mücadelesinde gerilemekte olan ABD hegemonyasını koruyabilmek, küresel rekabet ve mücadelede etki alanını geliştirebilmek için ''iç cepheyi sağlamlaştırma'' politikası olduğu söylenebilir. Dış politikada önceliği Çin'in yükselişinin önünü kesme, 21. yüzyılda rekabet mücadelesinin merkezi haline gelmeye başlayan Asya-Pasifik hattında yoğunlaşmayı içeriyordu. Rusya'ya karşı her cephede rekabet ederken özel olarak hedef almaması, Çin karşıtı politikaları geliştirmesi, Pasifik'te Japonya-Avusturalya bağlaşmasını geliştirmesi; Venezüella, Küba, İran ve Kuzey Kore'nin hedefleştirilerek kuşatılması, özellikle Çin'e karşı girişilen ticari rekabet ve ambargolar, İran üzerindeki baskı ve ambargonun pekiştirilmesi bu politikanın bazı yansımalarıydı. Trump'un Ortadoğu'dan, Afganistan'dan, Avrupa'dan çekilme, NATO yükümlülüklerini sınırlama gibi söylem ve baskıları, sermaye içerisindeki iç mücadelelerle ilgiliydi; yoksa ABD'nin üç kıtanın birleştiği, dünya petrol ve doğal gaz rezervinin büyük bir kesiminin olduğu, stratejik geçiş hatlarının yaşamsal önem taşıdığı Ortadoğu'yu bırakıp gitmesi zaten mümkün değildir.

Trump döneminde askeri-sınai komplexe, orduya ayrılan bütçe büyümeye devam etti. Bugün ABD'nin ''savunma'' bütçesi, 750 milyar dolara yaklaşmıştır. 2012 ile 2019 arası dönemde ABD'nin ''savunmaya ayırdığı bütçe, % 85'lik bir artış''la rekor kırmıştır. Dünya çapında 2 trilyon civarında olduğu söylenen askeri harcamanın 750 milyar dolarının Amerikan emperyalizmine ait olması çarpıcı bir olgudur ve ABD sınai-askeri komplexinin iç politikadaki etki gücü hakkında da somut bir fikir vermektedir. ''Uzay gücü''nün dördüncü bir ordu olarak kurulması da Trump döneminde gerçekleşti. ''Ulusal güvenlik'' için askeri-sınai komplexin korunması ve büyütülmesi hakkında ABD sermayesi ve devleti, DP ve CP içinde esaslı farklılıklardan bahsedilemez; var olan farklılık ve çatışmalar, bu devasa gücün hangi öncelikler ve hedefler doğrultusunda kullanılacağına dairdir.

Ekim Kılıç, ABD'li akademisyen Barry Lituchy ile New-York'da yaptığı röportajda, akademisyenin şu sözleri, ilgiye değerdir;

''Onların ( DP ve CP-bn.) üzerinde anlaşmaya vardığı ilk konu devletin iktidarıdır: Oligarşinin yerli ve yabancı her düşmana karşı korunmasıdır. Bu, tüm vergilerin yüzde 50’sinden fazlasıyla finanse edilen askeri-endüstriyel-istihbarat kompleksi anlamına geliyor.''

''11 Eylül sonrası özgürlüklerimizi korumak bahanesiyle askeri bir düzen kurmak için trilyonlarca dolar harcadılar.'' diyen başka bir yazarın açıklamaları da militarizmin ekonomik, siyasal, toplumsal, ideolojik güç olarak varlığına, gelişimine, toplumsal yaşamın askerileşmesine işaret etmektedir.

Dünyada olduğu gibi, ABD'de de ''neo-con''cu, Trumpçu faşist propaganda aygıtı, göçmenleri özel olarak hedefleştirmektedir. Beyaz ırktan olmayanların, beyaz ırkın yerini almaya başladığını; beyazların ve beyaz ırkın dünyada üstünlüğünü kaybedeceğini ve beyazların kendi ülkelerinde azınlığa düşeceklerini; beyaz uygarlığın, beyaz ırkların dinlerini, kültürlerini kaybedecekleri ve dünyanın bir cehenneme dönüşeceğini sistematik bir biçimde işledi. Göçmen, siyahi, yerli halklar, Yahudi ve Müslüman düşmanlığı bu ırkçı faşist saldırıların örtüsü olarak kullanılmaktadır. Ki ABD tarihi aynı zamanda ırkçılıkla şekillenmiş bir tarihtir.

ABD'nin tarihi, kölelik, yerli halkların soykırımı üzerinde şekillenen, başka ülkeleri işgal etmenin, başka ülkelerde sayısız askeri darbeler ve kitlesel katliamlar, suikastlar örgütlemenin, anti-komünizmle belirlenen meşhur bir tarihtir. Bu tarihe ABD burjuvazisinin önderliğinde beyaz ırk damgasını vurmuştur; bu olgu güncel bir tarihsel gerçek olmaya da devam etmektedir. Trumpçu milliyetçi, himayeci propagandanın özü, dünya çapında gerilemekte olan ABD/ABD uluslararası tekellerini her bakımdan koruma ve güçlendirme politikasıdır. Değişik sermaye klikleri içerisinde ortaya çıkan ve mücadelelere yol açan şey, bu sürecin yol ve yöntemleriyle ilişkilidir...

Kongre baskını ile daha keskin biçimler alarak ortaya çıkan sermaye içi çatışmanın, ''milliyetçilikle küreselleşmecilik'' arasında olduğu propagandası da gerçekleri yansıtmaktan uzaktır. ABD ''küreselleşme''nin öncülüğünü yapan devletti. ABD tekelleri uluslararası tekellerdir (ÇUŞ). Üretimin ve sermayenin uluslararasılaşmasından en kazançlı çıkan tekeller ABD tekelleri oldu. Trumpçu politika da ABD tekellerinin, tekelci sermayesinin çıkarlarını temsil eden politikadır. Bu bağlamda Trumpçu ''ekonomik milliyetçilik'', AB, Çin tekelleri karşısında ABD tekellerini ve pazarlarını koruma, rekabetçi politikayı ''korumacı politika'' ile besleyip geliştirme politikasıdır. Son tahlilde ABD sermayesinin çıkarlarını savunan klikler arasında, gerilemekte olan ABD hegemonyasının korunması ve etkinleştirilmesi, rakip emperyalist devlet ve blokların dizginlenmesi ve darbelendirilmesi noktasında bir birlik vardır. Çin-Rusya ekseni, AB ekseni ile ilişkiler konusunda bazı önemli farklılıklar ve mücadeleler olmasına karşın, gerçek durum budur.


Çok kutupluluk olgusunun yükselmesi, ''bölgeselleşme''yi de getirmektedir. ''Küreselleşme'' ve ''bölgeselleşme'', ''bloklaşma'' koşullarındaki emperyalist kapışmada, burjuva milliyetçiliği ile küreselleşmenin iç içe geçmesi; her bir somut önemli gelişmede yeniden biçimlenmesi doğal ve kaçınılmazdır. İddia edildiği gibi, ABD dünyadan elini-eteğini çekerek ''içe kapanmacı'' bir politika falan izlemiyor. Herbir emperyalist devlet kendi tekellerinin arkasında, yanında ve önündedir. Gerekli gördüğü her durumda ''milliyetçi'' politikalara, tedbirlere, manevralara da başvurmaktadır. Faşizm ve savaş tehlikesinin yükselişiyle milliyetçilik, şovenizm vs. atağa geçecektir. Ticaret savaşları her türlü baskı, saldırı, çevreleme vb. biçimlerde tırmanacaktır. Burada belirleyici olan, tekellerin ve devletlerin ekonomik, siyasal, askeri çıkarları ve stratejileridir. Zayıflayan ve gerileyen bir emperyalist gücün ya da güçlerin himayeci, milliyetçi kesilirken, gelişen emperyalist ve kapitalist devletlerin ''küreselleşmeci'' kesilmesi de bu tablo içerisinde anlaşılırdır. Fakat her halükarda, burjuva milliyetçiliği, burjuvazinin iç ve uluslararası alandaki ideolojik silahı olmaya devam edecektir. ''Klasik milliyetçilik''ten farklı olarak ''yeni tip milliyetçilik'' suratına küreselleşme maskesi takarak kendi sermayesinin çıkarlarını savunmanın, dünya pazarında kendi tekellerinin gelişip büyümesi politikasını ifade etmektedir.

Trump'un ''ekonomik milliyetçi''liğinin arka planını da bu oluşturmaktadır. Kendi iç pazarını Almanya, Çin vb. gibi ülkelerin rekabetinden korumak isteği de anlaşılır bir durumdur...

DEVAM EDECEK

Hasan OZAN İLTEMUR

*Busch'un aktif militanı, Trump yandaşı, '' 'Amerikalı politikacı, iş kadını, eğitim aktivisti ve hayırsever. Blackwater'ın kurucusu Erik Prince'in büyük kardeşi.' '' Betsy DeVos'un propagandasında vurguladığı okulları özelleştirirken 'arzumuzun kültürle Tanrı'nın krallığını ilerletmeye devam edecek şekillerde yüzleşmek olduğu" Trumpçulukla karakterize laiklik karşıtı açıklamalarını hatırlayalım.